- 808 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Kestaneci Yahya...
Beni tanımazsınız siz… Bilmezsiniz iki heceyi geçmeyen adımı, yük etmezsiniz dudaklarınıza… Hani olurda soğuk kış günlerinde içiniz üşür de sokağın başından alırsanız kestane kokusunu, ara sokakların birine dalmadan yürürseniz Kunduracılar boyunca, apartman girişlerinin birinin hemen önünde, kaldırımın bir kenarına kurulu olarak bulursunuz beni… Muzip bir bakışla karşılarsam sizi, hele kömür siyahı gözlerimle gülersem yüzünüze sakın şaşırmayın. Hep olmak istediğiniz kadar mutlu bulursanız beni ve merak ederseniz sırrımı, kir pas içindeki elbiselerime, ellerimin isine, yoksul görünümüme aldırmayın… Anlamlandırmayın alnıma satır satır çizilen hayat şiirini… Sadece küçük bir tebessüm verin bana ve kestanelerimden tadın…
Ben, Kestaneci Yahya… Çoğunuzun alışveriş poşetleriyle gezerken farkında bile olmadığı, boş bakışlarla çevreyi süzerken satır arasına gizlenen küçük bir imla hatası gibi atladığı, hayatı ev-iş arasında mekik dokumakla geçirenlerin sıradanlaştırdığı, ancak eski insanların hatıralarında hayat bulan silik bir adamım ben… Tüm gün boyunca emektar bir iskemlede oturup sizleri izlemekle geçiriyorum. Öyle çok değiştiniz ki… Sizi tanıyamıyorum…
Yine de doğan her gün yeni umutlarla bağlanıyorum bu şehre, size, sevdiğim binlerce insana… Gün ağarırken kestane ocağını yüklenip şehrin kenar mahallerinden birindeki derme çatma bir evin kapısından dışarıya, yağmur yitiği kaldırımlara süzülür, ışıklı caddelerin, yüksek binaların, çıplak sokakların bir köşesine kurulmak üzere yollara düşerim… İlk günaydını bıyığı henüz terleyen ter-ü taze müezzin bir gençten alır, yol üzerinde dükkânlarını henüz açmakta olan esnafa dağıtır, selamlaşırım. Ben bu şehirde en umulmadık, en kuytudaki, en ücradaki simaları bile tanırım. Binlerce insanın kalp atışlarını göğsümün içinde hissederim. İşte sabahın yedisinde yeni gelen taze simitlerini camekâna yerleştiren şu adam… Simitçi Gevrek Osman, küçük bir çocuğun başını okşarken “ne de çok büyüdün sen böyle” deyip sımsıcak simitlerinden birini tutuşturur ellerine… Susam kokusu yavrucağın cennet kokan minnacık avuçlarına sinerken terleyen ellerinden tutar annesi… Hamal Hüseyin, fındık dallarından örme sepetini yanı başına koyup beklerken nasibini, yaz-kış sırtından çıkarmadığı paltosunun cebindeki şekerleri genç bir kadına uzatıp “Allah’ım” der “şu sabilerin hürmetine affet mücrim kullarını”… Ah şu haylaz İdris’ten bahsetmeden edemeyeceğim. Ustasının bir anlık boşluğundan faydalanıp nasıl da süzülüverir balıkçı tezgahının arkasından… Her sabah Pazarkapı civarındaki manavların, şarküterilerin; Moloz ’da naralar atan balıkçıların, rengârenk insanların, hiç değişmeyen, taptaze bir his uyandıran aşinalığın seyrine dalmak bu şehirde yaşayan tüm insanlar için değilse bile, benim için ayrı bir tutku…
Ben, Kestaneci Yahya… Her gün kestane ocağının başında sessiz bir bekleyişle bekliyorum sizleri… Öyle ki, kış mevsiminin gelmesini iple çekiyorum… Yağmurlu günler bir hayli kederleniyorum. Hayatta evinin avlusundaki kedilerden başka dertleşecek kimsesi bulunmayanlar için küçük bir tebessüm, gösterişsiz bir “merhaba”, itinasız bir tokalaşma bile ne çok şey bir bilseniz… Bir bilseniz yalnızlığın ortasındaki insanı, özlemin amansız bir fırtına gibi kavurduğunu… Giden, solan, yıkılan, değerinden düşen en ufak şeyin bile kapanması imkânsız hale gelen yaralara sebep olduğunu… Yüreklerimize saplanıp kalan anılar gibi… Annemin hiç ısınmayan elleri gibi… Annemin hiç ısınmayan elleri gibi…
