güneşte sırılsıklam
“Yanılmıyorsam evlerin boyu elektirik direklerini geçince başladı sorunlar. Önce çöpler artış gösterdi, ardından otomobiller, ve işsizlik...”
Eskişehir’de yarı deli bir kadınla yaşıyordum. Yarı kadın biriyle yaşamaktan iyiydi. Adı Sevil. Hayır, deli raporu yoktu Sevil’in. Çünkü kayıtlara geçmemiş, durumu yetkililer tarafından tespit edilmemişti, henüz.
Sokakta böyle kaç delinin dolaştığını biliyor musunuz? Bilmelisiniz. Markette, alışveriş için ya da elektirik faturası ödemek için beklediği sırada birden soyunmaya başlamadıysa, ya da kırmızı ışıkta geçen bir arabayı kafayı takıp kamu malına zarar vermediyse, devlet bu tür insanların varlığından habersizdir.
Eskişehir, güzeldi. Anadolu’nun göbek çukuruna yakın bir yerdeydi. Tozlu
yollar, şehri delip geçen çelik raylar, soğuk kaldırımlar, sakin görünen porsuk çayı ve hiç yaşlanmayan insanlarıyla parası olmayan herkesin kısa süre takılacağı bir yerdi.
Eskişehir’e geldiğim ertesi gün tuvaletten çıktım. Bana uğrayan bir arkadaşım yüzüme baktı ve şöyle dedi:
“Yıkadın mı?”
“Ne diyorsun oğlum? Sana ne?”
“Bak, seni uyarmalıyım. Bu şehrin suyu kaba etine değdiyse Eskişehir’den bir daha kopamazsın.”
Çok geçti. Şehir merkezine onbeş dakika yürüme mesafesinde, Bahçelievler mahallesinde, iki göz oda evde, yarı deli bir kadınla yaşıyordum. Eskişehir kışlarının küstah olduğunu biliyordum. O sıralar kuzey yarımküre kasım ayındaydı. Ben de öyle. Ancak tuhaf bir şekilde hava soğumuyordu Eskişehir’de. Günlerdir ne kar ne yağmur vermişti gökyüzü. Sakınıyordu, ve buna memnunduk. Çünkü ısınma ihtiyacı duymuyorduk. Isınmak, serinlemekten daha zordu bizim için. Kazaklarımız, battaniyemiz vardı. Derimiz, kanımız vardı. Sevil’le birbirimize sarılıyor, sürtünüyorduk ısınmanın en zevkli haliyle.
Para hızla suyunu çekiyordu. Üç aylık kirayı peşin ödemiştim. Bir ay daha kira derdi yoktu. Kadınım, yani Sevil, yarı deliydi ancak işi biliyordu her kadın gibi. Örneğin tavuk konusunda. Bütün tavuğu alır, ağzına sigarasını yerkeştirir ve mutfak tezgahına yatırdığı ölü tavuğu acımadan eklemlerinden parçalardı. İnce, güçlü kollarıyla kendinden beklenmedik biçimde hızla işini görürdü o tavuğun. Bazen, tavuğa bunu yapıyorsa beni bile parçalayabilir diye düşünüyordum. Parçalara ayırdığı tavukları tencereye koyar, içine soğan atar, haşlardı. Haşladıktan sonra tencerede kalan suyu çorba niyetine içerdik. Bol vitamin. İçine karabiber ve limon eklendiğinde tadı fena olmazdı. Tavuğun kalanıyla sulu yemek yapardı. Birkaç patates ve bol baharatla oldukça lezzetli görünürdü. Ancak bir süre sonra tavuk bıktırıyordu diğer her şey gibi. Yine makarna ve çorbaya dönüyorduk.
