- 2083 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Dilek
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Çok güzel bir gündü. İki arkadaş minik ayaklarıyla ormana doğru yol alıyorlardı. Biri on yaşında, diğeri ise daha dokuzundaydı. Büyüğünün adı Gül’dü. Yaşıtlarına göre uzun boyluydu. Uzun, koyu kahverengi saçlarını kırmızı bir yemeniyle örter, tebessümlü yüzüyle bir goncaya benzerdi. Çekingendi. Konuşmaktan daha çok dinlemeyi sever, meraklı bakışlarıyla devamlı çevresini süzerdi. Tam bir kitap kurduydu. Okumayı çok sever, vaktinin çoğunu, köyün okulunun kütüphanesinden aldığı kitapları okumakla geçirirdi. Küçüğünün adıysa Ayşe idi. Ayşe ise Gül’ün tam tersi cıvıl cıvıl yerinde duramayan, uzun dalgalı siyah saçları, siyah kocaman gözleri ve düşük çenesiyle hep neşe saçan, köyün nadide çiçeğiydi. Gül’le Ayşe çok iyi arkadaştılar.
Ellerinde minik el örgüsü sepetler vardı. Yol kenarlarından, tarlaların başlarındaki kaşlardan, küçük tepeciklerden, bayırlardan, yeşil çimenlerin arasından kırmızı rengiyle gülümseyen çilekleri bir bir topluyorlardı. Ne güzel de kokuyordu minik kırmızı çilekler...
Bazen konuşarak, bazen şarkı söyleyerek köyden epeyce uzaklaşmışlardı. Burada da çilek var, şurada da çilek var, derken kendilerini çiçeklerle donanmış bir çayırlıkta buldular. Burası bir çiçek bahçesiydi sanki. Her renkten çiçekler hoş geldiniz dercesine onlara bakıyor gibiydiler. Çiçeklerin üstünde rengarenk kelebekler uçuşuyor, arada esen meltem, kestane, meşe ağaçlarının yapraklarını sallıyordu. Yapraklar güneş ışıklarıyla dans ediyordu adeta. Yaprakların çıkardığı ses, kuş seslerine, çekirge, arı seslerine karışıyordu. Bir de buna az ötedeki pınarın sesi eklenince tabiatın muhteşem korosunu dinlemeye değerdi.
Çayırın ortasına oturdular. Bir müddet öylece bu güzelliği seyrettiler. Bütün yorgunlukları gitmişti. Sessizliği ilk Ayşe bozdu:
-Gül, topladığımız çilekler yeter, biraz da oyun oynayalım mı?
Gül sırtındaki heybesini açmaya koyuldu. Heybesinden bir miktar ekmekle, bir sürü ceviz çıkardı. Ayşe’ye bakıp,
-Ben acıktım. Önce karnımızı doyuralım, sonra kelime oyunu oynarız, dedi.
Ayşe cebinden bir metre kadar bir ip çıkarıp,
-İpimiz de var bak! Annem verdi. İp oynarız, beştaş oynarız. Seninle kelime oyunu oynamak istemiyorum Gül, sen hep beni yeniyorsun, dedi.
Gül bir parça ekmekle birkaç cevizi Ayşe’ye uzattı. Avucunun arasına sıkıştırdığı cevizleri kırmaya çalışırken tamam oynarız der gibi tebessümle başını salladı. İştahla cevizlerini, ekmeklerini yemeğe başladılar. O sırada arkalarındaki çalılıktan bir çıtırtı geldi. İrkildiler... Bir de ne görsünler: Mehmet Amca’nın kara köpeği. Simsiyah tüyleri güneşte ışıldarken sanki kırk yıllık dostlarıymış gibi onlara yavaş yavaş yaklaşmaktaydı. Ayşe çok korktu, adeta donakalmış, beti benzi bir anda atmıştı. Gül onu yatıştırdı.
-Korkma! Karnı aç onun da. Ekmeğin kokusuna gelmiş olmalı, hem bak çok sevimli.
Ayşe köpekte şirin, sevimli bir hal göremiyordu. Sipsivri dişleri, korkunç bakışlarıyla korku filmlerinden çıkmış gibiydi. İstese ikisini de parçalayabilecek büyüklükte vahşi bir köpekti. Mehmet Amca’nın kapısının önündeki yoldan geçmek için saatlerce beklediği olurdu. Bu köpeğin korkusuna oradan geçemez, ev halkından biri yanına gelip onu geçirirdi. Bu köpek sürekli havlar, köyü o çirkin sesiyle inletirdi. Şimdi bir de karşılarını çatmıştı hem de hiç olmadık yerde.
Gül ekmekten küçük parçalar koparıp kendilerinden biraz uzağa koydu. Köpek gelip hemen yedi. Kuyruğunu sallayıp duruyor yine ekmek istiyordu. Gül ellerinde kalan son ekmek parçalarını da köpeğe verirken söylendi.
