- 917 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Siyah Şeytan / Kurtlar Ve Beş Asker - 1
Hikayemiz 40’ların Anadolu’sunda Çankırı’nın bir köyü olan Pelitçik ve o bölgenin yaylası olan Boduroğlu (halk arasındaki ismiyle Boduro) yaylasında ve dedemin sağlığında bizzat kendi ağzından bize anlattığı, o gün, yaşananların gerçek olduğunu söylediği bir olaydan esinlenerek yazılmıştır. Allah hepsine gani gani rahmet eylesin.(Amin)
Taş duvarlı bir oda, duvarında Gazi’nin resmi ve İstiklal Marşı, masada birkaç evrak ve dosya, gözleri tereddütlü, bir o kadar da düşünceli, demir parmaklıklı camdan dışarı bakan bir adam. Karakol Komutanı Hakkı Bey, derken irkildi birden, masasına dönüp gür sesiyle bağırdı.
-Oğlum; bana acele Ömer Çavuş’u çağır.
Posta koridorları yırtarcasına geçerek alelacele Ömer Çavuş’u buldu. Çünkü Hakkı Bey’den çekinirdi. Ne kadar baba adamda olsa sağı solu belli olmazdı. Eli çok ağırdı.
-Ömer komutan seni çağırıyor, acele.
-Tamam şu silahı toparlayayım geliyorum .
-Bırak şimdi silahı filan, dayak mı yedirecen, ikimize de, başkası toplasın silahını.
-Tamam, gidelim bakalım yine ne diyecek bu havada,
Gür bir sesle verilen tekmil ve heyecanla beklenen yeni bir emir daha,
-Oğlum, bak şimdi beni iyi dinle, yanına dört tane daha asker alacaksın ve yarın sabah erkenden şu evrakları bahsi geçen köylere ileteceksin. Şu üzerinde ’İvedi’ yazan ve mühürlü olanı da Pelitçik Köyü muhtarına teslim edeceksiniz. Zaten hızlı gider ve oyalanmazsanız akşama varırsınız Pelitçiğe, muhtara selamımı söyleyin sizi gece misafir etsin ertesi sabah da yola çıkıp doğru karakola geliyorsunuz. Anladın değimli?
-Komutanım tabi ki anladım lakin mevsim kış ve zemheri, şimdi kar çok fazla değil ama kar bastırırsa mahsur kalırız yollarda.
-Biliyorum oğlum, deminden beri gözüm havada, ama ’İvedi’ mühürlü bir yazıyı üç günden fazla masamda tutamam. Zaten atlar gitse sizi atlı göndereceğim ama at da gitmez ki bu havada, yapacak bir şey yok leken’leri alın yayan gideceksiniz.
-Emredersiniz komutanım.
Evet, komutan son sözünü söylemişti ve emretmişti ama çaresizliktendi. Ömer bunu biliyordu. Kendi kendine sürekli;
-Eğer mecbur olmasa zemheride göreve mi gönderir, demek ki bize kısmetmiş.
Ama içini kemiren bir şey vardı, avludan gökyüzünü süzdü. Sanki parça ,parça bulutların arasına şeytan gizlenmiş ve kötülüğünü yapmak için fırsat kolluyor, güneş bile korkudan cılız bakıyordu. Aklındaki karmakarışık düşüncelerle, koğuşun kapısını araladığında, her şeyden habersiz sohbet eden arkadaşlarını gördü. Hemen toparlandılar, gelen çavuştu. En eskilerden Ali;
-Çavuşum, hayırdır endişeli görünüyorsun, gel bir çay vereyim sana.
-Boş ver çayı Ali, sen, Ahmet, Murat ve İdris sabaha dış göreve gidiyoruz köylere.
Ali hiçbir anlam verememişti olanlara hem bu mevsimde dış görev olmazdı hem de saydığı tüm askerler teskereci usta askerlerdi. Cesaretle çavuşuna;
-Çavuşum ne oluyor, bir sorun mu var, hep teskerecileri istiyorsun. Çatışma ihtimali mi var?
