- 1457 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÇOBANLIKTAN YAZARLIĞA İŞTE BENİM ÖYKÜM
ÇOBANLIKTAN YAZARLIĞA İŞTE BENİM ÖYKÜM
Çocukluğum, her defasında bir film şeridi gibi gözümün önüne geldiğinde, iç çekip dakikalarca derinlere dalar giderim. Çocukluğumu, bir çocuk gibi doyasıya yaşama imkânından yoksunluğuma üzülürüm hep. Çünkü ben, normal bir çocuğun ne yaşantısına, ne oyuncaklarına, ne de lüksüne sahiptim.
Hayvan tüylerinden oluşan yuvarlaktı gündüzleri benim yegâne topum. Geceleri bir kandil ışığından ibaretti bütün ışığım. Çelik çomaktı en lüks oyunum. Uçurtma uçuracak renkli bir kâğıttan dahi yoksundum. 20-25 haneli “Baltalı” adında küçücük bir köydü benim bütün dünyam… Böylesi olumsuz şartlarda ve mekânlarda bitirmiştim ilkokul’u. Birleşik sınıflarda günde bir saat ders görerek, muhtemelen de hep vekil olan öğretmenlerde okumuştum.
Henüz 10-11 yaşlarında körpe bir çocukken, kaderde hay-vanların peşine düşmek de varmış. Sabahları, önümde koyun-lar, ardımda çoban köpekleri dağlara doğru yol alırken, annemin kendi eliyle dokuduğu bezden diktiği çantama, ekmek ve peynirle beraber, öğretmenimden ödünç aldığım bir de kitap koymayı ihmal etmiyordum.
Akşama kadar o kitabı bitiriyor, çoğu kere de kitapların gizemli dünyasına sırılsıklam tutulduğum için, hayvanları kaybederek gözü yaşlı dönüyordum köye. Artık kitaplar süslüyordu benim küçücük dünyamı. Kitaplarla o kadar yakın dost olmuştum ki, yalnızlığımı onlarla yenmiştim. Gece gündüz okuduğum kitaplarla avunuyor, birini bitirip diğerine başlıyordum. İsli kandillerin ve ağır gaz kokulu lambaların cılız ışığında yorgana bürünüp gece yarılarına kadar okuyor ve kitapla sarmaş dolaş dalıyordum uykularıma.
Koyunları otlatırken dağdan köye dönmenin yaklaştığı ak-şamın alaca karanlığında, Baltalı Köyü’nün meşhur Dalaksuyu mevkiindeki yüksek Nâre tepesinden Bilecik ve Eskişehir’in, gökyüzüne yansıyan kızılımsı ışıklarını görünce, başımı iki elimin arasına alıp, dakikalarca hayallere dalıyor ve kendi kendime: “Mahkum muyum ben bu dağlara ve bu çobanlığa? İşte medeniyet orada. Ben o medeniyete gitmeliyim…” diyordum. Ardından da, hafızamda şehirlerde yaşama hayalleri kuruyordum dakikalarca.
Döksem şimdi o çocuksu hayallerimi yazıya, sığması mümkün değil ciltler dolusu kitaplara. Çünkü, dünyadan habersiz hayat sürüyorduk o loş ışıklı gaz lambasıyla, yarı aydınlanan kerpiç evlerde. Elektrik yoktu. Su, kaplarla taşınırdı köy çeşmesinden. Bilmezdik şimdi kendisine esir olduğumuz televizyon kutusunu. Tanımazdık şimdi yanımız-dan hiç ayırmadığımız telefonu. Gelmezdi köyümüze ne dergi, ne de gazete. Şimdi müzeleri süsleyen o bataryalı hantal radyolar dahi, ancak köyün ağasında bulunurdu. Bütün bunlar, o günün dünyasında lükstü bizim için. Düşünün bir kere, o günün en hızlı ulaşım aracı yalnızca attı. Sadece öğretmen ve imamdı köyün bilenleri ve aydınları. Yedi yaşında öksüz kalan babam, okuma-yazmayı kendi kendine öğrenmiş, takvim yaprağı, eski gazete, eski dergi ve kitap ne bulursa okuyan bir insandı. O, birçok yönüyle diğer babalara hiç benzemezdi. Öyle sanıyorum ki, okuma aşkı bana rahmetli babamdan geçmişti. Çünkü O, bana her fırsatta, okuduklarıyla elde ettiği birikimden örnekler ve öğütler verirdi. Ders alınacak nitelikte ibretli ve hikmetli hikâyeler anlatır ve alınacak dersi açıkça ifade ederdi. Babasız büyüme-nin ezikliğini yaşadığını ve okuyamadığını her defasında iç çekerek anlatır, ardından da: “Kaderimiz böyle yazılmış evlat, elden ne gelir” diyerek kendini teselli eder ve “buna da şükür, daha kötü durumda olan insanlar da var ”derdi.
