- 1741 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEKKE'DE 12 YIL (25)
devam ediyor…..
GÖREV / YETKİ / SORUMLULUK
Müslümanlara örnek olan resulün hayatı, Mekke ve Medine dönemiyle hayatımızı etkiliyor. İki dönem arasındaki en belirgin fark, Mekke’de Müslümanların devleti yoktur. Müslümanlar, başka bir devlet yönetimi içinde yaşamaktadırlar. Medine’de ise Müslümanların devleti vardır. Başka dine inananlar Müslümanların yönetiminde yaşamaktadırlar.
Bugün Müslümanlar Allah’ın emirlerine göre yönetilen devletlerde yaşamamaktadırlar. Müslümanların yaşadığı ülkeler biçimleniş farkı gösteriyor. Müslümanların yaşadığı devletleri bazı açılardan inceleyebiliriz.
LAİK DEVLETLER: Sadece İslam’ın değil, bütün dini hükümlerin uygulamasını ret ederek, insanların çıkardığı yasalara göre yönetilen ülkeler. Bu tür ülkelerde, ateistlerin dini (düzeni) geçerlidir. Allah’a ve Allah’ın dinine inanmayarak karşı çıkanlar laiklik teziyle toplumlara egemen olurlar. Din dışı (dinsiz) kurallarını, dine inananların üzerine hakim kılarak, dayatırlar, baskı kurarlar. Böylece dine inananlarla, dinsizlerin arasındaki çatışmada, dinsizler egemenliği ele geçirmiş olurlar. Laik devletlerde, dine inananların inançları, bireyine, evine hapsedilir. Dine inananlar topluma çıktıklarında dinsizlerin kurallarına uyarlar. Laik dönemler önce durum tersineydi. Düzenleri dine inananlar kuruyorlardı, dinsizler bireyinde dinsizliğini yaşarken, topluma çıktıklarında dinin kurallarıyla yaşamak zorunda kalıyorlardı. İki tarafın mücadelesinde, dine inananların yaptığı haksızlıklar, zulümler nedeniyle, dinsizler egemenliği ele geçirdiler. Laikliğin ilk çıkışlarında laikler (dinsizler) dine inananlara kanlı zulümler yaptılar. Sonraki dönemlerde ise durumu yumuşatarak, dine inananlara bireyinde yaşama hakkı verdir. Bu hakları bir çok batılı ülke artırarak, siyasetlerine de bulaştırdılar. Bugün batı dünyası, kapitalizmi ancak Hıristiyanlığın propagandasıyla yayabiliyor. Misyoner hareketleri dünyanın her yerinde bütün hızıyla devam ediyor. Ülkemizde ise, cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte din devlet ilişkileri birlikte yürütüldü. 03.Mart.1924 yılında devletin anayasası ve diyanet teşkilatı kanunu birlikte çıkarıldı. Laikliğin kabulünden sonra diyanet kaldırılmadı. Diyanet ve sonradan kurulan din okullarıyla, devlete, politikacılara karışmayan dindarlar yetiştirildi. Böylece batıdan farklı olarak Türkiye Cumhuriyeti işin başından, kendine uygun laik, muhafazakâr dindarlar yetiştirerek farklı bir laiklik kuramı uyguladı. Türkiye Cumhuriyetinin uyguladığı laiklik, din devlet ilişkisinde ortaklık kurulmuştur. Devlet ile din birlikte hayata hâkimdirler. Ancak devletle birlikte olan ve adına yanlışlıkla Müslümanlık denilen dinin, Allah’ın diniyle bir ilgisi yoktur. Türkiye Cumhuriyetinin devlet din ilişkilerinde birlikte yürümeleri anayasasında yazılı değildir. Yani devletin anayasasında, devlet hem dine, hem din dışı kurallarla yürütür gibi bir madde yoktur. Uygulama da devlet dinle beraber yürür. Bütçesinden din okullarına, diyanete paralar ayırır. İstediği hutbeleri tepeden camilerden okutur. Muhafazakârların dince kutsal saydıkları her konuda devlet önde yürür. Dini bayramları resmi hale getirir. Organize ettiği kuruluşlarla, zekat, kurban derisi toplar. Batıdan İslam aleyhine bir propaganda gelirse, ben laikim deyip kenara oturmaz, din devletlerinden daha çok tepki gösterir.
YARI LAİK, YARI DİNİ DEVLETLER: Müslümanların yaşadıkları ülkelerden bazıları, devletin yasalaşma esasında, tamamıyla laik, yani din dışı değillerdir. Bu tür ülkelerin yöneticileri işlerine geldiği konularda, dine dair hükümleri yasalaştırırlar. Suriye, Mısır, Libya gibi ülkeler bunlara örnektir. Gerçi Mısır, Libya şimdi yeniden şekilleniyorlar. Tam şekillendiklerinde durumları iyice belli olacak.
MEZHEPLERİNİ İKTİDAR EDEN DEVLETLER: İslam şeraitiyle yönetildiğini iddia eden bazı ülkeler, Allah’ın hükümleriyle değil, tarihlerinden gelen mezheplerinin hükümleriyle devleti yönetmektedirler. Mezheplerinin hükümlerini devlet yasaları haline getirmişlerdir.
Müslümanların yaşadıkları devletlerin görünümleri bunlardır. Bunların hiç biri Allah Resulünün kurduğu devlet biçimine uymamaktadır. Resulün kurduğu devlet modelinde, Allah’ın yasaları geçerlidir. Allah’ın yasalarını uygulayan yöneticiler, toplumda yaşayan Müslümanlar, Müslüman olmayanlara karşı tarafsızdır. Toplumun her kesimine adaleti götürürler.
Bugünkü Müslümanların yapısı, Müslümanların Mekke dönemine benzemektedir. Zira Müslümanların Mekke dönemi, devletlerinin olmadığı, başka devletlerin yönetiminde yaşadığı devirdir. Müslümanların siyasal bilinçlenme aşamalarında bazı fikir adamları, Müslümanların bugünkü durumunun Mekke dönemine benzediğini, dolayısıyla Medine’de gelen ayetlerden sorumlu olmadığını çağrıştıracak yorumlar yapmışlardır. Bun karşılık Müslümanların çoğunluğu bu görüşe karşı çıkmışlar. Hatta bu görüşte olanları sapık, kâfir ilan edenler olmuştur. Ne var ki, Müslümanların kendi aralarında Mekke dönemi, Medine dönemi tartışmaları, Müslümanların konumunu değiştirmemektedir. Müslümanlar resulün kurduğu devletin özlerini taşıyan bir devlet içinde yaşamamaktadırlar. Kur’an ise tamamlanmış, emirlerin tamamı bize gelmiştir. Mekke’de Müslümanlar yaşarken, Medine’deki ayetler gelmemişti. Bu nedenle onlar Medine’de gelen ayetlerden sorumlu tutulmamışlardı.
