- 737 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DİLENCİ
’’Düşmez kalkmaz bir Allah’’’sözünü ilk kim söylemişse çok doğru söylemişti.
Gerçekten de insanoğlu; ne oldum değil, ne olacağım demeliydi.
Hatice Hanım, o güzel bahar günü, öyleden sonra evden çıkmış, Bursa Ulu cami civarındaki giyim eşyası satan mağazalara doğru yürüyordu.
Ulu caminin taş döşeli bahçesinden geçerken, kadınların girdiği güney kapısına çıkan beyaz mermer merdivenlerin başında oturan bir dilenci gördü.
Dilencinin saçı sakalı bir birine karışmıştı.
Sırtında, kıyafet denilirse, yırtık- pırtık bir siyah ceket, ceketin içinde rengi bir birine karışmış bir gömlek, bacaklarında; 15 yerden yamalı, kemer yerine iple bağlanmış bir pantolon, ayaklarında ise delik olduğu 5 metreden bile kolaylıkla fark edilen naylon ayakkabılar vardı.
Çok ağlamaklı, adeta inler gibi tuhaf bir sesle, Allah rızası için bir sadaka diyor, gelip geçene boş avucunu uzatıyordu.
Ulu cami etrafında kim bilir kaç dilenciden birisiydi, bu dilenci de ama Hatice Hanımın gözü sanki bu dilenciyi bi5r yerden ısırıyordu.
Merakı ağır bastı, dilenciye doğru 4-5 adım daha attı, karşısına geçti, dilencinin yüzüne alıcı gözle bakmaya başladı.
Dilenci de başını yerden kaldırmış, kan çanağına dönmüş gözlerle Hatice Hanıma bakarken birden utançla gözlerini yarı kapamış, kafasını öte yana çevirmiş, bakışlarını kaçırmıştı..
Şaşkındı Hatice Hanım.
Sen, sen, sen diyebildi sadece.
Sen Salim Bey değil misin?
Evet, Hatice Hanım.
Doğru bildiniz.
Ben Salim.
Patron Salim.
Daha doğrusu bir zamanların patronu, bugünün dilenci Salim’i…
Gözlerine inanamıyordu Hatice Hanım.
Karşısında ezilen, büzülen, imkânı olsa da, yer yarılsa yerin 7 kat dibine gönüllü girmeye gönüllü gbi görünen insan paçavrası bir zamanların mağrur, gururlu, küçük dağları ben yarattım pozları takınan patron Salim’di.
Hani bir zamanlar, bir dilim ekmeğe muhtaçken, kendisini, acımadan kapının önüne koyan patron Salim.
Kovarken de doğru dürüst bir mazeret gösteremeyip, ezikliğini şirretlikle gizlemeye çabalayan Salim.
O an Hatice Hanımın hafızası yıllar öncesine geri döndü, o acı günü hatırladı.
Türkiye harbe girmese de, 2. Dünya Savaşı günlerinde halk çok zor günler yaşıyordu.
İktidardaki Halk Fırkasının yandaşları harbin sıkıntısını pek hissetmeseler de, sıradan halk zor günler yaşıyordu.
Şeker yoktu, çay kuru üzümle içiliyordu.
Ekmek karneye bağlanmıştı, o bile yetmiyordu, mide gurultusunu bastıramıyordu.
Yokluk vardı, yoksulluk vardı, işsizlik vardı, hastalık kol geziyordu, ölüm yanı başlarındaydı.
Halkın işi zordu; Bursalı 4 çocuk annesi Hatice Hanımın işi çok daha zordu.
Kocası çalışmıyordu.
O günlerde iş bulamadığından çalışamayanlar ayıplanmazdı ama onların durumu biraz karışıktı.
Adam çalışmadığı gibi sürekli kumar oynar, elde avucunda ne varsa kaybeder, çoluk çocuğunu açlığa mahkûm ederdi.
Çalışmayan adamın kumar oynamak için parayı nereden bulduğu sorusu herkesin kafasını kurcalasa da, işin içyüzünü bilenler için durum pek de sır değildi.