-Bak, demiştim sana karnı açtır diye. Mehmet Amcalar köpeği doyurmayı unutmuşlar bu gün.
Ayşe hâlâ çok korkuyordu. Gül, Ayşe sakinleşsin diye köpeğin yanına gitti. Ayşe’ye ne kadar zararsız bir hayvan olduğunu gösterecekti. Tam elini kafasına sürerken bir çığlık sesi ormanın içinde yankılandı. Köpek Gül’ün elini ısırmıştı. Gül’ün feryadının ardından da ormanın içinde kaybolmuştu. Gül’ün eli kanıyor ve çok acıyordu. Ağlamaya başladı. Ayşe de ona sokuldu. Sesli sesli başladılar ağlamaya. Korkudan adım atacak halleri kalmamıştı. Ayşe:
-Çok acıyor mu elin? dedi. Gül başını salladı.
-Neden ısırdı ki beni? Biliyorum o iyi bir köpek. Sadece başını okşayacaktım. Neden ısırdı ki neden?
-Hâlâ o köpeğe iyi mi diyorsun sen! Bütün ekmeğimizi yedi, ısırarak teşekkür etti. Benim dünyada görmek istemediğim tek varlık o köpek. Her gün tarlaya giderken Mehmet Amcaların kapısının önünden geçiyoruz. Kaç kere ısırmaya kalktı beni, biliyor musun? Artık uzak olsa bile başka bir yoldan gidiyorum. Neden beslerler ki böyle bir köpeği?
Sustular. Pınarın sesi geldi kulaklarına. Gül’ün eli iyice kanlanmıştı. Gül,
-Gel, elimi şu pınarda yıkayalım, dedi.
Dikenlerin, sarmaşıkların, yosunların arasından tertemiz bir su akmaktaydı. Pınarın yanına vardılar. Gül elini yıkadıkça köpeğin diş izleri meydana çıktı. Elinde korkunç bir ağrı vardı. “Ah!” dedi acı acı.
Bu ah sesi gözyaşlarıyla birlikte yüreğinden akıp gelmişti. O anda sarmaşıklar ve dikenler yavaş yavaş çekilmeye başladı. Pınarın yanında daha önce görmedikleri dar bir yol fark ettiler. Uzaktan kulaklarına insanı büyüleyen tatlı mı tatlı bir ses gelmekteydi. Ses yaklaştıkça net olarak duymaya başladılar.
Ah sesine ah sesine!
Koştum geldim ah sesine
Yanınıza varacağım
Yaranızı saracağım
Halinizi soracağım
Haydi gülsün gül yüzünüz.
Bana derler peri kızı
Bu ormanın tek yıldızı
Kalmayacak sizde sızı
Haydi gülsün gül yüzünüz
Ah sesine ah sesine!
Koştum geldim ah sesine…
Öyle güzeldi ki. Öyle bir gelişi, gülüşü, şarkı söyleyişi vardı ki korkmak ne kelime, büyülenmişlerdi. Bu bir periydi. Yanlarına gelince küçük bir çantadan pembe renkli bir şişe çıkardı. Kapağını açtığında ortalığa güzel bir koku yayıldı. İçinden az miktarda aldığı merhemi Gül’ün eline sürdü. Gül’ün sızısı dinmişti.
-Birkaç güne kadar da diş izleri kaybolur Gül, dedi peri.
-Adımı nereden biliyorsunuz? Ben sizi daha önce hiç görmedim. Ne kadar iyisiniz.
Peri gülümsedi, cevap vermedi. O sırada Ayşe,
-Sizden bir dilek dileyebilir miyim? Ne olur, ne olur!
-Gücümün yeteceği bir şeyse yardımcı olurum. Ama çabuk söyle, daha işim çok. Beni bekleyen bir orman dolusu hayvan ve ağaç var.
Ayşe hemen dileğini söyledi:
-Bizim Karakız’ın sütü bol olsun istiyorum. Son zamanlarda hiç süt vermedi. Sütü çok olunca babam çarşıda satıyor, bana da her istediğimi alıyor.
-Tamam, dedi peri. İneğinizin sütü çoğaldı bile diye de gülümsedi. Peri Gül’e dönüp sordu,
-Senin yok mu bir dileğin?
Gül’se hâlâ Mehmet Amca’nın köpeği Karabaş’ı düşünüyordu. Acaba onun uysal, sessiz, kimseyi korkutmayan bir köpek olmasını mı dileseydi? Sonra aklına yaşlı Zeynep Nine geldi. Onun ağrılarının geçmesini de dileyebilirdi. Ah köyün yaramaz, haylaz Veli’si, akıllı bir çocuk olsaydı ne güzel olurdu; köye huzur gelirdi. Karar veremedi Gül.