Peki, Müslümanlar bugün ne yapacaklar? Müslümanların konumu, devletsiz oluşlarından dolayı Mekke dönemine benzemektedir. Öyleyse Medine döneminde gelen ayetlerden sorumlu değiller midir?
Sorulara karşılık Müslümanlar görüşlerini netleştirmek zorundadırlar. Günümüzde Müslümanlar bu konulara genelde duygusal bakıyorlar. Müslümanların ayetlerden nasıl sorumlu olacaklarına ilişkin bazı konuları ele almak gerekiyor.
Devlet; topluma egemen olan bireysel ve toplumsal örgüttür. Hakimiyetini, bireysel ve toplumsal düzenle gerçekleştirir. Hangisi olursa olsun her düzen, bugünkü deyimiyle vatandaşlarına üç temel esas üzerinde otoritesini sürdürürler. Üç temel, devletin vatandaşlarına verdiği görevler, yetkiler ve sorumluluklardır.
İslam dini de, bireysel toplumsal düzen olarak, Müslümanlara bu üç temel üzerinden otoritesini gerçekleştirir. Her düzenin taliplisi, taraftarı gibi, Müslümanlar da kendilerine otorite kuran dinlerinin (İslam dininin), ne görevler, nasıl yetkiler ve sorumluluklar yüklediğini bilmesi gerekir. Bir düzene taraf olan insanlar, düzenlerinin kendilerine tanıdığı görevleri, yetkileri ve sorumlulukları tanımaz, bilmez iseler, dinlerini (düzenlerini) uygulamada eksik, hatalı olurlar. Din taraftarlarının, dinlerini eksik, hatalı hayata geçirmeleri, dinin bozulmasına neden olur. İnsanlar hatalı davranışlarına din olarak inanmaya başlar. Böyle bir durum, hem dinin geleceğini, hem de Müslümanların geleceğini etkiler. Allah gönderdiği kitapların, dinlerin bozulmasının bu şekilde olduğunu bildirir. Ehli kitaplaşma olarak ayetlerde tarif edilen, insanların din diye, eksik, hatalı bilgileriyle, kendi yorumlarına din demesidir.
Konunun önemi nedeniyle İslam dininin (düzeninin) taraftarlarına, nasıl, ne şekilde, görev, yetki ve sorumluluklar yüklediği konusunda kısa bir analiz yapmak gerekiyor. Analizimizi, dinin düşünce ve davranışlarına ilişkin kurallarının özündeki metodik yapıya, yani Allah’ın ve resulünün, dini (düzeni) uygulamasındaki değerlere göre yapmamız gerekecektir. Kur’an-ın nüzul (iniş) sırasıyla Allah’ın ancak insanların güçleri orantısında kendilerinden sorumluluk beklediğinden söz etmiştik. Güç kavramı, görevlendirme, yetkilendirme, sorumlu tutulma konusunda önemli bir konudur. Allah’ın dinini (düzenini) en güzel şekilde uygulamaya geçiren Allah resulünün, O’nu takip etmeyi kendilerine görev edinen Müslümanların, İslam’a ait ortaya koyduğu görüşlerinin, hükümlerinin temel noktası, olayları yorumlama biçimi olan bu metodik yolun, gereğince üzerinde durulması gerekir.
Din taraftarlarına, görevleri, yetkileri ve sorumlulukları belirli esaslarla yüklemektedir. Bu esaslar, talimat, mükellef, yer (mekân), zaman (vakit), uygulamanın kurallarıdır. Şimdi bu temel esasları incelemeye başlayalım.
1. TALİMAT
Dinin (düzenin) kuralları, Allah’ın emirlerinden oluşur. Allah düşünce de (itikatta-inançta), davranışlar da (amel de), insanlara neleri yapmayacağını, neleri yapacağını emrederek, bunların dışında kalanların serbest bırakmıştır. İnsanlar serbest olduğu konularda dilediği gibi hareket edebilirler. Bu serbestlik insanlara Allah’ın tanıdığı haktır. Dini terimler içinde, Allah’ın emirleri farz, yasakları haram, serbestîleri helal veya mubah olarak tanımlanır. Din (düzen), talimatlar olmaz ise, taraftarlarına herhangi bir sorumluluk yüklemez. İslam dinin (düzenin) kuralları içinde talimat yetkisi sadece Allah’tadır. Peygamber veya herhangi bir insanın din (düzen) adına kural koymak için talimat verme yetkisi yoktur. Allah’ın elçisi peygamber Allah’ın talimatlarını, talimatlarından oluşan dinini (düzenini) uygulayarak örneklik yaparken aynı zamanda tebliğle (insanlara açıklamakla) görevlendirilmiştir.
Geçmişte Müslüman hukukçular (fıkıhçılar), dini hükümlerin kaynağı, Vahiy, Sünnet, kıyas, İcma demişlerse de, İslam’da talimat yetkisi Allah’a aittir. Zaten sünnet, kıyas, icma talimatların uygulanış biçimindeki metodik kurallar olarak karşımıza çıkar. Ancak bazı Müslümanlar klasik fıkıhtaki (hukuktaki) sünnet, kıyas, icma tabirlerinden, talimat yetkisinin, resulde, içtihat yapan müçtehitte, fikirlerinde mutabık kalan (icma eden) hukukçular da olduğunu zannederler. Asılda böyle değildir.
Asılda, Allah’ın talimatlarının uygulanışı olan sünnet, uygulama biçimlerinin belirlenmesinde esastır. Dolayısıyla Allah’ın herhangi bir talimatını hüküm halinde uygulamaya geçirirken sünnete (peygamberin yaptığına) uymak, peygamberin talimatına değil, Allah’ın talimatına uymaktır.
