NEREDE O ESKİ KIŞLAR
Nerede o eski kışlar
Sevgili okurlar, sizler için eski Çengelköy’ün yaz günlerinden çeşitli anılar aktarmıştım. Bugün de sizlere Çengelköy’ümüzün eski kış günlerinden bazı anılarımı anlatmaya çalışacağım.
Yıl 1969 16 yaşındayım. Eski Bekâr deresi (Güzel tepe) yolunun girişinde şimdiki Bim marketin karşısındaki parfümeri deposunun olduğu yerde sevgili eniştem,( bana bir baba kadar yakındı ), babam ben üç yaşındayken
Vefat ettiği için, annem ile birlikte, teyzemlerle oturmaya başlamıştık. Teyzemle eniştemin birbirimiz için kardeşlerim dediğim Tahir, Ayfer; Ayla ve Cemile (Cemoş) isimlerin de dört çocukları vardı. Üç yaşımdan itibaren beraber büyüdük. Ne demiştim ha. Eniştemin bir bakkal dükkânı vardı. Annem bir ilaç fabrikasında çalışıyordu. Anadolu Hisarı Ortaokuluna gidiyorum ama o sene tek dersten 1 yıl beklemeye kalmıştım. Yani sevgili gençler öyle tek ders affı filan yoktu, tek dersten de olsa çatır çatır bir sene bekliyor, sınavı kazanırsan sınıf atlıyordunuz. Bu bekleme mecburiyeti bana sabahları saat 07.00 ‘de bakkal dükkânımızı açma mecburiyetini getirmişti. Bakkalımız, şimdi ki Çengelköy baharatçısının olduğu yerdeydi. Dolayısıyla bir yıl boyunca dükkânı sabahları ben açmıştım. Saat 10.00’da teyzem ve eniştem gelirdi. Ben serbest kalırdım.
Her sabah saat 07.00’de dükkânı açtıktan sonra kepenkleri çıkartıp, yerlerine yerleştirip, doğru ekmekleri almaya fırıncı İsmail abiye giderdim. Sımsıcak ekmekleri yerine yerleştirdikten sonra, gazeteleri almak için Çengelköy İskelesinin gişelerinin karşısındaki, gazete bayisi Niyazi amcaya gidip biraz lafladıktan sonra gazeteleri alıp dükkâna gelir ve onları stantlarına yerleştirirdim. Ben gazeteleri almaya gittiğimde çoğu zaman Kanlıca yoğurdu arabası gelir yoğurtlarımızı dükkânın önüne bırakıp giderdi. Yoğurtları da dolaba yerleştirdikten sonra, içerdeki tekel bira kasalarını, coco cola ve meşrubat kasalarını dükkânın önüne dizerdim. O zamanlar Bekarderesi çok sık taştığı için Hamit ustayla bizim dükkânın önüne su girmesin diye bir metre yüksekliğinde bir duvar yapılmıştı. Hamit usta, yanımızdaki marangoz, aynı zamanda mal sahibimizdi. Yetmiş yaşlarında asık suratlı, fakat beni çok seven ama katiyen belli etmeyen iyi kalpli bir Karadenizliydi. Dükkânın önüne malzemeleri yerleştirdikten sonra artık kahvaltı zamanı gelirdi. Bir Çamlıca gazozu açar, biraz bisküvi aman Allah’ım azıcık peynir mükellef bir kahvaltı gibi gelirdi bana. Değil mi ama önemli olan öyle hissetmekti. Sonra başlardım gazeteleri okumaya, o sırada bir müşteri gelir gaz ister, gençler bilmez o zamanlar gazyağı, zeytinyağı dükkânlarımızın içindeki büyük bidonlardan litreyle satılırdı. Gaz verirken eldivenleri giyerdim ama yine de elim kokmasın diye hemen yıkardım. Gelgelelim tam gaz verirken başka bir müşteri gelir çay, şeker, ekmek, peynir ister. Haydi, elleri yıka, peyniri 250 gr. ayarlayacak şekilde kes (parçalanırsa satamazsın), arkasından yine gaz yağı gelir haydi yine eldivenleri giy Hüseyin bey… Herkes sanki gaz yakıyordu evde, ne yapsınlar kömür pahalı, petrol ucuzdu. Eee kömürün kirliliği de var millet çareyi gazyağında bulmuştu. O zamanlar doğalgaz falan yoktu. Ama 13-14 yaşlarında şimdi ki Çengelköy börekçisinin yanı sıra şuanda boş arazi olan arsadaki iki katlı ahşap bina da otururken mutfakta “havagazı” diye tabir edilen bir gaz şebekesi vardı. Ama sadece mutfakta işe yarardı. Neyse gelelim o kışa o sene çok sert bir kış gelmişti. Buzlar damlardan irili ufaklı süngü gibi aşağıya kadar sarkmış, yollar karla kaplı, hababam kömür tozu döküyorlar, millet kaymamak için millet ayakkabılarının üstüne çorap giyiyordu.