“Evladım!” diye başlayan öğüdüne: “Sakın ola ki, vaktini boşa harcama. Her gün yeni şeyler oku ve öğren. Hiç bir şey yapamıyorsan bol bol imza at… Hayatta hiçbir zaman ben kimden yana olacağım deme. Benden yana olacak var mı de. Dürüst ve mert ol. Doğruluktan ayrılma. Kötülüğe meyletme”… Şeklinde sıralardı ard arda öğütlerini.
Küçükken kekeme olan birinin keçisiyle konuşa konuşa büyük bir hatip olduğunu, daha sonra çok çalışıp Amerika başkanlığına kadar yükseldiğini ballandıra ballandıra anlatır ve :“Evlat! İnsan azmettikten sonra, bu dünyada başaramaya-cağı bir iş yoktur” derdi. Çoğu kere tarlada kara sabanla çift sürerken yanı başında yürüdüğüm o sıralarda, babamın bana verdiği, doğrusu o gün için pek de mana veremediğim bu altın öğütlerin, bende ne büyük doping etkisi yaptığını neden sonra ancak anlayacaktım.
Nitekim yıllar sonra kaleme aldığım Timaş yayınlarından çıkan ve yeni yeni baskılar yapan , “Tarih Boyunca Babaların Çocuklarına Öğütleri” adlı eser, belki de bilinç altında yer etmiş bu duyguların bir tezahürüydü.
Ara sıra evde bir telaş görür ve rahmetli neneme sebebini sorardım. O da:
“Evladım! Hoca (imam) nöbeti var, baban birazdan tarla-dan gelir. Yemek hazırlıyorum. Köy odasına yemek götürecek” derdi. Kızartılan börekler, yapılan pekmezli tatlılar ve hazırla-nan en leziz yemekler köy imamı içindi. Köyün imamına herkes büyük saygı duyar ve onu kemal-i hürmetle dinlerdi. Köy odasında başköşede o oturur, çay önce ona ikram edilir, köyün bir bileni olarak sohbet ve muhabbetin sahibi de hep o olurdu. Çok büyük bir insan olmalıydı.
Hayal dünyalarımın perisini bulmuş ve oracıkta kararımı vermiştim. Ben de o güzel yemeklerden tadmak ve saygın olmak için imam olacaktım. Bu çocuksu fikrimi babama açtığımda, gülümsedi ve gayet makul karşıladı.
Rakımı çok yüksek dağ köyünden 17 km uzaktaki kazaya inmiş hafızlık yapıyordum artık. Öylesine bu işe yoğunlaşmış-tım ki, gündüzler bir yana, geceleri dahi uykudan kalkıp saatlerce Kur’an’ı ezberlemekle meşguldüm. Tamamını ezberleyince hafızamda meydana gelen değişimleri ve gelişimleri hissedebiliyordum. Zihnimdeki bu açılım, bana öylesine bir potansiyel kazandırmıştı ki, ileride hoşuma giden beyitleri, rubaileri, gazel, kaside, kelime, kavram ve özdeyişleri artık bir iki kez okumakla çok rahat hafızama alabilecektim. 600 sayfa Kur’an’ı hıfzettikten sonra, bunları ezberlemek benim için çocuk oyuncağından farksızdı.
Ufkum da açılmış olmalı ki, hedeflerim büyümüştü. Çün-kü, bir gün kazada bulunan tüm imamların bir toplantısına şahit olmuştum. Dışardan birisinin gelmesiyle hepsi ayağa kalkarak saygı göstermişlerdi. Meğer müftüymüş o. Benim imrendiğim imamdan da büyük bir müftünün varlığını tanımıştım o gün. Kararımı o anda değiştirip, müftü olmayı koymuştum kafama. Artık gözlerim hep müftü üzerindeydi. Bir gün kazada kutlanan Cumhuriyet Bayramını izlemeye gitmiştim. Ortaokul öğrencileri ellerinde trampetler, üzerlerinde tertemiz elbiseler ve boyunlarında kravatlarıyla düzenli yürüyüş yaparak, çevresini halkın doldurduğu, meşhur Gölpazarı Horhor çeşmelerinin bulunduğu alanda sıra olmuşlardı. Gözümü üzerinden ayırmadığım Müftü Bey, birkaç kişiyle koltuğunda oturmakta iken, birisinin gelmesiyle derhal ayağa fırlayıp ceketini düğmeleyerek saygı gösterdiğini görünce, kim olduğunu sormuştum. Böylece müftünün de üzerinde bir Kaymakamın olduğunu öğrenivermiştim o gün oracıkta. Madem öyle, ben de Kaymakam olmalıydım. Bütün bu gelişmeler olurken, imamlığı çoktan unutmuş ve köye tekrar dönmeyi düşünmez olmuştum artık. Ortaöğretim için bir anda Bilecik’te bulmuştum kendimi.
