- 2378 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
DAĞ KÖYÜNDE AŞK
DAĞ KÖYÜN’DE AŞK
NOT; Aşklar büyük, anlatımı uzun olur. Sayfalara sığmaz ama anlayana kutsaldır, yüce duygu.
Bir Özdilek Köyü vardı, 1980lerde. Hala o isimde mi, yoksa yeni bir ad mı verildi bilemem. Hani açalım, saçalım falan derken yani. Bu köy, Ağrı’nın, Tutak-Batmış kasabalarının tam doğusunda, Ağrı Dağı’nın uzantısı olan kollarından birine yaslanmış olarak, İran hududunda bulunurdu.
Eminim, şimdi yolları yapılmış, elektriği, suyu gelmiştir. Ötesi İran, berisi yolsuz, dağlık, ağaçsız, birkaç sürü ve çobandan başka kimseye rastlayamayacağınız, kışın kardan, tek bir siyah nokta dahi göremeyeceğiniz tipik doğu kırsalıydı.
Burası mayınların, savunma için sınır boyunca depolandığı ve korunmasına bir manga askeri görevlendirdiğimiz, basit bir karakoldu. Asayiş görevi olmayan bu karakollarda, pek az vukuat olurdu. Her Eylül ayında, yaklaşık sekiz kadrolu köpek ve on bir eri, yanlarında bir kış geçirecekleri altı aylık erzak ile, bu köye bırakır, Nisan sonu veya Mayıs ayında karların erimesini sabırsızlıkla bekler ve onların sersefil görüntülerine, aç ve soluk yüzlerine hasretle kavuşurduk. Verilen erzak, her zaman çok torpilli olurdu ama bir kuzine ve etrafında toplanan delikanlıların, anlatılan kurt ve kar hikayeleri İle karınları bir türlü doymaz, mutlaka erzakı gününden önce yok ederlerdi.
Bizim karakol, belki de en şanslılarındandı. Çünkü komando bölüğü aynı zamanda kayak bölüğü olduğu için, kış ortasında 1,2 kere erzak götürdüğümüz, hasta olan adamı değiştirdiğimiz olabilirdi. Köylü beni de askerlerimi de çok severdi. Karakola et, ekmek, kavurma, tezek yolladıklarını duyar, biz de köye gelirken eli boş gelmez, onların ihtiyacı olan postal, parka, eldiven, yün çamaşır gibi hediyeler getirirdik.
Köy, 40-45 haneli tipik bir, doğunun en doğusunun dağ köyüydü. Dağın izin verdiği düzlükte kurulu bu köyün okulu, suyu, elektriği, hatta isminin yazılı olduğu tabelası bile bulunmazdı. Yaşlı bir köylüyü, cami kabul ettikleri, minaresiz eve imam yapmışlar, her konuyu ona onaylatarak, maneviyat tarafını onun kurallarına bırakmışlardı. Son baharda kesip toprağa gömerek sakladıkları hayvanların, bütün bedenlerinden kavurma yapar, yağlı koyun kuyruklarını ise koca bir kazanda eritip, bazlamalarını banarak yerlerdi. Sebze ve meyve zaten yoktu.
Evlerin içinde bir tanesi vardı ki, sadece o gerçek bir eve benzer, diğerleri hep toprağa gömülü olduğundan, kar yağdığında yokmuş gibi görünürdü. Bu ev köy ağasının eviydi. Kar yağdığı zaman sadece onun ve karakolun siluetini görebilirdiniz. Yanan ve köyün yerini gece hiç sönmeden belirten gemici feneri de yine bu evin camlarından ışıldardı. Tek çeşme ise ağanın evinin önündeki, durmaksızın akan, yalağı su dolu şirin bir çoban çeşmesiydi. İnsanların ve hayvanların ortak kullandığı,, kazların ve ördeklerin etrafından hiç eksik olmadığı bu çeşmeden , akşamları köyün genç kızları da, güğümlerini doldurur, Kürtçe ve bazen de Türkçe türküler mırıldanarak evlerine su taşırlardı. Askerler kızların olmadığı sabah saatlerinde sularını taşımak zorundaydılar.
Haziran ayında yeni gelen erlerden Selim, Edremit – Akçaylı, fırlama bir Ege çocuğuydu. Saç rengi sarı olduğu için, ona arkadaşları Sarı Selim diyorlardı. Akçay’ın önde gelen ailelerinden birinin dört kız üzerine gelen, tek erkek evladı olmak, ona biraz da asilik katmıştı. Bu yakışıklı delikanlıya birkaç kızdan birden gelen mektuplar, bizim de dikkatimizi çekiyordu.
Sarı Selim, 9 Eylül Üniversitesinden siyasi nedenlerle okuyamayarak ayrılmış, ağzı laf yapan , bazen insana çok sempatik de görünebilen bir gençti. Askerliğe uyum sağlayamaması ise, yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. En başta çavuşlar, bu oğlana yatağını düzelttiremiyorlardı. Birkaç defa da nöbette uyukladığı ve eğitimde de geri kaldığı görülmüştü.
Eylül başında mayın karakoluna gideceklerin listesinde onu da gördüm. Başçavuş, yeni Onbaşı olan Sarı Selim’ i, diğer erlere iyi örnek olmuyor diye listenin başına yazmıştı. “ Memnun musun, karakola gitmekten? “ diye sorduğumda “Kitaplarımı aldım, okumak için bol zamanım olacak “ diye cevap vermişti.
FINDIK
Kendi köpeğimin yanında beslediğim, rengini anasından aldığı için, kahve rengi olan tombik bir Kangal kırması yavruyu da , Eylül kafilesine diğer kadrolu köpeklerle birlikte göndermek için eğitmiştik . Onu yetiştiren er, köpekten ayrılmak istemeyince , köpekle birlikte karakola dağıtımını yapmıştık.
Bu köpeğin ismini onun bakımını üstlenen er Fındık koymuştu. Öyle de kaldı. Ama bu sekiz aylık kırma, artık bir fındığa hiç benzemiyordu. ( Ayı yavruları olan Pomaklara daha çok benzerliği vardı) Gemlik Harası’ n dan gelen saf kan Kangal’lar dan bile iri bir yapıdaydı. Onun karakola gidişine üzülmüştüm. Çünkü kışın aç kurtlar, karakolda sağlam köpek bırakmıyorlardı. Bölgede, bu yüzden çoban köpeği çok kıymetliydi.
O sene, kış çok soğuk geçti. Karakol ile ne telefon, ne telsiz ne de haberci irtibatımız zaten yoktu. Çatısını, pencerelerini ve kapısını onardığımız Karakolumuza yeni gelen kuzineyi de göndermiştik. Kış günleri kuzine; patlamış mısır, külde patates, soğan, sinema, fıkra, tiyatro, masallar, hatıralar, biraz da dedikodu demektir. Yemekler onda pişer, ekmekler onda yapılır. Bolca kömür ve odun da, kuru erzak ve un ile birlikte gitmişti. Cercis Ağa ise çocukları emanet ettiğimiz bir insan dı . Bu emanet etmek, onları kötü günde gözet manasınaydı.
İT DALAŞI
Şubat ayında bir köylü Tutak Jandarma Karakoluna, köyde asker ile köylü arasında silahlı çatışma çıktığını, bir haftadır da kesilmeden devam ettiğini, bunu komşu köylerin çobanlarından duyduğunu ihbar etmişti. Jandarma yolun kapalı olduğunu, köye ulaşamayacağını, oraya gidecek aracının ve teçhizatının olmadığını söylüyordu. O zamanın imkansızlıklarına bakın, helikopter bile yok gibiydi)
Gece yatağımda sabahlamıştım. Acaba yaralı veya şehit var mıydı? Otuz üç yıl öncesinin bu çaresizliğini, şimdiki nesiller sanırım anlayamayacaklardır. İhbar eden köylü tam Özdilek Köyü olduğuna da emin değildi üstelik.
