- 544 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
denizkızı
Bacaklarıma bakıyordum. Çocukluğum bacaklarıma bakarak geçmişti. Ne zaman bacaklarıma baksam, sol bacağımın sağ bacağımdan daha uzun olduğunu düşünmüştüm. Bir çeşit modası geçmiş düşünceyi, ayırt etmeksizin kendi atölyemde kullanıyordum. Sol bacağım sağ bacağımdan uzun değildi. Sola doğru oturmuştum banka. Bir tür bunalım yaşıyordu gözlerim. Gözlerimi göremediğim için aklımda bu işe şaşıyordu. Veremin başı gibiydi, çıbanın kesilmeye yüz tutmuş kurumuş kabuğu, bir tür romantik suiistimal taşıyordum. Deniz her zamankinden daha sakindi. Ancak bu sakinlik beni korkutuyordu. Yeşile yakın ikindi giysisiyle arada sırada kollarını bacaklarını oynatıyordu. Bank yakın olsa bana da ulaşabileceğini biliyordum. Uzaktı. Mavi bir karanlık gövdesinden uzuvlarına kadar uzanıyordu. Hücrelerindeki çekirdeklerin hepsi şaşkındı. Oysa şaşıracak bir şey yoktu. Katildi. Bir katile duyulabilecek saygıyla, sevgiyi karıştırmaksızın hiçbir zaman, ona bakıyordum. Çocukluğum deniz yerine göğe bakmakla geçmişti. Ne zaman göğe baksam, bulutların sara nöbetine tutulmuş bir meleğin köpükleri olduğunu düşünür, maviliğe kızardım. Bir çeşit çocuk kurgusuydu bu. Ama yine aynı şeyleri düşünüyorum.
Sigara içtikten sonra rahatlayabildim. Ayakta iken içtiği tadı hiçbir zaman vermiyordu. İlla ki oturmam gerekiyordu. Zevkin bile bir kuralı vardı. Bu zevke ayak uydurabildiğim sürece daha mutlu oluyordum. Bu zevk kısaydı, ancak zevkin uzun olmasını gerektirecek iyi şeyler yaşamıyordum. İyi bir şeyler yaşayabilmem için, öncelikle iyi bir öğrenci olmalıydım. Hayatın iyi bir öğrenci olup, daima onun sözünü dinlemeliydim. Elbette kendisini itibarsız bir dert olarak gördüm, yani yaşamayı. Sorunu kendi oluşturuyordu ve benim aklımın bir ucuna bağlayıp, yine kayıplara karışıyordu. Nereye gidersem gideyim, onunlaydım. Onunla olabildiğim için mutluydum aslında. Cezaevi küfü barındırıyordu geçirip, gösterdiği her vesika. Vasıtasız olamaz diyordu. Göz kapaklarımın üzerine düşen ıslaklık sadece bir andı. O derya!
Sıkılıyordum. Yanımda oturan eski kitabı karıştırmak istiyordum ancak onunda denizi seyretmesini istiyordum. Tahayyül mektebi gibiydi içindeki sayfalarda yazılı olanlar. Yazarının binlerce farklı hayal içinde nasıl bir ruh haliyle bu kitabı yazabildiğini düşüneceğim bir zaman değildi. Bir el uzanıyordu sanki ve mavi damarlarından koyu yeşil kan akıtıyordu karşımda. Sırtım böyle anlarda soğuk bir terin esiri oluyordu, ardı sıra irkilmeler… Birkaç saniye sürecek bir suiistimal için neden kendi düşüncelerimi yok etmek isteyecektim ki?
Gözümü kapattım. Sol elimle kitabın sırtından tutuyordum. Bir ara düşer gibi oldu. Tuttum. Kalbim acıdı. En acımasız yerinden kalbimin acıdığını hissettim. Doktora görünmem gerektiğini hissediyordum. Doktorun çare bulamayacağı bir ağrı için, doktora gitme arzusunun bir nevi çaresizlikten ötürü olduğunu da biliyordum. Kitabın göbek deliğimin çevresini kapatan kollarıyla açıldığı sahnede, doktordan bahseden küçük kızın acıklı sesini duyumsamıştım: ‘Annem çok hasta! Annem hasta…’ Mişa’nın Soylular okuluna gönderilmesi gerekiyordu. Annesinin aldığı eğitimin aynısı ona da devlet verecekti. Kitabı kapatmam gerekiyordu. İlhamların çalıp, çırpıldığı bir yerde, bir Rus öyküsünü bitirecek kadar sabırlı olamazdım. Bir öykü bitene kadar, Hazar’dan, Sibirya’ya kadar demiryolu döşenmiş olacaktı. Leh’ler düşecekti, votka şişeleri at arabalarından düşüp kırılacaktı ve ben seyretmeye devam edecektim. Buna bir tür ‘hayır’ demenin yöntemi, kitabı kapatmak olacaktı.