Benim için, varlığımın bir parçası olan kitapların yazarla-rına olan ilgim ve hayranlığım da epeyce artmıştı bu arada. Bu yazarlar, çok büyük insan olmalılar. Onlar büyük şehirlerde yaşarlar, ulaşmak çok zor olmalı diyordum. Bir gün okulun bahçesinde gördüğüm Türkçe öğretmenim Ruknettin Avcı Bey’in yanına koştum ve karşısında durarak yekten : “Hocam, ben de yazar olabilir miyim?” deyiverdim. Biraz da tebessümle mânâlı mânâlı yüzüme bakıyordu öğret-menim. Benim ise kalbim neredeyse yerinden fırlayacakmışça-sına güm güm atmaktaydı. Çünkü “olamazsın” der diye ödüm patlıyordu . Babacan bir tavırla ellerini omzuma atan öğretme-nim, beni şefkatle kendisine çektikten sonra, bir yandan başımı okşarken, bir yandan da : “Evet olursun Mustafa Turan. Hem de iyi bir yazar olursun. Ama bir şartla” diyordu. Heyecanla o şartın ne olduğunu sorunca da : “Önce çok okumalısın yavrum , hem de çook. Çünkü okumadan yazar olunmaz” cevabını almıştım. Teşekkür ettim. Artık, istediğim o umutlu cevabı almanın mutluluğu içindeydim.
Bir gün kendi yazdığım kitabın hayallerini çoktan kurmaya başlamıştım bile. Bundan sonra ikinci adresim kütüphaneydi. Beyin mızrabımda vuruşları hissediyordum ve sanki kitaplar beni Mevlanaca çağırıyordu: “Gel! Ne olursan ol yine gel”. Bu düşüncelerle girdiğim kütüphanede binlerce kitabı su gibi, yudum yudum içmeliyim diyor ve artık bana hayat verecek iksire kavuştuğumu düşünüyordum. Arşimed’in suyun kaldırma kuvvetini bulduğu andaki heyecanı yaşıyor gibiydim. Bir yandan da raflarından çektiğim kitapları kokluyor, bağrıma basıyor ve Yunus’ca haykırıyordum :”Ballar balını buldum. Kovanım yağma olsun.” Bu duygular içinde , hiç bir ayırım yapmadan ne bulursam sürekli okuyordum.
İhtiyaç duyduğum kitapları satın alacak param olmadığı için, il halk kütüphanesine gidip orada okuyarak geçiriyor-dum çoğu zamanlarımı. Bir gün yağmurlu ve soğuk havada gitmiştim okula. Ayakkabılarım tabanlarından su aldığı için, çoraplarım ıslanmış ve ayaklarım hem üşümüş, hem de uyuşmuştu. Hissetmiyordum artık ayakkabılarım içinde onları. Sobaya yakın bir sırada oturuyordum. Ders esnasında öğretmen tahtaya döndüğü anda, ayaklarımı sobaya uzatıyor, geriye dönünce de aynı hızla çekiyordum. Bir sonraki derse, öğretmen elinde bir listeyle girmiş ve fakir öğrencileri tespit ederek ihtiyaçlarını not ediyordu. Utancımdan arkadaşlarımın içinde “benim ayakkabıya ihtiyacım var” diyemezdim elbette.
Ayağımın birisini sıranın dışarısına özellikle çıkarmıştım ki, o yırtık pırtık ayakkabımı öğretmen görsün de, kendisi beni listeye yazsın diye dua edip bekliyordum. Gerçekten bir süre sonra fark edip beni tahtaya çağırmış ve ‘ayakkabını çıkar bakayım’ demişti. Tek ayak üzerinde diğer ayağımı çıkarınca, vıcık vıcık su içindeki çorabımı görmüştü de: “Evlâdım! Bak ayakkabıların delik deşik niye parmak kaldırmıyorsun” diye sormuştu. Ben ise utancımdan yerin dibine girercesine, sadece boynumu bükmüş ve sessiz kalakalmıştım. Listeye, ayakkabı ve çoraba ihtiyacı var diye yazınca, derin bir nefes almış ve bir süre sonra da yenilerini giyince, bilseniz ne mutlu olmuştum. İşte bu yoksulluktur ki, beni daha çok okumaya motive ediyordu. Bu birikimle olmalı ki, orta birinci sınıf sonunda yapılan oldukça zor bir sınavı kazanıp, Bursa’ya geçen iki öğrenciden birisi ben olmuştum. Artık ihtiyaçlarımı devlet karşılayacaktı. Maddi açıdan epeyce rahatlamış ve aileme de yük olmaktan büyük oranda kurtulmuştum. Bursa’daki orta ve lise yıllarım dolu dolu geçmişti.
