- 15080 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
benim hikayem mst
BU BENİM HAYAT HİKAYEM
Karbondioksit kokan ayazı ile meşhur bir aralık ayının son gecesi saat 24 gösterdiği saatlerde avuçlarını sıkı sıkıya sık akarak ben bu dünyanın kaderini değiştireceğim bırakın beni ayırmayın eşimden diye avazı çıktığı kadar bağırarak ağlayarak dünyayı şereflendiren annesi için dünya güzeli bir bebek olarak dünyaya gelmişim.
Tabi bir saat sonra elektrikler kesilip jeneratör ün çalışmaması nedeni ile hastanenin karışmasının suçunu bana yüklemişler.
Yeni yılın ilk gününde ilk adımımı mı attığım bu günden sonra yaşayacağım ve yaşanılacak günlerin huzur ve barış getirmesini, hayatımızda yaşanabilecek en verimli yıllardan biri olmasını temenni edip nasibimin açık, feyzimiz in bereketli, ibadetleriniz ve dualarınız makbul,Zulüm altında olan kardeşlerimizin yarabbim yardımcısı olsun diye ağlıyarak yeni heyecanların ve yeni bir güne başlamanın Mutluğu, ile hayatımın bana ayrılan zaman dilimini hızla tüketmeye başlamıştım. Ailenin ilk çocuğu olmam sebebi ümitler hayaller ve sevgiler hep benim üstümde imiş daha sonraları peş peşe gelen dört kardeşle azala, azala bana hiç kalmadığını anlayacaktım.
2 bölüm....
Şüphesiz ki sancılı bir dönemin çocuklarıydık zaman geçiyordu dur durak bilmeksizin. Bizlerin mücadele etmesi gereken yılların şeytanı çoktu.
Çoğu akşamüstülerinde bir rüzgara kapılıp gittik , kim bilir ne rüzgarlar esti hiç istemediğimiz zamanda yada o rüzgarın gelmesini ne uzun zaman bekledik hayatın saati geçerdi hep tık tık,ve bizler keşfedilmemiş yollara keşfe çıkmıştık tozlu,çakıllı,yağmurlu yollar ama sonunu hep bahar bildik,öyle hayal ettik..
Doğumumuz yıllar olan 1960 yıllar tarihe adını altın harflerle yazdırırken. Üstelik zaman kötü ,ölümle burun buruna yaşamamıza rağmen ölümü hatırlayamaz olmuştuk bu yalan dünyanın koşuşturmanın içinde ölümü unutunca Allah ı hatırlayamaz oluyorduk başımız derde düşmedikçe..
kıldığımız namazı da dünya telaşlarını çözmeye çalıştığımız zamanın içine koyduk. Ne diye geldik bu dünyaya diye düşünemez olduk ya da düşündüklerimiz olması gerekenin dışında oldu hep. Kurduğumuz hayallerin rüyalarla buluşup gerçek olmasını ya da sadece rüyalarda kalmasını izleyip durduk.
Arkadaşlıklarımız dostluklarımız oldu. Bezende yanıldık bu seçimlerimizde. Hep kendimizi mi aradık karşımızdakinde ne? Bulamayınca gürültüler çıkardık. Kalbimize eğildikçe görüyorduk işte heyecanları, o bir kenarına hapsedilmiş duyguları paylaşacak birilerini arıyorduk sadece. Sevgiyi arıyorduk o paylaşıldıkça çoğalan her türlü basitliğe,bencilliğe inat birilerini arıyorduk,bir dost bir sevgili..
oysa kör bir dilenci gibi gözlerimizi kapatıp hayata, kaderden yardım bekleyip medet ummak kolay geldi bize. Hayat her gün penceremizin önünden geçerken pencereyi açmaya üşenir olduk. Kötü gecelerden soluk benizli sabahlara geçiş yapmak kaderimiz olurken .
Sevdalarla uyanamaz olduk uykumuzdan sabahları. Küskünlükleri silmez oldu sıcak dost selamları. Yüreklerimizde sakladığımız arzularımızın, beklentilerimizin önüne geçti hırsımız. Elimizi uzatmak yerine bir dost beline,sırtımızı döndük hep birbirimize.
ne ayaz sevmeyi bildik nede yağmurun sesindeki melodiyi kulaklarımıza söylenen şarkıların farklı noktalardayken bizler ve mümkünken tek melodiyi oluşturmak istedik aralarda yamadık perdeyi.
