- 1216 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BENEKLİ KÜLTÜR MANTARI
Doğrulmamla parlak ışıktan başka şey göremeyen iki adet gözümün içinde bulunduğu başımı sert bir şeye çarpmam bir oldu. Tekrar sırtüstü uzanıp sağ tarafıma dönmeye çalıştığımda bir engelle karşılaşınca olmayacağını anlayıp sol tarafıma doğru kendimi hafifçe zar zor yuvarladım. Gözlerimdeki o ışık kaybolduğunda bu kadar güzel olur diyebileceğim bulanık bulutlar geçti üstümden. Bir hayal mi görüyordum yoksa ölmüş de mezarda mı duruyordum?Ölmüş olmamam gerekiyor. Ben yani...! Bir dakika, benim adım neydi? Ölmüşsem nasıl ölmüştüm, hayatım nasıl geçmişti ? Ona dair tek bir anım bile yoktu. Acaba bir haltlar işlemiş miydim? Eyvah ki eyvah! Hiçbir şey bilmiyordum. Şimdi sorgu melekleri gelse nasıl cevap verebilecektim? Onlar ki bir ipin bile hesabını sorarlarmış. Sorulan sorulara ‘pas’ desem acaba anlayışla karşılarlar mı? Burada rapor nereden alınır bir bilsem…Tövbe tövbe! Ben neler saçmalıyorum böyle?
İyi tarafından baktığımda bulutlar içimi rahatlatıyordu. Çünkü cehennemliklerin bulutu olmasa gerekti. Ondan sonra kulağıma gelen şelaleyi andıran bu su sesini ancak hayra yorabilirdim. Bir hışırtının ardından yüzüme çarpan şeyin bir gazete olduğunu sonradan farkına vardım. ‘Tövbe tövbe! Buralarda da mı böyle açık saçık gazeteler çıkıyor?’ diyecekken aklıma başka bir ihtimal daha olabileceği geldi. Yoksa trafik kazası mı geçirmiştim? Biliyorum ki dokunmaya çalışsam bir ruhtan ibaret olan elim gazetenin içinden geçerdi. Belki şimdi bedenimden ayrılıp zavallı cesedimi yukarıdan görecektim. Bir müddet öylece durup düşündüm. Ben kimdim, gerçek hayatta hangi mesleği yapıyordum, kulağımı yalayan bu şey de ne? Siyah ve ıslak burunlu köpeği görmemle doğrulmam bir oldu. Bir bankın kenarında kim bilir ne kadar zamandır baygın uzanıyormuşum. İyi de ne işim vardı burada? Büyük bir parkın tenha kısmıydı burası. İnsanlar, baygınlığımın farkına varamayacak kadar uzaktaydı. Banka oturup rahatladıktan sonra kim olabileceğimi düşünmeye başladım. Bankın üzerinde bir gözlük ve arasında bir kalem bulunan kitap vardı. Az ötede, demin yüzüme çarpan gazete ve bankın kenarına işeyip biraz da kulağıma sıçratmış şu uyuz köpek pekala bir şeyler anlatabilirdi. Öncelikle köpeğin kentlilere has ‘hev hev’ deyişinden sokak köpeği olmadığı belliydi. Zaten tasması ve türünün terrier olması bunu apaçık gösteriyordu. Kulağımı yalaması sanırım aramızdaki bağı gösteriyordu. ‘Modernizm ve Yabancılaşma’ isimli kitap, gazete ve gözlükler kültürlü bir adam, belki bir akademisyen olabileceğimi düşündürüyordu. Vücudumda herhangi bir darp izi yoktu ama ceplerimi yokladığımda ne para ne de kimlik bulabildim. Çok şükür ki elimde lolipopla uyanmamışım diyerek biraz güldüm. Gelecekten ışınlanmış bir terminatör olamayacağıma göre –çünkü görevimi de bilmiyordum- başka makul sebepler bulmalıydım. Acaba şiddet içeren bir gaspa mı uğramıştım, yoksa tansiyonla ilgili bir sorunum mu vardı ki bayılmışım. Belki alzheimer hastasıydım. Alzheimer denen hastalık ne demekse artık. Kendimi yokladım; yüzümün şeklini bilemesem de yarı açık bir kafaya sahip, kısa boylu, zayıf, ayakkabı numarası 42 olan, 35 yaşlarında esmer bir erkektim. Parmağımda yüzük yoktu. İşe yaramayan bir sürü bilgi…