Şehirdeki konferansları, panelleri ve kültürel faaliyetleri hiç kaçırmıyordum. Şehir kütüphaneleri ve kitapçılar en çok uğradığım mekânlar olmuştu. Okul kütüphanesinin müdavim-lerinden biriydim. Artık kitaplara aşık olurcasına tutulmuş-tum. Sanki bir güç beni büyüleyip kitaplara tutsak etmişti. Ben de kitap okuma zevkine köle olmuştum. Kitap okurken Ramazan’ın letafetiyle iftar sofralarındaki hazzı alıyordum. Çatlamış dudaklarıma bir zemzem gibiydi o kitaplar adeta. Bu zevkle orta hacimli bir kitabı okuyup bitiriyordum her gün. Okuduğum kitapların, beni kanatlandırıp bambaşka alemlere uçurup götürdüğünü hissedebiliyordum. Nehirleri kitapla geçtim. Denizlerden okyanuslara kitapların kanatlarında ulaştım. Kitaplarla nice merhaleler aşıp, aradım ilim umma-nındaki en nadide incileri. Bu kutlu yolculukta alemleri seyran eyleyüp nice bilgi hazineleriyle karşılaştım. Yapılan bir şiir yarışmasına ben de katılmıştım. Çok da iddialı değildim ama, yarışma neticesinde ikincilik ödülünü kazanmıştım. Bu başarı, beni daha fazla motive edip yazmaya yöneltiyordu. Şehre konferans için gelen konuşmacıları izlerken, onlara hayran oluyordum. Onların toplulukların karşısına geçip konuşmaları çok cazip gelmişti bana. Bir defasında Bursa Heykel’de Ahmet Vefik Paşa Tiyatro salonunda bir konferansa dinleyici olarak gidip, geri sıralarda ancak yer bulabilmiştim. Önümde yüzlerce insan vardı ve ben onların enselerini seyrediyordum. Oysa konferans veren Yazar’ın karşısında, hep yüzler vardı. O da yüzleri seyredip onlara hitap ediyordu. İşte o gün orada kendi kendime demiştim ki: “Bir gün sen de o kürsüde olmalısın ve enseler yerine yüzler seyretmelisin.”
Çocukluğumdan beri hedeflerim mütemadiyen büyüyor-du. Artık iyi bir hatip olmak da girmişti hedeflerimin arasına. Bu amaçla, şehre gelen kültürel hatiplerin yanında, siyasi hatipleri de kaçırmıyordum . İyi bir hatip olmak için de, daha çok kitap okumam gerektiğine inanmıştım.
Yılların birbirini kovaladığı ve benim zafer bayrağımı her yıl bir üst sınıfa diktiğim bu zaman tünelinde, bir yandan derslerime çalışıyor, bir yandan da harçlığımı temin etmek maksadıyla hafta sonları inşaatlarda tuğla taşıyordum.Yaz tatillerinde de deniz kenarlarında garsonluk yapıp, kışın ki ihtiyaçlarım için harçlık biriktiriyordum. Bazen de iki arkadaş İstanbul’a gidip, kolilerle indirimli kitaplar alıyor ve öğrencilere satıyorduk. Böylelikle hem harçlığımıza katkı sağlarken, hem de okuyacağımız kitapları temin ediyor ve zengin bir kitap koleksiyonuna da sahip oluyorduk.
Nedim’in bir taşına bütün acem mülkünü feda ettiği, Yah-ya Kemal’in, sade bir semtini sevmek dahi bir ömre değer dediği ve N. Fazıl’ın : “ Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyâr. Güleni şöyle dursun ağlayanı bahtiyar…” diye tasvir ettiği dünyanın incisi o güzel şehir İstanbul’u, engin tarihi ve zengin coğrafyasıyla ilk gördüğümde büyülenmiştim adeta. Galiba dünyadaki cennet budur diyordum kendi kendime. Ne imamlık, ne müftülük, ne de kaymakamlık yoktu gözümde artık. Çoktan unutmuştum bu çocukluk tutkularımı. Kültür, sanat ve edebiyat gibi yeni yeni sevdalara tutulmuştum. Artık çocukluk hayallerimin çok ötesinde, yalnızca üç hedefim vardı:
Biri İstanbul, diğeri Üniversite, üçüncüsü de edebiyat. Zira okuduğum kitaplar beni büyülemişti sanki ve edebiyatın cazibe yüklü dünyasına çekmişti. İstanbul’a da aşk derecesinde vurulmuştum. Hem bu konuda okuduğum bazı İstanbul yazarlarının kitapları, beni derinden sarsmaya yeterdi. Mesela Hüseyin Cahit Yalçın, çocukluk hatıralarından bahsederken, Aksaray’da oturduğunu ve her sabah Beyazıt yokuşunu tırmanarak İstanbul Lisesine gittiğini anlatırken imrenirdim ona. Ya da Ruşen Eşref’in, bazı günler derslerden erken çıkışını, çayhaneler, muhallebiciler, tuhafiyeciler, birer renk meşheri manavlar, sebzeciler ve çelik çomak oynayan çocuklar arasından geçerek, mahalle evliyala-rı önünden yürüyerek Yavuz Selim’e varışını öğrenirdim. Bizans medeniyetinin çöküşü karşısında Osmanlı medeniyeti-nin yükselişini benliğinde hissederek Edirnekapı’ya gelişini ve ışıktan bir dağ gibi Mihrimah camiini temaşa edişini anlatan satırları ağzımın suyu aka aka okur ve derin hayallere dalardım. İç geçirip üzülürdüm. Bir İstanbul çocuğu olamayışıma, İstanbul’un okullarında okuyamayaşıma hayıflanırdım hep. Gıpta ederdim çocukluğunu İstanbul’da geçirmiş yazarlara. Vay bee! Ne büyük bir bahtiyarlık derdim içimden.
