- 1001 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Su Yanar Mı
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Hasret, nenesi, bir de Cin Kerim…
Hasret, nenesine seslendi;
“Nenee…”
Ümmüş nene:
“Süle tosunum!” dedi.
“Su yanar mı?”
“Hoppalaa! Nerden çıktı şindi o? Su hiç yanar mı?”
“O yanar diyo…”
“O da kim?”
“O işte…”
“Ulan kim o? Bak sen! Bak, bak… Cin mi yoksa!”
O zaman küçüktü…
Küçüklüğünde bir gün, küçük köydeki koca gavatın kahvesi yanındaydı. O zaman küçük bir külkedisiydi ve bu küçük derenin dibindeki küllükteydi. Eşiniyordu. Gazoz kapakları, atık radyo pilleri, kesme şeker ve çay kutuları, eski kâğıtlar, okunmuş gazete yaprakları topluyordu.
Dolu bir kibrit kutusu bulmuştu…
Önce baktı, sonra içini açtı. Kutu yarı yerine kadar kırmızı başlı kibritlerle doluydu. Çıkarıp bir çöp aldı. Kırmızı başını kutunun pıtırlı yerine sürttü. Çöp, tutuşup yandı. Sonra yana yana bitti. Ve söndü. Bir tane daha yaktı. O da yandı, o da bitti, o da söndü…
Ateş oyunu…
Bu oyunu çok sevmişti. Arkası arkaya bir tane daha, bir tane daha, bir tane… Yakıyor atıyor, yakıyor atıyordu. Kibritler ne güzel yanıyor, suya düşünce ne güzel coz ediyor, ne güzel dumanlar çıkıyordu.
Eşinip topladığı gazoz kapaklarını, eski radyo pillerini, kutuları ve kâğıtları, bulduğu bütün her şeyi bırakıp çömeldiği yerden kalktı. Aklına bir şey gelmişti. Derenin az aşağı yarında top top kuru otlar var. Oraya gidip aklına geleni yaptı. Kibrit çakıp kuru ot kümelerinden birisini yaktı. O yanıp bitince diğerini yaktı. Bir daha, bir daha, bir daha… Peşi peşine bir sürü ot yaktı. Bir küme ot yanıp kül olunca ötekini yakıyordu ve böyle böyle kendince ateş oyunu oynuyordu.
Ot kümelerini yakıyordu. Sonra karşısına geçip ateşin kızıl alevlerini, havalara yükselen boz dumanlarını seyrediyor, büyüleyici sesini dinliyordu. Böyle, kibrit çak ateş yak, ateş yansın dumanlar yükselsin, yalımlar gürlesin, gürüldesin derken ve amansız bir seyre dalmış kendisini bile unutmuşken müthiş bir acı hissetti. Ense kökünde koca bir tokat patlamıştı ve ne olduğunu anlayamamıştı…
“Mına goduğum gızanı!” Acının ardından da bu çirkin sesi işitmişti. “ateşi nerden buldun ulan! Evleri, damları yakacan. Ulan bütün küğ yanıp kül olacak! Piç gurusu!”
Koca elli Yahya’nın ağır tokadını ense köküne yiyince neye uğradığını şaşırmıştı. İkinci tokadı yemeden yel gibi kaçıp ağaç köprünün yanına gitti. Köprünün başındaki çok yaşlı servi kavağının arkasına saklandı.