Eskişehir’e gelmemin üzerinden iki ay geçtiği halde işim yoktu. Sabah erken kalkmak zorunda değildim. Öğlen uyanıyor, belki iş görüşmesine çağırırlar umuduyla sakal tıraşı oluyor, haşlanmış yumurta, zeytin ve peynirden oluşan kahvaltımı yapıyordum. Günde iki öğün yiyorduk. Öğlen ve gece. Yemeklerden sonra rengi açık kahvemizi içiyorduk. Hayır, kahveyi açık içmenin sağlıkla ilgisi yoktu. Tasarrufla ilgisi vardı. Kötü alışkanlıklarımız yok sayılırdı. Hayır, ahlak düşkünü ve iyi aile çocukları olduğumuzdan değil, paramız olmadığından.
Sevil, çalışıyordu. Kadınlar iş konusunda erkeklere göre daha şanslıydı. Çünkü işverenlerin çoğu erkekti ve erkekler, kadın seviyordu. Bir kafede garsonluk yapıyordu Sevil. Günde altı saat çalışma karşılığı yirmi lira alıyordu. Kirayı benim ödediğimi düşünürsek ondan gelen para sigara, içki ve yiyeceğe gidiyordu.
İşsiz günler, tütünsüz günler. Knut Hamsun’u iyi anlıyordum. Açlık kitabını okuduğumda onüç yaşındaydım ve okuduğumdan hiçbir şey anlamamıştım. Çünkü toktum. Buzdolabı ağzına kadar doluydu. Açlık ne diyordum? Nasıl açlık? Şimdi çok iyi anlıyorum Knut Hamsun’u.
Bir elim cebimde diğerindeyse taşıdığım kitaplar, yine sahaf yolunda yürüyordum. Şehir merkezinde, Esnaf Sarayı yakınında bir kitabevi vardı. Sarı saçlı yaşlı cadı, ikinci el kitapları yok pahasına alırdı. Her seferinde kazıklandığımı düşünürek çıkardım oradan. Ancak defalarca hayatımı kurtarmıştır o kitabevi. Birkaç günlük ekmek, makarna ve su parasına kitaplarımı beşte bir fiyatına okuttuğum günler çok olmuştu. Kitap karın doyurmuyordu. Ancak paraya dönüşüyordu. Bu yüzden o kitabevi farkında olmadan cebimi ve karnımı defalarca ısıtmıştır.
Tren geçidine yakın bir yerde, teras katı olan kafede çalışıyordu Sevil. Küçük bir girişi vardı. Hemen yanında mutfak ve restoran tarzı bir yer, çıkmaktan hoşlanacağınız ahşap merdivenleriyle, ikinci katı kafe ve bardan oluşuyordu. Ben üçüncü katı yani terası tercih ediyordum. Ortada barıyla, etrafta tahta masalar, onlarca yabancı ülkeden toplanmış araç plakasının süslediği duvarlar, kimsenin okumadığı kitapların dekorasyon amacıyla kullanıldığı kitaplık ve ufku gören küçük manzarasıyla seviyordum o teras katını. İş aramadığım zaman oraya gider bir köşeye otururdum. Günlük gazeteleri okur, indirimli kahve içer, bazen bir şeyler karalardım. Hiç okumadığım küçük notlar, bazen resim bile çizerdim en yeteneksiz halimle.
Bir gün kafede otururken Umut, elindeki gazeteyi havada salladı.
“Bak şu işe!”
“Ne oldu?” diye sordum.
“Bir yazarın bu kadar kazanabildiğini bilmiyordum.”
“Ne saçmalıyorsun?”
Gazeteyi getirip bar tezgahına bıraktı. Bir göz attım.