Buraya bir parantez açtığımda, şimdi eşim ve çocuklarım aklıma geliyor ve kendimle mukayese ederek onları düşünüyo-rum. Eşim şanslı. Zira O, İstanbul’da doğmuş büyümüş, tahsilini de orada yapmış. Büyük oğlum ise Karatekin Üniver-sitesinde İşletme okuyor. Oldukça sosyal bir çocuk. İşletme Kulübü başkanı olarak alanında başarılı olmuş insanları ve pek çok yazarı üniversiteye getirerek sosyal ve kültürel proğramlar icra ediyor. Bir ayağı İstanbul, bir ayağı Ankara’da. Üsküdar Zeynep Kamil’de doğan küçük oğlum da, Fen Lisesinde okurken ayrılıp eşit ağırlığa geçtikten sonra, 2010 Üniversite sınavında Türkiye 30. su oldu. İstanbul’un en meşhur üniversitelerinin davetlerini reddederek TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesine kaydoldu. Şimdi Hukuk okuyor. Bu çocukların dedeleri, amcaları, dayıları İstanbul’ da. Yani çocukluklarından beri İstanbul ile iç içeler. Belki de doyuma ulaşmışlığın bir neticesi olarak, öyle benimkine benzer ne bir İstanbul aşkı, ne de özlemi içinde olmadıklarını görüyorum. Benden daha şanslı olduklarından hiç kuşku yok. Ancak çocukluğumdaki İstanbul hicranımı da tam anlayabil-dikleri kanaatında değilim. Ortak tarafımız bol kitap okumamız. Parantezi kapatıp yıllar öncesine tekrar seyr-ü sefer yapıyoruz. Ve ben 1977 yılında, üç bin mevcutlu okulun seçip Üniversiteye hazırlık için Bursa’dan İstanbul’a gönderdiği dört öğrenciden birisiydim artık. Ama gözüm İstanbul’dan çok test kitaplarını görmektedir. Hiç durmadan test çözerek gece gündüz Üniversite sınavlarına hazırlanıyor ve bu yoğun sınav trafiğinde dahi, kitaplardan kopamıyordum. Çocukluğumdan beri okuduğum kitapların, bende derin bir bilgi ve kültür birikimi sağladığını hissedebiliyordum. Yaklaşık bir aylık hazırlıktan sonra, en büyük hedefim olan, üç temel ögeyi birleştirip, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencisi olmuştum. Bu keyfiyetin, bana kazandırdığı mutluluğu ifade edecek kelimeyi bulmak çok güç.
İlk gün fakülteye derse gittiğimi hatırlıyorum. Aksa-ray’dan Laleli’ye doğru Beyazıt yokuşunu çıkarken oldukça heyecanlıyım. Bu arada önceleri okuduğum İstanbul yazarlarının hatıralarını düşünüyor ve Rabbime şükrediyordum. Onlar bu yokuşu tırmanarak İstanbul Lisesi’ne gitmişlerdi. Hep o çocuklara gıpta ile bakarken ve ezilmişliğimi düşünürken, ‘kurban olduğum Allah (cc) bana da bahşetti aynı nimeti’ diyordum. İşte ben de şimdi aynı yokuştan çıkarak İstanbul Üniversitesine gidiyorum. Daha ne düşünceler adeta sıradağlar gibi geçit yapıyor hafızamda. Evet çok kitap okumuştum ve çalışmıştım ama ben, yine de bu lütfun, Rabbimden bana bir armağan olduğuna inanıyordum. Okula giderken o zamanlar çok meşhur olan Ceymis bont bir çanta almıştım. Bilmiyorum belki yürüyüşüm de değişmişti. Biraz da gururlu ve havalıydım galiba. Girişte güvenlik, çantayı açtırmış ve bomboş olduğunu görünce garipsemişti. Ben de henüz aldım. İçini dolduracak fırsat bulamadım diyerek oradan geçmiştim.