O sabah , hemen gönüllü sekiz kişi aradım. Herkes gelmek istiyordu. Başçavuş Hüseyin , iki çavuş ve beş er ile sabahtan yola çıktık. Yolun araç giden kısmında , en iyi arazi aracı olan ördek Dodge ile yol alacaktık. Bu eski Dodge ‘ yi ağzına kadar erzak, battaniye, odun, kömür, cam ve sekiz kişi ile doldurmuştuk. Tutak sapağından, köye altı kilometre kalana kadar güçlü 4.4 arazi aracı birkaç kere kara saplansa da bizi getirebilmişti. Artık aracı geri gönderip , kayakları ayağımıza takarak, çok zor olan bu yolculuğu başlatmıştık. Öyle berbat bir araziydi ki, karla örtülü su birikintilerine beline kadar düşenler, kayarken fark edilmeyen sivri kayalara çarpanlar, sürekli saldıracakmış gibi uluyan kurtların korkunç sesleri ve taşıdığımız malzemenin omuzlarımıza çöken yorgunluğu. Bütün bunlara, bir de tüfek ve cephanesini de ilave ederseniz, insan değil eşek olsa , bu soğuk ve fırtınalı havada dışarıya çıkmanın , vatan duyguları dışında akıl işi olmadığını anlardınız.
TİPİ
Yolun ancak yarısına kadar gelmişlerdi ki, o en korktukları “Kar fırtınası” kabus gibi üzerlerine çöktü. Hava , öğle saati bile olmamasına rağmen birden karanlığa bürünmüştü. Girdaplar yaparak insan beynini, yön duygusunu, cesareti kıran , suratlarda ucu kurşunlu ince kamçılar gibi patlayan kar ın , gerçek yüzü ile karşı karşıya kalmışlardı.
Dokuz güçlü adam , önce aynı izden yürümeye, bu olmamaya başlayınca da , küme yaparak , üzerlerini büyük bir branda ile kapatıp, ortada C4 tahrip kalıbı yakarak ısınıp, onları delirten bu fırtınadan korunmaya çalıştılar. C4 çok kuvvetli bir patlayıcıydı. Ama yanarak patlamaz, 6000 derece ısı vererek, kesme şeker kadarı ile bile ,üzerine konan taşı ısıtıp, biraz su damlattığınızda çıkan buhar ,Fin hamamı gibi koca bir odayı anında ısıtacak sıcaklığı sağlardı.
Çok kötü geçen kar fırtınası iki saat sonra, bu yardım grubuna acıyarak onları serbest bıraktı . Bu sefer bazı ağırlıkları bu büyük brandaya koyup kızak gibi çekerek yürüyüşe devam ettiler.
Köye yaklaştıklarında öncü olarak iki kişi çıkartmışlardı. Yönlerini harita ve pusula ile bularak, ileride görünen birkaç dumanın tüttüğü yerin, Özdilek Köyü olduğuna kanaat getirmişlerdi. Köyün yakınlarındaki tepelerde, elleri silahlı mevzi almış beş kişi ile karşılaştılar. Bunlar Cercis Ağa’nın adamları olmalıydı. Onlara ,ayağa kalkmalarını ve silahlarını bizden çevirmelerini söylemiştim. Önce tereddüt etmişler , sonra da hepsi kalkıp yanımıza gelerek, “ Hoş gelmişseniz , sefa getirmişseniz” demişlerdi. Kaleşinkoflar omuza ters olarak asılmış, hiçbir düşmanlık belirtisi kalmamıştı.
MAYIN KARAKOLU
Önce, karakola doğru yürüdük. Karakol köyün 100 metre dışında ve hakim bir yassı tepe üzerindeydi. Yaklaşınca pencerelerinde cam olmadığını , hepsinin kırılmış olduğunu gördük. Duvarlar, mermi delikleriyle doluydu. Kapıdan çıkıp üzerimize doğru sevinç çığlıklarıyla koşan , saçı sakalı birbirine karışmış, elbiseli, pijamalı, eşofmanlı adamlar benim askerlerim miydi? Onlarla sarmaş dolaş olup , karakol denilen tek oda ve mutfaktan oluşan ve altı ranza ile, on iki kişinin yaşayabileceği düşünülen bu kulübenin tek tuvaleti de , yirmi metre ötedeydi. Aynı vasıflardaki diğer kulübe , elli metre ileride , asıl mayınların muhafaza edildiği yerdi. Orada , sürekli bir nöbetçi bulunuyordu.
Önce donmak üzere olan el ve ayaklarımızı , eldiven ve botlarımızı çıkartarak sobanın etrafında kuruttuk. İnsan ellerini, kuzinenin içine sokmak istiyordu neredeyse. Ama ateşe yaklaştığımızda da, çok canımız yanıyordu. Yaklaşık otuz metre kare olan bu yerde, çocuklar uyuyor, yemek yiyor, ve kuzine başında sohbet ediyorlardı. Birbirlerinden hem bıktıkları, hem de çok sıkı arkadaşlıklar kurdukları belliydi.
Duran Çavuş, bütün bu olayları Sarı Selim’in başlattığını söylüyordu. Cercis Ağa ‘nın , kendilerinin ayağına kadar gelerek Selim’ i uyardığını anlatıyordu. Çok büyük bir olaydı bu. Epey korkmuşlar, ateşe ateşle karşılık vermişlerdi. Epey mermi atılmıştı karakola. Çatısı adete uçmuş gibiydi . Ağır kar yükü , eriyen sularını , çatının uçan yerlerinden içeriye damlatıyordu. Çıkıp çatıyı bile temizleyememişlerdi. Akan yerlerin altına , yangın kovalarını dizmişlerdi. Erzak bitmiş, köyden de yardım kesilmiş, üstelik çeşmeye gidemedikleri için kar suyu içerek yaşamışlardı.
Bizimle gelen Astsubay Hüseyin’e , derhal yanına dört er alıp , çeşmeden su getirmelerini söylemiştim . Duran Çavuş,
“Aman komutanım , onları vururlar”
“Korkma Duran, benim gediğimi duydu Cercis Ağa. Onların kılına bile dokunamazlar”
SARI SELİM’ in DELİ SEVGİSİ
“Selim Onbaşı , seninle şu mayın deposuna gidelim ve sen neler olduğunu hiçbir şey saklamadan anlat bakalım. Yanımıza da, bir demlik çay almayı unutma. Selim’i alıp dışarıya çıkmıştım. Gerçekten belki yirmi kişi karakolun etrafını halka gibi çevirmiş , elleri tetikte bize bakıyordu.
“Kimdir loo, sizin başınız? Hele bir beri gelsin.” Yaşlı bir adam ,birkaç adım öne doğru yürüyerek,
“Menem gumtanım ” demişti.
“Haber edin Cercis Ağa’ya, bir acı kahvesini içmeye geleceğim. Sen de babam , adamlarını topla ve uzaklaşın buradan. “
Silahlı adamların başı , Kürtçe çağrılarla, ıslıklar çalarak , işaretler ederek adamlarını toplayıp , köye doğru yürüyüp gitti,
Sarı Selim, saçları ve sakalı uzamış, üzerinde kırmızı –beyaz eşofmanları , ayağında botlar ve başında komando yün kar başlığı ile enteresan bir asker kıyafeti sergiliyordu. Mayın deposunun ön kısmını açtırıp , getirdiğimiz iki tabure ile soğuğa aldırmadan karşılıklı oturmuştuk. Bu bölüm ana mayın deposunun önüne yapılmış bir buçuk metrelik istif alanıydı.
” Duran Çavuş, Selim’in yüzünden köylü ile çatıştık diyor , ne diyorsun? “
“Komutanım, beni bir tek sizin anlayabileceğinizi umarak sizin gelmenizi bekliyordum. Arkadaşlar bu havada hiç kimse gelemez derlerken , ben sizin duyar duymaz evlatlarınızı yalnız bırakmayacağınıza , ne pahasına olursa olsun , yardıma koşacağınıza emindim. Önce bu olaylara sebebiyet verdiğim için çok özür dilerim.