Kıyas ise, yeni bir hüküm koymak değil, var olan Allah’ın hükmünün kapsam olarak belirlenmesi, peygamber devrinde olmayan zamanla ortaya çıkan bazı hususların, peygamber zamanındaki olaylara benzerliğinden giderek, var olan hükme dâhil etmektir. Mesela şarabın Allah tarafından haram sayılmasından giderek, şarap gibi, sarhoş eden, insan aklını gideren, rakının, viskinin, biranın, tekilanın, romun, cinin de haram hükmüne dâhil edilmesi kıyas metoduyladır. Sayılan bu içkilerin haram hükmüne dâhil etmek, yeni bir hüküm vermek değil, var olan içki haramdır hükmüne dâhil etmektir. Dolayısıyla, kıyas bir bakıma, Allah’ın talimatlarını lâfzen, yani hükmün görünen yüzünden değil, içerik ve anlam açısından amacına ulaşmaktır.
İcma ise Müslüman hukukçuların, Allah’ın vahiylerinden anladıklarında birleşmeleridir. Böyle bir durumun Müslüman hukukçuların Allah’ın talimatlarından ortaya çıkan hükümlerde buluşması icma olarak algılanır. Onun için Müslüman hukukçuların birleştiği hükümler, birleşmediği hükümlerden daha önemli sayılmıştır.
İçtihat; hakkında Allah tarafından açık hükümlerin gönderilmediği konularda, emir sahiplerinin ortaya koyduğu hükümlerdir. Kıyas, İcma gibi konular içtihadın kapsamına girerler. Kıyas yoluyla içtihat etmek… İçtihatlarda birleşerek icmaya ulaşmak içtihat kapsamındadır. Kıyas yoluyla içtihadın dışında, yeniden hüküm koymakta içtihattır. Allah, Müslüman’ın konumu nerede olursa olsun, birey, devlette görevli, yönetici fark etmez, ortaya çıkan sorunlarla ilgili ayetlerde hüküm yoksa içtihat ederek hükmetme hakkına sahiptir.
Ancak Müslümanların tarihinde Müslüman bilim adamlarının görüşlerine de içtihat denmiştir. Müslüman bilim adamlarının ayetlerde hükmü olmayan konularda içtihat etmesi, düzen açısından önemli değildir. Belki düzeni yöneten emir sahipleri, bilim adamlarının içtihatlarına istişare açısından dikkat edebilir. Allah nisa suresinin 59. Ayetiyle emrettiği emir sahiplerine uyun ifadesindeki emir sahiplerinin içtihatları, İslam dininde (düzeninde) geçerlidir. Diğerleri emir sahiplerinin istişaresi için fikir jimnastiğidir. Ne yazık ki, Müslümanların tarihinde hep böyle olmamış, emir sahipleri dünyevileştikçe, yani laikleştikçe, bilim adamlarının içtihatları öne çıkmıştır. Bugün bilim adamlarının içtihatlarıyla oluşan mezhepler, İslam dininin hükümlerinin de önüne geçmiştir. Bugünse İslam dini, ancak bir mezheple tanınmaktadır. Hâlbuki mezheplerin uğraştığı konular, Allah’ın hüküm göndermediği konulardır. Onlar Allah’ın helal, haram, farz koymadığı konularda hükümlerini belirtmişlerdir. Onların hükümlerinin Allah’ın diniyle hiçbir ilgisi yoktur. Müçtehitlerin içtihatlarını dinden saymak, içtihat eşittir ayet demek anlamına gelir ki, Allah korusun bu çok tehlikeli bir düşüncedir.
İçtihatlar bazen, Allah’ın ayetleri içindeki müteşabih, yani birden fazla hüküm çıkabilecek ayetler üzerinde olur. Emir sahipleri, bireysel, toplumsal konuları düzenleyen konulardaki müteşabih ayetlerden çıkarılan hükümlerden birini içtihat ederek yasalaştırır. Emir sahibinin yasalaştırdığı hüküm geçicidir. Emir sahipleri hükmü iptal etmedikçe veya değiştirmedikçe hüküm Müslümanları bağlar.
Herhangi bir konuda devletin içtihadı varsa, kişilerin içtihat etmesi yanlıştır. Zira devletin içtihadı yasalaştığı için, Müslümanların hepsi yasaya uymak zorundadır. İçlerinden bazılarının, bu konuda benim de içtihadım var diyerek, emir sahiplerine aykırı davranması isyan sayılır.
Müteşabih ayetlerin anlamlarından birini tercih eden içtihatlar, Allah’ın emirlerini anlama gayreti sayılarak, hükmün kaynağı Allah, yorumlayan insan olduğu için, insanların yorumları ayetin kesin hükmü sayılmaz. Kesin hüküm olmayan bu tür içtihatlarda geçicidir. Değiştirilinceye veya iptal edilinceye kadar hükmünü yürütür.
Müslümanlar var olduğu müddetçe, Müslümanlar, Müslüman bilim adamları veya Müslümanların emir sahipleri, ortaya çıkan sorunlar hakkında Allah’tan bir hüküm yoksa, içtihat etmeye devam edeceklerdir. Müslümanlara bu görevi Allah “akıl edin, muhakeme edin, fıkh edin” ayetiyle vermiştir. Her ne kadar bazı mezhep bilginleri geçmişte içtihat kapısı kapandı demişlerse de, bu hüküm Allah’ın ayetine karşı verildiği için, hem suç, hem geçersizdir.
