- 824 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
Kare
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Duvar... Sıvalı değil; üzerindeki pek de düzgün olmayan taş bloklar görünüyor. Bir sıra tuğla çekilmiş göğüs hizasında. İkinci bir tuğla sırası da var, insan elinin ulaşamayacağı yükseklikte. Önünden bir kadın geçiyor, omzunda çantası, başında örtüsü, etek uçları sokağı yalayan, gözleri suçluymuşcasına önüne dikili. Koyu renk yeleği kızılımsı olmalı; ya da ben ona öylesini yakıştırıyorum. Adını bilmiyorum, seslenemiyorum. O da duyamıyor. Yürüyüp geçecek ama onu da yapamıyor. Donmuş kalmış bir fotoğraf karesinde.
“Rasgele resim çekmeyi sevmiyorum.” diyordu, “Bir bütünlük olmalı.”
“Nasıl bir bütünlük bekliyorsun?”
“Resimler arasında bir ilişki olmalı. Zamanda hareket etmeli resim. Bir Roma duvarını bir Bizans manastırına bağlamalı. Bir sonraki unutulmuş bir medreseninki olmalı. Ya da günün bölümlerini içermeli. Gün doğumunu sabahın olgunlaşması takip etmeli. Mutlaka havadan değil, yüzlerdeki uykudan da anlaşılabilinmeli. “
“Ya tek başına olan kareler?”
“Derler ya bir resim bin sözcük barındırır: Yalandır, inanma. Her resim tek bir kelimedir. Cümle olmak için bir araya gelmeleri gerekir.”
Pek ikna olmamıştım. Resimleri genelde tablolar gibi görme eğilimim vardır. Bu yüzden de pekala tek bir resmin koca bir öykü anlattığına inanırım. Elimdeki resmi gösterip sordum:
“Peki bu hangi bütünün parçası?”
“Tek bir resimle söyleyemiyorsun, değil mi? Bu nokta sana göre her şey olabilir: Kadını çantası ya da köşede gözüken ‘Cevher Eczanesi’ arasında seçim yapabilir misin? İşte bu yüzden bir kare dizisi olmalı; izleyicinin öyküyü yakalayıp takip edebilmesi gerek.”
“Her bakanın resimden kendine göre anlam çıkarması daha uygun değil mi?”
Kızmaya başlamıştı:
“Öyle olsaydı Tolstoy gecesini gündüzüne katıp Savaş ve Barış’ı yazmak yerine okuyucuya on, on beş tane anahtar kelime verir, sonra da ’Hadi bakalım, herkes bunlarla kendi romanını hayal etsin. Mümkünse içinde savaş geçen bir öykü kurgulayın.’ derdi.”
“Bence sen film çekmek istiyorsun da, kamera bulamamışsın.”
Kapı... Belki zamanında ahşaptı, belki oymaları vardı, belki zili elektrikli değildi, belki ... ’Belki’lere gerek yok, kapı çeliktendi ve yüzüme kapanmıştı. Böylece onun beni görmeyeceği aylar başlamış oldu.
...
’Sonsuza değin bu manzarayı seyredeceğimden emin olsam, hemen şimdi intihar ederdim.’ demişti bir keresinde. Ben etmezdim. Aşiyan belki de dünyanın en güzel manzaralı mezarlığına sahipti ama insanda ölme isteğinden çok direnebildiğince yaşama arzusu uyandırıyordu. Mezarlığa arada bir geliyordum. Az ilerde bir tanıdığım yatıyordu. Onunla aynı kazayı geçirip de sağ kalan arkadaşım ise Pasifik okyanusu kıyılarında, iki çocuk büyütüyordu. Onların anılarında fazla zaman kaybetmeyip bir köşeye siniyor, akıp giden nehri seyrediyordum. Deniz değildi bu. Denizin ufku olur, bir tekneye atlasanız sizi dünyada her yere götürme vaadi olur. Mezarlığın önünden akıp giden suyun bu konularda bir iddiası yoktu. Yine de huzur veriyordu. Ara ara yanımda getirdiğim kahvemi yudumluyor, çaktırmadan tepemde dikilen hisara bakıyor, ama genelde suyu seyrediyordum. Belki bu kadar dalmış olmasam onun yanıbaşıma geldiğini farkedebilirdim.
“Benim yerimi kapmışsın.”
Şaka yapmıyordu.
“Koca mezarlıkta bula bula senin yerini mi bulmuşum?”
“Tek bir noktadan değil, mezarlıktan söz ediyorum.”
“Gömülene kadar hiç bir yer ne sana, ne de bana ait.”
Cevap vermedi. Sürekli sırtında taşıdığı çantasından bir makine çıkardı, arkasını nehre verip göremediğim bir şeylerin resmini çekmeye koyuldu.
“Boğazla ilgilenmiyor musun?”
“Hisarla ilgili bir seri yapıyorum; boğazın önemli bir rolü yok.”
Aklıma ilk gelen cümleyi bastırdım. İkincisini de. Birkaç ayı daha ziyan etmenin gereği yoktu.
“Bu serinin konusu nedir?”
Makineyi yüzünden çekmeden cevap verdi:
“Şans.”
“Şans mı? Surlara pislemiş güvercin dışkılarını filan mı çekiyorsun?”
Konuşmadan önce derin bir nefes aldı.
“Şans çünkü bu hisar şahane bir güzelliğin ortasına yapılmış. Şans çünkü yüzyıllardır ayakta kalmış. Şans çünkü ben bunları görebilecek bir noktadayım. Şans çünkü...
Dayanamadım:
“Çünkü ben bu güzelliğe kıçımı dönüp oturmuşum ve sen onu da seyrediyorsun.”
...
Bu onu son görüşümmüş; o zaman da biliyordum.
YORUMLAR
:))) Adamın ne kadar sanat aşkı varsa hepsinin canına okumuş :)) Çok keyifliydi. Özlemişim. Enteresan felsefi yaklaşımlar her öykünüzde. Okurken kendimle konuşturdu. Sahi dedim, ne münasebetsiz mahluklarız. Yaşadığımız yalnızca bir hayat, altı üstü. Ama beklentilerimiz cennetten yana. Memnuniyetsiz, merhametsiz aptallar topluluğu olmaktan medeni bir hayata geçmemizin söz konusu bile olmadığını düşündüm yine. Kopuk dediklerimizden daha serseriyiz ve utanmadan adamlık taklidi yapmayı da sürdürüyoruz.
Güzeldi, her zamanki gibi :) Teşekkür ve selamla...