- 687 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Derken
Derken;
Diyemediklerimin kenarında ömür geçiyor
Dudağımın kenarında birikiyor söyleyemediklerim
Gülümsemeyle gizleyebiliyorum ancak
Yangınlar bana körükle yaklaşıyor, her yangın kendini yakıyor ilk önce. Herkes öldürmeden önce kendi katili, kendini öldürmeden, yok saymadan bir başkasını öldürmek mümkün değil. Ben de sustuğum için kendi kelimelerimin katiliyim önce, sonra dudaklarımın, sonra ziyan edilmiş bir gülümseme. Herkese eşit miktarda dağıttığımdan, dalgın bakan gözlerimden, dağınık saçlarımdan…
Evim küçülüyor, işyerim küçülüyor, dünya küçülüyor. O uzun trenler, yolculuklar küçülüyor. Yolda uyuyabiliyorsak biraz güvendeyiz, tedirgin uykuların böldüğü siren seslerinde kulağımız biraz. Büyüdükçe güvenmemeyi öğreniyoruz ya da daha az güvenmeyi ama bir yerde güvenin sıcak duygusuna muhtacız hepimiz. Herkes muhtaçken bu duyguya, kucak açmıyoruz. Kucaklayamıyoruz diğer yürekleri. Büyüdükçe ben de küçülüyorum, sığmak için dünyaya, pencereden daha rahat bakmak için, kafamı küçültüyorum, içindeki düşünceler büyürken, çoğalırken, sığmazken alnımın çatına. Boğazımdaki düğüm büyüyor, beni boğmak için kararlı, nefessiz kalmam için tüm darlıklar ciğerlerimi buluyor, hava yok, hava da küçülmüş.
Ağzımdaki kelimeler büyüyor söylemediğim için, söyleyemediklerim esir alıyor gecelerimi, gecenin her alanına dağılırken bu kelimeler, cümle olma yolunda beceriksiz. İki kelimeyi bir araya getiremeyen zamanlardayım. Dünya bize göre bir yer değil artık, küçük.
Derken; yangın bana körükle, rüzgâr bana fırtınayla geliyor. İki yana açıp da uçabilecek kanatlara sahip değilim ve yangından kurtaracak, omuzlarımda bir pelerin yok. Uçmak için kanattan daha fazlasına ihtiyacımız var.
***
Derken, diyemediklerim birikti içimde, aklımdan geçirdiklerimle söylediklerimin arasında dağlar birikti. Diyebilmek; mevsimleri zamanında yaşamak gibi bir şeydi, gidişleri Eylül’de, yağmurları Nisan’da, ayrılıkları Aralık’da.
Akşamüstlerin kızılında sana şiirler okumak isterdim, ikindilerde o kızılı beklerken, çay demlemek. Seninle beş çayı içip, üç-beş muhabbetten konuşmak isterdim. Öyle sıradan, öyle gündelik konuşmalar geçmeliydi aramızda ama yine de herkesin sohbetine benzemeyen. Kelimeler ten gibiydi çünkü, karışmazdı hiç birbirine ve bizim dilimiz tamamen farklıydı, yalnızca ikimizin bileceği bir lisanla konuşurduk, günlük konuşmalarımızı bile.
İçimde diyemediklerimi dünyanın son gününe sakladım, içimde büyüyen düğüm o gün çözülecek, boğazım ilk kez o gün rahat edecek, nefes almak İsrafil sûr’u üflediğinde daha kolay olacak. O gün konuşacağım, tüm diyemediklerim, bütünlüğüyle serilecek yere. bu dünya bize göre bir yer olmasa da, saklı kalmayacak.
Herkes anlayacak o gün, bu günü.
Renkler birbirine karışmadan, ak ile karayı ayırmak gerek birbirinden. Sana karıştığımdan beri seçemiyorum rengimi, sende ne renk olduğum belli değil, olmasında zaten, yoksa tüm dünya bizi ayırmaya çalışır. Biz ayrılmazsak kıyamet kopmaz yoksa.
Tüm renkler ihanet ederken birbirine, hepsi birbirine benzemeye çalışırken biraz, bir suyun gelip sileceğini bilemediler. Ben kendi rengimden geçtim sadece, sen olmak için, sende kaybolmak için, görünmemek adına harcadım benliğimi. Şimdi sende olmayı bekleyen kendini kaybetmiş, sana bulanmış soluk bir rengim. Rengim adında gizli…
Diyemediklerimin kenarında, sana biriktirdiklerim var,
gel,
bul,
al ve sakla.
Kıyamete kadar.
Ben sana diyemediklerimi, diyebilmeyi öğrenene kadar.
Yirmi Dört Nisan İki Bin On Üç 17 50
Nevin Akbulut
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.