-Siz ne diyorsam onu yapın sabah hava ışırken tam teçhizat hazır olun ve mühimmat tam olsun.
Şimdi koğuşta tam bir ölüm sessizliği vardı. Neydi ki bu olanlar, kesin çatışma ihtimali vardı ve söylemiyorlardı. Yoksa zemheride hayat bile donarken bu bölgede dış görevde neydi, mühimmatta neydi. Gece çok sessizdi, devriyeleri kontrol eden Ömer, karakolun köşesindeki kayaya yaslanıp dağlara bakıyordu kar yansımasının aydınlığında. Ne kadar sessizdi, birden bir ayak sesi duydu gelen Ali’ydi. Ali en eski askerdi, ikisi birlikte başlamışlardı askere, kardeş gibiydiler, zaten terhisede iki ay kalmıştı. Ömer, karakolun en eski ve kıdemli çavuşuydu, komutanı eğer Onu seçmişse vardı bir bildiği, Oda bunun için, Ali’yi ve diğerlerini seçmişti. Ali yavaşça aynı kayaya yaslanıp dostluğunu göstererek çavuşuna;
-Ya çavuşum, asker olarak mı konuşalım, kardeş olarak mı dertleşelim?
-Kardeş olarak, hele yak bakalım şu cigarayı.
-Hayırdır, seni iyi tanırım Ömer, niye korkuyorsun,
-Nereden çıkarıyorsun korktuğumu, yok öyle bir şey,
-Ömer, çavuşum, kardeş olarak dedik ya, zaten yalan söylemeyi de beceremiyorsun,
-Kaçak filan mı var Ömer, bizden ne saklıyorsun, niye korkuyorsun?
-Yok Ali, bu görevle ilgili değil, bu benle ilgili içimde bir sıkıntı bir korku var, tarifsiz.
-Bende onu soruyorum deminden beri korkunun sebebi ne anlatsana kardeşim,
-Bak Ali, anlattıklarımı hiç kimseye söylemeyeceksin, tamam mı?
-Ya anlat Allah’ını seversen.
-Kurtlar, Ali kurtlar,
Ali çok şaşırmıştı, neydi bu şimdi şaka gibi, ama karşısındaki adama baktığında hiç de şaka yapmadığı belliydi, korku gözlerindeydi çünkü,
-Ne kurdu be kardeşim, hele şunu bir düzgün anlat bakayım,
-Ali, benim memleketim buralara çok uzak değil, buraları iyi bilirim, şimdi zemheri, kışın en sert, kurtların en aç olduğu dönem, üstelik çiftleşme ve sürü liderlerini seçme zamanları.
-Ömer, kardeşim kurtlar genelde üç beş kurttan oluşan sürülerle gezer, şimdi sen üç beş kurttan mı korkuyorsun yani?
-Yok öyle değil işte. Aslında dediğin doğru ama bu dönemde yani zemheride bütün bu küçük sürüler kendi ailelerinin bağlı olduğu diğer sürülerle birleşirler ve belki beşyüzleri bulan sürüler oluşturur, sonra yine dağılırlar.
-Kızma ama çavuşum kurtlar ile ilgili bu kadar çok şeyi nereden biliyorsun,
-Ben, aslında, ben onları avlıyordum Ali,
-Ama bunu kimseye söyleme tamam mı?
Tamam, ama boşa korkuyorsun, hiçbir şey olmayacak bak göreceksin, ben yanındayım oğlum.
Diyerek çavuşunun omzunu sıkı, sıkı sarstı, artık yatma zamanı zaten gelmişti, havanın aydınlanmasına çok bir şeyde kalmamıştı. Koğuşa doğru yollandılar, Ömer biraz rahatlamıştı, Ali’ye çok güveniyordu.
Topal horoz, başlamıştı bile ötmeye, uyku ile uykusuzluk arasında koğuş nöbetçisi herkesi çağırıyordu, ’Koğuş kalk, cümleten hayırlı sabahlar, haydin içtimaya’ Ömer, Ali’ye seslenerek;
-Adamları içtimaya gönderme hemen karınlarını doyursunlar, bende geleceğim, sizi görevli yazdım. Benim tayınımı da alın.