Biliyorsunuz İzmir 9 Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin üçüncü sınıfından, siyasi nedenlerle ayrılıp asker oldum. Birkaç kişi ile ve takım komutanımla anlaşamayınca , beni bu karakola yolladınız.
Ağa’nın bir kızı var, adı Sümbül. Aman dediler , suyunuzu sabah alın ve sakın akşam vakti çeşmeye gitmeyin. Şu oturduğumuz yerden çeşme çok rahat görünür. Bazen dürbünle bakar , gelen kızları gözetlerdim. Derken , sadece bir kıza bakıyormuşum da haberim yokmuş. Bunu da , Duran Çavuşun enseme attığı okkalı bir tokatla anladım.
“ O kızdan uzak dur Akçay’ lı. Ağa’nın kızıdır , midene oturur. “
Bir gün beni saran ve uyutmayan 150 metre öteden gördüğüm Ağa kızına olan merakımı yenemeyip, çeşmeye gittim. Kız beni görünce başını öne eğdi. Yanına yaklaşıp , ondan su isteyerek adını sordum. Sümbül , diyerek elindeki testiyi yere bırakıp, koşarak evine doğru kaçıp gitti. Aklıma takılmıştı bir kere. Yine gittim çeşmeye. Çavuşum ve diğer arkadaşlar her seferinde mani olmaya çalıştılarsa da , benim o kapkara gözleri , simsiyah saçları , inci gibi dişleri ve kalem gibi parmakları görmek, ona bir şeyler söylemek arzumu yenemiyorlardı. Diğer kızların gülümseyerek birbirlerini dürtmelerinden, analarına da anlattıklarını, kadınlardan birinin kocasına söyleyeceğini ve ağanın bunu duyabileceğini biliyordum. Kendime mani olamıyor ona mektuplar yazıp büyükçe bir taşın altına bırakıyordum. O da yorulmuş gibi o taşın yanında durup mektubumu alıyor kendi yazdığını yerine koyuyordu. Bana yazdıklarını okusam siz bile gülersiniz halime.
Ne yazık ki , Cercis Ağa duyduklarından şüphelenip , Duran Çavuş’la konuşmaya geldi. Ona böyle bir şeyi asla kabul etmeyeceğini, , size söyleyip beni bölüğe aldırmanızı isteyeceğini bildirmiş. Yoksa kan akarmış. Bunu iyi niyetle söylediğini belirtmek için, aynı gün bir koç keserek karakola yollamış.
Arkadaşlarım , beni uyarıp çeşmeye gitmemem için, ayakkabılarımı aldılar . Yanıma da, hep birini koymuşlardı. Günlerce çeşmeye gidemedim. Sümbül de artık çeşmeye hiç gelmiyordu.
Bazen köye iner, yumurta veya yoğurt satın alırdık. Fakat köylü bizimle konuşmaz, bize bir şey satmaz olmuştu. Nihayet bunun sebebini Duran Çavuş, yaşlı bir kadından öğrendi. Sümbül , hasta olup yataklara düşmüştü. Bu, çok zor şartlarda, yollar kapalıyken, ilaç bulunmazken , kız göz göre göre ölecek demekti. Ona ve Cercis Ağa’ya, bir mektup yazıp, Duran Çavuş’la yolladım. Mektup ,kıza ve babasına hitabendi. Cercis Ağa , okuması olmadığı için mektubu Duran Çavuş’a okutmuş. Mektupta Sümbül’ü sevdiğimi, Cercis Ağa müsaade ederse , kızı aileme isteteceğimi yazmıştım. Cercis Ağa, hiçbir şey söylemeden mektubu yırtıp, Duran Çavuş’un yüzüne atarak, onu kovmuş. Arkasından , ağzından köpükler saçarak bağırıyormuş;
“ Esker , köğe inmayacak. Yoğsam vururam”
Duran Çavuş, başı önünde bu cevabı getirdiğinde , “ Ben kötü bir şey yapmadım , bu adamla konuşmaya gideceğim “ diyerek , ayakkabısız fırlayıp, taşların ayaklarımı kesmesine aldırmayarak , Ağa’nın kapısını çaldım. Beni görünce, sanki namusuna bir zarar gelmiş gibi , üzerime atlayarak , konuşturmadan tokatlamaya başladı. Esas duruşta durarak,
” Vur babacığım, deli gönlüm bunu hak etti , vur “ dedim.
“Senin yüreğini sökerem” diyerek daha hızlı vurmaya başladı. Sümbül yatağından fırlayıp mani olmak isteyince , bir tokat da o yedi. Ben yere düşmedim , çünkü kızı sevdiğimi ve mutlaka onunla evleneceğimi haykırıyordum. Birden erkek kardeşleri de saldırınca , çok kötü dayak yiyerek kapı önüne atıldım. Sokak kapısının önünde , beni yarı ölü bir halde sokağa terk etmişlerdi. İçeriden, Sümbül’ün çığlıkları geliyordu.
Duran Çavuş, parkamın yakasından yakalamış, karlar üzerinde çekerek beni karakola sürüklüyordu. Ayaklarımı hiç hissetmiyordum , donmuşlardı sanki. Bizi gören iki nöbetçi koşarak gelip, beni yerden kaldırarak yatağıma taşıdılar. Sanırım iki kaburgam ve burnum kırılmıştı. Gizlice ebe kadını karakola getirip gövdemi bal ve karabiberle sıvayarak sardılar. (Selim ,izini sırasında burnunu estetik yaptırarak , daha da yakışıklı olmuştu)
Sonra , su almaya giden arkadaşlara çeşmeyi yasak etmişler. Neyse ki kar suyu var dedik ama unumuz da bitmişti. Hele erzak çok azalmıştı. Karakola kapanıp, size nasıl haber verebileceğimizi düşünürken, o karanlık fırtınalı gecede , önce depo nöbetçisinin yüksek sesle “ Duuur, kimdir o? Kimdir o?” diye bağırdığını, sonra da ateş ettiğini duyduk. Köpekler çılgınca havlıyorlardı.
Dışarı çıktığımızda ,yerde çok iri bir katırın yattığını gördük. Bu Cercis Ağa’nın çok değer verdiği , kasabadan erzak getirmekte kullandığı, ordudan satın alınma iri bir Amerikan katırıydı. Sırtında üşümemesi için konulan açık renk bir çulha olduğu için , nöbetçi karların arasından birinin geldiğini zannederek ateş etmişti.
Sabah , Ağa ve iki adamı karakola gelip, katırı vuranı öldüreceklerini söylüyorlardı. Duran Çavuş, katırın mayın deposu nun arkasında durduğunu , üzerindeki çulha nedeniyle , nöbetçinin onu insan gibi gördüğünü, askeriyenin bu zararı mutlaka ödeyeceğini söylüyordu. Ama Ağa, hiç laftan anlamıyordu.
Yataktan güçlükle kalkıp , kafam ,kaburgalarım sargılar içinde, ona yaklaşarak “Cercis Ağa , sen ne katı yürekli bir adammışsın . Bu katırı arkadaşım bilerek vurmadı, üstelik hayvan karakol hudutları içinde vurulmuş. Katır için , asker mi öldüreceksin ? Senden sadece öldürmek beklenir zaten . Sen , oğlunu da ,kızını da , sevgiyi de , mutluluğu da öldürürsün “
diye bağırınca , elini silahına atarak , beni öldürmediğine pişman olduğunu ,benim namus düşmanı olduğumu, ya benim karakoldan gitmemi , ya da karakolu hepimizin başına yıkacağını söyledi.
Katırın ölüsü ve akan kanların kokusu çok uzaklardaki kurtları bile cezbediyordu. Donmuş toprağı kazarak gömmeyi denedik, kazmaların uçları eğriliyor ama donmuş toprağı on santim bile kazmak mümkün olmuyordu. Bu yüzden köyde kışa birkaç mezarı kazılmış bırakıyorlardı. Üzerine epey kar yığarak , katırı gizlemeye çalıştık. Ne yapsak nafileydi, kurtlar kokuyu almışlardı bir kere.