Efendim kış aylarında Çengelköy’de, Havuzbaşı, Yenimahalle ve Mehmetçik İlkokulu yokuşları günüdür. Nasıl yazın herkes Hamallar İskelesinde deniz de ise, kışında millet bu yokuşlarda kızlı erkekli, genci yaşlısıyla yerini alırlardı. Kış aylarında da Çengelköylüler bu yokuşlarda kızak kaymaya koşarlardı. Benim de hazırlanmam lazımdı. Çünkü biz Havuzbaşı yokuşunda gece saat 01.00-02.00 ye kadar kalıyorduk. Aileler de kalıyordu. O yokuşun tam tepesine çıkıp (bugün deseler arabayla bile çıkmam) artık düşünün altı yedi saatte o yokuşu kaç kere kayar çıkardık. Benim derhal kızağımı yenilemem gerekiyordu. Tabii rahmetli Hamit ustaya çaktırmadan yazıldım. Şöyle bir garip garip dükkâna girdim. Baktım büyük makinede çalışıyor. Selâmın Aleyküm dedim. Mırıldanırcasına hımm yaptı. Anladım ki Aleyküm selâm dedi. Bana şöyle bir baktı belli belirsiz dudaklarının kenarında bir kıpırdanma oldu, ben bunu yanına geldiğime sevindi diye değerlendirdim. Tekrar başını makineye eğip işine devam etti. Zaman zaman Hamit ustaya sadece onu seyretmek için giderdim: öyle bir ciddi, öyle bir ehil, öyle bir usta görünüşü vardı ki sormayın. Saatlerce onu seyrederdim bazen. Eğer yüz bulursam kesilen keresteden artan tahtalardan minik ev mobilyaları, sandal falan yapardım. Hiç ses etmezdi. İnanın başkası gelip yapsa benim yaptıklarımı, garanti dükkândan kovardı. Birazdan bana “bana şunu ver şunu getir” gibilerden işler verirdi. Bu demekti ki beni kabul etmişti sert mizaçlı Hamit ustacık… Birazdan ona nerede doğduğunu, nasıl marangoz olduğunu sordum. Şöyle bir daldı gitti. Ben konuşmaz sanırdım. Ama öyle bir yerden vurmuşum ki şırıngayı tam bamteline girmiş. Çok duygulanmış ve anlatmaya başlamıştı. “ Bende senin gibi uslu bir çocuktum. İlk mektebi bitirdikten sonra babam beni marangoz amcamın yanına çırak olarak verdi. Tam 52 yıldır bu mesleği yapıyorum. Bak oğul, bir işte sebat ve sabır edersen kazanırsın. Yoksa maazallah serseri olur çıkarsın” dedi. Böyle muhabbet ederken birden “Hamit amca benim bir derdim var,”dedim. “ Hayrola neymiş,” dedi. “Akşam arkadaşlarla kaymaya gideceğiz ama benim kızağım yok. Şu köşede kendime bir kızak yapayım dedim. Hamit usta şöyle bir gerilip ve düşündükten sonra; “ olmaz öyle şey eline çivi batar, keskiyle elini kesersin, keserle parmağını yararsın,”dedi ve ekledi “ sana ben kızak yapacağım,”dedi. Dünyalar benim olmuştu. Hem onun gönlünü bilmeden almış, hem de onu belkide yıllardır unuttuğu çocukluk günlerine götürüp, hüzünle sevindirmiştim. Bana da ikramiyeden bir kallavi kızak çıkmıştı.
Hamit usta uçları sivri altı zımparalı büyükçe bir kızak yaptı, şahane… Önüne de ip bağladı “ al bakalım kay kayabildiğin kadar,”dedi. Kızağı aldım dükkânın önüne diktim. Gelen geçen arkadaşlar Hüseyin nerden aldın sen mi yaptın yoksa diyerek sorup duruyorlardı. Bende” oğlum bunun için taa Tahtakale’ye gittim orada ucuz ve gördüğün gibi kallavi kızaklar var…” diye cevap veriyordum. Ancak o zaman susuyorlar, başka bir şey söylemiyorlardı.