Bu ihtiyar kavağın iki minareden uzun boyu, harman yeri genişliğinde kalın gövdesi vardı. Çok uzun, çok kalın gövdeli ağacın içi yaşlılıktan çürüyüp dökülmüş, kök yerinden yukarısı mağara gibi oyuktu. Bu, mağara gibi oyuk yerden de oldum olası korkuyordu…
O zaman çok küçüktü…
Beş yaşında mı, altı yaşında mıydı ne. Kavak gövdesindeki mağarayı görünce nenesinin anlattığı bir hikâyeyi hatırladı. Eskiden, çok çok eskiden çöl Arabistan’da bir Muhammed varmış. Muhammed Mustafa… Allah, bir gün ona, sen bundan böyle peygambersin demiş. Ve benim söylediklerimi insanlara anlatıp aktaracaksın diye tembihlemiş. İnsanlar doğru ve düzgün bir hayat yaşayacaklar. Yan yollara sapmayacaklar. Sen, yeni bir peygambersin ve aynı zamanda da dünya yüzüne gönderdiğim son peygambersin demiş. Her şeyi ama her şeyi anlatacaksın. İyiyi, kötüyü anlatacaksın. Doğruyu, yanlışı anlatacaksın. Güzeli, çirkini… Beyazı, karayı… Aydınlığı, karanlığı… Geceyi, gündüzü… Yeryüzünü, gökyüzünü… Fani dünyayı, yalan dünyayı… Suç ve cezayı… Cennet ve cehennemi… Her şeyi tek tek anlatacaksın demiş. Bu son dini açık seçik anlatacaksın. Bilsinler ki bu şansları… O da anlatmış. Kimisi anlamış, kimisi anlamamış. Bu sebepten çok dost, çok da düşman kazanmış.
Bunları çokbilmiş nenesi mi anlatmış, yoksa masalcı dede Savi mi anlatmış şimdi tam olarak bilemiyordu. Bir de Allah’ın askeri Ali vardı duyup da bildiği. Ali’nin ucu çatallı bir kılıcı vardı. Şam valisi Muaviye vardı. Yezit vardı ve yezitler vardı. Yezit kim? Pekte bilmiyordu. Muhammed iyiydi. Bunu biliyordu. Ali iyiydi. Ebu Bekir, Hamza, Ömer iyiydi. Yezitler kötüydü. Kötüler kılıçlarını çekmişler, yaylarını germişler, mızraklarını dikmişler ve amansız savaşlara girişmişler. Hüseyin’i Mezopotamya’da katletmişler. Ali’yi hançerlemişler. Çok kan dökmüşler. Çok kanlar. Çook çok…
Nenesi anlatmıştı…
Birisi kaçmış; kâfirler, ya da yezitler kovalamış. Muhammed’in dinine inanmayanlar kovalamış. Ya da Ali’yi istemeyenler… Ya da benim diyen bencil kimseler… Kim kaçmış? Birileri peygamber Muhammed’i mi kovalamış? Allah’a inanmayan insanlar Allah’ın peygamberini nasıl yener, nasıl kovalarmış? Muhammed, bu mağaraya mı saklanmış? Köprübaşındaki ulu kavağın gövdesindeki mağaraya… Kaçan Ali’miymiş, yoksa Muhammed mi?
Fazla bilemiyordu…
Bir örümcek ağ örüp mağaranın ağzını örtmüş. Kara giysili Araplar, Arap atlarına binip gelmişler. Bu mağaranın başına... Bu köydeki, bu köprünün başındaki ulu kavağın gövdesindeki mağaraya… Burada yok demişler. Görememişler. Örümcekler kutsal böcektir, üstüne basıp öldürülmez. Çünkü bir örümcek, o zaman çöl Arabistan’dayken peygamberin hayatını kurtarmış. Ya da Ali’nin… Aslında o, örümcek değil, melekmiş. Allah’ın bir meleği örümcek kılığına girip mağaranın ağzına ağ örmüş. Burada yok demişler. Yezit’in askerleri atların başlarını çekip çöle doğru sürmüşler. Gök maviymiş, çöl sarıymış, güneş yakıcıymış ve Yezit’in kara giysili askerleri kara vicdanlıymış. Allah’ın askeri Ali’nin oğlunu öldürmüşler.