-Ben yarın dilesem olur mu?
Peri gülümsedi.
-Olur tabi. Yalnız ben buralarda olmam, dedikten sonra cebinden ipek, yeşil bir bez çıkardı. Gül’ün elini güzelce sardı. Gül’e,
-Elindeki diş izleri kaybolunca bu bezi rüzgâra savur ve dünyanın en güzel kelimesini üç kere söyle!
-Tamam,
Peri,
-Benden de kimseye bahsetmeyin sakın ha! Yoksa dileklerinizi yerine getirmem, dedi gülümseyerek.
Gül ile Ayşe periye söz verdiler. Bu olaydan kimseye bahsetmeyeceklerdi. Tabii Ayşe için bu sırrı saklamak kolay olmayacaktı. İki arkadaş mutluluk içinde köylerinin yolunu tutarken pınarın arkasına gizlenmiş iki çocuk çıktı ortaya.
-Anne, neden onlara yardım ettin? diye sordu çocuklardan biri. Sen her zaman insanlardan uzak durmamızı, onlara görünmememizi tembihlersin, diyerek de sözünü bitirdi. Peri, neşe içinde güle oynaya giden kızlara bakarak,
-Gül’ü hep koruyacağıma dair ailesine söz verdim. Uzun hikaye… Gül’e her baktığımda onları hatırlıyorum. İyilik meleği tekrar büyüyor sanki. Gül’ün anne ve babası bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Şimdi dede ve babaannesiyle kalıyor. Babaannesi çok huysuz biri, dedesi ona nazaran biraz daha iyi Allah’a şükür. Gül’e üzülüyorum. Bu zor günlerini de aşacak elbet, diyerek gözlerindeki yaşı sildi.
Diğer çocuk, heyecanla sordu:
-Anne senin küçükken insan arkadaşların mı vardı?
Peri,
-Yeter bu kadar sorgu sual! Haydi, şu mavi gökyüzünde biraz dolaşıp evimize gidelim.
Beyaz bir güvercine dönüştü. Çocuklar da annelerini taklit ettiler. Üç beyaz güvercin, ormanın üstünde, maviliklerde kanat çırpmaya başladı.
Pınarın arkasındaki yol kapanmaya başladı. Sarmaşıklar ve dikenler yavaş yavaş eski yerlerini aldılar. Ortada ne yol vardı ne yolcu. Şırıl şırıl akan pınarın sesi duyuluyordu sadece...
Gül’le Ayşe köylerine yaklaşmışlardı. Ayşe çok heyecanlıydı. Karanfil, çok süt vermeye başlamış mıydı acaba? Gül’se ne dilek dileyeceğini düşünüyordu. Evlerine giden yol Mehmet Amca’nın evinin önünden geçiyordu. Eyvah! Yine o Karabaş’ın korkunç yüzünü göreceklerdi. Mehmet Amca’yı evinin önünde odun parçalarken görünce rahatladılar. Ayşe uzaktan var gücüyle seslendi:
-Mehmet Amca! Mehmet Amca!
Mehmet Amca:
-Ne var Ayşe kız! Karabaş ben buradayken havlamaz size, geçin geçin…
-Sen öyle diyorsun ama Gül’ün elini ısırdı Karabaş! Bak Gül’ün eline. Üstelik çilek toplarken saldırdı bize.
-Bağda, bostanda kimseye saldırmaz benim köpeğim. Taş mı attınız ona yoksa!
Ayşe adamın bu umursamaz tavrına çok kızdı.
-Bütün ekmeğimizi yedi bu köpek. Üstelik Gül onu çok seviyor. Tam başını okşayacaktı ki birden vahşileşti. Elini ısırdı, kaçtı.
-O zaman başka, öyle desene. Yavruyken kendini sevdirmesin, sert bir köpek olsun diye kulaklarını kesmişler. Çocuklar da çok işkence yapmışlar bu köpeğe. Ben beş senelik sahibiyim bir kere olsun başını okşayamadım. Elimi sürecek oluyorum, başlıyor hırlamaya. O eski günleri hatırlıyor olmalı. Kendini sevdirmez benim köpeğin, hata sizde.
Her seferinde adam onları suçlu çıkarıyor, köpeğini aklıyordu. Gül söze karıştı:
-Uysal, sevimli, kendini sevdiren bir köpeğiniz olsun ister misin Mehmet Amca?
-Yok, istemem. Ne yapayım ben öyle köpeği. Köpek dediğin kapından yabancı geçirmeyecek, bağını, bostanını koruyacak. Ayısını, kurdunu sığırlardan uzak tutacak. Havladığı zaman insanların içine korku salacak. Uyuz köpeği ben ne yapayım? Bir gün bile beslemem öylesini. Ben köpeğimden memnunum. Var mı koca köyde onun gibisi?
