çeyizine sonradan katılan naftalin kokulu sandığı annemin
Eskiden; henüz küçük bir çocukken, annemin naftalin kokulu, ceviz ağacından olduğunu düşündüğüm, oymalı bir sandığı vardı...annemin gençlik yıllarına ait bir takım özel eşyalarını ve çeyizini saklamakla yükümlüydü bu sandık...sanki odanın görüntüsünü bozmamak için kapının ve duvarın arkasına öylece yaslanmış ve kimseyi rahatsız etmemek için ortalıktan çekilmişti gitgide...içinde; her dokunduğumda annemin kına kokusunu bayırlardan, çayırlardan toplayıp avuçlarıma getiren, giyinip çıkarmaktan hiç usanmadığım bir nişan elbisesi...hani zeytin yeşiline çalan, kır desenli...belden aşağı kloş kesimli...kolları ispanyol tarzı ve uçları papatyalarla süslenmiş, bakmaya kıyamadığım türden...yine sanki o günlerde giyinilmeyi unutulmuş izlenimini insanda yaratan ispanyol paçalı bir iki pantalon...ve çiçek baskılı, sivri yakalı kolalı gömlekleri...bir de eskiyle hiçbir bağlantısı olmayan bir-iki çift de yüksek topuklu ayakkabısı vardı yepyeni...hani o zaman diliminde modası geçmiş gibi bana görünen ama sonradan tekrar vitrinlere ne yapıp edip yerleşeceğini düşündüğüm; rengini şimdi unuttuğum ama yaşımdan oldukça büyük numaralarının içinde küçük kalan ayaklarımı dün gibi hatırladığım; güle oynaya yerleştirmeye çalışıp da, kalın topuklarının üstünde zor bela ayakta durup yürümeye çalıştığım şu rugan pabuçları hani...
annem işteyken yokluğunu fırsat bilip,hani kaç kere giyip çıkardığım ve bir aynanın önünde kendi kendime gülümseyip poz verdiğim, sonra da hiçbir el izi değmemiş gibi yerini oynatmadan tekrar içine yerleştirdiğim o güzelim çocuksu anılarımla beraber bazen annem paslı kilidini açar güneşi gören bir camın kenarında havalandırmaya bırakırdı...gıcırdayan sesiyle açtığında kapağını ne güzel naftalin kokusu kaplardı tüm odayı...ben hiç pot kırmazdım o zaman...her seferinde bir yabancı gibi karşılarına dikilip; sanki o kokuyla yeni karşılaşıyormuşuz ve sanki içindekilerle ilk defa göz göze geliyormuşuz gibi tanımamazlıktan gelip, elime alır dokunurdum sonra onlara büyük bir keyifle...her açılışında o sandığın; bunları ne zaman bir daha giyineceği ve niçin sakladığı yolundaki merak içinde kıvranarak kendisine sorduğum çocuksu sorularım ise, daha ileri bir zamanda alışkanlık haline dönüşürdü elimde olmadan, annemi iyice çılgına çeviren...
tıpkı babaannem ve anneannemden eski günlerin anılarını dinlemeyi çok sevdiğim gibi; annemden de severdim dinlemeyi, çocukluğunun nasıl dal verip çabucak budaklandığını böyle...kendi kendime hayal ederdim sonra...bir gün benim de böyle bir çeyiz sandığım, böyle çiçek desenli bir elbisem ve topuklu ayakkabılarım olacak mı acaba diye...sonra ben büyüdüm...zamanla cevizin sanki o solgun ve yorgun rengini alan sandık ev halkının gözüne iyice battı ve her bakıştan sonra daha fazla yer işgal etmeye başladı gözlerinde...derken bir gün elden ve evden; zorla bir başkasıyla evlendirilen nazlı bir gelin gibi çıkarıldı hemen gözden...
işte o gün baba evinden bu sandıkla beraber çocukluğumuzu da içine gizlice yerleştirerek yalın ayak bir vaziyette, ruganlı pabuçlarımızı giymeyi de unutarak büsbütün; sağa sola çarpa çarpa yollara böyle düştük biz...kim bilir kaç kez elden ele dolaştı durdu düşlerimiz...en ufak bir rüzgâr sarsıntısıyla kim bilir kaç kez savrulduk bir o yana bir bu yana...gün geçtikçe içinde kilitli tutulan, biraz da naftalin kokusundan yoksun, herkesten sakınarak o tertemiz gülüşlerimizle çürümeye yüz tuttuk da; yine de gürültü koparıp ortalığı velveleye vermedik, göçüp giderken yuvamızdan ve diyemeden kimseye "n’olur ellere vermeyin bizi"...