Artık Üniversite tahsilim boyunca, İstanbul’u doya doya yaşayacaktım. Bir baştan ötekine gezecektim bol bol. Meşhur tepelerinden çocukluk hayallerimin perisini, o güzel ve erişilmez sandığım İstanbul’u seyredecektim saatler boyunca. Ve beni arayanlar için Fakülteden sonraki ikinci adresim olacaktı Üniversite ve Fakülte kütüphaneleri. Bir de Beyazıt, Süleymaniye, Atıf Efendi, Ragıp Paşa ve Edirnekapı Millet kütüphaneleri tabi. Beyaz Saray, Sahaflar ve Cağaloğlu kitap vitrinleri de üçüncü adresimdi. İstanbul’un seyrine doyum olmaz elbette, ama ben hasretimi giderdikten sonra, yine kitaplara odaklan-mıştım. Kitaplardan başka hiç bir şeyi gözüm görmüyordu. Hocam’ın: “Yazmak için önce okumalısın “ Sözü çınlıyordu her dakika kulaklarımda. Okuduğum kitaplardan da şu sözleri not etmiştim: “Düşlerini gerçekleştirmek isteyenler, uyanık kalmak zorundadırlar.” “Nereye gideceğini bilen bir insana yol vermek için, dünya bir tarafa çekilir.” Atatürk de: “Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçse bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı bu yaptıklarımın hiç birini yapamazdım” demişti. Önüme aydınlık ufuklar açmıştı bu tür sözler benim.
Artık uykularımda bile zihnim kitaplarla ve okumakla meşguldü. Vapurda, otobüste, trende gece, gündüz her zaman her yerde okuyordum. Ders aralarındaki boşluklarda arkadaşlarım Çemberlitaş ve Beyazıt’daki sinemaları tercih ederken, ben rotamı kütüphanelere çeviriyordum.
Tarih öğrencisiydim ve Topkapı Sarayına kimliğimi gösterip ücretsiz girebiliyordum. Sık sık saraya gidip ziyaretlerimi yaptıktan sonra, boğazın büyüleyici manzarasını dakikalarca seyrederek okuyordum kitaplarımı. Üniversiteden mezuniyet tezimi de İstanbul kütüphanelerinde ve ağırlıklı olarak da Topkapı Sarayı’ında III. Ahmet kütüphanesinde hazırlamıştım. Topkapı Sarayı, hayatımın ayrılmaz bir parçası olmuş ve adeta mesken edinmiştim bu canlı tarih hazinesini. Saray, sonraları benim tahsil hayatımda olduğu kadar , diğer alanlarda da o kadar derin izler bırakacaktı ki, bir daha ömrüm boyunca unutamayacaktım o hatıraları. Çünkü birkaç yıl sonra eşim olacak bayanı da, Güzel Sanatlar Fakül-tesi’nin tezhip ve ebru öğrencisi olarak, yine o sarayda bulacaktım. Ve bundan sonra artık gönlümde esen fırtına ile, içim içime sığmayacak ve saraya daha canlı ve heyecanlı gidecektim. Zira sarayın çekici cazibesi kat be kat artmıştı artık benim nezdimde. Ayaklarım beni oraya, yürüyerek değil koşarak götürüyordu sanki. Dört yıl, göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş ve 1981’de mezun olmuştum bu tarihi üniversi-teden.
Tahsil hayatımın üç tarihi şehir olan ve üçü de Osmanlıya başkentlik yapan, Bilecik, Bursa ve İstanbul’da geçmesi benim için tarifi imkânsız bir bahtiyarlıktı. Sonraları bu keyfiyeti bilenler tarafından : “Tahsil hayatınız üç tarihi şehirde geçtiği için mi Tarihçi oldunuz?” Sorusuna muhatap olacaktım sık sık. Bu arada bir kıtada okuyup, diğer kıtada oturmak, Boğazın o muazzam güzelliğini doya doya temaşa ederek bir kıtadan diğerine gidip gelmek, dünyada kaç kişiye nasip olurdu acaba? İşte ben de o şanslı insanlardan biri addediyordum kendimi. Ama kader bizi Üniversite tahsilinden sonra, önce vatani görev için Lefkoşa’ya, ardından da öğretmenlik için Türkiye’nin öbür ucu olan Artvin’e savurmuştu.