Kitabı açıp kaldığım yerde tutmuş olabileceğim notlara baktım. Kitabın ilk sayfasında Turgut Divitoğlu yazıyordu. Altı çizilmiş paragraflardan hiçbir kavramın anlamını bilmediğimden bir şey anlamıyordum. Hafıza kaybı geçiren bir insan düşünmeyi unutmaz tabii ki. Unuttuğu şey isimler ve kavramlardır. Şimdi anlamını unuttuğum bu kelimelerle inşa edilmiş paragrafları nasıl anlayacaktım? Yerden gazeteyi açıp kültür sayfasını okumaya başladım. Türkiye’nin yüzde dördü kitap okuyormuş. Yüzde beşi gazete alırken; yolda, otobüste başkasının gazetesini, kitabını okumaya çalışma oranı yüzdesi doksan beşlerdeymiş. İçim daraldı biraz. Bu cahil halkla muasır medeniyet seviyesine nasıl çıkacağız diye düşüncelere daldım. Muasır neydi ulan? Basur gibi bir şey miydi? Gazeteyi çevirdim. Gözüme beyaz kıyafetli bir çocuk ilişti. Birden beynimde bir anı belirdi. ‘Acımayacak, acımayacak! Sadece ucundan azıcık kesecekler, azıcık… yumurtanın sarısı… ama pencereden bakıyorlar…’ Ve hepsi bu kadardı. Neredeyse ismimi öğrenecekken en önemli kısmında kesilmişti. Bu da iyi, gelişme olacak demek ki. Otuz yaşlarında bir kadın bankta oturmak için izin istedi. Kültür seviyemin göstergesi olarak ‘Buyurun hanımefendi!’ deyip yer verdim. ‘Sağ olun.’ dedi. ‘Rica ederim.’ dedim. Acaba ‘madam’ desem şımarır mıydı? Bir müddet sonra elimdeki kitap dikkatini çekince ‘Şu kitaba bakabilir miyim?’ diye sordu. ‘Tabii ki efendim, buyurun. Adım… (Acımayacak, acımayacak!) Şey, adım Turgut’ dedim. Kitabı karıştırdı. ‘Çok güzel ve elit bir kitap.’ dedi. ‘İsterseniz size hediye edebilirim. Kütüphanemde bir tane daha olacaktı.’ diye cevap verdim. ‘Ay, çok naziksiniz ama kabul edemem.’ Alması için ısrar edip bayana kabul ettirdim. ‘Sizi çok kültürlü buldum.’ deyip bayana az önce okuduğum bölümü gazeteden bulup gösterdim. O da: ‘Gerçekten okumayan, düşünemeyen, kendine ait fikirleri olamayan bir milletiz. Yanlış anlamayın, kendimi bu kapsamın dışında tutmuyorum. Bütün yaptığımız birilerinin söylediği düşünceleri ezberleyip uygulamak. Tabi olduğumuz kişilerin söylemiş olduğu ifadeleri kritiğe, yani kendine mal etmeye götüren sürece dahil etmeden kabul edip savunuyoruz. Kader bizi hangi topluluk içinde doğurup büyüttüyse o topluluğun savlarının militanı olup diğer insanları ahmak ve savundukları fikirleri ahmakça buluyoruz. İnsanları ukalaca ötekileştiriyoruz. Buna rağmen insanın düşünebilen bir varlık olduğu söyleriz. Ne yaman çelişki değil mi? Picasso ne demiş biliyor musunuz? ‘Tek bir doğru olsaydı aynı konu üzerinde yüz farklı tablo yapılmazdı.’ Çok etkileyici bir söz değil mi?’ Bu cümlelere kafamı sallayıp ‘Haklısınız, ben de aynen öyle düşünüyorum.’ dedim.
Köpek mızmızlanmaya başlamıştı. Adımı hatırlamıştım ama evimin adresini hala bilmiyordum. Bize doğru koşarak gelen adam dikkatimi çekti. Sevincinden bu adamın beni tanıdığına hükmettim. Nefes nefese kalmış bir şekilde: ‘İyi misin, beni çok korkuttun?’ Sözlerindeki senli ifadelerden bu adamın çok yakın arkadaşım olabileceğini sezdim. ‘İyiyim, teşekkür ederim dostum.’ Ona iyice yaklaşıp kulağına: ‘Dostum, başıma ne geldiğini bilmiyorsun. Şuan bir hafıza kaybı yaşıyorum. Düşünsene, senin bile kim olduğunu hatırlayamıyorum. Vallahi beni eve götürmezsen burada kaybolacağım.’ Şok olup ne diyeceğini bilemeden elini alnına götürdü. Bu arada kadın kalkmaya hazırlanıp ‘Turgut Bey, kitap için çok teşekkür ederim.’dedi. Ben de ‘Rica ederim hanımefendi, sizin gibi müstesna okuyucular varken bu yaptığım şeyin lafı bile olmaz.’ der demez arkadaşım: ‘ Bir dakika ya! Neler oluyor burada? Bayan, Turgut benim. Ve maalesef size kitap hediye etmediğime göre lütfen onu yerine bırakınız!’ diyerek celallendi. ‘ Dostum bu bir şaka mı ? Az önce beni tanığını söyledin ya! Hanımefendi kitabı alabilirsiniz. Arkadaşımın bir tiyatrocu olduğunu söylemeyi unutmuşum.’ ‘Hayır, kesinlikle ne şaka ne de rol yapıyorum. Üzgünüm, ama seni de tanımıyorum.’diye diretti arkadaşım. ‘Yalan söylüyorsun!’ diye çıkıştım. ‘Ulan’ dedi. ‘Söylemek istemiyorum ama sen kaşındın. Demin ben şu bankta oturmuş gazetemi okuyordum ki yanıma elleri cebinde kaşıma vaziyeti almış bir zibidi yaklaştı. Önce saatin kaç olduğunu sordu. Sonra benden sigara istedi. Olmadığını söylediğim halde yanıma oturdu. Kenardan gazetemin magazin sayfasını aralayıp okumak istedi. Bu asalaktan öyle rahatsız olmuştum ki hafif hafif bankın kendi tarafıma doğru kendimi çektim. Ben gazeteyi ne kadar uzaklaştırsam adam boynunu da o nispette uzatıyordu. Az mübalağa olacak ama at kadar esnek bir boynu vardı denebilir. Birden adamın banktan devrilerek düştüğünü gördüm. Geri zekalı, ensesini bankın kenarına çarptı herhalde.’ Lan, bu benden bahsediyor. ‘Hop hocam, burada şahsıma sataşmalar var gibi. Hem benim kültürüm böyle şeyler yapacak kadar alçak değil. Sizi kınıyorum!’ ‘Ne kültürlüsü be! Benden sigara dilendin diyorum. Senden ancak kültür mantarı olur. Pardon, onlar zararsız oluyordu değil mi? O zaman şuna benekli kültür mantarı diyelim. Ha, ben devam edeyim. Sonra ben, seni uyandıramayınca öldüğünü zannettim. Ambulans çağırmak istedim ama şansa bak telefonu arabada unutmuşum. Telaş içerisinde telefonu alıp geldim de ne gördüm? Beş dakikada neler olmuş neler. O serseri mantar kültür havarisi olmuş da kendine benim adımla beyaz bir sayfa açmış. Senin gibi asalaklar ancak toplumu zehirleyen benekli mantar olabilirler be!’ Bayana göz ucuyla baktım. Bana kusacakmış gibi bir yüz ifadesiyle bakıp kitabı hafifçe bıraktı ve arkasına bakmadan hızlıca uzaklaştı. Turgut: ‘Şimdi kitabımı alayım da evli evine köylü köyüne. Oh be! Neredeyse üstüme kalıyordun. Ha! Beklersen ambulans gelince derdini anlatırsan sana yardımcı olacaklardır. Hatta anlattığım olayı anlatıp inandırıcı olabilirsen -belli olmaz- tıp literatürüne bile geçersin. Kazmaları akil insanlara dönüştüren bir ilaç geliştirirler belki. Aklını çalıştır!’ deyip köpeği de alarak çekip gitti. Kendimden öyle utandım ki anlatamam. Şimdi ne yapsam, nereye gitsem diye oturup düşünmeye daldım. (Acımayacak, acımayacak… yumurtanın sarısı… ) İşe yaramayan o anı ikide bir zihnimde beliriyordu. Karşıdan elinde sigarasıyla yere tükürüp üstüne basmayı ihmal etmeyen, tarafıma doğru yaklaşmakta olan bir adamın bana uzun uzun baktığını fark ettim. ‘Vay, Hulusi sen misin?’ deyip dört beş adım daha yaklaştı. Adamın seviyesini ve hitap ettiği ismi beğenmemiş olmama rağmen tarifi imkansız bir ferahlıkla ayağa kalktım. Şimdi tam karşımdaydı ve bakışları çelişki barındırıyordu. Boynuna sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başladım. Utanmış bir şekilde ‘Tamam, tamam… Gerçekten çok üzgünüm, birisine benzettim. Onun da bakışları, başını ellerinin arasına alıp saf saf bakışı vardı. Hulusi ile iki yıldır görüşmemiştim. Uzaktan cüssen aynen ona benziyordu, ancak yanına yaklaştığımda o olmadığını anladım. İki yılda saçları bu kadar seyrekleşemez zaten.’ deyip tekrar özür dileyerek bir kaçışı andıran gidişinde kafasını ikide bir benim tarafa çevirip seri adımlarla yoluna devam etti. Arkasından yetişip kolundan tuttum. ‘Bir saniye! Tanıdık çıkmamış olabiliriz ancak yine de beyefendi, acaba sizden bir sigara istirham edebilir miyim?’ dedim. Adam, başta irkilmeyle kollarını savunma pozisyonuna soktu, sonra kendini toparlayıp dikleşti. Bana garipçe baktı ve ‘ Hulusi asla böyle yapmazdı. Arkadaşım, zaten atacaktım.’ deyip elime boş sigara kutusunu tutuşturdu ve koşarak kaçtı.
Yahya OĞUZ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.