derken en kırılgan yerinden koparılmayı bekleyen taze bir gelincik gibi artık zamanı gelmişti benim de körpecik vücudumdan dışarıya uzayıp dal vermenin...boy atmanın...budaklanıp göğe sarılışımın saçlarımın dalgasından...bazen ince belli ve narin...bazen de kırmızı renkli gülüşleri olup çocukların yanaklarında sobelenerek her gün...nihayetinde kavuştum ben de ispanyol paçalı siyah bir pantolon ve kalın topuklu bir çift ayakkabıya...annemi bilmem ama benim yıkata yıkata giyip eskittiğim, kaldırımlara sürte sürte aşındırmaktan zevk duyduğum en kral giysilerimle sıkılmazdım hiç bütün gün evin içinde saklambaç oynamaktan...
ne var ki yatak odasına her girişimde, ayaklarımı; hep o gizli köşesinde kaderine terk edilen hüzünlü yazgısıyla o eski sandığın peşine verirken bulurdum...evin çocukluğuma ayrılan bu bölümünü yabancılara gözden çıkarınca da; alın yazgısı hiç değişmedi...badana tutmayan dökük ve rutubetli tavanların arasında yüzü bir daha hiç gülmedi o duvarların...yine önceden olduğu gibi alabildiğine geniş ve bomboş göründü kendisini sonradan ziyarete gelenlere...o günden sonra dışarıya belli etmedim ama anneme içten içe olur olmadık sitemler ettim...gelgelelim o benim bu içe kapanıklığımın sebebini soranlara, sadece ergenlik çağının verdiği basit bir tepki olarak yorumladı...çok sonra söyleyip itiraf ettiğimde öğrendim ki; annem de çok üzülürmüş ve *sandığımızın* da ötesinde dizlerine vurup dururmuş meğer hatırladıkça o günlerimizi...
eskiden küçük sayılacak yaşta; bana ait olmasa da, kendi parçammış gibi görüp sahiplendiğim, bir köşede boynu bükük yetim gibi bana bakan...ve her açtığımda o keskin naftalin kokusunu burun deliklerimde günlerce ağırladığım bir sandık vardı hiç değilse baş ucumda duran...ne yazık ki o gün bugündür başka bir sandığa elimi sürmüş değilim..bazı dizi ve dergilerde yatak odalarında öylesine içi bomboş, dekor amaçlı tutulan ve sık sık yeri değiştirilerek nereye yakışacağı konusunda kararsız bir düşünceyle orantılı ve çoğunlukla askılık niyetine kullanılıp, elbiselerin gelişi güzel üstüne atılmasında bir sakınca görülmeyen yeni cilalanmış bir sandığı; yarı vücudu dışarı çıplak sarkmış şekilde görür gibi oluyorum bazen...
belki bir gün hayalimdeki o sandığa kavuşmak kısmet olur tekrar...belki içi naftalin kokmaz bu sefer...(hani birçoğunun midesini havaya kaldıran ve ne hikmetse ciğerlerine buyur etmek istemedikleri, -bana öyle geliyor ki; ince boyunlarına musallat olacağından bir hayli çekindikleri, bu yüzden de arayı açtıkları görülen- o parfümsüz kokudan bahsediyorum)...ama en azından kapağını her açtığımda küçük bir kız çocuğunu kucağıma alıp; yanağına gelincik şerbetinde bir öpücük kondurarak sarılıp, koklamak nasip olacak hiç değilse...
işte bazen yüreğimi gelinlik çağına gelmiş bir sandık gibi açıp havalandırmak geliyor içimden...naftalinin yokluğunu aratmayacak küf kokusuyla beraber nereye ve nasıl uçacaksa; varsın uçsun gönlünce...
mer@lgül
YORUMLAR
Gule
çok teşekkürler gülüm...öperim ben de güzel yüreğinden...
Neden yazmaya devam etmiyorsunuz?
Ya da,
neden sayfaya yazı asmıyorsunuz?
Okunası bir kalem bu zira.
Gule
herşeyi zamana bıraktım -Bir tutam hayat-...( bu arada itiraf etmeliyim ki adınızı söylerken bile umutla doluyor insan...neden bilmiyorum ama güzel şeyleri anımsatıyor sanki...oysa ki normalde hayatla hep itişir dururum...hep başkaldırıp isyan ederim...ama sizin adınız şimdi bana güven ve huzur veriyor.)..birgün şu kapıdan, ya sesim çıkıp bana geri dönecek ya da ben de onunla beraber çıkıp gideceğim...
ilginize ve içtenliğinize çok teşekkür ediyorum...
Bir tutam hayat
Sizin yazmanız gerek.
Bunu ben söylemiyorum,
kaleminiz, yüreğiniz söylüyor.