2. MÜKELLEF (GÖREVLİ / YETKİLİ / SORUMLU)
Düzenlerin kuralları, bu kuralları yerine getirecek insanlar için konulur. Hiçbir zaman mükellef olmayacaklara, kurallar konmaz. Yani bir kural varsa, kuralın karşısında kuralı uygulayacak bir yetkili, görevli, sorumlu var demektir. İslam dininde mükellefiyet konusu, dinin temelidir. Allah diniyle mükellef kıldığı insanlara, dinini açıklamak, anlatmak, hayatta uygulayıp örnek olması için aralarından elçi seçtiği elçi vasıtasıyla hükümlerini göndermiştir. Dininin (düzeninin) kurallarının insan tabiatına, gücüne uygun olduğunu vurgulamak için, resuller insanlardan seçilmiştir. Allah bu özü ayetlerinde belirtmektedir. Bu nedenle dinin hükümlerinin uygulanmasında rüşt sahibi olmak esas alınmıştır. Rüştünü ispat etmemiş ve aklı olmayanlara din mükellefiyet yüklemez. Tabi ki dinin kurallarından mükellef olabilmek için en başta, dine inanmış olmak, Allah ile bu konuda akit (biat) yapmış olmak gerekir. Bu akit (biat) dinin temel kuralı olan kelime-i tevhittir. Yani Allah’tan başka hiçbir emredicinin emir ve otoritesine boyun eğmeyeceğine dair söz vermektir. Bu sözleşmeyi (biat-ı) yapmayan insan dinin kurallarından sorumlu tutulmayıp, Allah’ı kabul ve dinine girmekle Allah tarafından sorumlu tutulur. Dini terimlerden olan kâfir sıfatı, Allah’ın emir ve otoritesini ret edip, dinine uymayı temelde kabul etmeyenler için kullanılır. Kâfirler dinin kurallarından sorumlu değillerdir. Allah onları, Allah’a ve dinine inanmadıklarından sorumlu tutar. Bu inanmama, ister Allah’ı yok sayma, isterse var sayıp emir ve otoritesine boyun eğmeme olarak teşekkül etsin fark etmez.
Mükellefler bazı kısımlara ayrılır. Bunlar; fert, cemaat, otoritedir.
a. Fert: İster kadın, ister erkek olsun, tek başına, kuralların üzerine görev yüklediği insandır. İslam’a göre, bazı kurallar kadın ve erkek için bir olmasına karşın, bazı kurallarda, erkek ve kadınlara ayrı hükümler bildirilmiştir.
b. Cemaat: Müslümanların oluşturdukları toplumdur. Müslümanlar çoğalarak ferdin gücünün üstüne çıkıp, cemaat (birlik) olmanın gücüne ulaşır. O zaman dinin kurallarından bazıları da, ferdin gücünü aşan kurallar olarak, cemaatin mükellefiyeti haline gelir. Müslümanların oluşturdukları cemaatler de güç konusunda farklılıklar gösterir. Cemaatin gücüne göre ayırımını, iki temel esas üzerinden incelemek gerekir.
Birincisi; bulunduğu yere fikren ve fiilen hâkimiyetini kuramamış, gücü hâkimiyet gücüne ulaşamamış cemaat ki, buna otoritesini teşekkül ettiremeyen, otoriter olmayan cemaat denir.
İkincisi; yaşadığı yere fikren ve fiilen hâkimiyet kurmuş, gücü devlet olabilme gücüne ulaşmış cemaat ki, buna otoritesini teşekkül ettirmiş, otoriter cemaat denir.
Bir cemaatin yaşadığı yere fikren hâkim olması, orada başka düşüncelerin onlara göre topluma fikrini kabul ettirememesidir. Mesela Müslümanlar bir beldeye fikren hâkimse, İslam dışındaki hiçbir fikir orada topluma egemen olamaz.
Bir cemaatin yaşadığı yere fiilen hâkim olması, orada başka düşünce sahiplerinin, Müslümanlara rağmen bir eylem gerçekleştirememesidir. Toplum Müslümanların görüşlerine, davranışlarına aykırı davranamaz. Her ne yapacaklarsa Müslümanlar ne düşünür, nasıl karşılık verir sorgusuyla karşı karşıya kalırlar. Bütün hareketlerini Müslümanlara göre ayarlamaya çalışırlar. İşte böyle bir durumun doğması, Müslümanların orada fiilen hâkim olduklarını gösterir.
Bir cemaatin (toplumun) bulunduğu yere fikren, fiilen hâkim olmayışı ile hâkim oluşu arasında büyük farklar vardır. Farklara dayalı olarak Müslümanların mükellefiyetleri değişir. Otoriter olmayan cemaat inandığı düzenin tüm kurallarını uygulayabilme imkânına sahip değilken, otoriter cemaat inandığı dinin (düzenin) kurallarını rahatça uygulayabilir. Bu nedenle her iki cemaat yapısının, üstleneceği görevler, yetkiler, sorumluluklar da tamamen farklı olacaktır. Otoriter olmayan bir cemaatin, otoriter cemaatin görevlerini yapabilmesi, yetkilerini kullanabilmesi mümkün olmayacaktır. Otoriter olmayan cemaat ancak, otoriter hale geldiğinde, otoriter cemaatin görevleriyle sorumlu tutulacaktır. Diğer taraftan, otoriter olmayan cemaat, otoriter cemaatin yetkilerini kullanmaya kalktığında, yetkilerinin dışına çıkmış olacaklardır. Dinin; otoriter olan, otoriter olmayan cemaatlere ayrı mükellefiyet yüklemesi, insanın, insanların, toplumların fıtratına (yasasına) uygunluk esasıdır. İslam, bireye, toplumlara yüklediği sorumluluklarda adaleti esas alarak, bireyin, toplumların doğal yasasını esas alarak, doğallığı öne çıkarır. Adaleti esas alan İslam’ın elbette ki, bireyin, toplumların güç yapılarına göre hükümlerinden sorumlu tutacağı muhakkaktır.
c. Otorite:
Siyaset sosyolojisinde otorite, bulunduğu yere (bölgeye) fikren, fiilen hâkim olan toplumların ortaya koyacakları, emretme, yönetme gücüdür. Buna modern düşüncede devlet denir. Devletin oluşması, devleti oluşturacak otoriter toplumun (cemaatin) olmasına bağlıdır. Bu nedenle bulunduğu yere fikren, fiilen hâkim olamamış, otoriter olamayan toplumların (cemaatlerin) otoritelerini ortaya koyabilmeleri mümkün değildir. Zira toplumda otoriterlik olmayınca, onun otoritesinden söz edilemez.
