- 699 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Piyâs
Tükenirken dahi bir şey üretebiliyoruz: ‘Kendi mezarımızı!’ Monolog uğultularımızdan kaçıp, kendi yalnızlığımızın ilgeçlerinde saklanıyoruz. Kara bahtlı türküler çalıp söylüyoruz. İçtiğimiz çayın bardağını koyduğumuz tepsiyle, hamur yoğurduğumuz plastik kaplarla serenat yapıyoruz ritmik kalp atışlarımıza. Uyutmak mı, yoksa uyandırmak mı istiyoruz onu? O, bizim mezarımız, var olan yalnızlığımız!
Korunmasız sevişmelerden bahsediyorlar, kötü diyorlar, bir şeylerden illa ki sakının diyorlar. Oysa korunmasız o kadar çok şey var ki hayatta, kimse bunlardan bahsetmek istemiyor. Sıkıcı ve goygoycu tavırlarıyla nasıl da muhafazakâr canlılarız! Bu canlıların içinde büyük bir apartman içinde kaçıncı katta olduğumuz hiç önemli değil. Her gün aynı pencereden dışarı bakıyoruz ve korunmasız varlığımızı sıkıştırdığımız mekân içerisinde gerçeği arıyoruz diyoruz. Ama benim de artık o gerçekle yorulacak halim kalmadı. Asfalt eridi, ayakkabılarımızın tabanlarına karışan ziftlerle boyumuz uzadı. Adam zannettik kendimizi, pijamanın içinde fazlalık olan lastikle sapan yaptık en büyük düşmanlarımıza, kuşlara. Ben de kendime bir gerçek aradım. Av veya avcı olmanın hiçbir hükmü yokken, o şımarık ve hiçbir yere aitliği olmayan gerçeği bir geyiğin kanında buldum. Avcı bendim hâlbuki ama avlanmıştım. Bir hüküm vermek gerekiyordu o an, fakat korunmasız sevişmelerin ilahı elimde var olacak tüfeğe benziyordu. Ellerimi yıkamak için gök gürültüsünün sesini duymalıydım ya da farkında olmadan bir şeyler yapmalıydım. Hiçbir şey bu kadar gerçek olamazdı. Geyiğin kanı sımsıcaktı ve gözlerindeki toprak rengi bakışlar içime işliyordu.
Masumdu, ilkin raptiyeleri çıkarmak gerekiyordu derisinden. En ağır organından tek tek çıkarmaya çalıştım küçük, talaşa benzer, keskin demir parçaları. Onları çıkardığım her yerden yeniden kan akıyordu. Merak etmiştim, sebep neydi? İnsanlar en çok mazilerinde yaşadıkları acıların sızısıyla yaşlanırlar diyordu bilge. Haklı olabilirdi evet, geçmişti her bir raptiye ile tutturulmuş parça. Yüzüne dokunmaya korkuyordum. Çenesinin altından, ince boynuna kadar olan mesafedeki titreyiş arşı olmasa da, vücudumun her bir hücresini ihtizaza getiriyordu. Bir leke miydi, tutsaklık mı, gerilik mi yoksa mecburiyet mi? Aslında ben onu vurmamıştım, o beni vurmuştu. Eğer bir gerçekten bahsetmek gerekiyorsa, vuran ya da vurulanın hiç önemli değildi. Gerçeği görüyordum, onun bildiği gerçeği benimle paylaşıyordu. Sımsıcak kanına daha dokunmamış parmaklarım toprağın üzerindeki otları rahatsız etmeden, onun içini dolduran abı hayatına dokunmak istiyorlardı. Tuzluydu, bir o kadar da acı!
Uzun mesafeli yorgunluklar sonrası hayal gördüğümü zannediyordum. Ama onun kanı akarken, gözlerim yaşarıyordu. Mental yorgunluk fecaatleri ardınca, lunapark da jetonu olmayan bir çocuk gibi soğuk ve tozlu beton üzerinde oturmuş, etrafımdaki renk cümbüşüne hayran hayran bakakalıyordum. Kırmızı ve sarıyla bağdaşmaya yakın kan, bordo ve siyaha dönüşüyordu. Lunapark da jetonum olsa dahi, biliyorum ki bindiğim şeye bir daha binmek isteyeceğim. Gerçek, o şaşalı mekândan bir an önce uzaklaşmak olmalıydı! Bir hayaldi sadece, meyal ile örtülü, tahayyülün idrak edemeyeceği bir aşktı!