-Yok, diyebildi Gül. İyi ki Karabaş’ın uysal bir köpek olmasını dilememişim, yoksa kimse beslemezdi onu diye geçirdi içinden. Hem onun vahşi oluşunun sebebi küçükken sevgi görmemesiydi. Bu onun suçu değildi ki.
Yavaş yavaş ilerlediler. Karabaş, Mehmet Amca’nın evinin önündeki fırının yanında kıvrılmış yatıyordu. Başını kaldırıp bir baktı onlara. Ne kadar da mahcup bir bakışı vardı. Hatasının farkındaydı sanki? Başını tekrar sessizce ayaklarının arasına koydu. Gül’le, Ayşe, Karabaş’ı görünce hızlandılar. Çabucak evlerine varmak istiyorlardı artık.
Ayşelerin evine geldiler. Annesi kapının önündeydi. Ayşe’yi görünce yavrum, diye sarıldı. Öptü, kokladı. Ayşe’nin elindeki minik sepete göz atarak,
-Ne kadar çilek topladın bakayım?
-Çokkk, çokkkk topladım anneciğim.
-Sana bir müjdem var: Karanfil doğum yaptı, bir buzağısı var şirin mi şirin.
Ayşe gözlerini kocaman açarak heyecanla sordu,
-Karanfil’in sütü var mı anne?
-Hem de kova kova…
Ayşe hemen ahıra koştu. Koşarken de dileğim oldu, dileğim oldu diye bağırıyordu. Gül yoluna devam etti. Evleri, Ayşelerin evine yakındı. Evinin önüne gelince usulca kapıyı açtı. Parmaklarının ucunda ilerleyip basamağın kenarına çilek sepetini koydu. Yine usulca geri dönüp kapıdan dışarıya çıktı. Zeynep Nine’ye bir bakmam lazım dedi içinden. Babaannem beni görmeden, hemen bir koşu bakıp geleyim...
Koşa koşa derenin karşı tarafında oturan Zeynep Nine’ye gitti. Zeynep Nine minderine oturmuş, çardakta Kur’an okuyordu. Gül’ün koşarak geldiğini görünce,
-Geliyor benim altın kalpli kızım.
Gül, Zeynep Nine’ye seslendi:
-Suyun var mı Zeynep Nine?
-Yok kızım, kapının önüne iki kova koydum. Bir zahmet onları doldurup getiriver yavrum.
Gül kovaları doldurup merdivenlerden çıktı. Mutfağa kovaları koyup çardağa yöneldi.
-Bu gün nasılsın Zeynep Nine?
-Seni gördüm daha iyi oldum kızım. Bizim bu yaştan sonra iyiliğimizden ne olacak? Sayılı nefeslerimizi tamamlıyoruz işte. Rabbim yataklara düşürmesin; üç gün yatak, dördüncü gün toprak nasip etsin.
-Çok ağrın var mı?
-Bizimkisi yalnızlık be yavrum! Oğlum, kızım İstanbul’da. Gittim yanlarına, yapamadım. Gurbet ilin havası, suyu başka. Ayak uyduramadım oraya. Gelinin gözüne battım, yük oldum. Kızımın evinde de aynı düzen. Herkesin ayrı odaları, kimse kimsenin yüzünü görmüyor. Her odada bir televizyon, bir bilgisayar var. Çocuklarımın, torunlarımın yanında daha da yalnız kaldım. Burada yine sen varsın, Ayşe var. Kuşlar, kelebekler, çiçekler var. Oturuyorum çardağıma, Kur’an okuyorum, tespih çekiyorum. Anılarımla mutlu oluyorum Gül çiçeğim. Eşim, dostlarım, arkadaşlarım hep göçtüler. Ben de sayılı nefeslerimi tamamlayıp onların yanına gitmek isterim artık. Rabbim imanla, Kuran’la gitmeyi nasip etsin.
Gül gözlerini yere dikerek Amin dedi. Zeynep Nine’si de sevgisizlikten, ilgisizlikten yakınıyordu. Zeynep Nine birden Gül’ün sarılı elini far ketti.
-Ne oldu kızım eline?
-Mehmet Amca’nın köpeği ısırdı, sardık.
-Kör olmasın inşallah! dedi sinirli sinirli. Zeynep Nine’nin bedduası da kızması da böyleydi. Dilini böyle alıştırmıştı: “Allah belalarını vermesin inşallah, Allah sizi kör etmesin inşallah, Allah hayrınızı versin inşallah!” kızdığı zaman söylediği sözlerdi. Kötü kelime bilmez di ki hiç. Gül güldü.
-Kör olmasın inşallah!
-O yeşil bezi nereden buldun? Çok değişik bir bez.
Gül birden telaşlandı.