Mişa’ya hiç anlamak istemeyeceği bir şeyden bahsediyordu doktor; ölümden. Rahat olup, birkaç nefes derin derin içine çekip verdikten sonra devam edecekti doktor. Mişa anlamsızca bakıyordu. Aslında anlamayı beklerken, anlamak istemiyordu. Anlatmaya çalışıyorlardı. Anlatmak zorundaydı birileri. Doktor anlatamıyordu. Bej rengi sandalyeye oturdu. Uzun kemikli elleri ceketinin iç cebinde dolaşmaya başladı. Sağ eliyle ilk başta denedi. Bulamadı. Sonra sol eliyle aynı sahneyi tekrarladı. Dönüşüm kısaydı, ancak birkaç kelime, birkaç burukluk yok edici cümle kurulabilirdi! Soğuk gökyüzünün altında gri alnı alev alev yanmaya başlamıştı. Fularını bir çırpıda avuçlarına doğru çekti. Gençliğinde yaşadığı hastalığın izlerini küçücük bir kızın karşısında alenen gösteriyordu. Boynuna doğru uzanan yara kabarcıklarının etrafında yer yer küçük turuncu kıllar çıkmıştı. Mişa ağlıyordu. Doktor iki avucunda tuttuğu fularını tekrar boynuna sardı. Bir anlık dalgınlığına gelmiş bir şey değildi, bilerek çıkarmıştı fuları ve bilerek tekrar boynuna sarıyordu.
Kitabı daha fazla okuyamayacağımı anlamıştım. Doktor söyleyebileceği yalanla iç içeydi. Bir tür çıkma içindeydi. Bu çıkmazı ben de çoğu defa yaşıyordum. Bir yol vardı, evet, söylemişlerdi, herkes o yolda yürüyecek ve sona ulaşacaktı. Ama ya çıkmazlar? Çıkmazlardan refaha ulaşabilip, diğerleri gibi aynı yolu devam ettirebilecek miydim? İlaç kutuları, birkaç boş enjeksiyon ve de gözyaşıyla kurumuş mendiller… Mişa ağlıyordu. İçindeki büyük boşluğun canını nasıl acıttığını tahmin etmek istiyordum. Doktor çocukluğunu anımsarken, babası aklının ucundan çıkmıyordu. Babası hep kanepede yatmıştı. Hiç yatağı olmamıştı. Ne zaman gece yarısı tuvaleti için uyansa, babasının kanepeye sarılmış bir halde uyuduğunu görür, uykusu kaçardı. Belirgin bir derdi olmadığı için şikâyet etmeye hakkı vardı. Ağır bir hasta olsaydı eğer, varlığın en küçük parçasına kadar bu hastalığı hisseder ve yine de huzurlu olabilirdi. Büyük vicdanlara sahip olanlar, genel de büyük suçlar işleyebilecek insanlardı. İz bırakmadan, yas rezervi tükenecek bir çocukluğun ardından büyüyüp, tıp okulunu bitirip, doktor olmuştu. Hayatta en çok arzuladığı şey, annesini tedavi edebilmekteydi. Annesi hep hasta düşünmüştü. Hasta birini tedavi edebilme imkânı vardı, ancak annesinin ölümüne dair kesin bir bilgisi yoktu. Mişa’nın sesini ayırt edemiyordu. Ağlayan kendisi de olabilirdi.
İlk yaz çiğdemi kadar ıslak ve yapışkan bir sıkıcılığın altından çıkamayacaktım. Dudaklarımla ısırdığım kelimeler yoğunlaşıyordu. Havlunun üzerinde buharlaşmayı bekleyen su kadar acizdim. Kitabı montumun içine koymaya karar verdim. Susmalıydım, susmalıydım. Bir daha ne zaman geleceğini bilmediğim denizkızını görene kadar, susmalıydım. En son görüştüğümüzde inci getirmişti. Onun bir ismi var mı diye hiç düşünmemiştim. Doktorun annesini merak ediyordum. Geri geldiğinde denizkızına bunu soracaktım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.