İslam otoritesini, Allah’ın ayetlerindeki “aranızda iyilikle emredecek, kötülüklerden nehyedecek bir ümmet bulunsun”, veya “Allah’a itaat ediniz, resule itaat ediniz, aranızdan seçtiğiniz emir sahiplerine itaat ediniz” talimatlarıyla belirtmektedir. Ayetlerin özünden çıkan anlama göre otorite, Müslümanların yönetimini üstlenerek, dinin kurallarına göre yöneten güç demektir. Bu gücü, otoriter hale gelen toplum (cemaat) ortaya çıkarır. Otoriter olmayan toplumun (cemaatin), bu gücü ortaya çıkarabilmesi, hem dinin emirlerine, hem resulün otorite haline gelmesine ilişkin olaylara, hem de akla aykırı olacaktır. Günümüzde toplumsal otoriteye sahip olmayan Müslümanlardan bazıları, sürgünde devlet kuruyorlar. Sürgünde devlet temsili bir devlet olmaktan öteye geçemez. Hele bazı Müslümanların otoriter olmadıkları bir toplumda, otoritelerini belirlemeleri, bu yönde biat toplamaları, olmayan bir gücün ortaya çıkarılışı olarak, dinle alay etmek sonucu doğurur. Zira gücü olmayan otorite, dinin emirlerini uygulayamayarak alay konusu olur. Ortaya çıkaranlar bile otoriteyi takmaz hale gelir.
Dinin kuralları dikkate alındığında, mükellefler bölümünde incelediğimiz, fert, otoriter olmayan, otoriter olan cemaat, otorite birbirlerinden ayrı olarak, görevler, yetkiler, sorumluluklar yüklenir. Temelde hiçbir bölüm diğerinin görevini, yetkisini, sorumluluğunu yüklenemez. Zira görev, yetki, sorumluluk, bölümlerin güçleri orantısında emredilmiştir. Eğer Müslüman dinin bu temel esprisini kavrayamaz ise, dinin kendine yüklemediği görevleri yapmaya, yetkileri kullanmaya, sorumluluklar yüklenmeye kalkar ki, bu durum o Müslüman’ın veya Müslümanların hem dini anlamadıklarını, hem de kurallarına uygun yaşamadıklarını gösterir. Zaten bir düzene (dine) taraftar olan insanların dinlerinin kendilerine tanıdığı görevleri, yetkileri, sorumlulukları bilmez, bilmediği için birbirine karıştırırsa, düzen bozulur. Böylece dinin hayatta uygulanması engellenir. Bunun nedeni, görevlerinin, yetkilerinin, sorumluluklarının bilincinde olmayanlar, dini hayata hâkim kılamazlar. Ne yazık ki, Müslümanlar çeşitli sebeplerle, böyle bir tehlikenin içine düşmüşlerdir. Müslümanların bugünkü görünümleri, İslam’ı hayata hakim kılmaktan uzaktır.
3. MEKÂN (YER)
Hâkimiyet esası, dar (ülke) kavramı ile yakından ilgilidir. Müslümanların hâkimiyet kurdukları yerler ile hâkimiyet kuramayıp başka bir hâkimiyet altında yaşadıkları yerlerde, İslam’ın mükelleflere yüklediği görevler farklıdır. Ancak, dinin her kuralı, Müslümanların hâkim oldukları yerler itibariyle dikkate alınmayıp, ister Müslümanlar hâkimiyetini oluştursun, ister oluşturmasın dinin bazı hükümlerini uygulamak zorundadırlar.
Hükümlerin uygulanacağı mekânları şu şekilde özetleyebiliriz.
a. Müslümanların devletinde uygulanacak yasalar. Savaş, barış, ganimet, zekat, ceza hukuku gibi…
b. Her yerde uygulanacak yasalar. Ahlaki kurallar, namaz, oruç, infak, içki içmemek, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek gibi…
c. Belirli mekânlarda uygulanacak yasalar… Hac gibi...
4. ZAMAN (VAKİT)
Dini oluşturan tüm kurallar, elbette ki birbirine girmiş, karmakarışık biçimde uygulanacak değildir. Kurallar, belli bir zaman (vakit) içinde uygulamaya konulur. Uygulama vakti gelen kurallar uygulanır. Namazın belirli vakitler içinde kılınması, orucun belli bir ayda tutulması, hacca belirli bir zamanda gidilmesi gibi.
Zaman konusunu birkaç açıdan inceleyebiliriz.
a. Bir vaktin girmesiyle uygulanacak yasalar. Namazın, orucun, haccın vaktinin girmesi gibi…
b. Belirli bir olayın olmasıyla uygulanacak yasalar… Hırsızlığın, evliliğin, zinanın, ölümün, savaşın olması gibi…
c. Her zaman uygulanacak yasalar… Yalan söylememek, iftira atmamak, zina etmemek, gıybet yapmamak, infak etmek, iyiliği emredip kötülükten nehyetmek gibi…
d. Dinin (düzenin) kuralları, vakit açısından iki bölümde incelenir. Birincisi; vaktin girmesi ile mükellefiyetin başlaması. İkincisi; herhangi bir olayın olması ile vaktin girmesidir. Birincisine, namaz, oruç, hac ve benzeri kurallar. İkincisine ise, cezai hükümler, nikâh, boşanma, miras hükümleri ve benzeri hükümler örnek verilebilir.
5. HÜKÜMLERİN UYGULAMA KURALLARI
Hükümler, uygulanabilirlik ölçüsünde geçerli olacaktır. Hükümlerin uygulanamaz oluşuna, felsefede ütopya denir. Yani biz herhangi bir hükmü düşünebiliriz. Ancak hükmü hayatta pratik hale getiremiyorsak, hüküm bir şey ifade etmeyecektir. Allah resullerini insanlar içinden seçme nedenini bu açıdan ele alıyor. Mekkeli putperestler, “bize meleklerden bir peygamber gönderilseydi ya” diye, Hz. Muhammed’in (sa) peygamber seçilmesine itirazlarına karşılık, Allah “yeryüzünde insanlara peygamber gönderilmiştir. Eğer yeryüzünde dolaşan melekler olsaydı” diye cevap vermektedir. Bir başka ayette “eğer size meleklerden peygamber gönderilseydi, biz insanız onunla gönderilen hükümleri nasıl uygulayalım derdiniz” anlamına gelen açıklamalar vardır. Allah’ın resulü insan olarak, peygamber seçildiğinden itibaren aynı zamanda “Müslümanların ilki olarak” olmakla emredilmiştir. Hz. Muhammed (sa), birinci planda insandır, ikinci planda resuldür, üçüncü planda Müslüman’dır. Yani Hz. Muhammed’in (sa) üzerinde üç vasıf bulunmaktadır. İnsan olarak yeryüzünde yaşamakta… Resul olarak Allah’tan gelen ayetleri insanlara tebliğ etmekte… Müslüman olarak Allah’ın gönderdiği hükümleri hayatında uygulamaktadır. Allah Hz. Muhammed’i (sa) bu üç vasfıyla bize tanıtır. Eğer Allah’ın resulü, insan olarak peygamberlikle görevlendirildiğinden itibaren, Allah bana bunları insanlara tebliğ etmekle görevlendirdi. İnanmayı ise insanın tercihine bıraktı. Bende bir insan olarak inanmama tercihimi kullandım. Diyerek elçiliğe başlasaydı, Allah’ın insanlara gönderdiği hükümlerin uygulanması havada kalırdı. Zira hükümlerin uygulanmasında bir örneklik olmazdı. O nedenle, resul “Müslümanların ilki olarak” Allah’ın ayetlerini yeryüzünde örnekleyendir. Hz. Muhammed (sa), Allah’ın ayetlerini elçilik sıfatıyla tebliğ eder. Mümin insan sıfatıyla da hayatta uygulayarak örneklik yapar.