Kendi kendime mi konuşuyordum, yoksa kanına parmaklarımı değdirdiğimle mi? Özür diliyordum topraktan, kendimden tiksiniyordum. Müstesna kişilik zaman sayıyordu. Vedan için çağrılmadın diyordu bir başka müstesna… Ruhum çok yaşlıydı, yüzüme bakıp aldanan gölgeler, bir sonraki adımda şapkadan ne çıkacağını merak ediyorlardı. İnsanların lanet olası gerçeğinden başka hangi anlama sahip olduklarını düşünmem için de geçti. Hakikaten başka kaç soytarılık yamayabilirdi ki yanışlarımızı?
Bana değil, hep kendine benzeyen acılarım oldu, bu yüzden hiçbirine alışamadım. Parmaklarımı kanlı görmeye mesela, mesela parmaklarımı koklamaya ve hâlâ gözleriyle ışıldayan terk olunmamış toprağa, kalbe… Kanı ancak yağmur temizleyebilir diye biliyordum, ancak yağmurun yağmasını beklersem, büyük bir azap çekeceğini biliyordum. Madem acı çekecek dedim, akan kanına bulanmak istedim. Tek tek soyunurken, aslında gerçeğe merdiven dayıyordum. Üzerimde hiçbir şey kalmayınca, artık bordo bir kan ile ten rengimi değiştirebilirdim. Ellerim, iki elimde hızla kanı vücuduma yayıyordu. Zehirlenmiyordum, bir tür virüs kapmıyordum, sadece var olduğum acının rengine bürünüyordum. Acıyan gözlerle bakıyordu bana, başının altında munis kulaklarını görebiliyordum. Saçlarıma kadar onun kanının kokusuyla iç içeydim. Sarmalandığım kan tutkal gibiydi, derimi çekip çekiştiren bir oksitlenme ile yüreğimin daha hızlı çalıştığını fark ettim. O ölmüyordu aslında, ben ölüyordum.
Çırılçıplak vücudumla dua edip, yine de daha az acı çeksin diye yağmur istiyordum. Ancak o ellerini dizime doğru uzattığında, başını dizime koymak gerektiğini anlamıştım. Dizimde başı varken, daha mutlu gülümsüyordu. Bir yandan da yanaklarını sıkıyordu, acı çekiyordu. Başından okşuyordum, her taradığım kıl parçası uzun bir saç teli gibi elimi sırtında gezindiriyordu. Gözlerinin kapanma ihtimaliyle korkuyordum. Hayatımda bu kadar huzur dolu olduğumu hatırlayamıyordum. İkimiz birden ölüyorduk, ama onun sıcaklığını, kanının derime karışan rengini, tadını, kokusunu aldıkça zihnimde yeni bir şehir kuruluyordu. Pas rengi sözlerimin üstünde çırılçıplak oturup, onun kanına bulanmış ellerimle başını okşuyordum. Derisi çok yumuşak ve hassastı.
Gözleri gülümsüyordu, ölürken daha sıcaktı gerçeğin aksine. İçime işliyordu her sıcak nefesi. Nefesinin sıcaklığıyla bütün vücudumun derisinde iz bırakmanın kıvancı mıydı bu? Güvercin gibiydim. Uçmayı öğrenmeden uçup da, takla ata ata sonsuza yuvarlanan güvercinler. İçimin yanıklığına hangi yangın söndürücüyü talep edebilirdim ki Rab elinden? Sesimin güçsüzlüğünü fark ettim. Sirenlerim dahi vardı, ama birer kâbustan başka bir şey değillerdi. Korkutucu yengeçlerin ısırıkları ile genişleyen limanımda kıpkırmızı bir halde en çok kendimi terk etmenin acısını hatırladım o an. Beni ben yapan her neyse, bizi, onu, bunu, herhangi bir varın da kılık değiştirmesini sağlayan o rüyaydı. Gri bir halde, Kesikbaşların ruhuma feyiz verdiği o kör nokta cahilliği mektebinde. Dizime yapışmış başının kaval kemiklerimi sızlamasını engelleyemeyen bir teşbih hatası vardı. Kaosu yaratan bendim ve tebessüm ettiğim anda bir resim buldum. Karamsarlığımı mı yoksa daha da derine girmemi, derime nüfus eden kanın şeytansı böbürlenmesini mi andırıyordu? Mutlu muydum? Kesin cevaplar vermek için artık toynaklarımı törpülemiyordum. Değildim diyebilmem için bile, içimde büyüyen cesedin savunduğu melankolik serkeşi savunmam gerekiyordu.
