- 669 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
inhiraf
Bizi ölüme yakınlaştıran şey, namaz sureleriyle dolu bir gün. / Danke Sehr
münasebetsiz merak, cildi eksik arzu
Bir keresinde dua etmiyorum demişti. ‘Neden’ diye basit, kuralsız ve hızlı bir soru sormuştum. ‘Tanrı’ya dua ederken korkuyorum, beni yanlış anlayabilir’. Basit bir soruya karşı, ağır manası olan bir cevap almıştım. Kasım ayıydı. Bir şeyler yapacağım dedi. Hayatımı değiştireceğim dedi önce, sonra gözlerini kapatıp, elleriyle yüzünün üzerine etten duvar örmeyi becerebildi.
Şarkıcının adını bilmiyorum, ama bir şeyler mırıldanıyordu. Bir keresinde sordum, ‘ne diyorsun?’ Anlamıyordum çünkü, ‘es tut mir leid papa papa la pa…’ diyordu, ritmi hoşuma gidiyordu, dizlerim bu ritme uygun titreşimleri edeple devam ettiriyordu.
Bir daha sevecek misin?
Kendi içimde kaybolmuştum. Eski resimleri atmanın ne kadar ağır olduğunu bildiğim için, ahşap kokusu arıyordum. Verandasız apartmanların önünde yer yer çam ağaçları üçüncü katlara kadar uzanıyordu. Bana bir gün çocukluğundan bahsetmişti.
-Seni yağmurdan sonra bir kez düşünmek istiyorum derken, annemi hatırlıyorum. Sonra da düşünmüyorum.
-Bu kadar zor mu geliyor gerçekten anneyi düşünmek?
-Anneler gününün nasıl bir gün olduğunu hiç anlamadım. Zaten saçma. Daha saçmaydı benim için.
Bazen insanların zihnindeki düşünceler, dışarıdaki tehlikelerden daha sorunlu olabiliyorlar. Kırmızı ışıkta çevreyolunda karşıdan karşıya geçmeye benziyor sevmek. Çocukluğumdan beri hep aynı oldu. Ama ilk defa birisi bana hata yapıyorsun demedi. Elimden tuttu, benimle beraber karşıya geçmeye cesaret etti. Kırmızı ışık diye bir an dahi duraksamadı.
Onunla beraber her anım tövbe gibiydi. Ellerini açtığım zaman dua ediyor zannediyorsun. Bir keresinde sordum: Ne yapıyorsun? Kollarımı açıyorum, rahatlıyorum böyle yapınca. Dua da rahatlatır. ‘Bilmiyorum’ dedi. Ayakkabımın bağcığı bağlanmadan dışarı çıkmıştım ve önüme gelen topa vurmuştum. Çocuklar nereye bakacaklarını şaşırmışlardı. Bir tarafta ayakkabımın teki, bir tarafta top!
Bir daha ağlarsan… Bir daha… Hepi istiyoruz nedense. Her şeyinle benim ol diyoruz. İlk önce anneye, sonra büyüdükçe yakın dostlara, arkadaşlara, sevgililere… Kimse bizi tamamlamıyor.
Bana da öğretir misin?
‘Neyi’ dedi usulca. Dudağının kenarında ufak bir delik açılmıştı ve oradan hava alıyor gibiydi.
‘Yaşamayı önce, önce yaşamayı…’
‘Yaşamak benim için sigara kokan siyah deri bir monttan başka bir şey değildir.’ Mana veremedim. Kimse veremedi. Anlam vermek gerekmiyordu bazen. Bazen çok anlam yüklediğimizden dolayı uzaklaşıyorduk, uzak duruyorduk. Manası yoktu. Uzak olmamalıydık! Dünya bile vazgeçmiyordu kendisinden. Dönüp dolaştığı yer yine kendisiydi. Sonra çamaşır makinesi dönecekti.
Bir erkek bir kadını mutlu etmek istiyorsa, önce erkeklerin kalbini hoş etmeyi bilmeli. Önce de, ilk önce de kendi yüreğini. Kendisini mutlu edemeyen bir erkeğin sevgi adına tüm çabaları yıpratıcıdır. Kadınlar bu yüzden egoist erkekleri daha çok severler. Önce ‘of, burnu havada’ diye önsezilerden uzak genel bir yorum yaparlar, sonra tutkuyla ona bağlanırlar. Bu yüzden sanırım benim de hatalarım çok. Egoist olamadım.
‘Asla!’
-Ütü yapmıyorsun?
-Gerek var mı?
-Gömleğin çok hoş!
Sarılınca hafif terli vücuduyla sarabiliyordu. Bunu fark edebiliyorum. Tanımadığım insanlarla kırk yıllık ahbap gibi konuşabilmek daha çok yoruyor insanı. Mutlu oluyorsun, sonra büyük bir boşluk! Kimse seni takmıyor. Böyle zamanlarda tiksinmek için bir sebep aramaya da gerek kalmıyor. Pis denilen, aslıda arınılması gereken bir şey, atılması gereken bir şey! İlk defa bir insanın yüzüne baktığım zaman, kendimi anımsatacak bir şey bulmamıştım.
-Beni neden sevdin bu kadar?
-Bana benzemiyorsun.
-Sen dememiş miydin çok benziyorsun diye bana.
-Hayır, biz tamamen farklıyız. Aynı olmamız bu farklılıkları değiştirmiyor.
-Garipsin!
Garibim, dışlanmam için bir sebep mi bu? İmkân verseler oturup bir yerde, günlerce yazardım. Mutlu bir roman… Hiç görmediğim, tanımadığım insanları anlatacağım kısa öykülerden oluşan bir roman. Farklı, ama aynı olan!