-Şey, babaannemin sandığından…
Yalan söylemeyi de beceremezdi ki hiç. Yanakları kızarmıştı. Sonra babaannesi geldi aklına. Vakit epey ilerlemişti.
-Gitmem lazım Zeynep Nine, babaannem kızar bana.
-Tamam yavrum. Sen git, azar işitme. Allah’a emanet ol, ayağına taş değmesin.
Zeynep Nine ardından dualar okuyarak uğurladı Gül’ü.
Gül yolda elindeki yeşil bezi çıkardı. Köpeğin diş izleri kaybolmaya başlamıştı. Zeynep Ninesi gibi babaanne ve dedesi de sorarsa ne cevap verecekti? En iyisi köpeğin ısırdığından hiç bahsetmemekti. Yeşil bezi koynuna sokup hızlıca dereyi geçti. Yine kapıyı yavaşça açtı ama bu sefer babaannesini karşısında buldu. Babaannesi,
-Nerede geziyorsun sen aylak aylak! Yine o kadının yanına mı gittin, evde işler beni bekliyor diye düşünmedin mi hiç? Akşama kadar topladığın çilek bu mu?
Söylendi durdu. O söylenirken Gül hareketsizce onu dinledi. Bir iki kelime edecek oldu sustu. Artık konuşmayı da anlamsız buluyordu. Yavaşça çilek sepetini alıp basamakları dünyanın yükü omuzlarına binmişçesine çıktı. Yorgundu Gül, çok yorgundu.
Gül, o akşam yemeğini yiyip erken de yattı. Pek konuşmadı. Kimsede bir şey sormadı zaten. Ertesi sabah horoz sesleriyle uyandı. Hemen kalkıp pencereye koştu. Ne güzel bir sabahtı. Serçeler dut ağacının dalları arasında cıvıldaşıyor, evin kedisi Duman çaktırmadan çardaktan onları seyrediyordu. Arada sırada tavuklar biz acıktık der gibi gıdaklıyorlardı. Ahırdan bir de Nazlı’nın sesi gelince Gül, “Uyanmayan kalmamış anlaşılan.” dedi gülümseyerek. Üstünü değiştirip elini, yüzünü yıkadı. Aklına dün yaşadıkları olaylar geldi. Acaba düş mü görmüştü? Tekrar odaya girdiğinde akşam yatarken oymaya koyduğu yeşil ipekli bezi fark etti. Hemen alıp çorabının içine gizledi. Bu arada babaannesi de kalkmış, ona sesleniyordu.
-Gül! Gül! Öğle oluyor, sen daha uyuyor musun, hayvanlar acıktı. Kalk çabuk çabuk!
Gül:
-Kalktım babaanne, geliyorum.
Saat, daha yedi buçuktu. Köyde sabah erken kalkılırdı. Gül, bu sabah uyuyakalmıştı. Diğer odaya gitti. Bu odaya ocaklık derlerdi. Bir tarafında kocaman bir ocak; içinde üçer ayağı olan, biri büyük biri küçük iki tane sacayağı vardı. Ocağın hemen yanında tencerelerin, tavaların konulduğu bir sergen, sergenin altında da odun ve çıraların bulunduğu bir alan vardı. Odanın ortasına eski bir kilim atılmış, kenarlarına da minderler serpiştirilmişti. Odanın küçük penceresi, evin altı dedikleri mısır, fasulye, patates dikili olan bostana bakıyordu. Bostanın kenarlarında da elma, erik, dut, ıhlamur, armut ağaçları vardı. Gül birkaç odunla, çıra alıp ocağı yakmaya koyuldu. Biraz uğraştıktan sonra ocak yandı. Biraz yanan ateşi seyretti. Sonra ocağın üstüne bir güğümle su koyup odadan çıktı. Babaannesini gördü.
Babaannesi:
-Tavukların yemini ver de gel Gül! Acıkmış hayvanlar… Dedene de bir bak! Epeydir ortada yok.
-Tamam.
Babaannesinin elindeki buğday dolu kabı alıp kümese koştu. Horoz ve tavuklar etrafını sardı hemen... Buğdayları avuçlayarak önlerine doğru serpti. Nasıl da hızlı hızlı yiyorlardı. Arada kavga ettikleri de oluyordu tabi. Dedesi kümesin yanında Mankafa’yı tımar etmekle meşguldü. Mankafa, katırlarının adıydı. Babaannesi kafası büyük olduğu için ona böyle seslenirdi. Rengi simsiyahtı. Diğer katırlardan iri, uysal bir hayvandı. Dedesine gülümseyip, folluktan yumurtaları topladı. Merdivenleri koşarcasına çıktı. Kahvaltı için birkaç yumurta koydu küçük bir kabın içine. Ocaklıktaki küçük sacayağının üstüne oturtturdu. Altına da birkaç çalı çırpı… Yumurtalar haşlanmaya başlamıştı bile.