Muhammed’den sonra… Bir de Ali’den sonra Ali’yi sevenler, bir de Yezit’i sevenler olmuş. Ya da Muaviyeyi… Hasret’in nenesi Ali’yi sevenlerdenmiş. Ali’nin askerleri cihada giderken başlarına kırmızı bez bağlarmış. Onların adı bu yüzden kızıl başmış. Ali’yi sevenler de mi kızıl baş? Mesela, ihtiyar nenesi kızıl baş mıydı? Ötekini sevenler akbaş mıydı? Veya yeşilbaş… Veya karabaş… Bu kadarını bilemiyordu ki! Ali’yi sevmeyenler neden sevmiyordu? Ali’nin çocukları peygamberin torunları değil mi? Peki, o zaman Hüseyin’i neden öldürüyorlar? Bilemiyordu ki! Bütün bunlar, çokbilmiş nenesinin uzun hikâyeleriydi. Ya da masalcı dede Savinin anlat anlat bitmez masalları... Bu sebepten onun aklı, gözüyle görmediğine inanmıyordu. Eliyle dokunmadığını hissetmiyordu ve hissetmediğinin varlığını da bilmiyordu. Bilemiyordu…
Bir masal kuşu varmış mesela…
Anka kuşu mu ne… Gak dedikçe et vermiş, guk dedikçe su vermiş. Birisi de kuşun üstündeymiş. Yedi kat yerin dibinden yerin yüzüne geliyorlarmış. Ağzından alev üfleyen ejderhadan kaçıyorlarmış. Yeryüzüne varmak için az yolları kalmış ki, et bitmiş. Et bitince ne yapsın! Yarı yolda mı kalsın? Koca kanatlı iri kuş gak deyince bacağından bir parça kesip vermiş. Kendi etinden… Ne yapsın! Yarı yolda mı kalsın?
Bir örümcek, mağaranın kapısına ağ germiş. Bu mağara da burada, bu ulu kavağın içindeymiş. Çürümüş gövdesinde…
Hasret, hem Arap atlı kara yezidin askerlerinden, hem yerin yedi kat dibinden, hem ağzından yalım çıkaran ejderden, hem de bu kavağın dibindeki derin ve karanlık mağaradan korkuyordu. Yahya’dan kaçınca oraya varmıştı. Ne bilsin! Bir de baktı ki, onun yanında… Bir de baktı ki, hemen yanı başında karanlık bir mağara… Yahya gavatından kaçtığı gibi oradan da kaçtı. Koşup köprünün öbür başına gitti. Dikilip dere boyundaki Yahya’yı seyretmeye başladı. Yahya da o sıra ateşleri söndürmüş eve doğru gidiyordu. Ensesine vuran, ateşi söndüren, ona söven Yahya, aynı çöl Arabistan’daki Yezit’e benziyordu.
Ensesi ateş gibi yanıyor, kulağı çan gibi çalıyordu ki, bu yüzden yezit Yahya’ya çok kızgındı. Yahya denen adam kim ki? Ona ne oluyordu sanki? Bütün dere boyları onun mu? Dere boylarındaki otlar onun mu? Hani tapusu? Ona ne! Kime ne! İstediği otu yakar, istemediklerini yakmaz. Yezit oğlu yezit keyfinin kâhyası mı? Derenin kenarındaydı ve ne güzel oynuyordu kendi başına. Kime zararı vardı? Yezit oğlu yezit Yahya! Yılan Yahya! Yılan gibi sürünerek geldi. Sessizce… Koca tokadını kulağıyla karışık ense yerine patlattı. Patlatınca taşakları altı hokka erkek mi oldu? Nah oldu! Soğan erkeği… Kalleş erkek! Ensesine vurdu da… Ardından bir de sövdü de… Mına goduğum dedi de… Ne geçti eline ha, ne geçti?
O zaman Cin Kerim, ülkesi Cinistandaydı. Ama burada olup bitenlerin de farkındaydı. Bu fırsat kaçar mı? Kaçmaz. Hemen kalkıp kendi ülkesinden dünyanın bu ülkesine geldi. Istranca dağlarındaki bu köye…
Hasret’i görmüştü çünkü. Yahya’yı görmüştü. Dere boyunda olup biten her şeyi görmüştü. Zaten hem bu yeri, hem her ikisini eskiden beri tanıyor, biliyordu. Ağaç köprünün üstünde put gibi dikilen, tokat yemiş it gibi bekleyen bozuk moralli Hasret’in içine çaktırmadan giriverdi. Hemen de kulağına seslendi.
“Yezit seni dövdü oğlum!” dedi, “bu dayak yanına kar mı kalacak?”