Günümüz yasalarında da, hükümlerin uygulanması için, yönetmelikler, genelgeler çıkarılır. Bugün bütün devletlerin yasaları, uygulama safhasında, görevlileri, yetkilileri, sorumluları belirler. Aynı zamanda hükümlerin uygulanmasıyla ilgili olarak, tüzükler, yönetmelikler, genelgeler yayınlanır. Mesela, ticari faaliyet gösterenler, satışlarına KDV uygular. Hüküm yasayla konmuştur. KDV yasası nasıl uygulanacak? Hangi oranlar uygulanacak? Kimler, nasıl uygulayacak? Kimler nasıl sorumlu olacak? Hangi ürünler KDV’ye tabi olacak? Bütün bunlar, ayrıntılarıyla yasada belirtilmemişse, uygulamanın ayrıntıları yönetmeliklerle, genelgelerle belirlenir. Hükmün uygulanmasına yönelik ilan edilen yönetmeliklere, genelgelere uyulmazsa hüküm uygulanmamış olur.
Hz. Muhammed (sa), resul olarak ayetleri insanlara tebliğ ederken, açıklarken, Mümin insan olarak emredilen bütün hükümleri hayatında uygulamıştır. Resulün uygulamaları, hükümlerin uygulamasına sadece örneklik teşkil etmez. Zira resul ayetleri hayatında uygularken, hükmün pratiğini hayata yansıtmıştır. Resulün hayatına yansıttığı Allah’ın hükümleri, Allah tarafından emredilen hükümlerin uygulama biçimi olarak algılanması gerekir. Allah bunu ayetlerinde, “biz sana kitabı ve hikmeti indirdik” diye belirtmektedir. Hikmet, bir sözün, bir yasanın, anlamına yönelik açılım, uygulama biçimidir. Resulün ayetleri anlama, uygulama biçimine aykırı Allah’tan herhangi bir hüküm gelmemiş ise, hükmün emriyle birlikte, hikmeti de emredilmiş demektir. Resul Allah’ın hükümleri bildirilen hikmete, yani anlayışa, pratiğe göre uygulamıştır. Mesela; Allah salâtı ikame et (namaz kıl) emrini verdiğinde, resul mümin olarak namazı kılmıştır. Resulün namazı kılış biçimiyle ilgili bilgiler tarihten bize gelmiştir.
Klasik fıkıh terminolojisinde RÜKÜN olarak ifade edilen hükümler, Allah’ın hükmettiği emirlerin uygulama biçimidir. Hükümlerin nasıl uygulanacağının açıklanmasına, uygulanmasına yönelik bütün bilgiler SÜNNET olarak ifade edilir. Sünnet kapsamına giren bazı konuların uygulanma ayrıntıları ayetlerde belirtilirken, bazıları hikmet belirtilerek resulün uygulamasında görülmektedir.
SÜNNET; kelime anlamı olarak, adet, örf, gelenek olarak tarif edilirken, Müslümanların fıkıh terminolojisinde, Allah resulünden gelen, söz, fiil ve takrirler olarak ele alınmaktadır. Neyin sözleri, fiilleri, takrirleridir? Sorgusunda, Allah resulünden gelen ayetlere ilişkin açıklamalar, uygulamalar, sorulan sorulara verilen sessiz cevaplardır.
Şeriatın kaynağı, kitap, sünnet, icma, kıyas diyenlerin açıklamaları bazen doğru bazen yanlış yapılmaktadır.
Doğru anlatım, şeriatın hüküm kaynağı Allah’tır. Allah’ın hükümleri resulün sünnetiyle örneklendirilir. İcma, içtihada giren konularda Müslümanların birliğidir. Kıyas, hükmü var olan konularda, hükme giren olayların değişkenliği karşısında değişen olayı hükme bağlamaktır.
Yanlış anlatım, şeriatın hüküm kaynağı, Allah’tır, resuldür, icmadır, kıyastır, içtihattır. Bu anlatımla, resulden gelen bilgiler, insanların fikir birliği, kıyasen verilen hükümler, ayetlerin olmadığı konularda yapılan içtihatlar, Allah’ın ayetleriyle eşitlenmiştir. Bu anlatım insanı şirke düşürür.
Konuyu anlamak için yasal hükümlerin uygulanmasını düşünelim. Devlet yasa çıkardı. Herkes kendine göre yasayı uygulamaya kalkıyor. Böyle bir durum yasa çıkarmanın ruhuna uygun mudur? Örnekte verdiğimiz KDV yasasını düşünelim. KDV yasasıyla ilgili yönetmelikler, genelgeler çıkarılarak uygulamaya yönelik hükümler konmadı. Herkes kafasına göre KDV yasasını uyguluyor. Böyle bir şey olabilir mi? Hiçbir akıl sahibi böyle bir şeyi olabileceğini söylemez. Sadece akıl sahipleri mi? Hukukçular, siyasetçiler, fikir adamları, yasaların herkes tarafından istediği gibi uygulanmasını asla kabul etmezler. Neden? Çünkü yasayla hüküm belirlemek, toplumda birliği sağlamaktır. Toplumda birliği sağlamayacak yasal hükümlerin hiçbir anlamı yoktur.