Hatice Hanım, Bursa’da ipek üreten bir iş yerinde çalışıyordu, kazanıyordu, kazandığını eve getiriyordu.
Olmaz olasıca kocası, efendisi, eşinin elinden parayı döve döve alıyor, parayı gasp edince de soluğu doğru kumar masasında alıyordu.
Bursa’da ipek üreten işlerleri sezonluk çalışırlardı.
Patron, sezon başında ne kadar ipek kozası aldıysa onu işlerler, koza bitince de çalışanlar bir sonraki sezona kadar eve yollanır, işletmenin kapısına kilit vurulurdu.
Akarken doldur misali, çalışanlar işinin kıymetini çok iyi bilirlerdi.
Ya bu işi yapacaklar ya da zaten tam doymayan karınlarını açlığa terk edeceklerdi.
Hatice Hanımın oturduğu kira evi Kiremitçi mahallesinde, çalıştığı işyeri ise Tahtakale civarındaydı.
Öyle paydosu esnasında çalışanlar evden getirdikleri yemekle karınlarını doyururken, Hatice Hanım işyerinden çıkar, koşar adımlarla evine gelir, bakımını 13 yaşındaki büyük kızına bıraktığı 4 aylık bebeğini emzirir sonra tekrar koşarak işyerine gider, zamanında işinin başında olmaya çalışırdı.
Karnını da geliş gidiş esnasında ayaküstü yer, güçten düşmemeye çalışırdı.
Derken, kocası ihtiyat askeri olarak askere alınınca, Hatice Hanımın işi bir kat daha zorlaşmıştı, bu defa da eline geçen 3-5 kuruşunun bir kısmını askerdeki kocasına göndermek zorunda kalmıştı.
Bir gün kelli-ferli patronu Hatice hanımı odasına çağırdı, ona, işine son verdiğini bildirdi.
Hatice Hanım yıkılmıştı, zaten zor geçiniyordu, işini de kaybederse çoluk çocuğu ne yerdi?
Benim suçum ne, beni neden işten çıkarıyorsun? Diye sordu.
Patron bu soruya doğru dürüst, tatmin edici cevap veremedi, hık mık etti, kıl dedi, yün dedi, en sonunda sert bir ses tonuyla; Burası benim.
İstediğimi çalıştırır, istemediğimi de kapının önüne koyarım.
Sen bana hesap soramazsın dedi.
Ölmüş eşeğin kurttan korkmayacağı gibi, işinden kovulan Hatice Hanımda patrona diklendi,
Sen beni namaz kılıyorum diye işten atıyorsun.
Eğer sen beni namaz kıldığım için işten atıyorsan, Allah seni bana dilendirirken göstersin dedi.
Patron bu bedduayı umursamadı.
Köpeğin duası kabul olsa gökten kemik yağarmış diye güldü, geçti.
Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı, seneler su gibi geçti.
Hatice Hanımın çocukları büyümüştü, elleri ekmek tutar hale gelmişti.
Çocuklarının da çocukları olmuştu, onlardan bazıları da çalışmaya, meslek öğrenmeye başlamışlardı.
Türkiye’de gelişiyordu, eski fukaralık kalmamıştı, en azından aç kalma tehlikesi ortadan kalkmıştı.
Hatice Hanımın eşi, genç sayılabilecek bir yaşta ölmüştü, cefakâr kadın, 4 çocuğu sayesinde hayatını sürdürüyor, rabbine şükrediyordu.
Bu gün, çarşıya çıkması da aslında eski yoluk günlerinden kurtulduğunun göstergesiydi.
O gün yolunun Ulu cami bahçesine düşmesi kaderin bir oyunuydu, ilahi adaletin tecellisiydi.
Evet diyebildi zar zor duyulabilen bir ses tonuyla.
Ben de seni tanıdım.
Sen, bir zamanlar benim yanımda çalışırken işten attığım için ağlaya ağlaya giden Hatice Hanımsın.
O gün yerden göğe kadar haklıydın.
Ben seni işten namaz kıldığın için işten atmıştım.
Allah da senin bedduanı kabul etti, beni sana dilendirirken gösterdi…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.