Yahya, yaşını başını almış koskoca bir adam. O henüz altı yaşında. Belki altının da altında… O, ufacık bir çocuk… Yahya, ona göre yezitti belki ama babasının da arkadaşıydı. Hem de askerlik arkadaşı… Can ciğer kuzu sarması... Yani kankası…
Hasret:
“O gosgoca bi adam… Goca adama napabilirin ki?” dedi Cin Kerim’e.
Cin Kerim:
“Bak, kibritin var! Git ahırını yak.” dedi.
Hasret:
“Olmaz ulan!” dedi, “dam filan yakman ben. Orda bi sürü hayvan var. Dam yanarken onlar da cayır cayır yansınlar mı?”
Cin Kerim:
“Yansınlar!” dedi, “onu Yahya düşünsün. Tohumuna para mı saydın? Kalleş bir yılan gibi sessizce gelip ense köküne çakmasaydı… Kulağının zarını patlatmasaydı… Yak gitsin!”
Hasret:
“Olmaz!” dedi, “ben hayvanları yakaman...”
“O zaman samanlığını yak!”
Hasret:
“Samanlık boş mu?” diye cin Kerim’e sordu.
Cin:
“Boş…” dedi.
Köprü üstündeki korkuluğun dibinde dikiliyor, durduğu yerden, elleri arkasında yürüyüp giden Yahya’yı seyrediyordu. Hem de düşünüyordu. Biraz sonra Yahya uzaklaşınca gitmeli; gavat oğlu gavatın samanlığını alev alev yakmalı, sonra karşısına geçip düğün seyreder gibi seyretmeliydi. Böyle küçük çocukları döven böyle yezit adamlar, böyle bir cezayı çoktandır hak ediyordu.
Sen de ulan Yahya aga dedi içinden, başını bükerek. Dere boyundaydım. Yalnız başınaydım. Ne güzel oynuyodum. Gelip neden düğdün beni? Bak, ensem kor gibi yandı! Hem de gulağımın zarı patladı diye de söyleniyordu. Bak, içinde çanlar çalıyo… Ben de şindi gitsem, senin samanlığını yaksam… Ve de samanlıkta çanlar çaldırsam iyi mi olacak? Ama ben samanlık yakman diyordu. Gitsem bubama sülesem… Yezit arkadaşın beni düğdü desem. Düğdü, dayaktan öldürdü desem… Hem de gulak zarımı patlattı, sağır galdım desem iyi mi? Bubam da çok gızıp gudursa! Guduz köpek gibi… Gelse yıldırım gibi, şimşek gibi… O da seen gızını düğse! Düye düye küçük gara gızını yerlere serse! Tülü saçlarından çekip sürüse! O Gökçe’nin… Yerden yere urup partallarını çıkarsa… O gara Gökçe’nin… O zaman iyi mi olur?”
Ama böyle yapmayacaktı o. Ahır yakılmaz. Olur mu? Ahırla beraber bir sürü hayvan da cayır cayır yansa... Hiç olur mu?
Hasret düşünüyordu…
Düşüncesinde… Yani düşünde ahır tutuşmuş, yanıyor. Yüksek alevler ta gökyüzüne çıkıyor. Alevler çıkıyor, yayılıyor. Yangının önüne geçilemiyor.
Nenesi diyordu eskiden. Hayal ediyordu da söylediklerini… Oğlum diyordu. Gızanım diyordu ona. Bu dünyada bi selin önünde durulmaz, bi de ateşin diyordu.
Ateş ve su…
Bütün köylü yangın yerine geliyor. Koşup koşup geliyor. Alev alev yanan, alevleri göklere çıkan, acı dumanları canlı olan ne varsa hepsini boğup soluksuz bırakan yangına bakıyorlar. Kova kova su taşıyorlar. Suları yangına atıyorlar. Yangın sönmüyor. Söndüremiyorlar. Her yer ateşler, dumanlar içinde. Her şey, herkes boğuluyor. Ölüyorlar. Köy yok oluyor. Hayvanlar avaz avaz. Meliyorlar, anırıyorlar, kişniyorlar. Hepsi böğür böğür. Ölüyorlar. Bütün köy yanık kokuyor. Yanık et kokuları yayılıyor. Hayvanları yanan insanlar da ağlıyorlar. O, kötü yürekli Cin Kerim’e kızıyor, ona bağırıyor.