-Ayşe Kulin, 1 milyon 634 bin 660 liralık telif geliriyle yılı, ’en çok kazanan yazar’ olarak tamamladı. Listenin ikinci sırasında yer alan Elif Şafak, 8 milyon 51 bin 500 lira ciro ve 1 milyon 610 bin 300 lira telif geliriyle ikinci sırada yer aldı. İskender Pala, 6 milyon 599 bin 900 lira ciro ve 1 milyon 319 bin 980 lira telif geliriyle listeye üçüncü sıradan girdi…-
Tekrar okudum. Rakamlar korkunçtu. Tanrım, sadece oturup yazarak mı bu paraları kazanıyorlardı? Ne yazıyorlardı? Ne bulmuşlardı? İnsanlığa faydalı bir ilaç mı? Doktorlar bu kadar kazanmıyorken yazarların kazanması müthişti. Bir terslik vardı ve işime geliyordu. Ben de yazabilirdim. Herkes yazabilirdi. En azından deneyebilirdi. Sabah erken kalkmak zorunda olmadan, otobüste yer bulma endişesi, işe geç kalma telaşı duymadan, sadece evde oturup ya da kütüphanede biraz araştırma yaparak kitap yazmak. Hayali bile ağzımda şekerli bir tat bırakmıştı. Ben bir milyon istemiyordum. Bu şekilde kazanacağım elli bine razıydım. Beynime yıldırım düşmüş, yılan gibi kıvrılmıştı içeride.
Adımı görüyordum. Yazar, Bedri Yalçın. Kulağa hoş geliyordu. Yazarlık eğitim istemiyordu, okulu yoktu. Bugüne kadar kamyonet dolusu kitap okumuştum. Ancak kitapları okurken aklımda yazar olma düşüncesi yoktu. Aklımda tek soru vardı. Yazabilir miydim?
Yerimden fırladım. Umut, arkamdan seslendi:
“Nereye gidiyorsun?”
“Yazar olmaya.” Dedim geride sesimi bırakarak.
Merdivenleri hızla indim. Neredeyse garsonlardan biriyle çarpışıyor, elindeki tepsiyi deviriyordum. Tramvayın arkasından, caddeyi koşarak geçtim. Gördüğüm ilk kitabevinden içeri girdim. Çok satanlar bölümünden bir kitap çektim. İlk cümleyi okudum. Sonra orta sayfadan bir cümle, ve sondan. Başka bir kitap çektim. Aynı yöntemle birkaç kitap karıştırdım.
Bunları mı yazıyorlardı? Hiç zor görünmüyordu. Sonra kitapların fiyatına baktım. Beş kitap, yaklaşık elli lira. Cebimde iki lira vardı. Gülümsedim, kitapları yerine bıraktım. Bana kitap lazımdı. Ancak para ödemeden almalıydım. Ayaklarım alışık olduğu adrese doğru yürümeye başladı. Kısa süre sonra il halk kütüphanesi önündeydim.
Elimde kitaplarla eve girdiğimde Sevil beni bekliyordu. Genellikle iş çıkışında onu beklediğim ve eve birlikte yürüdüğümüz için alışkanlığın bozulmasına sinirli görünüyordu. Koltuğa oturmuş, bacak bacak üstüne atmıştı. Sallanan ayak ucundaki terlik yere düşmemek için çırpınır gibi duruyordu. Parmakları arasında tuttuğu sigarası öfke tütüyordu. Sessizlik çok sürmedi:
“Öğleden sonra neredeydin?”
“Sana da merhaba.”
“Bir şey sordum.”
“Kütüphane.” Diyerek kitapları koltuğa bıraktım.
“Ne işin vardı kütüphanede? Yoksa, yoksa küçük kızlara mı asılıyorsun?”
“Delisin sen. Yavrucuğum, yazar olmaya karar verdim.”
Ağzındaki dumanı yutunca öksürmeye başladı. Gülmek istiyor ancak boğulacak gibi oluyordu. Burnundan, ağzından, kulaklarından yüzündeki bütün deliklerden duman çıkıyordu. Nesi komikti yazar olmanın?
“Yazar olucaksın? Sen?”
“Evet. Ne var bunda?”
“Ne zamandır yazıyorsun? Hem nereden çıktı bu? Hiç bahsetmemiştin.”
Endişelenmiş görünüyordu. Sahip olduğu erkeği kaybetme korkusu yaşayan bir kadın gibi. Ne yalan söyliyim, hoşuma gitti.