Bir gece sonra , on beş kadar kurt karakolu bastı. Son kalan üç köpeği koğuşa bağlamış, kurtların pencereden girebileceği korkusuyla yan çevirdiğimiz ranzaları çam arkalarına çekmiştik. Yani yatağımızda bile uyuyamaz haldeydik. Bereket versin gaz yağımız yeterince vardı. Bütün fenerleri yakmıştık. Kurtlar, karı kazarak katırın leşini bulup, büyük bir iştah ile , korkunç sesler çıkartarak , bazen de aralarında dalaşarak yediler. Nöbetçi mayın deposunun ön sahanına kaçarak , demir kapı arkasında kendini kurtarmıştı. Çocuk , altı saat sonra depodan çıkarttığımızda korkudan konuşamıyordu ve donuna alenen işemişti.
Koğuşa bağladığımız köpekler, çılgın gibi zincirlerini zorluyor, havlayarak kurtları tahrik ediyorlardı. Katırın leşini bitiren kurtlar, koğuş kapısını tırmalamaya başladığında, hepimiz ellerimizde silahlarımız, sırt sırta vermiş , Duran Çavuş’un cesaretlendirmesiyle bekleşiyorduk . Duran’dan başkası mecbur kalmadan ateş etmeyecekti. İçerideki köpekler susturmak artık mümkün değildi. Sonunda , en korktuğumuz oldu. Koca cam üzerimize patlayarak kırılmış, o kırıktan uzanan iri bir kurt başı, arkasına koyduğumuz ranza yaylarına takılmıştı. Duran Çavuş tereddüt etmeden basmıştı tetiğe. Kafasına yediği mermi ile koca kurt gerisin geriye uçmuştu pencereden .Sonra birkaç silah birden dışarıdaki kurtlara ateş etmeye başlamıştık.
Tam kurtlar kaçmaya başlamıştı ki , köyden karakola bir yaylım ateşi açıldı. Gece olduğu için kimin ve neden ateş edildiğini anlayamadık. Kurtlar için yardım geldiğini sanıp sevinmiştik . Ama mermiler , kiremit çatıya isabet ediyor, bizde büyük bir korku yaratıyordu. Tam zemine yapışarak , ateşin kesilmesini bekledik. Sabah , tam beş kurt ölüsü karakolun çeşitli yerlerindeydi. İşte onların derisini yüzüp tuzladık, terhis olunca hatıra diye. Kurada bir tane de bana çıktı. Etlerini de azar azar köpeklere yedirdik.
Ertesi gün bize atılan mermilerden , karakolun çatı kiremitlerinin kırıldığını gördük. Duran Çavuş, köye inmeye kalkınca , etrafımızın sarılmış olduğunu görerek geri dönmüş. Suyumuz erzakımız yok, bu en soğuk günlerde camlarımız kırık ve tezek de, çok az kalmıştı. En kötüsü ise, olayın baş sorumlusu bendim üstelik. Kaburgalarımı saran ebe kadın , Ağa’ dan izin alarak sargıları değiştirmek için geldiğinde , Sümbül’ den bir mektup getirmişti.
“Beni kaçır sevdiğim. Ya da öldüğümü seyret. Sana karı olmak , köle olmak , senin canın olmak istiyorum. Olamazsam, zaten yaşayamam sensiz”
Bu notu alınca , inanın komutanım, elime silahı alıp , o evi basmayı , o morumsu sümbül çiçeğinin, bir meşe ağacının altında açtığı , o meşenin ona kol kanat gerdiğini, benim Sümbül’ümün meşesinin de , ben olduğumu düşündüm. Ah bu lanet kar, beyaz kabus. Ne zaman kalkacaksın , ne zaman terhis olacağım ve Sümbül Akçay’ da , elinde çay tepsisi ile gülümseyerek kahvaltı sofrasına gelecek. Siyah saçlı kızımızı, afacan küçük oğlumuzu kucaklarımıza alıp, halalarının, annemin ,babamın elini öpmeye , ne zaman gideceğiz?
Her gün karakolun çatısına ateş ettiler. Biz sadece havaya sıktık. Çok şükür yaralı veya ölü yok. O katır yüzünden , kurtlar hep geldiler. Mayın deposuna nöbetçi çıkartamaz olduk. On bir insan ve üç köpek , sarıldığımız battaniyelerde titreşerek, gece ve gündüzün bitmesini bekliyorduk . Gözümüz karın azalıp çoğalmasında ve bizim gibi köpekler de aç üstelik. Derilerini yüzdüğümüz kurtların gövdelerini , teker teker köpeklere yedirerek hiç olmazsa onları sağlam tutmaya çalışıyoruz.
Sevmenin günah olduğunu bana öğretmemişlerdi komutanım. Onu istememin, Ağa ile konuşmaya çalışmamın , kızına eşim olacak diye duygular beslememin suç olabileceğini bilmiyordum komutanım “
CERCİS AĞA’nın EVİNDE
Onu dinlemiş, bu çaresiz aşka çözüm bulmaya karar vermiştim. Karda bata çıka, Cercis Ağa’nın evine ulaştım. İki adam ellerinde kaleşinkof larla avluda bekliyordu. Birden onları görünce sinirlenip ,
“ İndirin lan silahları. Namlu yere bakacak şekilde, omuzunuza asın. Bu kapıdan düşman girmiyor ” diye bağırdım. İkisi de esas duruşa geçerek tüfekleri ters astılar. Astsubay Hüseyin ile kapıya yaklaşırken, Cercis Ağa karşıladı bizi.
“Hoş gelmişsen Gumandan. Sefa getirmişsen . Emrin başım gözüm üstüne”
Eve girip, üzerimizdeki kalın Amerikan parkalarını çıkartarak, yer minderine oturduk. Aslında, çok rahat bir oturma şekliydi. Sırtında kalın , sert ve uzun bir minder, altında daha yumuşak , duvardan duvara uzanan geniş ve halı ile kaplanmış yumuşak bir minder daha. Odanın ortasında, içinde kömür yanan bakır bir mangal duruyordu. Ellerimizi , her gördüğümüz sıcaklığa uzatıyorduk.
Ben , bu erin çok iyi bir çocuk olduğunu , Cercis Ağa’ya anlatmaya çalıştıkça , o hala kızının namusunun lekelendiğini söyleyerek , bir türlü yola gelmiyordu. Kadınlar , kapıya kadar gelip bekliyorlar ve Cercis Ağa ellerinden tepsiyi alarak servis yapmak için yerinden kalkıyor . İşte o an golü atıyorum.
“Bir dakika Cercis Ağa, madem ki bu kahveleri Sümbül kızımız yaptı, önümüze de o getirsin de , biz de cemalini görelim”
“Gumandanım , bizde öyle adet yoktur”
“Cercis Ağa, sizde hala kızı istemediğine vermek, onu ağlatmak, mutsuz etmek adeti mi vardır? Şu eski köye bir yeni adet getirelim. Gel kızım Sümbül, içeriye gel”
Sümbül elinde tepsi, üzerinde tertemiz kırmızı – bordo arası mahalli kıyafetler ile içeri giriyor ve ilk fincanı bana ikram etmek üzere karşımda duruyor. Yerimden ok gibi fırlayarak ayağa kalkıyorum.
“Sümbül, sana soracağım sorulara, hiç kimseden çekinmeden cevap vereceğinden emin misin? Bak bu gerçekten çok önemli. Hazır mısın kızım?”
Sümbül beklemediği bu sıkıştırmayı , kısa bir tereddütten sonra, gözleri yere çakılı, başıyla onaylıyor.
“Bu odada senin ağabeyin olabilecek iki insan ve baban var. Cevap verirken yüzünü ve gözlerindeki ifadeyi görmek , Selim’e öyle haber götürmek istiyorum. Bu yüzden şu yazmayı başından çıkart ve benim yüzüme bakarak konuş kızım”
Sümbül kahveleri dağıttıktan sonra gerçekten silkelenerek, Cercis Ağa orada hiç yokmuşçasına yazmasını çıkarttı. Simsiyah saçları , beline kadar uzun ve pırıl pırıldı. Az esmer yüzündeki çökmüş yanaklar, içine kaçmış gibi ufalmış kara gözler , onun çok acı çektiğini söylüyordu.