Şimdi sıra Nazlı’da, dedi içinden. Ocaklıktaki ısınmış suyu alıp yundu tenekesinin içine bir miktar boşalttı. Yundu tenekesi dedikleri şey bir nevi evin ekmek kırıklarının, artan yemeklerinin, patates, elma kabuklarının atıldığı çöp tenekesiydi. Hiçbir şey bu evde ziyan olmazdı. Unluktan bir tas kepek unu ve bir miktar da tuz kattı tenekenin içine. Karıştırdı. “Tam da Nazlı’nın ağzına layık oldu.” dedi. Babaannesiyle beraber yundu tenekesini ahıra indirdiler. Sonra gelip süt bakracını aldı. Nazlı’nın yem teknesine, yundu tenekesini boşalttılar. Babaannesi bileğini ot biçerken zorladığından beri Nazlı’yı Gül sağıyordu. Zorlanıyor, parmakları ağrıyordu. Ağzına layık bir şey getirmezse Nazlı devamlı tekme atıyor, bir damla süt sağmasına izin vermiyordu. Bazen süt bakracını devirdiği de oluyordu. Neyse bugün beğenmişti kepek karışımlı yunduyu. Babaannesi çorba pişirmek için ayrıldı yanından.
Zar zor sütü sağarken evin kedisi Duman ahırın kapısında belirdi. Miyavlamaya başladı. Gül güldü.
-Seni unutmadım ki Duman. Bitsin işim senin sütünü de vereceğim. Azıcık sabret bakalım, uslu ol, ayağıma dolaşma. Yoksa sütü dökeriz, sen aç kalırsın ben azar işitirim.
Gül’le Duman merdivenleri beraber çıktılar. Gül, Duman’ın yemek kabına biraz süt doldurdu. Onun süt içişine bayılıyordu. Duman arada dinleniyor, bıyıklarını yalıyor, sonra tekrar içmeye devam ediyordu. Babaannesi evdeki sütlerle beraber Gül’ün sağdığı sütü de büyük bir tencereye koyup ocağın üstüne yerleştirdi. Altına da birkaç odun attı. Süt ocakta pişerken onlar sofrayı kurmaya başladılar. Babaannesi çorba pişirmişti. Genelde sabahları çorba ve süt içerlerdi. Bunun yanında yumurta, çökelek, tereyağı, pekmez, kaymak ve bal da sofralarını süslerdi. Babaannesi seslendi:
-Gül, deden nerede?
-Katırı tımar ediyor, gelir şimdi babaanne, baktım işi az kalmış.
Gül katıra Mankafa demek istemezdi. Bu hayvana daha güzel isim konulabilirdi, çok güzel bir hayvandı çünkü.
Dedesi de gelince kahvaltılarını yaptılar. Dedesi kahvaltıda iş bölümü yaptı.
-Ben eve biraz odun keseyim, sen de Nazlı’yı alıp aşağı değirmenin oraya git kızım. Hem Nazlı’yı otlatırsın hem de orada Mıhtepeleri görmüştüm çayırların içinde. Onları toplarsın, akşama pişirir yeriz. Babaannen de evin altınındaki bostanı sulasın. Fasulyelerin yaprakları sararıyor sanki.
Gül ’’ Tamam,’’ dedi. Doğayla baş başa kalmayı çok seviyordu. Kahvaltıdan sonra eline bir sepet aldı. Dedesinin dediği Mıhtepelerini toplayacaktı. Mıhtepesi dedikleri, genelde çayırların içinde olan; küçük, beyaz başları bir mıhı andıran mantarlardı.
Nazlı’yla beraber yola çıktılar. Ayşelerin kapısının önünden geçerken Ayşe’yi aradı gözleri. Göremedi. Mehmet Amcaların kapısının önünden geçerlerken de Karabaş velveleyi verdi. Bu sefer kızmadı Karabaş’a. Karabaş havladı durdu. Yavaş yavaş yoldan geçtiler. Alışmışlardı artık bu köpeğin huyuna. Epey ilerledikten sonra aşağı değirmene vardılar. Derenin üstünde yıkılmaya yüz tutmuş eski bir değirmen vardı. Kullanılmıyordu. Derenin her iki yakasında da yemyeşil çayırlar vardı. Nazlı keyifli keyifli otlamaya başladı. Nazlı’nın boynunda bir çan vardı. Gül, çan sesini duyduğu müddetçe sorun yoktu. Çan sesi kaybolursa bu, Nazlı’nın yaramazlık yaptığı anlamına gelirdi. Hemen onu aramaya başlardı. Nazlı otlarken Gül de çayırların içinde mantarları aramaya başladı. Dolandı durdu çayırların içinde. Görememişti mantarları. Derenin kenarına oturdu. Ne güzel, tertemiz billur gibi bir su akıyordu. Dalıp gitti Gül. Bir den pattt, pattt sesiyle kendine geldi, çok korkmuştu. Bir ne görsün, Yaramaz Veli…
Elinde topluk denen oyuncakla, dikenlerden topladığı küçük çekirdeğe benzer tohumları patlatıyordu. Gül’e yaklaşıp,
-Korktu, korktu, korkak korkak!