Ulan cin Kerim!
O da hep olmadık zamanlarda geliyor. İşi gücü yok, hep kötülük peşinde geziyor. Ne zaman çok kızsa, canı yansa, sinirleri tepesine çıksa hemen geliyor. Hemen başında bitiyor. İçine giriyor, ne yapıp edip aklını çeliyor. Kışkırtıyor. Kötü yola sevk ediyor. Kötülük ettiriyor.
Böyle olmaz ki bilader!
“Dam filan yakman ulan!” dedi ona, “samanlık da yakman…”
Yangın varken yel eserse? Çok yel yangını büyük ederse? Ya, yürüyüp giderse ve bütün köyü yakıp kül ederse? Bütün köy yanınca sanki kendi evleri, kendi ahırları, ambar, kümes, samanlık sağlam mı kalacak? Kendi hayvanları sağ mı kalacak? Kendini bilen biri ateş yakmaz, yangın çıkarmaz…
Cin Kerim:
“Oğlum…” dedi, “sen korkağın tekisin! Yakma bakalım… Gavatın yaptığı kötülük yanına kar kalsın, sen de yediğin dayakla kal bakalım…”
Bir böyle, bir öyle… İki dere, bir de ara yer… Değil tabii. Sadece bir derede ve köprü üstünde ikilemler içinde ve karmaşık düşüncede. Ne yapacağını bilemiyor, bocalayıp duruyor. Mesele bu!
Cin Kerim:
“Madem ateşten korkar oldun o zaman gidip babana söyle bari” dedi, “o da gelsin gavatın kızını dövsün. Öcünü alsın, böylece ödeşin.”
Cin Kerim haklı… Hemen gitmeli, bu yezit oğlu yezidi babasına şikâyet etmeliydi. Sırık gibi adam, dev gibi bir adam kendi kendine oynayan, sırf oyun olsun diye dere boyunda küçücük bir ateş yakan küçücük bir çocuğu nasıl döver? Neden döver? Bu işte bir haksızlık, bir adaletsizlik yok mu? Büyük İslam peygamberi Muhammed Mustafa, adaleti ve adaletsizliği bu yezide söylememiş, anlatmamış mı? Bu gavat oğlu gavat bunları duymamış, bilmiyor mu? Her şey dengi dengine değil mi?
Yahya adaletsiz bir adamdı bir kere. Bu kesin. Böyle adaletsiz adamlar kötülük yaptıkları zaman cezası verilmezse bu adam ileriki zamanlarda daha büyük kötülükleri daha rahat yapmazlar mı?
Nenesi; herkes yaptığı kötülüğün cezasını çekecek, yaptığı iyiliklerin de karşılığını görecek diyordu. Ama o bilmiyordu ki, bunlar bu fani dünyada mı olacaktı, yoksa baki olan öteki dünyada mı olacaktı? Kötülerin cezasını, iyilerin mükâfatını kim verecek? Onu pek bilmiyor ama kendisini dövenin cezasını babası uzun Ahmet verecekti. Tamam… Düşüncesinde, yani düşünde babasına gitti. Yahya’yı şikâyet etti. Babası çok kızdı, çok öfkelendi. Koca yeleli koca aslan gibi kükredi. Sövdü, saydı, bağırdı…
Yahya’nın en küçük kızı çeşmedeymiş. Su almaya gelmiş. Babası koştu geldi. Küçük Gökçe’yi kara kıvırcık saçlarından çekti, sürükledi. Küçük yüzüne de iki büyük şamar kütletti. Gökçe, ne olduğunu bilemedi. Bir şeycik de diyemedi. İki gözü iki çeşme ağladı. Bunu görünce çok üzüldü. Keşke babasına şikâyet etmeseydi! Keşke babası da Yahya aga yerine suçsuz, günahsız Gökçeciği dövmeseydi!
