11
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
2329
Okunma
“Şu çöp toplayan çocuklar var ya, günde yüz elli iki yüz arası kazanıyorlar” demekle kendini rahatlatan adam , içinde haykıran vicdanının sesini bastırmaya çalışıyor.
“Bunların alayı mafya!” diye yalınayak koşuşturan çocuklara bakıp asabileşen adam da tıpkı onun gibi. Sadaka verirse kaybedeceğini zannediyor. İçinde fısıldayan genç adamın dediklerine aldırmıyor bile!
Komşusu tokken aç yatan adamın haline “memleketten çuvalla nevale geliyor” diyen komşu gece kalkıp park ettiği son model arabasını kontrol edince rahatlayıp nihayet derin uykuya dalabiliyor.
Elini açan özürlü gencin suratına köpükler saçarak “ git çalış senden beterleri ne işler yapıyor” diyerek fırça atan yaşlı adam, kalbindeki kırıkların izlerinden sızan “bir zamanlar şu Galata köprüsünün demir dubaları altındaki gölgede ekmek arası kaşar ile karnını doyururken hemen karşıdaki restorandan kendine bakıp ‘yediğim pirzoladan onun kadar lezzet almıyorum şerefsizim’ diyen şişman adamın görüntüsünü unutabilmiş midir?
Bir yanımız duyarsızlaşırken bir başka yanımız yeni değerler katıyor ruhumuza. İyilik artık cami avlusuna terk edilen gayr-ı meşru ilişkiden peyda olan “meşru” bebekler misali elinde kalanın parmaklarını yakıyor.
Merhamet sahile vuran balinalar gibi kurtarılmayı hak etmiyor mu sizce?
Yoksa biz acizlik ifadesi olarak idrak edilerek insanoğlunun meziyetleri arasından çıkarılıp, kurumsallaşma adına merhametli yüreklerden kazınıp suratsız, samimiyetsiz, sadece evrakların kabul ve geçerli olduğu insan edebinin, haysiyetinin dışarıda bırakıldığı katı bir resmiyete mi intikal ettiriliyor.
Karşılıksız hiçbir eylem ve iyiliğin olmadığı dünyada sevginin, merhametin terazilerde tartılıp değer biçildiğine, yapılan hayırların normal reklam faaliyetleri içerisinde anılıp bütçelendiğine üzülmek için bir su damlası kadar vicdana sahip olmak yeterli olacaktır.
Demek ki; bu kadar olsun vicdan sahibi değiliz.
Onun için her düz alanda görmeye alıştığımız yardım kuruluşlarının faaliyetleri yüreğimize tesir etmiyor, bizi heyecanlandırmaya yetmiyor afişlerdeki başı omzuna düşen yetim yüzleri.
Belki de kabahat bizde değildir?
Belki de biz duyarsız değiliz.
Algılarımız değişti belki de.
Bunun suçu bizde mi?
Her gün bütün kısıtlamalara, sansüre rağmen, büyük gayret ve inatla reddedilen iddiaların neticesinde biz bu hale geldik.
Yoksa biz merhamet yetiştiren bahçıvanların ellerinde açmadan solan goncalar mı olduk da haberimiz yok?
Gözyaşlarımız kaç zamandır bir başkası için dökülmedi yanaklarımıza?
Kulaklarımız kapalı başkalarının feryatlarına, ellerimiz küçük bir yetim başı okşamadı yıllardır.
Bir tek demir para sadaka vermedik, veremedik, bir çeyrek ekmek nasip olmadı cebimizden aç bir insana, bir kez gülemedik gözleriyle sevgi arayan masumlara.
Birey olarak yapmaktan daima imtina ettiğimiz vazifelerimizi “kurumsallaşma” martavalıyla elimizden gasp ettiler, artık bir selam vermek için bile form doldurup, adımızı kimlik numaramızı kaydeder olduk yarı resmi evraklara, kibrimiz kalbimizin erdemli yanını çürüttü.
Rahmet kayıt numarasıyla geldi kapımıza sanki başında süslü antetlerle donanmış kâğıtlarda ismimiz olmayınca yaptığımız iyiliğin yazılmayacağını zannettik, duyulsun istedik yaptığımız hayır hasenat evraklarda yazılarak ta Allah katında.
“Sağ elin verdiğini sol el görmeyecek” diye vaaz verirken terk ettik kendi merhamet sandalımız, makul gerekçelerle hayırlar reklamlar malzemesi oldu sevaplarımız, kirlendi, kötülendi, kokuştu tertemiz alfabemiz tükürükler saçılarak yapılan dualar yerlerde süründü, anlamadık.
Bir vakit gece kem gözlerden ve kibirli sözlerden uzak olsun diye yapılan iyilikler davul zurna ile duyurulur oldu, patlayan flaşlara dönüldü yüzler, göbekler birleşti elden ele geçerken altın yaldızlı plaketler ve biz, nur gibi ışıltılı dünyamızı karanlık kuyularda hapsettik.
Ya Yusuf o kuyuda kalsaydı ebediyen?