-Evet, korktum, dedi Gül. Neden korkuttun beni?
Veli:
-Daha fazla korkma diye.
-Anlamadım!
-Çayırların arasına kocaman ölmüş bir kara yılan koydum. Demin Mehmet Amca’nın hanımı bir korttu ki sorma. Kaçışını bir görmeliydin.
Bir yandan da gülmekten kırılıyor, kendini yerlere atıyordu. Gül şaşkın şaşkın sordu,
-Nereden buldun yılanı?
-O daha da komik. Mehmet Amca kayalıkta öldürdü demin. Yolun kıyısına bıraktı. Gelen geçen görsün diye. Güya, hava atacak ne büyük yılan öldürdüm diye. Ben de oradan bir torbanın içine koyup buraya getirdim. Buraya gelen çok oluyor mantar için. Gelenler de korkup kaçıyorlar.
-Peki, ben neden görmedim, deminden beri çayırda dolaşıyorum?
-Aklın bir karış havada da ondan. Kaç kere geçtin yanından ya. Görmedin. Olamaz böyle bir şey, ben sinir oldum burada. Baktım çok dalgınsın, görse zaten bu çok korkar, dili de tutulur dedim. Neyse acıdım sana. Sen de öksüzsün benim gibi. Dedim korkmasın yazık. Hem mantarlar daha aşağıda. Yanlış yerleri dolaştın.
Gül,
-Sen de mi öksüz ve yetimsin benim gibi?
-Öksüzüm. Babam var da yok işte.
-Nasıl var da yok? Ne demek şimdi bu?
-Annem beni doğururken ölmüş. Ben dört yaşındayken babam tekrar evlenmiş. Üvey annem istememiş beni. Sonra, Kara ağayla, İnce belli’ye evlatlık vermişler beni. Onların hiç çocukları yokmuş. İyi bakarlar, malları mülkleri de bu çocuğa kalır demişler. Altı yaşında çobanlığa başladım. Çok dayak yedim. Hep suçladım babamı. Yaramazlık yapmaya başladım beni geri göndersinler diye. Öyle bir bıktılar ki artık benden, beni görünce şeytan görmüş gibi bakıyorlar. Babam bir kere yanıma gelip neden yapıyorsun oğlum bu yaramazlıkları demedi. Desin istedim, desin ki sorayım beni neden verdin? diye. Sorayım biz bize yetmez miydik diye. Her çarşamba çarşıya giderken köyün arabasında görüyorum babamı. Bir kez olsun, oğlum gel yanıma demiyor, demiyor işte. Ah! Bir kerecik oğlum, yavrum dese. Ben napayım malı, mülkü? Arabanın içinden bakıyor sadece.
Gözlerindeki yaşa engel olamıyordu Veli. Yerinden kalktı, hıçkırarak uzaklaştı. Şaşırmıştı Gül. Veli yaramazlıkları dikkat çekmek için yapıyordu. Babasını çok seviyor, onu evlatlık vermesini hazmedemiyordu. Artık kararını vermişti Gül. Ne dilek dileyeceğinden emindi artık. Nazlı’ya baktı, otluyordu. Çorabının içinden yeşil bezi çıkardı. Perinin dediklerini aklına getirmeye çalıştı. “Bezi rüzgara savur, savururken de dünyanın en güzel kelimesini söyle.” demişti. Dileği hazırdı ama en çok söylemek istediği, en güzel kelime neydi? Düşündü, aklına hiçbir şey gelmiyordu. Tek tek taradı kelimeleri. Yine aklına bir şey gelmedi. Sonra sordu kendi kendine: “Benim en çok duymak istediğim kelime ne olabilir?” diye. Aklına, Ayşe’nin annesinin Ayşe ye yavrum deyişi ve öpüp sarılması geldi. Duymak istediği, yürekten gelen bir ‘kızım, yavrum’ sesiydi. En çok söylemek istediği kelimeyi de bulmuştu Gül. Gözlerindeki yaşlarla rüzgarın çıkmasını bekledi. Birazdan bir yel çıktı ansızın, dalları sağa sola sallayan, çiçeklerin başlarını okşayan. Gül elindeki bezi rüzgara savurdu ve tüm gücüyle, gözyaşları içinde bağırdı:
-Anneeeeee, Anneeeeee, Annneeeeee!
Söylemek istediği, hiçbir zaman söyleyemediği, içinde bir yaraya dönüşen dünyanın en güzel kelimesi buydu işte.