O gün yavaş yavaş hava kararırken, arkadaşlar ve diğer aileler, birer ikişer, birbirinden değişik kızaklarıyla
yukarıda sözünü ettiğimiz yokuşlarda yerlerini aldılar. Bazı aileler hepsinin kayabilmesi için, çoğunlukla gürgen ağacından tapılmış merdivenlerini getirip, onunla hep beraber kayıyorlardı. Yokuştan kızakla inmek
bu işin en basit kısmı.,. Önemli olan 2 dakikada indiğimiz yokuşu, 15-20 dakika da çıkabilmekti… Bir de
yokuşu çıkarken köy’den bazı arkadaşlarla karşılaşırsınız haydi bir muhabbet, yolun ortasında duramazdınız aşağı yukarı 70-80 km hızla iniyorlardı yokuştan, mutlaka biri gelip çarpardı. Bu arada merdivenle kayanlar
bazen çok komik oluyorlardı, şimdi bir kere merdiven dengesiz eee üzerinde 6-7 kişi var onlarda dengeyi bozuyor, tabii merdiven 15-20 metrede bir devriliyor, haydi bakalım herkes yerlere seriliyor.
Bizim takım (arkadaşlar ) daima balıklama tabir edilen kayma şeklini tercih ederdik, hem ayaklarınızla
yönünüzü daha iyi ayarlayabiliyorsunuz, hem de daha hızlı ve devrilme riski daha az oluyor. Yalnız ayaklarınızı dümen ve fren olarak çok iyi ayarlamanız gerek, yoksa çok hızlı indiğinizden dümeni sağlam tutmanız lazım. Bir keresinde ben yokuşun en tepesinden kaymaya başladım, önümde serbestti öyle hızlı gidiyordum ki, bir türlü fren yapamadım taa havuzbaşı parkındaki asırlık koca gövdeli çınar ağacına kafadan daldım, başım döndü sanırım yarı baygınlık geçirdim, bir süre yattığım yerden kalkamadım, sonra baktım ki
kızağımın sivri uçları o çınar ağacının gövdesine resmen saplanmıştı. Yani kayması çok zevkliydi ama böyle
tehlikeleri yok değildi. Efendim aslında alışmaya bağlı, kaydıkça yeni şeyler öğreniyorsunuz, bir de insanlara
çarpma tehlikesi var. Zaman zaman önünüzde, kendini gerçek hayattan çok değişik bir ortamda bulduğundan kendini kaybetmiş, dikkatsiz insanlara çarpma ihtimali çok ama çok fazla, onun için çok dikkatli olmak gerekti. Bazen de ortada yürüyen acemi ailelere çarpmamak için yan taraftaki kabadayı “Fantoma Yılmaz”ın bahçesine düşüp, dayak yemek de vardı.
Bazen 10 12 kişi seçerdik (iyi kayanlardan) iki takıma ayrılırdık ve ikişer ikişer park’a kadar yarışırdık.
Aşağıda Km saati tutan bir sağlam arkadaş olurdu, km tutar birinci ve ikinciyi hemen tespit eder not alırdı.
Bütün takım tamamlandıktan sonra, notlar toplanır birinci takım belli olurdu. Ama sevgili okuyucular öyle dandik bir yarış değildi, gerçekten çok ciddi, her iki takımın kayakçılarında idmanlı, orada bulunan herkesin sabırsızlıkla beklediği, yarı nizami bir yarıştı bu. İnanın seyredenler çok zevk alırlardı. Ben şimdi sizlere dilimin döndüğü kadarını anlatabiliyorum. Aslında sihirli bir kamera bu yarışları çekip, şimdi siz gençlere ve eskiyi bilen eskiyi yaşamış insanlara gösterecektik, ne güzel olurdu değimli?
Bu arada aynı yaz mevsimindeki gibi, gençlerimiz boş durmuyordu hani. Haydi, biz daha çocuk sayılırdık pek o işlere bakmazdık ama… Hani eski bir şarkı vardır “Bak Bir Varmış Bir Yokmuş Eski Günler de” diye gider. İşte bu şarkının sözleri gibi onlarca aşk hikâyesi yazılacak kadar ilginç görüntüler de gözümüzden kaçmazdı. Haydi, ertesi sabah duvar gazetelerini oku Hakkı Suna’yı seviyor… Yıllardır değişmeyen senfoni, o eski günlerden daha eski günlerde de vardı, şimdi de var. Kıyamete kadar da olacak, konular aynı sadece zaman ve şartlar farklı “Genç kız ve Delikanlı) işte bu eski şarkının adı. Evet, sevgili okurlar. Bu günde gönlümüzden akan yaşanmış hikâyeler bunlar. Önümüzde ki günlerde Çengelköy’ün bağrında yaşanmış, şahidi bu tatlı köyümüz olan hatıralardan bir başka macerayı anlatmak üzere hoşça kalın…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.