Artık kardeşlik bitmişti, şimdi karşısındaki karakolun en kıdemli çavuşuydu.
-Emredersin çavuşum, tayını yolda mı yersiniz?
Ömer başını salladı. Ali’de, matarasını boşaltıp, birazda aşçıya posta koyarak çavuşu için çay koydurdu, içinden de tebessümle,
-Allah devlete zeval vermesin, Allah’ın gücüne gitmesin ama bu ekmek de çayla ıslamasan kaya gibi, birinin başına gelse yara namussuzum.
Karakol komutanı Hakkı Bey göreve giden adamlarını uğurlarken;
-Size birer harcırah daha yazacağım, gidin gelin ikişer günde izin vereceğim, hadi aslanlarım selametle, Allah’a emanet olun,
Şimdi karakol kapılarını kapatmış ve arkalarında kalmıştı, Ömer bölgeyi çok iyi bildiği için hep açık alanlardan güzergahları belirlemişti. Pelitçik ile son köy arasında ise Boduro Yaylası vardı. Baharda görmüştü birinde, çok beğenmişti, yemyeşildi. Askerlerden Murat, sıranın arkasından seslendi,
-Çavuşum niye bizi farklı yoldan götürüyorsun, diğer yol daha kısa, zaten teçhizat da var, ormandan gitsek ya.
Ali kılıç gibi hem cümleyi kesti bitmeden, hem de çavuşunu zor durumda bırakmamak için atıldı ortaya,
-Sen işine bak oğlum, nereden diyorsa odur, o kadar çok iyi bilsen çavuş sen olurdun, kafamı bozma karışmam bak.
-Ya tamam, Allah, Allah ne dedim ben şimdi, nereden diyorsanız oradan gidelim,
Ömer Çavuş gözü sürekli ağaçlıklarda ve uzak dağların eteklerinde, kurtların vadileri izleyebileceği olası yüksek yerlerdeydi. Bu arada iyice de vakit geçmiş ikindi olmuştu ve Bodura Yaylası’na girmişlerdi. Burası çok büyük bir düzlüktü ve ortasında kurumaya yüz tutmuş koca bir ağaç vardı. Etrafı çam ormanıydı, zaten yayladan aşağı indimi Pelitçik köyüydü. Havada o kadar güzeldi ki sanki yalancı bahar, sanki fırtına öncesi sessizlikti. Yaylanın ortasına gelince oraya hiç konuşmayan Ahmet ve İdris birbirlerine baktılar önce, sonra sanki aralarında anlaşmışlarda aynı şeyi söyleyecekmiş gibi Ahmet söze girdi;
-Çavuşum, biraz mola versek şu ağacın yanında, ayaklarım şişti, sabahtan beri yürüyoruz, zaten en fazla iki saat yolumuz kaldı, şu ağacın kuru dallarıyla da bir ateş yakalım biraz çay içeriz, Ali’de çay var matarasında.
-Tamam, hadi biraz dinlenelim, iyi yol geldik çocuklar,
Şimdi ateş başında Ali’nin getirdiği çayı ısıtıp içmenin hazzını yaşarken, dördü hayal aleminde geziyorlardı. Acaba köyde güzel kız var mı? Mendil verirler miydi acaba? Çünkü halk ve genç kızlar askerlere bayılıyorlardı.
Ömer çayını yudumlarken açıklığın bitimindeki ağaçlığı tarayan gözleri birden korkuyla irkildi, sialhını aldı hemen eline ve doğruldu. Kimse bir anlam verememişti daha geleli ne kadar olmuştu ki?
-Kurt, ileriki ağaçlıkların bitiminde, Ali hemen silahını al ve gel benimle.
Kurdu yada o her ne ise Ömer’den başka gören olmamıştı. Ali ile biraz açıldılar ileri, Ömer konuştuklarını diğerlerinin duymasını istemiyordu aslında.