Aynı konuyu Allah’ın hükümleri için düşünelim. Allah’ın gönderdiği hükümleri, her Müslüman kendi keyfine göre uygulayabilir mi? Allah’ın ayetlerini göndermekteki kastı, gerçekleri açıklamak, insanları adalete davet etmek, insanları birliğe, barışa, huzura çağırmak değil midir? Tevhit yani birlik esası içinde oluşan Allah’ın dininin hükümlerinin uygulamasında tevhit, yani birlik olmayacak mı? Eğer Allah’ın hükümlerinin uygulamasını herkes kendi anlayışına, keyfine göre uygularsa tevhit, adalet, barış gerçekleşir mi? Elbette bu sorulara evet diyemeyiz. İnsanların çıkardığı yasalar için bile, uygulama kuralları, yani genelgeler, yönetmelikler, tüzükler düzenlenirken, Allah’ın insanları birliğe, barışa, huzura, adalete ulaştıracak emirleri için niçin uygulama kuraları belirtilmesin? Niçin insanlar kendi keyiflerine göre Allah’ın hükümlerini hayatlarına uygulasınlar?
Her yasanın uygulama şekli olmak zorundadır. Uygulama şekli olmayan yasalar ütopya olarak kabul edilir. Eğer bir yasanın uygulama biçimi, şekli ortaya konulamıyorsa, yasa insanın, toplumun doğasına uygun değildir. Allah bütün hükümlerini insanın, insanlığın fıtratına (doğasına) uygun emretmiştir. Bu nedenle, insanlar arasından resul seçerek… İnsanlara insan aracılığıyla hükümlerini göndererek… Resulüne anlaşılmayan konuları açıklattırarak… Aynı zamanda uygulattırarak… İnsan doğasına uygun hükümleriyle yeryüzünde adaletini gerçekleştirmiştir.
FIKIH, yani HUKUK, yasal hükümlerin yanında, hükümlerin uygulanmasıyla ilgili pratiğin de yasa içinde belirtilmesidir. Günümüz terminolojinde, KANUN, YÖNETMELİK, GENELGE, TÜZÜK, yasal düzenlemeleri kapsayan ifadelerdir.
Müslümanların hukuk terminolojisinde de, Allah’ın hükümlerinin yasası, FARZ, HARAM, HELAL olarak belirlenirken, hükümlerin uygulanması, RÜKÜNLER (yani, hükmün yönetmeliği, genelgesi, tüzüğü) olarak ortaya çıkar. İlmihal kitapları daha çok RÜKÜNLER üzerine yoğunlaşır. MEZHEP ekollerinin yoğunlaştığı alan, Allah’ın emirlerinin hayata yansıma biçimini belirleme, yani hükümlerin RÜKÜNLERİNİN belirlemesidir. Mezhebi, mezhepleri, yanlış değerlendirmelerin ötesinde kavradığımızda, uğraştıkları alanın gerçekten önemli olduğunu anlarız. Ancak, mezhep, mezhepleşme konuları, her şeyin saptırıldığı gibi saptırılmış, mezhep bilginlerinin içtihatları Allah’ın dininin yerine geçmiştir. Halbuki, emirlerin uygulama kuralları, mezheplerin içtihatlarına göre değil, resulün örnekliğine göre olmalıdır. İçtihatlar hiçbir zaman ne dinin asılıdır, ne de talisidir. Sadece emir sahiplerinin içtihatları, Müslümanları bağlayan yasalardır. Emir sahipleri yoksa, içtihatlarla verilen hükümlerin yasallığı yoktur. İçtihatların Müslümanlar açısından değeri, fikir istişarelerinde değerlendirilecek önemli insani bilgilerdir.
Geçmişte, İslam’a ait yasaların uygulanma şekli resulün sünnetinden tespit edilecekken, ne yazık ki sünnetten ziyade, mezhep imamlarının, içtihatlarıyla, fetvalarıyla tespit edilmiştir.
GÖREV, YETKİ, SORUMLULUK konusu, Müslümanlar için önemlidir. Müslümanların konumu ister Mekke’ye, ister Medine’ye benzesin. Müslümanlar dinin hükümlerinin oluşmasına yönelik beş temel kuralı öğrendiklerinde konuyu çözerler. Müslümanlar Mekke’de veya Medine’de gelen hükümlerin hangisiyle içinde bulunduğu şartlarda, görevli, yetkili, sorumluğu olduğunu anlaması için, her hükmün uygulanmasına yönelik şu altı soruyu sorması gerekir.
1. Allah adına bir şey yapacağız. Allah’tan bir talimat, yani hüküm, emir var mı?
2. Allah’tan talimat varsa, bu talimatla görevlendirilen kim? Fert mi? Fertlerden kadın mı, erkek mi? Toplum mu? Toplumsa, otoriter olmayan toplum mu? Yoksa otoriter toplum mu? Toplumun yöneticisi veya yöneticileri mi?
3. Hüküm nerede uygulanacak? Belirlenmiş bir yer var mı? Yoksa her yerde mi? Müslümanların devletinin varlığı, yokluğu hükmün uygulanmasını etkiliyor mu?
4. Belirtilen bir zaman var mı? Emrin uygulanmasına yönelik vakitler belirtilmiş mi? Yoksa her vakit uygulanabilir mi?
5. Hükümlerin uygulanması herhangi bir olayın olmasına bağlı mı, değil mi?
6. Hükümlerin uygulanmasına yönelik biçimsel emirler var mı? Yoksa Müslümanlar hükümleri uygularken sınırsız özgürlüğe mi sahipler? İstedikleri gibi hükümleri uygulayabilirler mi?
Eğer bu sorularla doğru cevaplar verebilirsek, her hükmün uygulanmasıyla ilgili doğru kararlar vermiş oluruz. Aksi halde hükümlerin uygulanması birbirine girer. Görevler, yetkiler, sorumluluklar karışır.