Gökçe ne güzel…
Gökçe, ela gözlüydü. Gamzeli yüzlüydü. Saçları kara kara. Kara saçları kıvırcık kuzunun yünü gibiydi.
Ne kadar da güzeldi…
Ulan, Gökçe denilen bu kara kız böyle kime çekmiş? Anasına desen benzememiş. Babasına desen hiç benzememiş. Bu kız kime benzemiş? Anası kepçe kulaklı, babası desen domuz suratlı…
Birden aklına geldi. Yahya, domuz suratlıydı şimdi. Gâvur yürekli, yezit bilekli… Geldi, durup dururken dövdü ve gitti.
Ulan Yahya aga!
Yahya böyle biri ama anası belki de böyle değildir. Kim bilir! Nereden bilsin? Ama yanlış! Kerim’i dinlememeliydi ve gidip babasına şikâyet etmemeliydi. Yanlış. Babası da kızgın boğa gibi geldi; tıpkı kendisine olduğu gibi suçu ve günahı olmayan Gökçe’yi ezdi. Çok yanlış…
Cin Kerim haksız… Bu düşünceden vazgeçti. Babasına söylemeyecekti. Suçsuz günahsız güzel Gökçe’yi hiç hiçine dövdürmeyecekti.
Cin Kerim:
“Yuh sana ulan!” dedi o zaman. “ödlek ve de korkak. Ve de salak… Sen bu kafayla git iyi mi? Bu kafayla git ve hep dövül. Hep itil, kakıl. Hep ezil, büzül. Gaddarları da güldür…”
Bu Cin Kerim denilen yaratık aklını acayip çeliyordu onun. Düşüncelerine giriyordu. Mesela kendisi, bir mesele için böyle diyordu; o, yok öyle değil başka türlü diyordu. Arada kalınca hangisi doğru, hangisi yanlış bilemiyordu ki.
Güzel yüzlü Gökçe de ağlayıp sızlayıp kendi babasına gidiyordu hemen. Sonrasını böyle hayal ediyordu.
Gökçe, ağlaya ağlaya eve gitti. Kendisini döven Ahmetçe’yi babasına şikâyet etti. Babası buna çok sinirlendi. Ahbabımdır, arkadaşımdır, yoldaşımdır demedi, gelip Ahmetçe’nin karnını deşti. Karnı deşilen Ahmetçe, iki büklüm olup yere çömeldi. Delik karnından kızıl kanlar akıyor, yerler hep kan içinde oluyordu. Bakıyordu ki babasının karnı delinmiş. Kanlar şırıl şırıl akacak, kansız kalan babası da oracıkta ölecek... Babasının öldüğünü görünce çok kızdı. Önce deli oldu, sonra panter oldu. Fırlayıp katil gavatın üstüne atladı. Katilin elinde ekmek bıçağı vardı. Önce elindeki bıçağı kaptı, sonra işkembesine sapladı. Bıçak saplanınca o da babasının yaptığı gibi yaptı, o da babası gibi yere kapaklandı. Şimdi ikisinin karnı da delikti. İkisinin de kanları akıyordu ve ikisi de ölüyordu…
Yok, Yok…
Babasına söylemeyecek. Gökçe’yi dövdürmeyecek. Dövdürmeyecekti ama yok mu o Cin Kerim! Hep dediğim dedik, ördüğüm çetik diyor. Marazdan maraz doğar, bilmiyor. Öttürdüğüm düdük dese neysem ne. O zaman mesele anlaşılacak…
Cin Kerim:
“İyi madem…” dedi, “o zaman sen de Gökçe’yi dövdürme. Dövdürme ama yezidin yaptığını da yanına kar bırakma. Hiç değilse samanlığı yak. Nasıl olsa samanlık boş! Boş samanlığı yakmak suç sayılmaz.”
Hasret:
“Samanlık boş…” diye sayıkladı, “samanlık yakmak suç sayılmaz…”
“Evet, evet yak! O, nasıl senin canını yaktıysa onun da samanlığı yansın.”