“Sen , bu Selim denilen oğlana karşı , ilgisiz misin? Ona hiç sevgi duymaz, onu istemez misin? Sana evlenelim mi, diye sorsa , hayır mı dersin? Bana lütfen net ve doğru cevaplar ver “
Sümbül’ün gözleri , babasının öfke dolu gözlerine , sıkılı yumruklarına , tükürük saçan dudaklarına takılıp kalmıştı. Kız 18 yaşındaydı.
“Kızım konuşsana. Bu soruların cevabını babana değil , sana soruyorum. Hadi bize içinden geçenleri , hiç saklamadan söyle. Bu hayat sadece senin, karar da sadece sana ait olacak”
“Baba, bana öyle bakma , kurban olduğum babam . Ağabeylerim her gün döver söver, anam hep bağırır ,çağırır, sen sanki namusuna dil uzatmışlar gibi hep öfke duyarsın. Ben ne günah işlemişem? Gumandanım , sen doğru dersin. Ben ilk okulu komşu köyde , bu zor şartlarda giderek bitirdim. Orada bayan öğretmenin de aynı şeyleri söylemişti. Ben Selim’ e boş değilem. Babam he derse giderim , Allah’ın izniyle.”
Vayy be , nihayet istediğimiz cevabı almıştık. Beni , hafiften bir keyf hali sarmıştı. Öbür kızın getirdiği mısır patlatıcısı ,kulplu delikli tencereyi alıp mangalı yelleyerek , elimle mısırları patlattım .Kapıdaki adama Selimi çağırmalarını söyledik. Ağa , bu kadar büyük olaya sebep olan oğlanı, evine pek istemiyor ama hayır da diyemiyordu. Selim, jilet gibi ütülü beni bile şaşırtan, elbisesi ve tertemiz tıraşı ile geldi. İlk olarak Ağa’nın elini öptü. Kız başını ,CERCİS ağanın kızgın işaretlerine rağmen örtmüyor, alttan alttan Selimi süzüyordu. Selim o güzel edebi anlatımıyla, kendisinden ve ailesinden bahsederek tanıtımını yapmıştı.
Kızın anası , odaya girmiyor ama kapı arkasından her şeyi duyuyordu.
“Bu kızın anası yok mu Cercis Ağa ?Neden yanımıza gel miyor? Kızını seven bu gence söyleyecek lafı yok mudur?”
Kadın beklemeden içeri girerek, ”Hoş gelmişseniz gumandanlar ,hoş gelmişsen esker oğlum” deyi verdi. Gözü ,Sarı Selim’in üzerindeydi .Dışarıda uğultulu seslerle dönerek uçuşan karların soğuğu yerine, bu sıcacık oda ,bu sıcak karşılama , ne güzeldi bilseniz.
“Selimi döven kayınbiraderler, sizde gelin bakalım . Askerde komando yapacağım hepinizi“
İçeriye beş delikanlı, terbiyeli, yere bakan suratları ve göbeğe yakın bağlanmış elleri ile girdiler .Elimi öpmek istiyorlardı, müsaade etmedim. Onlarla teker teker sarılarak merhaba laştık .Selimle, kucaklaşıp öpüşmelerini de seyrettim. Bu güzel bir barıştı. Astsubay Hüseyin` nin kucağındaki G3 Piyade tüfeğini alıp, camı açarak tek basışta yirmi mermiyi havaya başaltım.
Böyle Ağa evinden ateşi , sadece benim açabileceğimi bilen erlerim , sevinçle naralar atıyordu .Benim ateşime, Cerciş Ağa’nın adamları cevap vermekte gecikmediler. Bir anda silahlar havaya boşaltılmış ,kesif bir barut kokusu köye yayılmıştı.
Önümüze büyük bir örtü serildi. Üzerine basa veya börütek dedikleri, yuvarlak kısa tahta sofra konulmuştu . Hakiki ezogelin çorbasını , aynı tencere içerisinden kaşıkladık . Ben , bu yer sofralarına oldum olası oturamam.. Yampiri oturduğum içinde, bu çorbayı yere dökmeden içemedim.
Kaz eti ile yapılmış kuru fasulye tenceresine , kaşıklarla öyle bir daldık ki keyfimize diyecek yoktu. Cercis Ağa’da yumuşamış , altın dişleriyle gevrek gevrek gülmekteydi.
“Demeh sizin , orda goftaya , götte dirler ha”
Sümbül,o incecik zayıflamış haliyle koşturuyor ,bize tandır ekmeği, soğan ve kurutulmuş biber getiriyordu .Acıdan yandım diyene de, kupa içinde ayran geliyordu.
“Yahu Cercis Ağa , iyi ki kızları altın karşılığı , kilo ile vermiyorlar .zararlı çıkardın valla . Bu ne kadar zayıflamış, bir deri kemik olmuş.”
“He vallah, dogri dersen .Sevda cekti de , ondan gumandanım .Yoğsam o da tavlı gızdır .Hele sayanda huzur gele de, o zeman gör kelli, sen onu “
Selim , hem utangaç tavırlarla yemeğini kibar kibar yemekte ,hem de kıza, çaktırmadan göz mesajları yollamaktaydı.
“Bu ne kızım .bakıyorum da ,bu sofrada en torpilli adam Selim. Soğanın cücüğü ,lavaşın sıcağı, ayranın büyüğü hep onun önünde.”
“Yapma be gumandan .Genç gızdır, utandıra goyma benim Sümbül’ümü “
Ağa da ,kızının mutlu olabileceğini düşünüyor olmalıydı .Selim’e nereli olduğunu sordu .Edremit deyince ,birden Van –Edremit geldi aklına .
“Van değil be Ağa ,de ki Türkiye’ nin öbür ucu ,Edremit- Akçay’lı bu oğlan. Babası sunta ve kereste toptancısıdır. İyi bir ailesi var .Oğlan haber verememiş ,ben gider gitmez babasına mektup yazacağım. Giderken Selim’i de götüreceğim.”
Eyvah, Selim’i de götürmek istemem, kızın da Selim’in de suratlarının asılmasına sebep oldu .Ama başka bir vukuatı kaldıracak gücüm olmadığı için, bu oğlanı , burada bırakmamam gerekiyordu.
Yemek yine de , neşe içinde yendi ve giderken bizimle gelen Cercis Ağa, beni evinin yanındaki büyük ağıla doğru , koluma girerek götürdü .Sanki ben kızı isteyen Selim’in , babasıydım o an .
Önümüzde iki yüz koyunluk bir sürü vardı. Besili bir koçu göstererek ,bunu kesip fırına atacağını ,askerin aç kalmasından ,üşümesinden üzüntü duyduğunu söyledi. Çatıyı da yaptırmaya söz verdi. Çocukların günlerdir çektiklerini hatırlayınca , bende çok sevindim.
KARAKOLDA GECE
Akşam doğru , bütün fırtına dindi ve karın o beyaz çarşaf gibi yeryüzünü örten en güzel haliyle, baş başa kaldık .On iki kişilik koğuşta yirmi kişiydik. Sadece altı kişilik bir masa ,kuzinemiz ve yatak ranzaları vardı .Kırık camları takamıyorduk .Daha önce aldığımız ölçüye göre kestirdiğimiz camlar gelirken iki parça olmuştu. Yine de onları takmaya çalıştık. Ama en güzeli, Cecis Ağanın yolladığı dört adet tabaklanmış boğa derisini pencerelere çakmak oldu. Getirdiğimiz koca brandayı da çatının üzerine gerdirerek , yeni bir sistemle kara karşı koydurdum .