-Ali korktuğum başıma gelecek galiba. Buralar çok tehlikeli,
-Hani ben kurt filan görmüyorum nerede ya,
-Göremezsin, kaçtı, umarım sürüden kovulan bir erkektir, ama rengi çok farklıydı. Simsiyahtı daha önce hiç siyah kurt görmedim ben,
-Hadi toparlansınlar gidiyoruz hemen, burada vakit geçirmeyelim, köyde dinleniriz,
Tekrar yol ve tekrar bata çıka bir gidiş, ara sıra Ömer bu siyah şeytanı görüyordu ağaçlıklar arasında ama artık kimseye söylemiyordu.
Çünkü bir görünüyor bir kayboluyordu. Hiç sevmemişti bu siyah şeytanı. Oysa çok severdi kurtları, asaletinden ve Türklüğün gelişinden saygı duyar onlara ve kardeşlerim derdi. Ama şimdi o siyah kurt bir bela gibiydi, onları sürekli takip ediyor ve hiç yaklaşmıyordu. Bugün hiç kurt uluması da duymamıştı Ömer.
Bu çok garipti, ya ortada hiç kurt yoktu, yada bir şey için susuyorlardı. Bu düşüncelerle köye geldiler, siyah kurt ise köyün girişine kadar onları takip ettikten sonra gözden kayboldu.
Muhtar gelen askerleri çok sıcak karşılamıştı. Babacan bir eda ile;
-Hele asker ağalar gelin hoş geldiniz, gel komutan gel, siz bizim oğlumuz sayılırsınız.
Ömer gayet ciddi bir tavırla;
-Komutanımın selamı var, bu zarf sana imiş, bizi de bu gece misafir edeceksin, sabah erkenden gideceğiz, ona göre.
-Tamam, komutan otur hele, Mahmut, askerleri köy odasına yerleştir, hemen sofra kur, çay yetiştir, bak hala duruyor, yürü lan gidinin eniği..
Diye kendi oğlunun ensesine şamarı patlattıktan sonra açıp zarfı okudu, altındaki bazı yerleri mühürledi, parmak bastı ve Ömer Çavuş’a uzatarak;
-Komutan bu tamam ama hiç iyi zaman gelmediniz hava patlar akşam sabah, tipiye yakalanmadan iyi gelmişsiniz de nasıl gideceksiniz,
-Sabah erkenden muhtar, sabah erkenden, kıyamet kopacak değil ya, zaten emir var, sabah erkenden geri döneceğiz, ona göre,
-Tamam, hadi bizde köy odasına gidelim, sende yemeğini ye dinlen hele, izin olursa köylüde yatsıdan sonra gelsin köy odasına sohbet ederiz biraz.
-Tabi tabi, gelsinler ekmeğinizi yiyoruz, şunun şurasında muhabbeti mi esirgeyeceğiz.
Derken, yenen yemekler, içilen sıcak çaylar, köyün yaşlılarının anlattığı savaş hikayeleri ve geçip giden zaman, yaşlıların bir tanesi;
-Ehhh, gidinin dölleri sizi, bırakın askerleri, gidin yatın artık, sabaha ne kaldı zaten,
Demek köyün sözü geçen birisi imiş ki köylülerin hepsi çil yavrusu gibi dağıldılar. Zaten, Murat, Ahmet ve İdris yorgunluktan hemen uyuya kalmışlardı. Ali ve kardeşim dediği Ömer odadaki ocağın başında köze dönmüş ateşi karıştırıyorlardı. Ömer daha fazla dayanamadı;
-Ali bugün gördüğüm kurt gibi daha önce hiç görmedim.
-Kardeşim sen bu kurt olayını çok kafana takıyorsun. Belki de biraz abartıyorsun, ne dersin?
-Umarım Ali, umarın dediğin gibi olur kardeşim, umarım içimi sıkan şey beyhude hayallerdir, hadi yatalım Allah rahatlık versin.