Hasret:
“Samanlığı yanınca onun da canı yanacak…” dedi, “evet!”
Biraz düşündü. Hayal etti…
Hayalinde samanlık yanıyor. Yanıp kül oluyor. Samanlık yanınca Yahya’nın da yüreği yanıyor. Canı, ciğeri yanıyor. Canı yanınca canını yakana kızıyor. O da koşup gidiyor, o da onların samanlığını yakıyor. Sonra kavga çıkıyor. Sonra jandarmalar geliyor. Jandarmalar kavgaya seyirci kalmıyor, baş suçluyu yakalıyor. Baş suçlu belli… Kim? Tabii ki Hasret. Yakalıyorlar. Ellerine kelepçe, ayakların da pranga takıyorlar…
Jandarmadan korkuyor hayalinde. Jandarmadan korktuğu için de samanlık filan yakmıyor...
Cin Kerim:
“O işi bana bırak!” dedi, “samanlığı senin yaktığını kimse bilmeyecek. Kibriti çakan sen değilsen… Ateşi yakan sen değilsen… Samanlığı kül eden sen değilsen; kimse gelip sizin samanlığınızı yakmaz. Jandarma da gelip seni almaz!”
Hasret:
“Ee... Bu iş nasıl olacak?” diye sordu.
Cin:
“Çok basit…” dedi ve ekledi, “samanlık nerde?”
“Derenin boyunda…”
“Derenin suyu nereye akıyor?”
“Aşağı doğru…”
“Akarken nereden geçiyor?”
“Samanlığın dibinden …”
“Şimdi hemen… Buradan in, köprünün altına git! Bak, kutunun içinde bir sürü ateş yakanın var. Köprünün altına gir, kibriti yak ve dereye at. Seni orada kimse göremez. Yanan kibrit suya düşünce dere yanacak. Alev alev yanan dere aşağı doğru akacak ve geçerken de samanlığı yakacak…”
Hasret:
“Oğlum, su yanar mı?” dedi.
Cin Kerim:
“Yanar, yanar!” dedi, “dene de gör bak!”
Hemen köprü altına inmeli, kibrit çakıp dereye atmalı; yanıyor mu yanmıyor mu, görmeliydi. Öyle yaptı. Köprü altı hem gölgelikti hem de karanlık. Gitti, koca kavağın dereye uzamış çıplak köküne çöküp oturdu. Sırtını da taş duvara dayadı. Dere ayaklarının dibinde şırıl şırıl akıyordu. Burada olduğunu kimse bilmiyordu ve görmüyordu. Biraz aşağılara, biraz yukarı taraflara bakındı. Başını, iki ayağı üstüne kalkmış ürkek fare gibi kaldırıp çeşme yanlarına bakındı. Kimseler yoktu. Tamam… Kibriti çaktı, dereye attı. Havada yana yana giden çöp suya düşünce coz yaptı. Bir daha, bir daha… Kibrit yaktı, dereye attı. Kibrit yaktı, dereye attı. Attığı her çöp suya düşüyor, düşer düşmez coz edip sönüyordu. Su yanmıyordu ki!
Ulan, bu Kerim çok manyak…
Cin Kerim:
“Yanmaz tabii!” dedi, “ulan, küçücük bir kibrit ateşi akıp giden koca dereyi nasıl yaksın? Sen önce bir kâğıt yak, yanan kâğıdı dereye at. Bak o zaman…” diye akıl verdi.
Cin Kerim’i dinleyip çöktüğü yerden kalktı, küllük yanına gitti. Küllükten bir kâğıt parçası alıp gene eski yerine geldi. Bu sefer kâğıdı yaktı. Alev alev yanan kâğıdı dereye attı. Suya düşen kâğıt yanıyordu ama su gene yanmıyordu. Kâğıt yana yana bitti, az ötede de söndü…
Hay Allah!
Cin Kerim:
“Bak…” dedi, “küllükte karton kutu var, onu al. Eğer ki karton kutunun ateşi de bu suyu yakamazsa başka da hiçbir şey yakamaz!”