İşaret parmağımı yavaşça başıma doğru götürüp, alnımı gösterdim.
“Her şey burada bebeğim. Tek yapmam gereken onları kağıda dökmek. İyi bir hikaye bulmak için uzun zamandır düşünüyordum. Onlarca kitabı ne için okuduğumu sanıyorsun?”
Bana bir an yazarmışım gibi saygıyla baktı. Sigarasını bile içmeyi unutmuştu. Sigarası ucundaki külün boynu bükülmüştü. Sonra kül birden halıya düşünce Sevil, benim kim olduğumu hatırladı. Yeniden küçümseyici bakışlar belirdi yüzünde.
“Neden gerçek bir iş bulmuyorsun? Kafede bulaşık yıkayabilirsin mesela? Bugün çocuklar konuşurken duydum. Birini arıyorlar bulaşık için.”
Bu kez parmağımı bir ok gibi göğsüme sapladım.
“Ben üniversite mezunuyum. Elbet diplomamın karşılığı bir iş bulucam. Ancak bulaşık yıkama işi bekleyebilir. O sondan ikinci seçeneğim.”
“Birinci seçenek neymiş?”
“İntihar.”
“Ha hay...” Diyerek kadınsı ve alaycı bir kahkaha attı. “Sen intihar edemiycek kadar kendini çok seversin.”
“Belki sevmiyorumdur. Beni tanıdığını mı sanıyorsun? Ne kadar zamandır tanıyorsun beni?”
Biraz düşündü. Üç ay demesini bekliyordum. Çünkü aptallık derecesi o cümleyi kurmasını gerektiriyordu.
“Senin bencil bir adam olduğunu bilecek kadar uzun.” Diyerek şaşırttı. Demek akıllanıyordu. Benimle geçirdiği üç ay yaramıştı. Bir yıl sonunda istediğim kıvama gelebilirdi.
“Yazar olmayı istediğimi bile bilmiyorsun!”
“Hem yazar olsan ne olacak? Yine açlık çekeceksin.”
“Sen öyle san! Çok safsın kızım. Hiçbir şeyden haberin yok. Bir yazarın teliflerden ne kazandığı biliyor musun? Telifin anlamını biliyor musun sen? Yoksa yine teşevvüş haline mi geçtin?”
“Benimle bu şekilde konuşma! Telifin ne olduğunu gayet iyi biliyorum.”
“Söyle o zaman.” Diye sordum. Biliyordum bilmediğini.
“Bana aptalmışım gibi davranmandan sıkıldım, telifin ne olduğunu çok iyi biliyorum!”
“Bekliyorum.”
“Telif, elbette biliyorum. Telif, şey… Biliyordum, ama böyle birden sorunca unuttum. Fakat teşevvüşün ne olduğunu biliyorum. Onu geçen gün öğretmiştin.”
Ellerimi cebime soktum. Derin bir nefes aldım.
“Neyse, boşver. Benim karnım aç. Yemekte ne var?”
“Telif yemeye ne dersin?” dedi ve yatak odasına gitti.
O kadar doluydum ki ne açlık ne Sevil’in tavırları umrumdaydı. Tek isteğim yazmaktı. Bilgisayarın başına geçtim. Boş bir sayfa açtım. Tuşlar takırdamaya başladı.
Günler böyle geçiyordu. İş başvuruları, iş görüşmeleri, akşam yemekleri, akşam yemek sonrası seks, seks sonrası kavga, kavga sonrası seks, seks sonrası yemek…
Ödenmeyen faturalar, soğuk havalar, ve tekrar iş başvuruları… Geriye kalan zamanlarda boş kağıtlara deli gibi yazıyordum. Bir yerde kaçak vardı. Bu kadarını ben bile beklemiyordum. Nereden geliyordu bu sözcükler? Kim fısıldıyordu kulağıma?
Fakat yazdıktan sonra okuyor, genellikle beğenmiyor ve yüzlerce kelimeyi acımadan çöpe gönderiyordum. Dünyadaki en acımasız eleştirmendim.
