YAZMANIN TATLI SARHOŞLUĞU
Öyle vazgeçilmezdir ki kayboluş… Bıçak sırtı burada kelepir değildir dostlar. Sonsuzluğu satın alabilir misiniz, ateş böcekleri kıvamında? Bir-iki-üç soldan başlar ilk acı, sonra ince ince yayılır bedenin tüm savunma mekanizmasına.
Fazla söze gerek yoktur, yolda üzerine gazete örttükleri insana bakarken, okumayı unuttuğunuz gazete haberleri gelir aklınıza. Oysa yazılmıştır olacaklara dair şeyler… Sınıfından yeni çıkmış bir öğrenci heyecanıyla girdiğiniz diğer bir odadan kovulur emeğiniz. Omuzlarınız, çökmeye yüz tutmuş binaların eğreltisi gibi durmaktadır hayata. İp üzerindesinizdir ama o boynunuza atılmıştır bir kere. Sonra acı bir fren sesi kulakları tırmalar. İşte yazar en çok burada ağlar. Ekmek yere düştüğünde ne kadar günahsa, artık bedeniniz o kadar sevap yazmıştır üstada. Gider, en olmadık kuytu bir köşe bulur kendine. Dil susar kordon boyundaki balıkçıların umut çırpınışlarına. Beyninde tek soru vardır, yolda yatana… Sende mi girdin yenilmişler dergâhına?
Adam konuşur yazara; Ona çizgili defterde öğretilmişti ışıklar… Üstüne bir de yıldız konmuştu hatta yakasına kırmızı kurdele takılmıştı. Bu çocuk büyük adam olacaktı. Baba, arkadaş, saygılı vatandaş… Hep öğrettiler hiç sormadılar. Kimi seversin, neyi içersin, neden ağlarsın? Öznesiz tümceler kurdular varlığına, sonra giydirdiler kaftanını. Adam başını önüne eğdi, sanki yedi yaşına dönmüştü. Ben “büyük adam olmak istemedim ki” dedi dudak arası. İstediğim sadece “insan” olmaktı.
Yazar bir banka oturdu. Önünde hırçın dalgalarıyla bir deniz durmaktaydı. Yazmalıyım der içindeki, belki yazarsam onu yaşatabilirim. Adam bilgece gülümser; “Dert etme üstat, ben yaşarken okudum seni, biliyordum bir gün soysuzun biri paramparça edecekti vücudumu. Çünkü ona da büyük adam olacaksın demişlerdi, o da inandı zavallı. Cebine doldurdu seni beni ve harcadı. İnandığı şeylerden biri, birkaç yıl yatar çıkarım hesabıydı. Bir akşamüstü eve giderken, bir kitapçıya girdim. Benzerlerin çoktu ama ben seni aldım. Eve geldiğimde çok yorgundu gözlerim, ellerim. Hedefim sadece yaşamak için doymak değildi.
Yemekten önce bir çırpıda okudum seni. İşte ben, dedi yüreğim. Okudum okudum, kimi sayfanda ağladım, kimi satırlarında aşkı tattım hatta hiç unutmam şöyle yazmıştın: “her şeye rağmen aşk”, yani ben işçiydim ama aşk beni tanırdı, kimisin de yedi yaşımdaki gibi lunaparka girdim. En çok da orada eğlendim. Sonuna geldiğimde “insan” olduğumu hatırladım. 10 yaşındaki oğlumu yanıma çağırdım ve ona erdemi anlattım. Karım zaten hani o senin anlattığın aşkımdı. Beni anladı, her ne olursa olsun yaşamaya direneceği sözünü aldım ondan. Oğlum, anlamaz gözlerle bakıyordu ama adım gibi biliyordum, söylediklerimi kalbine yazmıştı. Benim gölgem olacaktı. Dert etme dedim ya çünkü ben mutluyum üstat. Dert etme ama yaz sen hep yaz çünkü biliyorum ki sen var oldukça ben yaşayacağım oğlumda”.
Yazarın yanağından incecikten kar misali yaşlar süzülüyordu. Elleri üşümüştü… Paltosunun yakasını kaldırdı. Cebindeki buruşuk paketten sigarasını çıkardı. Yosun kokusu yağmura karışmıştı. Sigarasını yakarken vazgeçtiklerini düşündü. Yazmayalı neredeyse yedi yıl olmuştu. Sigara parmaklarında azalırken oturduğu banktan kalktı, hızlı adımlarla sokağına yürüdü. Eve varmadan uğradığı karakoldan bir soysuza kurban giden adamın adını öğrendi.
Mavi kadife kumaştan döşeli koltuğuna oturdu. İkinci sigarasını yaktığında, kalemini “Mustafa”yla biledi. Kelimeler akıyordu birbiri ardına, her satırda Mustafa’lar nefes alıyordu. İkinci sayfaya geldiğinde hüzünler yalpalanıyordu. Bir satır bir satır daha… Artık ayakları da bir sağa bir sola vuruyordu. İçinde tuhaf bir duygu vardı, hüzün-emek-neşe-acı-aşk-yalnızlık hepsi kol kola vermiş yürüyordu. Yüzündeki ifadeyse bir akşamcıya denk düşmüştü. Yazmak şimdi tatlı bir sarhoşluktu; öylesine meydan okuyucu ve öylesine mütevazı…
Mine Gültepe