Ölülerin de saçları uzar diyen menkıbe hafızama ilişti bir an. Öldükten sonra o halde onunla beraber ne kadar birlikte durabilirdim ki? İçimi sorgulayan derinliğe düştükçe günah diye bir çığırtkan sırtını yaslıyordu çıplak ve kanlı sırtıma. Yılgınlığım apaçık sessizlikle sevişirken, haddim olmadan o an hayata dair düstur koyabilir miydim? Neyin manası olabilirdi ki? Ya da kalmış olabilir miydi? Ya kendim, ya kendi çaresizliğim, düşüşüm, üzülüşüm, kendimle hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ulvi kavgam? Kime anlatabilirdim ki içimi? Halimi görecek olanın nutku tutulup, sonra bir şeyler mırıldanmaya kalktığında ‘neden’ nidasını kulağıma iliştirecekse, neden çetin bir sual gibi kendimi kaskatı kesmekle uğraştırıyordum ki?
Biz insanlar en büyük konunun paylaşıcılarıyız. Magazinsel yaşanan elbette realite olmaz ve en büyük konu insan olarak kalmaya devam eder. Böyle devam ederken yaşamak olgusu, şöyle düşünmek ne kadar akıllıca peki: Her şeyimizle aynı olmaya yakın iken, bizi biz yapan ve ben farklılığını oluşturan akıl-ruh bileşkemizde var olanlar neden bir başkasını ilgilendirsin ki? Tanıklık edilen yaşamların sonu belli iken, arada yaşananların ne kadar önemi kalabilir ki Her insan bir başkasına kapalı. Çetin suallar gibiyiz. Ama benim çenem değil, bir yerim, bir şeylerim değil, bir yerim durmalı artık! Es gelmeli bana. Ben kimim ki? Bunu bilmek için yaşıyorum. Bunu bilmek için acı çekiyorum. Bunu bilmek için toprağa karışmadan önce akan kanı bütün vücuduma sürdüm. Zaman durmalı, irkildiğim ve tenselliğim zekâsında artık hiçbir ayrımcılığı yapmamanın zamanı geldi!
Gözlerim kendisi gibi yuvarlanmış iki mahzun göze bakıyor. Gözlerimle bir başkasını mı görüyorum? Geyiğin iniltileri o kadar efsunlu ki, kendi kanına boyadığım parmaklarımı dudaklarında gezindiriyorum. Gözlerim gözlerinde yorgun. Arsız olmayacağım için, daha çok tanımak istiyorum, daha çok içe gömülmüş olanı çıkarmak, kazımak istiyorum. Deşmek istiyorum gerçeğimi ve bu arada tüm gördüklerim kaçırmadan bir cd’ye kaydeder gibi, aklımda, zihnimde tutmak istiyorum. Sen benim öyküm olamazsın diyorum geyiğe. Manasız değil, ama bir mana çıkaramadığım şekilde gözleri kayıyor bordo tenimin perdeleri arasında. Deryadaki tüm mektuplar, kendime yazdığım, kendimle kazımak istediğim sitemler kadar yaş mı bırakıyor acaba? Nemli bir bilememek mi bana geride kalan?
Gök gürlüyor. Açıkta kalmış bir yaram gibi artık nefes almayan, ancak hâlâ sıcak! Böyle kalabilir mi, katılabilir mi o da sonsuzluğa böylece?
Gök gürlüyor. Nefesim açıkta kalmış terli bir yanılgı ve üflüyorum kendi ruhuma maviye bakıp. Az sonra kurtulabilirsin tüm bu sana ait olmayan renklerden diyen bir gürültü daha…
Gök gürlüyor ve üzerime değip, benden kaçıp toprakla sarılmaya giden her yağmur damlasını affediyorum. Hiçbirine küsmüyorum.
Küf kokuyorum.
Kendi mezarımda kazıdığım her parçanın tırnağımda hatırası var.
Bilemiyorum, kırgınım maviye ve hatta yağmura! Yağmur, yağmıyor hiç yanaklarıma!
O bilgenin sözünü dinlemek istiyorum. Dünyan ne kadar büyük olursa olsun, kendine böldüğün zaman onu ‘pi’ sayısını bulacaksın diyordu. Aslında dünyanın da, ben de var olduğunu söylemek istiyordu. Fibonacci’ye inanıyorum ve en çok sekiz, yani sonsuzu barındıran pi sayısının açılımıyla kendi yâsımın dizisini açıyorum. Hiçbir oran tutturamıyorum. Birden dokuza hangi rakamı seçersem seçeyim, biliyorum aynı yâs içinde gerçeğin kokusuyla yalnız kalacağım. Bu yâs o bilgenin dediği gibi, yalnız benim değil, herkesin tutması gereken bir yâs olacak.