Türkiye’nin diğer ucunda genç ve idealist bir öğretmen-dim artık. Derslere her akşam saatlerce kaynaklardan enine boyuna hazırlanıyor, elde ettiğim birikimi eskileriyle sentezleştirerek ertesi gün öğrencilerimle paylaşıyordum. Sarfettiğim enerjiyle tatlı bir yorgunluğun neticesinde, geceleri başıma yastığa koyduğumda, vazifemi yaptığıma inanarak ve bu inancın verdiği huzurla, mutlu dalıyordum uykularıma. Çok seviyordum yarınlarımız demek olan bu yaramaz minyatürleri. Derse girme vaktini iple çekiyordum adeta ve ders bitsin istemiyordum. Genellikle öğretmenler, kendilerine takılan isimden pek memnun olmazlar. Ancak oradan ayrılırken, çalıştığım lisede öğrencilerimin bana taktıkları ismi öğrendiğimde, hepsinin gözlerinden öpesim gelmişti. Aralarında bize “Ayaklı Kütüphane” diye hitap ederlermiş. Bu durum, yukarıda anlatılan kısa öyküyü tamamlar mahiyette olması açısından önemlidir sanırım.
Artık hızlı okuma tekniklerini de öğrenmem sebebiyle az zamanda çok kitap okuyabiliyordum. Bu şekilde okuduğum kitaplar binlerle ifade edilecek boyuttaydı. Kitap okuma gayretim, öğretmenliğimde de devam ediyordu. Bir yandan da Milli Eğitim, Türk Edebiyatı, Seviye, Kümbet, Diyanet, Ana Kültür Sanat, Erciyes, Ozan gibi dergiler ile bazı gazetelerde yazıyordum. O zamanlarda, bir gazete ya da dergide yazı ve şiirimizin çıkması, bizi ziyadesiyle mutlu etmeye yeterdi. O gün nereden bilebilirdim ki, bir gün gelecek seçkin bir grup arkadaşla “Irmak Kültür Sanat Dergisi”’ adında bir dergi çıkarıp yazı işlerini deruhte edeceğimi. Ve yine nereden bilebilirdim ki, kısa adı İLESAM olan Türkiye İlim ve Edebiyat Eserleri Meslek Birliği ve Türkiye Yazarlar Birliği gibi seçkin kuruluşların bir üyesi olacağımı, Türkiye genelinde yapılan yarışmalarda dereceler elde edeceğimi ve “Yılın Edebiyat Sanatcısı” ödülü gibi onurlu bir ödüle sahibi olacağımı.
Ve artık 1990’lı yıllarda ilk kitabım “Temel Sorunların Analizi” adıyla çıkmış, böylece çocukluğumdan beri kurdu-ğum hayallerim gerçekleşmişti. Şairler ve yazarlar derneği genel Başkanı merhum G. Mehmet UYTUN örnek kitabı Ankara’dan kalkıp görev yaptığım Bolu’ya getirmiş ve mutluluğu bizimle paylaşmıştı.
Adeta ilk çocuğun doğuşu gibi, tarifi imkânsız bir duyguydu bu. Çok arzu ettiği oyuncağına kavuşan çocukların sevincindeki halet-i ruhiye içinde, bağrıma basmıştım ilk kitabımı. Evirip çevirip ona Alaaddin’in sihirli lambası gibi bakıyordum. İlk kitabımı cilveli bir edayla ve büyük bir mutlulukla, bana verdiği katkı ve desteğe de teşekkür ederek imzalamıştım eşime.
Sonra da çantama 20 kadar kitap koyup İstanbul’un yolu-nu tutmuş ve Cağaloğlu’ndaki kitapçılardan başlamıştım dolaşmaya. “Ben de bir kitap yazdım vitrininize koyar mısı-nız?” diyordum lakin, uğradığım hiçbir kitapçı benimle ilgilenmiyordu. Beyazıt’a çıktığımda aynı manzara yine devam ediyordu. Beyaz Saray’a geçtiğimde de durum değişmemişti.
O gün uğradığım bütün kitapçılardan eli boş dönmüş ve kitaplarım çantamda kalmıştı. Dönüşte Eminönü’nde bindiğim Kadıköy vapurunun bir köşesinde üzgün otururken, dokunsa-nız ağlayacak haldeydim. İşte o dakikalarda kendi kendime :”Daha çok çalışmam gerek” demiş ve devam etmiştim: “Öyle bir gün gelecek ki siz benim kitaplarımı vitrinlerinize koyacaksınız. Ben de onları seyretmeye geleceğim.” Artık o hedefe ulaşma azmiyle hiç durmadan çalışıyor, çalışıyordum.
Sonraki yıllarda Şafak Sökerken, Cihan Hakimiyetine Gi-den Yol, Serzeniş, Tarih Boyunca Babaların Çocuklarına Öğütleri, Güldüren ve Düşündüren Tarih, Destanlaşan Çanakkale, Tarih Anekdotları, Başarıya Uzanan Köprü, Evinizdeki Okul, Sultan II. Abdülhamit, Yavuz Padişah Sultan Selim Şah, Okuyan Türkiye İçin Kitap ve Atatürk, Bir Tarihçi Gözüyle Haccı Yaşamak, Kutsal Topraklarda Osmanlı İzleri gibi kitaplarım bir birini kovaladı ve kitapçı vitrinlerinde yer almaya başladı. Meşhur yayınevlerinden çıkan kitaplarımdan, baskıları yüz binleri aşanlar oldu. Sadece yurt içinde değil, kitaplarım yurt dışında da okunan kitaplar arasına girdi.