Bu küçücük cevap yazınız bile,
bu sayfaya asılan çokça yazı ve şiirden daha güzel bence.
Gule
eksik olmayın..o sizin güzelliğiniz bence...
Hangimizin hayatından geçmedi ki o sandıkları.
Ne güzeldi canım keyifle okudum,dert görmesin güzel yüreğin.
Sevgimle
Gule
Sesin soluğun yok nicedir,içine kapanıklığın düşlerde kalan sandık gibi,dizelere baya bir yüklenmişsin ama çok başarılı vede anlamlı belkide kurgu ötesi gerçek duyguların sesi bu ki öyle olmalı yoksa bu denli ses yankılanmaz burda....
canım içtenlikle kutluyorum seni,,,öpüyorum çok,,,
Gule
Çocukluğumda ya da küçüklüğümde; diye başlayan her satırı çok seviyorum...
Ben de sandıklı anılarıma gittim sayende ve kapalı kaldım o sandığın içinde... :'(
Çok güzeldi Meral kuzuuuu...
Gule
küçükken en çok kalabalık ailelere imrenirdim..
okulda ve ya oyun alanında biriyle itişip kakışsam mutlaka
abisi-ablası gelir azarlardı beni..çoklu kardeşlerin birbirlerinin eksikliğini
tamaladığını düşünürdüm.tek çocuk olmamdan dolayı annem ve babama içten
içe çocukça öfkelenirdim..bunun tıbben sıkıntılı olduğunu çok sonra öğrenecektim..
annem gençliğinde izmirden istanbula gelirken bombeli bir sandık
getirmiş.görsen her yanı işlemeli,değişik figürlerle dolu.
sandığın içine hep notlar,mektuplar,eski dergiler koyardı.
sanırım seksen sürecinde cuntanın yasakladığı bir çok kitabı annem,
ortadan kaldırmaya kıyamayıp sandığa saklarmış.üzerine oyalar,
danteller ve bir sürü mendiller örtermiş.cunta sonrasına kadar
saklamayı başarmış yayınlarını.evde herşey doğallığında eskiyordu.
biz eskiyorduk fakat sandık ilk günkü gibi duruyordu.
sürekli olarak bir şeyler bozuluyordu.kapanmayan çekmeceler.
çiçekleri kaybolmaya başlayan tabaklar..duvarda saatin pili..
bir gün anneme sandığı bu kadar çok kullanmana rağmen neden
hiç eskimiyor,menteşesi kırılmıyor demiştim.
annem,'kuşaktan kuşağa taşınan miraslar hayata yenilmez'demişti..
gerçektendende öyleydi..annem artık yok fakat sandık hala benimle.
üstelik zaman zaman onun o yeşil kapağına yansıyanlardan geçmişin
izlerini toplayabiliyorum..dün gece sandığı düzenledim.açıkçası bendede
senin gibi naftaline karşı pek bir ilgi olmadığından ve içindekilerin
gerçek kokuyu daha bir duyumsayabilmem adına yalnızca üzerine ince bir örtü örtmeyi
yeğliyorum..sandığın en altlarından,derinlerden çekip çıkarıyorrum annemin
bir al yazısını..
..'halide edip adıvar sokağındayım..artık yaşamımızın belkide
geri kalan kısmı burada geçecek..güzel bir kahvaltıdan sonra yazıyorum..havada
kartaneleri gibi uçuşan yaz polenleri..ah! güneşim,benim eşek gözlüm(annem bana
eşek gözlü derdi ve ben nasıl olurda beni çok seven annemin bana böyle hitap ettiğini
çok sonra öğrenecektim)seninle bir saniye ayrı kalmak bile ıstıraplı..
yarın sabah seninle bir kelebek olup uçalım olur mu..daha dün trenin güzel sallantısında
nasılda güzel uyuyordun..dışarda o çok sevdiğin bahçeleri geçiyorduk..uyandırmaya
kıyamayıp gözlerimden gözlerine bir köprü kurdum yolboyu..
şimdi bu güzel sokağın küpeşteli evinde bir köşeye oturmuş sevinç,heyecan,
özlem,kavuşma duygularıyla düşünüyorum..dostlarımıza baktım..en yakın ve
uzağımızdakilerine.insanın binlerce yıllık birikimlerinin yüzlerine vuran aydınlığı gördüm..
özveriyi,duyarlılığı,sorumluluğu gördüm..işte sen hep öyle ol emi''..
ve ben o insanlaşmayı şu sandğın içinde görebiliyorum artık şair..
yerle bir edilen insanlığımıza rağmen görebiliyor ve dokunabiliyorum..
bu düşümü engelleyenlere artık çocukça değil büyük yaşımca kızıyorum..
işte sandığımızdan yansıyanlardan bir parça hayatımız sevgili şair..