Biraz karanlık olmuştu ama, ne keder. Koç, koca bir kazanda önce haşlanıp, sonra derin bir tandırda nar gibi kızartılmıştı .Baza denilen ekmekler de masaya yığılmış ,bir kazan dolusu pilav tabaklara dağıtılmıştı .Oğlanların gözlerinden, aç kurt gibi, koç etini elleri ile parçalamak geçiyordu. Komando bıçağımı çıkartıp , kaburganın alt boşluğuna sapladım. Bu racon kesilmeliydi, yani burayı ben kaptım ,yaklaşma demek oluyordu .Yemek duası için herkes esas duruşa geçince , Duran Çavuş,
“Tanrımıza hamt olsun,
Milletimiz var olsun” diye duayı tekrar ettirdi .Ben de ,“Afiyet olsun”der demez , eller ve bıçaklar koça saplanmaya , koca hayvan parça parça yok olmaya başladı. Benim bıçağın yakınına pek uzanan olmamıştı, Kaburgadan kestiğim koca bır parçayı , pilav tabağının üzerine koyup , kuzine başına çekildim. Yanıma yaklaşan Fındık, keyifle kaburga kemiklerini yiyor, biraz vermekte gecikirsem, ön ayağı ile pati atarak beni uyarıyordu. Köpeklerin iki günlük payını ayırıp, geri kalan kemikleri kurtların yemeleri için uzağa atacaktık.
KANCIK KURT
Hava durulmuş, ay ışığı bembeyaz dünyayı güçlü bir floresan gibi aydınlatmaktaydı. Karnımız bu gece iyi doymuştu. Rüzgar olmayınca sanki hava sıcakmış gibi, Astsubay Hüseyin ve Çavuşlarla saldalyelerimizi dışarıya çıkartmış,çaylarımızı yudumluyor ,yeni karakol çavuşuna talimatlar veriyordum. Birden zincirlerle kalın demirlere bağlı olan, üç erkek köpek mızıldanmaya başlamıştı .Kuyruğu bacaklarına kısılmış dişi bir kurt , elli metre yakınımızda bizim köpeklere cilve yapmaktaydı. Köpekler çılgına dönmüş, olanca güçleriyle, bağlı oldukları zincirleri zorluyorlardı.
Kancık kurttun , kıçını karlara sürdüğünü görünce ,onun kızışmış olduğunu anlayıp , hemen kovalaması için çetin Çavuşu yollamıştım. Çetin, elinde bir avuç kanlı kar ile dönüp , “Komutanım ,bu kurt yaralı” demez mi? Gülmekten bir hal olmuştuk.”Oğlum,bak artık buranın Çavuşu sensin ,yaralı ile kızana gelmişi anla artık “ Çocuk ilk defa böyle bir şeye şahit oluyor, eline bulaşan kanlara, tuhaf tuhaf bakıyordu. Bir bilse ,köpekgil lerin böyle on üç gün kan akıtarak erkekleri etrafına toplayıp ,sonra seçtiği biri ile çiftleştiğini , onunla kaçtığını, diğerlerinin o erkeği parçalayarak , çıngar çıkarttığını.
Biz bunları konuşup gülerken , birden zinciri o acı gücü ile kıran Fındık `ın , dişi kurta doğru koştuğunu gördük .Onu çağırmamızı hiç dinlemiyor ,cilveler yaparak karda yuvarlanan ,sonra kalkıp uzağa doğru kaşan ,birden durup birkaç öpücük kondurarak güven veren, kancık kurdun planını sezmiş ve silahımı doğrultmuştum. Ama elim nedendir bilmem kurdu vurmaya gitmemişti. Silah sesinin köye etkisi olacağını düşünmüştüm belki de.
Arkalarından koştuğumuzda, vadiye doğru indiklerini ve birden ovayı kaplayan o korkunç sesleri duyduk. Bu adi bir plandı. Kızışmış bir dişiyi kullanarak ,köpeği uzağa çekip on beş kurt , birden üzerine atılarak parçalamak , kurtların genlerinde yazılı bir av planı olmalıydı.
Olay yerine gittiğimizde yılların tecrübeli askeri Hüseyin Başçavuş , fenalaşarak kusmaya ,Duran Çavuş’ta ağlamaya başlamıştı. Yerde bir kurda ait , kopuk bir ön ayak bulmuşlardı .O ayağı hala saklarım.(Kurt Pençesi) Belli ki Fındık’ta kolay pes etmemişti .
Fındık ,kanlı kanların içinde yoktu .Sadece kuyruğu ve kafası duruyordu. Kaçarken bütün gövdeyi birlikte götürmüşlerdi. O gece dişi kurdu , vurmadığım için çok pişman oldum. Karakolun beş köpeğini de bu hain planda katletmişlerdi .Kurtlar yaman avcılardı .Örgütlenmeyi çok iyi biliyorlardı. Geriye döndüğümüzde , üzüntüyle ağlayan Fındık’ ın bakıcısı ,onu büyüten ,eğiten, doyuran Kerim ,hıçkırarak sağlam kalmış başı ve kuyruğu alarak uzaklaştı. Diğer iki köpek, ranzaların altına girmiş yaslarını orada sürdürüyor gibilerdi.
Fındık’ın ölümüne şahit olmak beni çok üzmüştü. Onun oyuncu hali ,iri patileri, doymak bilmez midesi ve inci gibi dişleriyle ,bileklerimi şakadan kemirmelerini unutamam .İnsan eliyle beslediği bir canlıyı kaybetmeye zor dayanıyor .Bu yılın , altıncı öldürülen köpeği olmuştu Fındık.
PATNOS’A DÖNÜŞ
Dönüşümüz daha rahat olmuştu .Sırtımızdaki yükleri boşaltmıştık ve hava çok güzeldi. Her yer kristal karlar ve buz ile kaplı ama yukarıda , “Ben buradayım, korkmayın dostlar” diyen, ışıl ışıl bir güneş adeta bize gülümsüyordu. En yakın telefon , Tutak Jandarma karakolundaydı .
Yolun kayaklı bölümünü çabuk geçiyoruz. Duran ve Selim olmazsa , çok daha hızlı hareket edeceğiz. Bu oğlanlar karakolda biraz hamlamışlar .Bİr römorklu traktöre rastlayıp, onunla karakola kadar gidiyoruz. Çocukların neşesi yerinde. Bir de Fındık ölmeseydi. Ah bu testosteron ah.
Duran ve Selim’i izine yollayıp , rutin görevlerimize dönüyoruz. Selim durumu babasına anlatmış ,mektup yazarak gelip Cercis Ağa’yla görüşmek istiyor babası .En az Mayıs ayını beklemesini bildiriyorum. Selim o zamana kadar nasıl dayanacak bilmiyorum.
Kardelenler açtı ,Çiğdemler çıktı, kuzular analarının peşinden koşuyor ,Habeş altı yavru doğurdu derken ,Malazgirt Ovası , buharla ,sisle kaplanıyor, kar çukurları oluk oluk akan sularla doluyor ,dereler taşıp, ağaçların çiçeklerin kavakların uçuşan tohumları ve halı gibi kar altından fırlayan yem yeşil bir tabiat ,karlı bölümleri yüksek tepelere doğru iteliyor. Bu ıslak yeşil ,bilmeden basarsanız ,yapışkan çamurlarla sizi, su başında postal temizlemeye oturtabilir. Bazen de ,bu kadarla kalmaz ,topuk lastiğinizi hatıra olarak sunarsınız çamura .
Tırmandığımız sarp kayalara, çoğu kez Doğan’lar yuva yapmış olur .Onlarla ve arazide kaçışan yılan yavrularıyla başımız derttedir. Hara’ dan bu yıl , iki dişi Kangal gönderdiler. Bahar geldi ve bizim dişilerden biri kızışmış vaziyette. Astsubay Hüseyin’ e ,bu dişileri hemen karakola götürmesini söylüyorum. Burada çiftleşirlerse karakoldaki erkeklerin hakkı yenmiş olacak .Giden kafile ile Selim’i de yolluyoruz .Kızı görmek için can atıyor. Babası henüz araç girmeyen köye gitmek için, bir ay daha beklemeli. Kerata, yine jilet gibi giyinmiş, kokular sürmüş, kıza da koku falan almış. Herkese hediye var, Cercis Ağa’nın hediyesi gümüş saplı kırbaç ve altın tütün tabakası. Anneye ,baldızlara ve kayın biraderlere de , ayrı ayrı hediyeler var. Elinde bir de memleketten gelirken aldığı tek taş yüzük , kıza söz hediyesi olarak. Aferin oğlum sana .