***
Küçük bir çocuğun isteyebileceği son şey miydi bilemiyorum. Yaz günlerinde arzu ettiğim onca şeyin arasından sadece bir tanesini isteme cesaretini gösteremiyordum işte… Dışarıda koşuşturan, oyunlar oynayan arkadaşlarımla beraber eğlenmek, düşünüyorum da, benim için ne büyük bir mutluluktu…
Annem ve ben, ikimiz, iki kişilik bir aileydik. Babam hakkında sorduğum tüm sorulara kısa cevaplar aldığımdan, daha sonraları üzerinde durmaktan vazgeçmiştim. Zağnos Köprüsü’nün hemen aşağısındaki gecekonduların birinde son derece sade bir hayattı bizimkisi… Hiçbir şeyden şikayetçi olmazdım. Yokluk, hayatta göğüs gerebileceğim bir şeydi de, annemin yokluğuna tahammül edemezdim. O, hayatta sahip olduğum tek varlığım, her sabah gün ışımadan evden ayrılır, eşleri devlet dairesinde çalışan hanımların evlerine gider, temizlikleriyle ilgilenirdi. Küçük bir ücret alırdı. Çoğu zaman haline acıyan hanımların verdikleri kullanılmış elbiselerle gelirdi. Onların çoğunu da komşulara gönderirdi. Benim iyi kalpli anacığım, hep başkalarını düşünür, tüm sıkıntıları sinesine çekerdi.
Annem bazen o kadar zayıflardı ki, yanı başına uzandığımda nefes almadığını sanır, korkardım. Yüzü daima solgundu, ikindiyi geçkince evde olmasına rağmen bulaşık, çamaşır demez, yorgunluğunu düşünmezdi. Elleri hep suyun içindeydi anacığımın… Hiç ısınmayan elleri… Tertemiz bir kadındı anneciğim, bembeyaz örtülerin içinde bir melek gibiydi o…
Okumak benim için bir hayaldi, ona ancak rüyalarımda erişebilirdim… Anneminse bunu öylesine çok istediğini biliyordum. Ama kışın dumanı zar zor tüten bir yuvanın imkanları da belliydi. Bir ara beni çocuk yuvasına vereceğinden bile korktum… Annem o hanımların evlerinden her dönüşünde beni almaya gelecek birilerini getirmesinden endişelenirdim.
O zamanlar devlet dairesinde çalışmak büyük şeydi… Onlardan birinin eşi olabilmek ve ya kız evladını onlardan biriyle nikahlayabilmek iyi bir şeydi… Nedense annemin o hanımlara özenip özenmediğini hep düşünürdüm. Çünkü ben bile arkadaşlarıma imrenebiliyordum. Yaz günlerinde kar üzerine dökülen vişne suyunu, pamuk helvayı, bütün çocukların aklını başından alan bisikletleri, yazlık sinemaları… Her şeyi ama her şeyi isteyebilirdi bir çocuk… Cahit’in siyah mızıkasını birkaç dakikalığına ellerimde tutabilmek bile yeterdi bana…
Büyük adam olmak… Annemi saraylarda yaşatmak… Anneciğim her gökkuşağı çıktığında yağmurlu şehrin semasında, hani hikâyelerdeki o altın dolu kazanı bulup sana getirmeyi dilerdim… Hiç ısınmayan ellerini sıcağa kavuşturmak, yırtılan kunduralarının yerine yenilerini almak, en güzel entarileri ona giydirmek en büyük hayalimdi benim. Dudaklarından süzülecek sıcak bir tebessümse çekeceğim tüm acılara değerdi. Büyük adam olursam annemi asla unutmayacaktım. Ne annemi, ne de yaşadığım onca şeyi… Soğuk geceler sobanın üzerinde kavrulan kestanelerin kokusunu, annemin kucağında sabaha kadar koyun koyuna uyuduğumuzu, kulaklarımın duyduğu en güzel sesi, ninnilerini, öykülerini, türkülerini… “Yahya’m…” deyişini…
Sonra mahalledeki çocuklarla İsmail amcanın ağaçlarından topladığımız karayemişlerin, mandalinaların, yenidünyaların hakkını da ödeyecektim. Belki her şeyi unutacaktım ama Saliha’nın babasının ilaçlarını hatırlayacaktım… Küçük kardeşlerini büyütecekti Saliha, babası öyle söylemiş geçenlerde, anne olacakmış onlara… Annem gibi olabilir miydi ki Saliha?