Gule
ne var ki; bugün birbirleriyle rekabet içinde yarışan ve piyasaya sürülen birçok uzaktan dokunmalı cihazların kullanıcılarına sunduğu rahatlığın tersine, koruma altına alınması gereken ve eskiye göre sayıca azalmış böylesi altın değerlerimizin; hayatımızın geri kalan döneminde daima bize yoldaşlık edebilecek tek güvenilir,sağlam ve vazgeçilmez bir parçamız olacaklarını düşünüyorum...
Bu yazının kaleme alınmasını biraz da Size borçluyum...son şiirinizden yola çıkarak eskileri konuşurken sandıklar ardına kadar açılıverdi birden...tıpkı ara sıra havalandırmayı unuttuğumuz yüreğimiz gibi...
çok teşekkür ediyorum güzel yüreğinize...
sevgiler...
Sandık ve naftalin.
Herkes böyle eskici mi acaba? Eskici lafı hiç içime sinmedi nedense,bunu maziyle ve yaşanmışlıkla değiştirmem daha uygun düşecektir.Mesela ben, tiner kokusunu da severim,hatta sırf bu yüzden nalburhânelerin yanından geçerim (tinerci değilim,sadece tiner seven biriyim).Hep diyorsunuz ya yazdıklarınızda acaba çok mu alakasız şeyler anlatıyorum diye? Şimdi öyle düşündüm ben de,acaba…?
Ne diyordum?
Naftalin ve çeyiz sandığı.Birçok kadının hayalindeki sandık, bu sandık.Alattin’in sihirli lambası kadar gizemli desem,sakın ne alakası var demeyin.Kararlıyım öyle.Biz erkekler o sandıkların içinden ne var hep merak ederdik,yani galiba.Ama anneler bizim olmadığımız günleri belirleyip ve o gün açarlardı ne var ne yok diye içinde. Bütün anneler suçsuz değildir.Kızları gibi.
Bir mahalleden bir gelin ayrıldığında,ya da bir mahalleye gelin olarak geldiğinde,arkasından ve ya önceden gelen ilk şey o sandık olurdu.Hatta damattan önce odaya o sandık girerdi gelin odasına. Sanırım bütün uğursuzluklar bu yüzden başlamıştı.Gelinin yüzünü damattan önce görürdü çünkü o sandık:naftalin.
Allah aşkına durun bir dakika neler anlatıyorum böyle? Nereden geldim buralara? Naftalin’den sanırım.İlk zamanlar ben naftalini şeftaligillerden bir meyve sanırım.Çok sonra anladım meyvelerle hiç alakası bir olmadığını.Sadece benim suçum değil,o kokuya bu ismi veren de de suç var…
Bütün bunları bir kenara bırakalım da,çok iyi anlatmışsınız.Kurgu,kelime seçimleri ve anlatış son derece etkili. Anlatır gibi yazmışsınız.Bir şey anıyı çok güzel anlatabilirsiniz,ama yazarken aynı zevki duymak biraz güçtür.Başka şeyler gerekir o derece etkili anlatabilmek için.
Not: naftalin,tiner kokusunun kız kardeşidir.Ama üvey.
Harun Aktaş tarafından 4/30/2013 10:46:17 AM zamanında düzenlenmiştir.
Gule
evet sana verdiğim sözü tuttum...ve inan ki hiç de kolay olmadı içimi yazıya dökmek...bir yandan kara kara düşündüm içinden nasıl çıkacağımı bilemediğim için...öte yandan da gözlerimin buğusunu ele vermemek için fazlasıyla direndim...
Beğendiğine sevindim Harun...düşüncelerin ve varlığın önemli çünkü...bu anlamda seni burda görmekten duyduğum sevincimi anlatmama gerek yok sanırım...
Biliyor musun ilk önce bir şiirle yüeğimizin kilidini açtık...sonra bu açılımı forumlarda bir eskiciye kaptırdım...derken daha da açılıp budaklanarak buraya taşındı...yani buraya gelene kadar üç d.evrim geçirmiş oldu yazı...hatta forumda paylaşınca dedim ki: "şimdi Harun okusa bana yine kızacak:))...
neyse ki ucuz atlattım bu sefer...
senin üstüne tiner kokusu sinmiş...benim üstüme naftalin...ve biraz da oje'lerimin o güzel kokusu:))
herkesde var bir şeyler velhasıl...bunları biraraya getirmek ve tek bir çatı altında toplamak en güzeli...
çok teşekkür ediyorum...
Not: İlk önce okuduğumda yorumunu nasıl gülmüş olabileceğimi tahmin etmişsindir muhtemelen...dikkatini çekerim özellikle söylemedim dersem inanma sakın:))