Evde yazıyordum. Sokaktaysa ne yazacağımı düşünüyordum. Fırına ekmek almaya giderken, yolda yürürken, iş görüşmesi için beklerken sürekli ne yazacağımı düşünüyordum. İyi bir hikaye arıyordum. Bir yaprağın altında, güneş sarısında, yumurta akında, kirli bulaşıklarda, ayakkabımın içinde, orada mısın esin perisi?
Kafede bile yazıyordum. Sevil’de deli gibi çalışıyordu. Zil sesiyle alt kata iniyor, servis tabaklarını alıyor, terasa çıkarıyordu. Sonra içki servisi için boşları topluyor, masaları siliyordu. Asla yorulmuyordu. Kısa boyu, ince kollarıyla Sevil, siyah küt saçlarıyla, üzerinde yeşil önlük, ardında görünür pembe koku bırakıp yanımdan geçerken omzuma sürtünen Sevil. Gözlerimi kalçasından ayıramıyordum. Dünyayı dengede tutuyordu o iki parça.
Eksenim, kadınımın kalçasından geçiyordu. İşte gerçek edebiyat!
Sevil’i beklerken insanlara bakıyordum. Bazen ilginç tipler geliyordu. Mesela genç bir kız genellikle akşam beşten sonra gelir, bara oturur, cep telefonuyla oynardı. Etrafındakilere sanatçı olduğunu söylüyordu. Güzel sanatlarda okuduğunu, ve açlığı seçerek sanatçı olduğu yalanını anlatıyordu.
“Açlığı tercih ettim, ve sanatçı oldum.” Derdi gülümseyerek.
Hiç aç birine benzemiyordu. Pahalı cep telefonu, kalite giysiler ve içkiyi bile kalite içiyordu. Aç sanatçı bu muydu? Yaratmanın açlıkla ilgili olduğunu sanmıyordum. Belki tutuşmayı sağlayan maddelerden birisi açlıktı, ancak her şeyi açlığa bağlamak kolaycılıktı. İlahi bir sözcük gibi çıkardı büzdüğü ağzından sanat kelimesi. Bacak bacak üstüne atıp, naylon çorapları barın sahte ışığı altında parlarken, ayağında pahalı ayakkabıları, elinde son moda cep telefon, ressam olduğunu haykıran gözlerle etrafına bakardı. Bana sorarsanız sanatçı filan değildi, poposu uzun zamandır tokatlanmamış, şımarık bir kızdı. İhtiyacı olan buydu. Şamar.
Birkaç gün sonra barda oturmuş, Sevil’in mesai bitimini beklerken ve aynı zamanda çok yavaş yaşlanırken, yazdığım ilk öyküyü tamamladım.
İyi de şimdi ne yapıcaktım? Elimde benden başka kimsenin okumadığı bir öykü vardı. Kime okutmalıydım? Yayınevine mi göndermeliydim? Kim söyledi bilmiyorum ama edebiyat dergisi dedi birisi. “Oraya gönder. Bütün yazarlar bu şekilde başlar.”
Birkaç derginin adresini buldum ve postaya verip beklemeye başladım.
Görüyordum, haber taşıyan posta güvercini konacaktı pencereme.
“Bedri Bey, öykünüzü aldık. Allah aşkına, bugüne kadar neredeydiniz? Öykünüzü hemen yayımlıyoruz, telif ücreti olarak ödemeniz zarfın içinde.”
Her gün posta kutusunu kontrol ediyordum. Geceler sakız gibi uzuyordu. Ancak hiç haber yoktu.
İki hafta sonra cuma günüydü. Kadınım yerde oturmuş tırnaklarına oje
sürüyordu. Onun meşguliyet sessizliğini seviyordum. Derken birden başını kaldırdı. Unuttuğu bir şeyi hatırlar gibi baktı bana.
“Ölümden çok korkuyorum. Ya sen?” diyerek o muhteşem sessizliği katletti.