***
Sanırım ben on üç yaşıma yeni girmiştim. O sıralarda Karadeniz’in dalgalarına, uçsuz bucaksız maviliğin üzerinde salınan beyaz martılara takılmıştı aklım… Sık sık deniz kenarındaki kumsallardan birine gider dalgaların kıyıya vurduğu yosunların arasından bulduğum taşları fırlatabildiğim kadar uzağa fırlatırdım. Ganita’da dolaşır, yağmurda birazcık ıslanır, annemin istediği şeyleri Pazarkapı’dan satın alıp kesekağıdıyla beraber fileye yerleştirir, evin yolunu tutardım. Annem nihayet alabildiği elden düşme bir dikiş makinesinin başında sabahlardı. Bazen iş olursa balıkçıların ağlarını tamir etmelerine yardımcı olurdu. Bense o zamanlar şehir merkezinde inşa edilen binalarda ustalar neyi buyurduysa onu yapar, eve birkaç kuruş getirmeye çalışırdım.
O zamanlar anneme her bakışımda içime soğuk bir hançer saplanırdı. Bazen arkasından yaklaşıp baş örtüsünü sıyırır, yanaklarından öperdim. Ağaran saçlarını, gözlerinin etrafına düşen gölgeleri, gittikçe soluklaşan dudaklarını, kırışan ellerini düşünür, üzülürdüm. Ara sıra eskisi gibi göremediğini söylerdi de ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemezdim… Benim iyi kalpli anneciğim, bana ördüğü her kazağın aynını Samet’e de örerdi… “Üşümesin oğullarım” derdi hep. Hemen yanımızdaki gecekonduda yaşıyordu Samet, kardeşleri ve anne-babasıyla… Çok fazla kardeşi vardı, evlerine gitseydiniz sanırım oturacak bir köşe bulamazdınız. Ortaokula gidiyordu Samet. Annem ona bir eşofman almayı düşünür olmuştu şu sıralar. Çünkü beden eğitim derslerinde arkadaşlarınınkileri ödünç alıyordu Samet…
Hayatta eksikliğini duyduğunuz şeylerin duyarsızlaştırdığı aç gözlülük ve hırsın yerini, küçük şeylerle mutlu olabilme yeteneği dolduruyordu, benim gibi yokluğun pençesinde yetişen küçük insanlarda… Çoğu insandan daha sabırlı, daha hoşgörülü, daha merhametli oluyordu böyleleri… Şikâyet etmek kime ve niyeydi sanki? Gülbahar Hatun Camii’nin müezzini neden her sabah namazına en eski elbiseleriyle geliyordu. Komşuya götürülen bir tabak sıcak aş yerine, neden mahcup bakışlar ısıtıyordu yürekleri? Hayata dair tüm soruları sorduğum, anlamlandırdığım bir zamana yaklaşıyordum…
On sekiz yaşıma gelmek en çok korktuğum şeylerden biriydi. Askerlik kutsi bir görevdi. Vatan kutsaldı, uğrunda can verilirdi de, anacığımın canı canımın içindeydi… Şu sıralar hastaydı da… Gidip onu bulamamaktan endişeleniyordum. Arada gönül koyduğu da olmuyor değildi bana… Etrafımdaki gençlere bakıyor, benim dünyaya kayıtsız kalışıma anlam veremiyordu… Anacığımın eteği tertemizdi de, benim gömleğim Yusuf’un ki değil miydi? Tek derdim annemdi. Gitme vaktim yaklaşmaya başladığı o son günlerde, her sabah yanı başıma ilişip saçlarımı okşadığını, boynumdan kokladığını, öptüğünü, ağladığını, sesini duyurmamak için ağzını eliyle kapadığını biliyordum… Bunu ona çok görmemek için uyur taklidi yapıyordum, içim parçalanıyordu. Doğrulup ona sarılmamak, hıçkıra hıçkıra ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
Mahalleliye elveda edip, sırtıma yüklendiğim birkaç eşyayı yanıma almıştım artık… Bir kova suyu arkamdan döküp “su gibi gel bana yavrum” deyişini unutmuyorum annemin… Sokağın başında kıvrılan yolun ucundaki o son köşeyi dönene kadar üzerimde olan bakışlarını, evin aralık kalan kapısından gözüken, küçükken annemin beni yıkadığı kırmızı leğeni, alüminyum güğümü… Annemi…