KIZI İSTEMEK
Mayıs ayının başlarındayız .Sarı Selim’in hık deyip te burnundan düştüğü, kırk sekiz yaşlarında , güzel giyimli bir bey ,beni çardakta bekliyor. Hemen tanıyorum Arif Bey’i. O gün için ,Selim’e izin verip, Urartu Otel’de birlikte yatmalarını ve son konuşmalarını yapmalarını sağlamaya çalışıyorum. Ben de boş durmayıp , ağaların böyle bir kız için neler isteyeceğini araştırıyorum. Cemal Ağa var dostum olan .Diyor ki;
“Ağa kızı, ağır olur . bin davar derse şaşırma .Oğullarına birer kalaşinkof ve kendisine de özel tabanca isteyebilir .”Şaşırıyorum.
Ertesi sabah ,emektar Ördek Dodge ile yola çıkıyoruz .Adam cağız kravat falan takmış. Elbisesi , açık arabada toz içinde kalıyor .Ama babalık işte, tek oğlu için sesini bile çıkartmıyor. Akşamdan haber saldığımız için Cercis Ağa’ da hazırlıklar yapmıştı. O güzel kuzu tandırdan yiyeceğim için sevinçliydim. Kahvaltı bile yapmadım ki ,midem dolmasın.
Köye yaklaşınca , bir davul ve zurna sesi duymaya başlamıştık. Sonra anlaşıldı ki kız istemeye gelen , bizler içinmiş.( Benim canım yurdumun insanları ,sizi bizden ,bizi sizden ayırmaya kalkanlara ve bunu göbeğini kaşıyarak seyreden herkese yazıklar olsun)
Araçtan inerken korkunç bir cayırtı kopuyor, kalaşinkof lar havaya boşaltılıyordu. Bu tip kutlamanın cevabı olmazsa, insanlar yanlış anlardı. Cecis Ağa’nın belindeki on dört lüyü çekip ,azına mermiyi vererek, Arif Bey’e uzatıyorum. Arif Bey, biraz ürkekte olsa silahı alıp ,o sıra susan kalaşinkof lara karşılık olarak havaya boşaltıyor. Haydi bakalım , korkunç bir zılgıt sesi ve yine davullar zurnalar.
İçeride Arif Bey’i,Cecis Ağa ile karşılıklı gelecek şekilde oturtuyoruz.
“Nasıl sınız, daha nasıl sınız ,daha daha nasıl sınız .?”
Teker teker sorulan aynı sorulara ,kadınlar birde “Hanım nasıl ?Kaç hanım var?” sorularını ilave ediyorlar.
Yeter be ,patlayacağım oturduğum yerde. Olayı toplamak için ,“Allah’ ın emri ,Peygamberin Kavli ile …”diye başlıyorum.
“Allah nasip ederse ….”
Cevaba bak ,ne kadar da soğukkanlı ve kızı vermek istemez gibi .Birde yaşlı bir adam var. Sürekli kim ne derse ,kafasını sallayarak onaylayan .
Dışarıdan kuzuların nefis kokusu geliyor. Çetin Çavuş ‘ta uzaktan ”Komutanım karakolda yemek yapalım mı, yoksa bize de kuzulardan varmı?”diyor.
“Bekleyin diyorum .Arif Bey’i ter bastı .Oğlan tarafı olarak işe el atmak lazım. Ama nereden gireceğiz ? Hah işte ,tam aradığım laf çıktı Cercis Ağa’nın ağzından .
“Vallah , hoş gelmişsen sefa gelmişsen Arif bey . Lakin bizde Ağa kızı almak ağır olur derler “
Lafa giriyorum,
“Arif Bey , Türkiye’nin öbür ucundan geldi. Hele ne kadar ağır olur ,bir bilelim Cercis Ağa ?”
“Meselo ,bin goyun olur .en küçüği toklu olaraktan “
“Breh ,breh, breh . Kuzu kabul değil hı .Hele Sümbül kızımız güzel diye istersin de ,daha kayınbaba kızı görmemiştir.”
Kızı güzel bir mahalli elbise içinde, boynunda altınlar ,başlığında gümüş paralar la görüyorum. Kendi babası evet demeden ,pek görünmek istemiyor .
“Bak Cercis Ağa , seni çok severim. Bin koyun çok fazla .Arif bey , Akçay’da bir otel verecek gençlere . Şunu iki yüze düşürelim “
Cercis Ağa hop oturup hop kalkıyor. Neyse ,üç yaşlı köylü, Otel olursa dört yüz olsun deyince, kabul diyerek, koyun faslını geçiriyoruz. İlk sevinç iki tarafa da yayılıyor .Otel resimleri elden ele gezmekte.
“Men kızıma beş dene beşi biryerde isderem. Beş Trabizan burmesi bilezik ,üç metero altın zencır, Erzirom eşi gumiş kemer, bir de altın zaat isterem”
Bunlarda kayınvalidenin istekleri.
Oğlanlar için beş kalaşinkof , Cercis Ağaya on dörtlü altın kakmalı Browning tabanca ve iki boğa ile beş damızlık koç daha .Bir de ölen Amerikan katırı .
Biz cok ucuza kurtarmışız evliliğimizi , bu ne yahu .Arif Bey ‘le fiskos konuşmalar, oğlanın yalvaran bakışları, kız tarafının meraklı pek çok sorusu. Akçay’ın resimlerinin elden ele dolaşması ,daha küçük çocukların ilk mektep haritasını getirip , yeri bulma sevinçleri. Birden patlayan kahkahalar.
“Ula ne oliy orada loo? Çakal mi gaptı hee?” Cercis Ağa bağırıyor ama avludakiler gülmeye devam ediyorlar.
Sonra küçük bir çocuk ,
“Ehmet abey, eskerde oradamış ağam. Diyer ki , garılar cıs cıbıldak geziymiş. Ona güleyrik “
“De get cavırın dölü, Cıbıldağmış.. Tüvbe tüvbe..”
Buna Arif Bey de , ben de çok gülmüştük. Cıbıldak ha, hay sen çok yaşa çocuk.
Nihayet al takke ver külah isteme işini ve başlık olarak verilecekleri karara bağlamıştık. Ağustos’ta düğün olacaktı. Kız içeri girip, önce Arif Bey’in ,sonra babasının ve benim elimi öptü. Çay bardaklarına dökülmüş , mırra dedikleri acı bir kahve sunulmuştu. Damat ,bir dikişte bitirmeliydi ama ,öğüre öğüre , kızların gülmeleri arasında kendini dışarıya zor attı. Onun bardağına şeker yerine tuz koymuşlardı. Eee ne yapalım ,Ağa kızı almak kolay değildi.
Haydi bakalım , hep beraber halay çekmeye avluya çıkmıştık. Böyle başlamıştı dağ köyünün güzel kızının büyük aşkını kutlamamız. Kurulu masanın başına Arif Bey’i oturttuk. Çay bardağı içinde sunulan rakı ile , taş gibi koyun yoğurdu ve enfes kuzu kızartması , ne de güzel gitmişti.
O gece Arif Bey’i , Ağa , evinde misafir etti. Biz de karakola yolladığım dişilerin hamile olup olmadığını tartışarak ve köpekler için çelik telli kafes yaptırmaya karar vererek, Fındık’ ın mucurluklarını anarak, yine saatlerce konuşup durduk. Yanık sesli Osman’ ın, sazıyla söylediği memleketimin içli türküleri ile kah ağladık, kah güldük.
Selim , gece yarısı kız evinden karakola bir karış suratla gelmişti. Kızla konuşamıyormuş. Hemen yanlarına biri geliyormuş , ağabeyleri kızıyormuş, anası yanına çağırıyormuş. Ulan hayatın boyunca konuşup, laf bulamaz olacaksın zaten . Biraz sabırlı ol be oğlum.