Tam bu sırada biramı açmıştım. Yeni bir şeymiş gibi:
“Asrın icadı bu! Çevrilerek açılan bira kapağı!” diye bağırdım, heyecanla.
Sevil, ojeli tırnaklarından başını kaldırdı:
“Sana bir soru sordum.”
Benden sürekli bir şey bekliyordu. Öncelikle bir cevap, gece üçte iki düzüş,
sevgi sözcükleri, klozet kapağını eski konuma getirmemi bekliyordu, telefonun çalmasını bekliyordu, indirim günleri onu dışarı çıkarmamı bekliyordu
bu arada çöpü de akşam çıkarmayı unutmamalıydım.
“Seni duydum.” Dedim. Aklımda tek bir şey vardı. Yolladığım öykü.
Elinde tuttuğu törpünün sivri ucu bacağımı gösterirken tehditkar ses
tonuyla konuşmaya devam etti:
“Sana bir şey sordum, maşallah cevap vermek için bir santim uzamadın.”
“Bebeğim, ölümden sonrasına inanmam doğumdan öncesine inanırım.”
“Yani?”
“Yanisi şu, doğumdan önce ne acı ne zevk hatırlıyorum. Ölümden sonrası için
de aynısını umuyorum.”
“Anlamadım?”
“Yavrucuğum insan aslında ölümsüzdür, sadece farkında değil. 70 yıl yaşadığını düşün ve zamanı dilimlere bölüyorsun, mesela şu an seninle konuşuyoruz bu incecik bir dilim. Ama 70 yaşında son dilimdesin ve ölmek üzeresin, ama ölen sadece başka dilimdeki halin ve acıyı çeken sadece o parçan. Nasıl bugün aldığın zevk geçmiş ya da gelecek hayatını ilgilendirmiyorsa, onların his alanına girmiyorsa, ölüm de aynı şekilde kendi dilimi dışına çıkamaz. Ölüm, bütün hayatının içinde öyle küçük ve incecik bir andır ki sadece o dar alanı ilgilendirir. Ölen, aslında 70 yıl yaşamış biri değil 70 yaşındaki yaşlı halin. İşte o ölüm anını çıkardığında geriye
ölümsüz insan kalır...”
“Of. Çok karışık. Anlamadım...”
Bu sırada telefon çaldı. Kadınsı sohbetlerine içeride devam etmek üzere yatak
odasına doğru yürüdü. Sonra sessizlik başladı, hep oradaymış gibi.
Beklediğim haber aynı gün öğleden sonra geldi. Beyaz güvercin olmasa da kanatsız beyaz renk incecik bir zarf çıktı posta kutusundan. Faturaların arasında uzanmış alınmayı bekliyordu. Hızla açtım ve okumaya başladım.
“Bedri Bey, göndermiş olduğunuz öykü yayın kurulumuz tarafından incelenmiş ancak olumsuz değerlendirilmiştir. Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz.”
Yanlış mı okumuştum? Tekrar okudum. Posta kutularının önünde öylece bekliyordum. Canım eve çıkmak istemiyordu. Bunu Sevil’in bilmesini istemiyordum. Nedensiz bir utançla sokağa döndüm. Evden uzaklaşarak yürümeye başladım. Nasıl olur? Nasıl olumsuz? Neyi beğenmemişlerdi? Onlara harika bir öykü göndermiştim. Ne yapacaktım şimdi? İş aramaya devam mı? Sabah dokuz akşam altı mesai mi bekliyordu beni? Etrafa baktım, beni izleyen biri olmadığına emin olunca gördüğüm ilk çöp kutusuna attım zarfı. Yenilmiştim, tükenmiştim. Kendimi çok zayıf hissediyordum. Karnıma bir ağrı saplandı. Kaygı mıydı? Daha önce hiç kaygılanmamıştım.
Hava kararmıştı, ve beni bekleyen kadının varlığından rahatsız yürüdüm eve...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.