Bugünkü Müslümanlar ile resul ve arkadaşlarının arasında büyük farklar vardır. Özellikle, Kur’an-ın 23 yıllık zaman içinde parçalar halinde indirilmesiyle o günkü Müslümanların dinin kurallarını yaşaması bize göre daha kolay. O gün Müslümanların başında resul vardı. Ayetler peyderpey geliyordu. Müslümanlar anlamadıkları ayetleri gidip resule soruyorlardı. Nasıl uygulanacağını resulden öğreniyorlardı. Bugün Kur’an-ın tamamı elimizde, dinin hükümlerinin hepsi karşımızda. O günse, Müslümanların gücüne, şartlarına, bulundukları yere, yaşayıp geldikleri olayların akışına göre hükümler geliyordu. Onun için o günün Müslümanları, hangi emri, hangi yerde, ne zaman, hangi şartta uygulayacağız diye bir problem yaşamıyorlardı. Gelen emirler, şartına, yerine, zamanına uygu geliyor. Onlarda uyuyorlardı. Fakat bugün biz Müslümanların işi basit değil. Bugün mesele hem çapraşık, hem de Müslümanlar bilinçli değil. Bu nedenle, dinin emirleri karmaşık olarak hayatımıza giriyor. Görevler, yetkiler sorumluluklar birbirine karıştırılıyor. Netice de bugünkü Müslümanlar, görevi, yetkiyi, sorumluluğu çözemeyip, görevli olmadığı, yetkisi bulunmadığı, sorumlu tutulmadığı konularda kendilerini, görevli, yetkili, sorumlu görüyorlar. Böyle olunca, asıl görevlerini, yetkilerini, sorumluluklarını unutuyorlar. Asıl yapması gerekenleri yapmıyorlar. Durum böyle olunca, dinin doğal akışı içinde, insanların hayatlarına hâkim olması da söz konusu olmuyor.
Konu önemlidir. Bu nedenle Müslümanların konu üzerine kafa yormaları gerekir. İlk zamanlar fıkıh ekolleri, aralarında farklar olsa da, sözünü ettiğimiz kuralları içinde barındıracak sorular çerçevesinde açıklamalarını yapmışlardır. Ancak yapılan açıklamalar ilk zamanlar, ayetlere, sünnete yönelikken, sonraki yıllar özünden saparak, içtihatlar, fetvalar öne çıkmıştır.
Günümüzde Müslümanlar yukarı-da sözünü ettiğimiz altı soruyu sorarak doğru kararlara varmalıdır. Bunu yaparken elinden geldiğince mezhep ekollerinin metotlarını, düşüncelerini edinmeleri, kendilerini güçlendirecektir. Çünkü Müslüman kendini bilgi açısından güçlendirmek için gerekeni yapmak zorundadır. Müslüman’ın ilim açısından ucuza kaçması, Müslümanlığına yakışmaz.
Yukarıda verdiğimiz beş soruyla Müslümanlar,
1. Emredilen kuralların, uygulamaya sokulabilmesi için gerekli olacak şartları, kuralları uygulayacaklar açısından ele almayı…
2. Talimatların uygulanabilmesi için, beş konuda incelediğimiz hususlardan hangilerine ihtiyaç gösterdiğini araştırmayı…
Başarırlar. İki yolda aynı şeydir. Birisi tümevarım, diğeri tümdengelim esasına göre sorgulama yöntemidir.
Birincisinde, Allah’ın hükümlerini şunlar uygular, şu şekilde uygular hükmünden giderek, hükümlerin delillerine ulaşılır.
İkincisinde ise, Allah’ın hükmü esas alınarak, hükmün uygulanmasında, görevli, zaman, mekân, olay, bu uygulama biçimleri sorgulanır.
Bu iki yaklaşımdan hareket ederek, herhangi bir talimatın, yani Allah’ın emrinin uygulamasında, görevimizin, yetkimizin, sorumluluğumuz bulunup bulunulmadığının tespiti yapılabilir. Örneğin, namaz kılma talimatında, namaz kılmakla görevli olan ferdin gücü içindedir. Cemaate ihtiyaç göstermemektedir. Ülkenin darı İslam olup olmaması namaz hükmünü ilgilendirmemektedir. Otoritenin varlığı yokluğu ilgilendirmemektedir. Öyleyse, fertler bu talimatı Mekke, Medine demeden uygularlar. Dinin cezai kuralarını uygulamada ise, suçu işleyen fert vardır. Ancak suçlu olduğuna hükmedecek otorite yoktur. Suçlunun cezasını infaz edecek güç yoktur. Öyleyse cezai hükümler uygulanabilir durumda değildir. Müslümanlar otoriter güç haline gelip otoritesini oluşturamamışlarsa, cezaları uygulayamaz. Hiçbir fert, tek başına, ben dinin emrettiği cezai kuraları uygularım diye kendi kendini görevlendiremez. Kendine yetki veremez. Kendini sorumlu tutamaz. Bugün Müslümanlar bulunduğu yere fikren, fiilen hâkim değildir. Bulunduğu yere fikren, filen hâkim olamayan Müslümanların otoriterliğinden, otoritesinden söz edilemez. Öyleyse otorite ve toplum ilişkilerine yönelik hükümler uygulanamaz.
Verilen örneklerdeki gibi dinin her kuralı, incelemeden geçirilerek, şartları, görevlileri, yetkili olanları dikkate alınarak, bugün hangi kural tatbik edilecektir bulunabilir. Böylece Müslümanlar bugün, dinin hangi kuralını uygulayabilme, yetkisine, görevine, sorumluluğuna sahip olacak güçte olduklarını kavrayarak, dini hayatlarına aktarabilirler. Görevi olmadığı halde kendini görevlendirenler. Yetkili olmadığı halde kendini yetkilendirenler. Sorumlu olmadığı halde kendini ve başkalarını sorumlu kılanlar. Allah’ın dini yerine kendilerine göre yeni bir din üretmişlerdir. Elbette Allah katında bu tür bir anlayışın, uygulamanın sorumluluğu büyük olacaktır. Zira bu tür bir gelişme, açıkça Allah’a, resulüne, dinine karşı çıkmaktır.
İslam dini anlayan, kavrayan, görevlerini, yetkilerini, sorumluluklarını bilenlerle yükselecektir. Ne mutlu İslam’ı anlayan, kavrayan, gereğince yaşayanlara….
….. devam edecek
YORUMLAR
Allah razi olsun Hocam...
Tüm düşünüpte bulamadıgım,çogu kes kendi kendimle saçmaladıgım ,düşünce bazımdaki her zorluga büyük ışık oldu bu yazınız.
Bilhassa konuşma babında anlatımınız sindire sindire beynime hıfz etti..
Defalarca teşekkür ederim.Yüreginize saglık..
Okuma tembelligimede ışık oldunuz.İyi ki sizi tanıdım,iyi ki varsınız kardeşcigim..
Kolaylıklar dilerim.