Babama benziyordu bağırışı. İyi olmam için bağırıp, çağırabilirdi. Kırılabilecek her parça yerde tuz buz olabilirdi. Kısıtlanmamalıydı!
Bana bir kitap söyle dedim. Martıların bokundan, kedilerin miyavlamasından, kuşların şarkılar söylemesinden, itlerin ulumasından, insanların terli, kanlı sevişmelerinden, kadınların acı çekmelerinden, erkeklerin bir baltaya sap olma dertlerinden başka bir şey anlatacak bir kitap söyle dedim.
Bunu yapmak için gerekli hevesten ve de enerjiden çok uzaktım. Günün sıradan ağırlığı karşısında ezildiğimi hissediyordum. Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Herhalde bir şeyler yapabilirdim. Böyle düşünmek bile insanın kulağına hoş geliyordu. Kitap okumak istiyordum. Bir kitap söyleseydi, okuyabilirdim.
Pantolonum rahatsız ediyordu her zaman ki gibi. Baykuş dedi, ne baykuşu dedim. Sana kargalarla başlayan, baykuşlarla devam eden, kumrularla büyüyen, kartal heybetinde süregelecek, bir serçe gibi de gözyaşında ölecek aşk yaşatacağım. Ama bunun için kafesimden kurtulmalıydım.
Bütün kelebekler ışığa uçar. Aşka uçarken de raks ederler. Yanmak için raks eden divane miyiz yoksa?
Kelebekler hemen kurtuluyorlardı. Üç günlük dünya onlar içindi, bizim için bir cildi eksik yaşamı sunmuştu yaradan. Bir cildi eksik yaşıyorduk. Hep bitirmeye yakın, kaygılanıyorduk. Ya yoksa? Ya devam etmiyorsa bu hikâyenin sonu? Bunca duyuş, yanış, terk ediş, buluş, seziş, seviş, okşayış, kaçış, bulunuş, ediş, oluş, sızlanış, hoşlanış, kaygılanış, serzeniş… İkinci cildinin olup olmadığı kesin olarak bilinmeyen bir kitabın, devamı eksik kalacağından şüphe ederek hangi inançla ilk cildi okunabilirdi ki?
Son olarak çıplak olmayı neden bu kadar çok seviyorsun diye sordum. Saçlarını savurdu. İyi biliyordu muammayı. ‘Karşı kaldırımda ağlayacak yayalarız’ demişti bir keresinde. Çıplaktı. Saklamıyordu hiçbir şeyini. Önce düşüncelerini, gözlerini, ellerini, sonra her şeyini… Gülümse dedi, bu ‘son durak’, bundan sonrası muamma. Bilmiyorum.
Karşıda durup ağladığında da mı yoksa güldüğünde mi onu daha çok seviyordum? Ernest Hemingway’in ‘fırtına üç gün sürdü’ öyküsünü tekrar okuyor gibiydim. Birden ‘the man who was Thursday’ de ki polis oluyordum. Dedektif olarak tek araştırmak istediğim konu karşı kaldırımdaydı.
İkinci cilt kadar temiz olsaydım keşke! Bir hikâye, masal, tam olarak ifade edilmeyecek şeyler yapışıyordu dudaklarıma.
Peygamber son hutbesinde ashabına demişti ki, ‘ashabım, kendinize zulmetmeyin, kendinizin de sizin üzerinizde hakkı var.’ Bu hiç böyle olmayacaktı, tam olarak olmadı da. Diri bir gökyüzünden boşalan iri memeli taneler gibi soğuktu yağmur.
‘Bahar’ dedi, çabuk durur o yağmur.
İnandım ona, ıslansam da, dinecek umuduyla bekledim.
Saçlarından tarayacaktım. A n d o d r o m’duk. Her yol denenmeye müsaviydi. Çingene pembesi sözlerinden uzağa avuçlarıyla maviyi kapatıyordu. Dokunduğu her yer unutulacaktı. O da biliyordu. Yine ıslanmam hoşuna gidiyordu.
ilk cilt haşiyesi
Aslında sona ermeyeni bilmenin sevincidir edebiyatı manidar kılan. Kimseyi yermek istememiştim. Denedim, zaten yapamadım. En çok kendime küstüm ve gerektiğinde kendime düşman kesildim. Bahar geldi. Çevremdeki insanlar gülümsemeye başladı. Dertler bitmedi, gizlenmedi de, her şey apaçık ortadaydı. Ağır konuşan küçük başlı canlar tanıdım. Hep bir münzevi tarlasıydı insan dedikleri. Kitaplara sığındım. Kutsal kitaplara böldüm gözlerimdeki pigmentleri. Kuran haykırdı gerçeği -bu dünya oyun yerinden başka bir yer değildi- , diğer tahrif olunmuş kutsalların ahşap kokulu mabetlerindeki çıtaların arasında kalmış balları emmeye çalıştım. Olmadı. Sevdim sadece. Dünyayı sevmek değildi maksadım, sevemedim de. Ölümü daha lezzetli buldum, ancak kabahatli bir kul olunca korktum. Kabahatim kendimi terk etmemdi. Bundan kaçış yok diyen insanlara da inanmak zorunda kaldım. Hiçbir şey eskiye benzemedi, devrile devrile kendi benini var etti. Bu yüzden kader dahi aciz kaldı tarif edilmekten. Hesabı henüz yapmadım ama bir oyun mu yoksa mano mu göreceğim. Ama kendime sözüm var, derine inmekten vazgeçmeyeceğim.
Sevginizin sizi daima inhirafa götürmesi dileğiyle sevgili noktalama işaretleri...