Gidip küllükteki karton kutuyu aldı; kimselere gözükmeden sine sine aynı yerine geldi. Kibrit çakıp karton kutuyu yaktı. Yanan kutuyu suya atmazdan önce alevler büyüsün diye biraz bekledi. Kutu alevlendi. Alevler büyüyünce köprünün altı ışıklandı. Işıktan korkunca elindeki ateş topunu dereye attı. Su üstüne düşen ateş hem yanıyor, hem de yanarak akıntıyla birlikte aşağılara doğru akıp gidiyordu.
Seyrediyordu…
Ateş topu sönmeden yana yana giderse, gider gider; yakınından geçerken samanlığı da yakar. Vay anasını! Su üstünde yanarak giden kutuyu seyrederken olacaklardan korktu. Hay anasını! Aka aka gidecek… Akıp giden ateş samanlığı yakacak… Samanlık yanarken yel çıkacak… Deli yel, yalımları uçuracak… Uçan yalımlar ötede bir yerlere konacak… Konduğu yerleri cayır cayır yakacak… Böylece bütün köy yanacak Vay anasını! Korkusu dağ gibi büyüdü...
Samanlık yanmıştı…
Yangın yayılmıştı ve köy de yanmıştı. Köy yanıklık içinde… Her yer yanık, her şey yanık karası. Ve evlerin ve ambarların, ahırların, yanmış her yerlerin sadece taş duvarları kalmıştı. Taş duvarlar da yanık karasıydı. Jandarmalar çıkıp gelecek, alıp mahpusa götürecek! Eller kelepçeli…
Hayalinde… Kaç sene hapislerde yattı. Orada çürüdü. Cezası bittiği zaman çocukluğu da bitmişti, gençliği de bitmişti. Kaç yıl sonra çocuk değil… Genç bile değil, artık yaşlı birisiydi. Geldiğinde bir Allah’ın kulu yok, köy bomboştu. Herkes göçüp başka diyarlara gitmiş. Yanık köyün yanık duvarlarında, kara kurum bacalarında kukumavlar ötüyordu…
Böyle düşler içindeyken bir de baktı ki, karton kutu su üstünde yüzerek yana yana aşağı doğru gidiyor. Telaşlandı.
Tutun! Tutmalı, tutmalı… Tutun, tutun!
Hemen koşmalı, suyu kovalamalı, yanıp giden kutuyu tutmalıydı. Köpürüp akan suyun ova ova yıkadığı ak kayaların üstünden atlayarak uçup gitti. O, uçup ateşin peşinden giderken karton kutu gitmekten cayıp aşağıdaki gölcükte durdu.
Çok şükür!
Ateş durunca korkusu bitiverdi. Gölcüğün başındaki çimenlik yere çöküp sakin sakin seyretti. Kutu yandı, yandı, bitti. Kutu bitince ateş de bitti. Sonra söndü… Ateş sönünce içindeki korku ateşi de söndü...
“Oh be!” dedi.
O zaman çok küçüktü. Okula bile gitmiyordu. Ya altısındaydı, ya da altısının da altıda. Tam olarak bilmiyordu…
“Bi daa ateş yakmak mı? Tövbe!” dedi. Elindeki ateş yakanı fırlatıp attı. O sırada baktı ki, Cin Kerim karşı yakada. Dikilmiş, kıs kıs gülüyor. O da güldü. “Ulan…” dedi Kerim’e, “Ulan oğlum! Gördün mü? Suyu nasıl yaktım… Gördün mü?”
Dereden çıktı, koşa koşa eve gitti. Olup bitenleri nenesine tek tek anlattı. Nenesi ona güldü. O da kendi kendisine güldü. Cin Kerim’e de sövdü…
Bu olaydan sonra köprünün altından çok sular, çok seller geçti. Bu dünyadan da kaç aylar, kaç yıllar geçti…
O zaman büyüktü…
Aklına gelince, “ben suyu yakan kişiyin nene!” diyordu. Ve katıla katıla gülüyordu. “Su yanar mı? Ben yakan kişiyin…” Birlikte gülüyorlardı…
Tevfik Tekmen 2004–2006/Lüleburgaz