Rüzgar bezi sağa sola uçura uçara kestane ağacına kadar götürdü. Kocaman kestane ağacının yaprakları arasında bez gözden kayboldu. Kaybolmasıyla da insanı büyüleyen o tatlı ses duyulmaya başladı.
Altın mıdır, para mıdır?
Hiç sönmeyen çıra mıdır?
Beyaz mıdır, kara mıdır?
Söyle artık dileğini…
Pembe inci, yeşil taş mı?
Şifa veren tatlı aş mı?
Kaf dağına uçan kuş mu?
Söyle artık dileğini…
Yakut gül mü, uçan at mı?
Deryaların süsü yat mı?
Saray yavrusu bir kat mı?
Söyle artık dileğini...
Ses gitgide yaklaşıyor, yaklaştıkça da Gül merakla etrafına bakıyordu. Çok güzel bir kelebek çiçekten çiçeğe kona kona Gül’e yaklaştı. Birden periye dönüşüverdi.
Peri,
-Dünyanın en güzel kelimesini buldun, söyledin. Haydi bakalım dileğini de söyle, dedi.
Gül sevinçle,
-Sevgi istiyorum. Dünyadaki bütün insanların kalpleri sevgiyle dolsun istiyorum.
Peri:
-Benim buna gücüm yetmez ki. Hem sana bir sır vereyim mi? Bütün insanların ve cinlerin kalbine yüce yaradan sevgiyi koymuştur. Lakin insanlar ve cinler bencillikleri yüzünden sevgiyi sulamayı unutuyorlar. Sevgi bir gül misali önce solmaya, sonraysa kurumaya başlıyor. Sevgi kırılmıyor insanlara, tohumlarını kalplere bırakıyor yine de. Sulamak lazım sadece…
Gül üzülmüştü.
-Nasıl sulayacağız peki?
-Sen sulamayacaksın. Sen öyle iyi bir insan ol ki sevgi tohumunu kardeşlerin, arkadaşların, dostların; yardım ettiğin hayvanlar, bitkiler sulasın. Her Allah razı olsun dediklerinde o tohum büyüyecek, yeşerecek, güle dönüşecek. Zamanla yeni yeni gül fidanları da olacak yüreğinde. Gönlün bir sevgi bahçesine dönüşecek, hem senin sevgi gülün gülümsüyor. İnşallah da hiç solmaz.
Gül’ün gözleri parladı.
-O zaman ilk önce Veli’ye yardım edelim.
-Evet, sadece babasına gidip oğlun seni çok seviyor, demen yeterli. Adamcağız da pişmanlık içinde Veli’yi evlatlık verdim diye. Veli’ye utancından bir şey diyemiyor, babalık yapamadım diye üzülüyor. Bunu dilemene gerek yok, sen de yaparsın. Hem bir gül fidanı daha filizlenir içinde…
Gül,
-Çok teşekkür ederim size, dedi. Benim sevginin gücünü fark etmemi sağladınız daha ne isteyebilirm ki. Yalnız annemi bir kere görmek isterdim, onu çok özledimmm.
-Bak işte onu yapabilirim, dedi Peri. Bir çiçek çıkardı cebinden. Üstünde Gül’ün annesinin resmi vardı. Resim ona “Seni çok seviyorum yavrum.” diyordu.
Gül eline aldığı çiçeğe dakikalarca baktı. Sonra gözü yaşlı periye verdi. Artık içinde bir huzur vardı. Vedalaştılar. Peri geldiği gibi bir kelebeğe dönüşüp gözden kayboldu. Gül uzun bir müddet düşündü. Sonra yerinden heyecanla kalkıp Nazlı’ya,
-Yeter vakit kaybettiğimiz. Haydi bakalım Nazlı, karnın doydu. Artık sıra sevgi fidanlarını sulamada.
Emine Yılmaz Dereci
YORUMLAR
İlk okuduğum zaman da Çağdaş Türk edebiyatında tartışmasız büyük bir boşluğu kapatacağı fikri oluşmuştu bende.Hala aynı fikirdeyim her insanın dünyaya gelişinde bir hikmet,bir takdir,sebep vardır derler ya sizin en büyük sebeplerinizden biri ilahi takdirin kaleminize verdiği kudrettir diye düşünmeden edemiyorum.Hayata kattığınız değere teşekkürler.
Çok güzel, duygusal bir anlatım olmuş. Hayal ve kurgu gücünüzün yüksek olduğu anlaşılıyor. Yalnız öykünüzde imla, noktalama ve anlatım hataları var. Özellikle "de" lerin, azıcık ta "ki" lerin yazımında hatalar yapmışsınız. Tabi ki bu hayal gücü sizde olduğu sürece hepsinin üstesinden geleceğinize inanıyorum. Selamlar...