Sabah yola çıkacaktık, Köyden yumurta ve tereyağı yollamışlardı. Börek tepsisine , bir kilodan fazla yağı atıp ,50 yumurta kırarak , ekmekleri bandık. One güzel koku ve ne lezzetli yumurtaydı.
NASİP
O sene ,ağır bir yaralanma geçirmiş, komada Erzurum Asker Hastanesinde yatıyorum. Selim’den mektup gelmiş. Güzel bir düğünleri olmuş . Ağa, hep beni sormuş. Köyün hocası, dini nikahtan sonra , benim için dua etmiş, Düğüne gelen Selim’ in annesi , beni çok merak etmiş, kızı alıp, bir de çeyiz taşıması için kamyon da tutarak , evlenip gitmişler işte Akçay’a.
“ Mutlaka beklerim komutanım “diyordu mektubun sonunda. Düğün eminim onun için buruk geçmişti. Cercis Ağa’yı da , Arif Bey’ i de ,bir daha hiç göremedim. Allah ikisine de rahmet eylesin.
MOTORLARLA
On iki motor, bu sefer İstanbul - Çanakkale – Asos yolundan güneye sarkıyoruz. Grubun lideri benim. Aramızda çocukların sevgilileri de var. Ben bu gezide tekim.
Öğlen yemeğinde pide yiyeceğiz. Akçay’ ın çay bahçeleri ile meşhur deniz kenarına motorları yan yana sıralayıp, neşe içinde pidelerimizi yedikten ve iki pide yedim diye oğlanların alaylı esprilerini çektikten sonra, o yaz kalabalığında, az bir şey yürüyüp dondurmalarımızı da yalayarak motorlarımıza doğru geliyoruz.
“Ne şanslısın be abi. Baksana pilicin biri , senin motorun üzerinde , seni bekliyor”
“ Öf anam , bu ne yaa. Yılan gibi up uzun şahane bir çift bacak. Şorta bak be”
“Kızım , benim motor yanındaki yanlış oturmuşsun. “
“Olgun meyve be , sineği çekiyor arkadaş , ne dersen de”
İnanılacak gibi değil . Gerçekten siyah uzun saçlı bir afet, benim motorun üzerinde ve bana bakarak gülümsüyor. Atmış sene sonra , hayatımda bir mucize olmalı. Çocuklar biraz geride kalıyorlar. Ben kıza temkinli adımlarla yaklaşıyorum.
“Merhaba, yoksa bizimle Akdeniz’e gelmeyi mi düşünüyorsunuz? “
“Ah çok isterdim , ama ben sizi otele davet etmeyi düşünüyorum”
“Emin misiniz? Beni hiç tanımadan otele davet etmek ha ? Çok enteresan bir teklif. Ben gelmeye hazırım”
“Evet yüzbaşım, sizi bizim otele davet ediyorum. “
Az daha baltayı taşa vuracaktık. Kız gülerek koluma giriyor. Bizim oğlanlar komada.
Simsiyah saçlar, hafif esmer bir ten ve mas mavi gözler. Bu evet , bu gözler, bana birini hatırlattı.
“Sen , sakın Sarı Selim’ in kızı olmayasın?”
“Evet , ben onun küçük kızıyım. Adım Çiğdem.”
Otelin önünde muzip bakışlarıyla Sarı Selim ve askılı bluzu nün altına şort giymiş eşi Sümbül, büyük kızı Mine , torunu Alparslan , tekne kazıntısı , askerden yeni dönmüş Yıldırım ( Cercis , gerilim , yıldırım demektir) beni karşılıyorlar. Geldiğimi görüp ,emin olduktan sonra , Çiğdem’ i yollamış. Sarı Selim az bir şey saçları dökmüş. Siz de, biraz kilo almışsınız komutanım diyor. Hayat nasılda hızlı akıyor ve biz içinde savrularak yuvarlanıyoruz.
Hepsinin gözlerinden mutluluk ve yaşama sevinci fışkırıyordu. Motorcuları elimle çağırıp , otelin bahçesine davet ettim. Çaylarımızı Mine ve Çiğdem servis yaparlarken , ben otuz yıl öncesinde , Özdilek Mayın Karakolu’nun önüne , gece dışarı çıkartıp ,çocuklarla çay içtiğim sandalyede , o kancık kurdu ararken , (o da ne kurt işte orada, duvarda asılı duruyor)şaşırarak ve sevinçle yerimden fırlıyorum. Selim camı kırıp, kafayı pencereden sokan , Duran Çavuşun vurduğu , en cesur kurttun derisini receptionun duvarına asmış.
Selim , ellili yaşlarda , tıpkı Arif Bey’i tanıdığım zamanlarındaki haline benzer gibi. Sümbül ,o utangaç kız hiç değil ve üç çocuklu olgun bir hanımefendi. Onlarla oturup , çay ve kahve içerek bir saati paylaştık. Ne güzel çocukları vardı. Hep mutluyuz , sevgimiz hiç azalmadı, Özdilek ‘te neyse o , diyorlardı.
EY KADER, sen Akçaylı ,Yugoslav göçmeni Arif Bey’in oğlu ,Sarı Selim ile , Özdilek Köyünün ağa kızı Sünbül’ü, nasıl yazdın birbirine?
Bilerek mi , yoksa öylesine mi?
İyi ki yazmışsın be dostum. İyi ki yazmışsın.
E.Yaşar Ovalı 23Nisan 2013
YORUMLAR
çok güzel bi hikayeydi yine, bi solukta okudum, kaleminize sağlık...
kukurikuu
Okuma zahmetinde bulunduğunuz ve güzel iltifatınız için teşekkür ederim.
Saygılarımla.
Sevgili Eyüp.
Adeta bir roman hacminde olan bu güzel anının inan bir solukta okudum. Bu ne kadar güzel bir anı böyle...Hayatımda askerlik yapamadığım için hayıflandığım olmuştur zaman zaman..Bu yazıyı okuyunca daha da hayıflandım.
Bir asker olsaydım..Seninle aynı birlikte olsaydık..Ağabeyimin doğduğu ( Doğu Bayezıt) Dedemin otuz sene imamlık yaptığı ( Ağrı ) o topraklarda Sarı Selim'e kız isterken senin yanında olmayı ne kadar isterdim.
Ah be dost...Öylesine bir yazı yazmışsın ki neden burada ben yokum diye hayıflandım ve de kıskandım seni...
Ellerine, gönlüne sağlık.
Selam ve sevgilerle.
kukurikuu
Bu yazımı büyük bir sabır göstererek okuyup , böyle bir yorum yazdığınız için teşekkür ederim.
O bölgede görev yaptığım, o içten ve saf insanları tanıdığım için çok mutluyum.
Bu yerler bizden ayrılırsa ben kederimden ölürüm. İki çapulcu için bölge huzuru bozuldu ya yazıklar olsun. O yoksulluk bitmeyecek ki. Aynı sefaleti batı da da çeken pek çok insan var. Tek yapılacak olan bölgede hayvancılığı devletin ele alıp geliştirmesiydi.
Ama devlet ilk olarak devlet üretme çiftliklerini satarak bu görevini yapmadı. Sizinle tanışmak , görüşmek, aramızdaki çok az kalan görüş farklılıklarını tıraşlamak isterim.
Saygı ve sevgilerimle sevgili Hocam.
uzun olmasına rağmen merak ve ilgi okuttu kendini
kutlarım usta kalemi
saygılarımla
kukurikuu
Yazımı sabırla okuduğunuz için ve iltifatın için çok teşekkür ederim.
Kader Ağrı ile Akçayı bile yeri gelince bağlıya biliyor,
Yazıya boyun eğmekten başka çare yok. Oğlan çok mutlu oldu. Önemli olan da buydu zaten.
Saygılarımla.
Çok güzel bir hikaye okudum. Gerçekten iyi bir anlatım. Tebrik ederim...
kukurikuu
Sayfamda olmanız bana gurur verdi,
Bu uzun hikayeyi okuyabildiğiniz ve güzel yorumunuz için teşekkür ederim.
Saygılarımla.