***
Askerlik bıyığı henüz terleyen bir genç adam için alışılması kolay değildi sanırsam. Annem aklıma düşüp düşüp duruyordu. Hüviyetinin üzerindeki siyah beyaz fotoğrafın bir örneğini almıştım ya, her gün bakıp itinayla saklıyordum. Nerdeyse iki yıl ondan uzak kalacaktım. Eskiden şimdi olduğu gibi canınız istediği zaman, istediğiniz yerden telefon edemezdiniz. Önce bir telefon bulur, santrali arar, bağlanacağınız numarayı verdikten sonra bir saat alarak o saatte görüşmenizi yapardınız. Bir hayli zordu yani… Ara sıra asker yakınlarının ziyaretçileri gelirdi. Koğuştan birinin anne-babası, kardeşi, hatta köylüsü dahi gelse sevinçten havalara uçardı. Anneler evlatlarına hep en sevdikleri şeyleri yapıp getirirlerdi. Bazen her şeyin yanında bir de mektup tutuştururlardı… İşte o vakit derin bir nefes alırdı mektubu alan… Hasret duyulan birinden geliyordu ya ilk iş herkesten uzak bir yer bulunup mektubun açılması ve okunması olurdu… Bitmek bilmeyen kucaklaşmaları görünce anneciğim, aklıma hep sen düşerdin, burnuma kokun, içime sıcaklığın, kulaklarıma sesin…
Kendisine telefon gelenler heyecanlarından üzerlerini bile düzeltirlerdi gören biri varmış gibi… Bense fırsat bulduğum zamanlarda hep yazardım anacığıma… Mektubun sonuna hep, iyi olduğumu, onu ne kadar sevdiğimi, bir de suallerimi eklerdim… Yazdıklarıma sadece bir-iki defa cevap alabilmiştim ama bu bile yeterdi bana…
Zaman akıp giderken bir gün memleketten telefon geleceği haberini aldım… Saat on dörtte arayacaklardı. Nihayet annemin sesini duyabilecektim. Gönlüme huzur veren, kaygılarımı dindiren o güzel sesi… Vakit geçmek bilmiyordu. Heyecanım son dakikalara doğru iyice arttı. Nihayet hat bağlandı, telefon ahizesini iki elimle kavradım. Titriyordum, bir anlığına ahizeyi yere düşüreceğimi sandım… Hoparlörden tanıdık bir ses “Alo” diyordu. Birkaç defa tekrarlandı ses: “Alo, alo, alo”… Kulağımı ahizeye yaklaştırdım. Bu ses Ortahisar Muhtarı Salim Amca’nın sesinden başkası değildi… Telaşlandım… Birkaç kelime ya ettim ya da edemedim… Telefondan gelen cızırtılı ses boş koridorlarda yankılandı… Salim amcanın sesi zihnimde kalakaldı, dizlerim yerden kesildi, hiç üşümediğim kadar üşüdüm, kestanelerin başında annemle sobaya sığındığım geceler kadar üşüdüm…
“Alo, oğlum Yahya annen çok hasta… şey… eğer gelebilirsen…”
***
Beni tanımazsınız siz… Bilmezsiniz iki heceyi geçmeyen adımı, yük etmezsiniz dudaklarınıza… Hani olurda soğuk kış günlerinde içiniz üşür de sokağın başından alırsanız kestane kokusunu, ara sokakların birine dalmadan yürürseniz Kunduracılar boyunca, apartman girişlerinin birinin hemen önünde, kaldırımın bir kenarına kurulu olarak bulursunuz beni… Muzip bir bakışla karşılarsam sizi, hele kömür siyahı gözlerimle gülersem yüzünüze sakın şaşırmayın. Hep olmak istediğiniz kadar mutlu bulursanız beni ve merak ederseniz sırrımı, kir pas içindeki elbiselerime, ellerimin isine, yoksul görünümüme aldırmayın… Anlamlandırmayın alnıma satır satır çizilen hayat şiirini… Sadece küçük bir tebessüm verin bana ve kestanelerimden tadın…
Ben, Kestaneci Yahya… Her gün kestane ocağının başında sessiz bir bekleyişle bekliyorum sizleri… Öyle ki, kış mevsiminin gelmesini iple çekiyorum… Yağmurlu günler bir hayli kederleniyorum. Hayatta evinin avlusundaki kedilerden başka dertleşecek kimsesi bulunmayanlar için küçük bir tebessüm, gösterişsiz bir “merhaba”, itinasız bir tokalaşma bile ne çok şey bir bilseniz… Bir bilseniz yalnızlığın ortasındaki insanı, özlemin amansız bir fırtına gibi kavurduğunu… Giden, solan, yıkılan, değerinden düşen en ufak şeyin bile kapanması imkânsız hale gelen yaralara sebep olduğunu… Yüreklerimize saplanıp kalan anılar gibi… Annemin hiç ısınmayan elleri gibi… Annemin hiç ısınmayan elleri gibi…
yavuz hakkani