Artık yıllar önce küçük bir çocukken kurduğum düşler gerçek olmuştu. O dağ başındaki ücra köyden de, çobanlıktan da kitaplar sayesinde kurtulmuştum. Ama yıllar var ki, hiç unutamadım o çocuksu düşlerimi. Şimdi ne zaman Bursa’nın Tophane’sinden, İstanbul’un Çamlıca’sından, Sakarya’nın Beşköprü’sünden akşam üstleri şehrin ışıklarına baksam, hep o çocukluk günlerimi ve kurduğum düşleri hatırlarım.
Bu gün hâlâ aynı duyguları taptaze yaşıyorum hafızamda. İşte hayalini kurduğum medeniyet… Artık çok uzaklarda değil burada, yanı başımda… Şimdi ise hamd ve şükretme maka-mındayım. Rahmetli babam:”Evlat! Azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz” demişti ve ben kulağıma küpe olan bu sözün doğruluğunu yaşamıştım adım adım. Bu sebeple kitaplar destanımdır benim. Evet, beni çobanlıktan yazarlığa getiren faktör, çok kitap okuma fiilim olmuştu. Zaten Yazar Fahri Tuna da öyle diyordu: “Okuyan kurtulur, okuyan kurtarır.”
Hedeflerimi gerçekleştirme yolunda, mademki kitaplar bana bu derece hayati bir katkıda bulunduysa, ben de başkalarına, kitap okumanın önemini ve gereğini anlatmak zorunda hissediyordum kendimi. Evet bu bağlamda, her şeyimi önce Yüce Kudret’e, sonra da kitaplara borçlu olduğumu düşünüyorum.
Şimdi, kitap okuma alışkanlığını tüm topluma yaymak amacıyla, gayret sarfetmek durumunda olduğumuzun bilinciyle ve aldığım Kişisel Gelişim eğitimiyle, “TÜRKİYE OKUYOR” proğramı çerçevesinde, Valiliklerin, kaymakamlıkların, Milli Eğitim Müdürlüklerinin, okulların, Müftülüklerin ve sivil toplum kuruluşlarının davetiyle, sürekli yurt içinde ve yurt dışında, öğrencilerden öğretmenle-re, güvenlik mensuplarından din görevlilerine, geniş halk kitlelerinden idarecilere kadar geniş kesimlere “Kültürümüzde Kitap” konulu seminer ve konferanslar veriyoruz. İnsan azmedince ve çalışınca önünde hiçbir engelin duramayacağı gerçeğini işleyen konu çerçevesinde de, sınavla-ra hazırlanan öğrencilere “Başarıda Motivasyon” seminerleri ile, bu başarıda en temel faktörün aile olduğu gerçeğinden hareketle velilere de “ Aile İçi İletişim ve Çocuk Eğitiminde Anne-Babanın Rolü” konferansları veriyoruz. Bunlara ilaveten, “Kutsal Topraklarda Osmanlı İzleri- Mekke ve Medine Seyahati” sunumuyla da geniş kitlelere beyaz ekrandaki anlatımla sanal Hac ve Umre ziyaretleri yaptırmaktayız. Çeyrek asırdır verdiğim mücadele, yukarıdaki yaşanmış öyküyü de içine alarak, “Başarıya Ulaşma-da Kitapların Sırrı” adıyla bir kitap olarak çıktı ortaya.
Bu eserde dünyada başarılı olmuş insanların tamamının kitap okuyarak başardıklarının öyküsünü anlattık. Kitabı niçin ve nasıl okumalıyız? Sorusunun açılımını yaparak, kitapla ilgili özlü sözlerden, şiirlere, kitapla ilgili anekdotlardan istatistiklere kadar geniş bir armoni hazırladık.
Bu konuda hazırladığımız ikinci kitap da “Okuyan Türkiye İçin Kitap ve Atatürk” adını taşıyor. Bu eserde de Atatürk’ün kitap okuma tutkusu ve kitaba olan sevgisini araştırdık.
Eğer kitaplar, bu kadar olumsuzluklar içinden beni çekip çıkarmış, çobanlıktan yazarlığa ulaştırmış ve hitabet sanatına da sahip kılmışsa, daha nice insanımıza, çocuğumuza ve gencimize de aynı özellik ve güzellikleri kazandırması muhak-kaktır, kitaplar bizim de destanımız olsun diyerek, her zaman kitapları vazgeçilmezlerimiz arasına koyalım temennimi tekrar ediyorum.
mustafaturan11.com
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.