Baharda koyun koyuna karşılayan pembe ve beyaz çiçekler gibi olamaya çalışır ken...
Sonra sonbahar geldi bütün hüznünü toplayıp ve sandıklarımız kilitli kaldı sürekli. Açamadık herkese açabildiğimiz kadar sinemizi. gençlik yıllarımızda kaybolup giderken.
Ne olurdu ki sanki el uz atsaydık, kalmasaydı ya yanımızda alaka duymadığımız ve el uzatmadığımız bir mahzun gönül.
Liyakatimizi ispat etseydik birbirimize ne olurdu? Hepimizde tercüme edilmeyi bekleyen güzellikler varken bu ürkeklik niye idi
3 bölüm....
Öyle böyle geçti günler ve bahar geldi,hayat çiçeğe durdu ötelerde..kah uzaktan baktık,kah o çiçeklerden saçımıza taç yaptık. Aslında sadece bir tılsımlı huzur aradık ve tam tutacakken sevdaya yandık!gençlik işte..havailik ve cahillik,heva ve heveslerin aldatıcı yılları,bir yandansa en güzel yıllar..hatalar yaptık ve bu hatalarla öğrendik hayata dair ne varsa acısı tatlısı ile alaca şafakların da uykusuz kaldık bu yılların,sevgiliye ağıtlar yaktık.
4 bölüm...
Fena olmak korkusu muydu bize mani olan?
sevmek kimi zaman maviye,kimi zaman yeşile, ta ki hayatın kendisine bağlanmaktı. neden sakladık sevdiğimizi,annemize,dostumuza,sevdiğimize anlamamıştım şimdi gülümsüyorum neden diye.
Babanın sendikacı olması dolayısı ile annemin, gelen misafirlere maskeli çıkması arasında gelip. Geçerken Ömrüm, benimde hayallerim olmuştu iki arada bir derede herkesin olduğu gibi. Mutluluk düşleri saklıyordum kalbimde.
Büyüyünce hep güzel günlerin geleceğini hayal ederek kendi hayatımın kahramanı olacaktım. Aşka, sevgiye, dostluğa, mutluluğa yürüyecektim emin adımlarla kendi hesabıma... Sevdalarım, sevinçlerim olacaktı, bir güvercin sıcaklığı taşırdım çocuk yüreğimde hep.
köylü çocuklara, pınarlara, esip geçen rüzgarlara güler geçerdim. En çok kuşları, çiçekleri, beyaz yeleli atları ve menekşe gözlü kızları severdim. Güller açardı ne zaman ellerimi uzatsam ellerine. Serin, serin yeller eserdi saçlarımda bahar rüzgarları gibi... Kendime küçük bir yuva kuracaktım, neşesiyle güleceğim, hüznüyle hüzünlenecek tik ve beni en iyi anlayacak bir eşim olacaktı.
Doğacak üç dört çocuklarımla sorunsuz yaşayacaktım. Mutlu yaşayıp, hiç üzülmeyecektim hep gülecektim. Kin, nefret, intikam, yalan olmayacaktı benim hanemde. Strese girmeyecek, kırılmayacaktı m, kırmayacaktım, herkesin içinde dost olduğu, dostça geçindiği, Mutlu küçücük bir dünya.
Herkesin birbirini kardeşçe sevdiği.. dağ rüzgarlarının çocuklara söylediği türküler gibi her seher vakti.
Hayat bir türkü gibi degilmiydi ,sonuçta.
Hayallerdeki gibi yaşanır bilirdim yaşamı, oyunlardaki gibi. Hani bir pınar başında kurulan düşler yada çocukken oynanan oyunlar gibi. ama yaşamla tanışınca , hiçte öyle değilmiş yaşamında acımasızlığın farkına varanlar için.
Anladım ki, insan olmak, insan kalmak başlı başına bir meziyetmiş. Vefası yokmuş bu nankör zamanın, ayağın kaymayıp bir kere düşmeyi gör, her yerden bir darbe gelirmiş
Şimdi yaptığım muhasebede hayatta kazandıklarımdan çok kaybet tiklerim olmuş görüyorum. Kazandıklarım bir dal yaprak, kaybet tiklerim koca bir ormanmış. Ne geldiyse başıma iyi niyetimden, sevmekten, dürüstlükten, olduğum gibi görünmekten gelmiş.
Ama kendimden utanmadım hiç bir zaman, başı dik gezdim gezdiğim yerde, birileriyle karşılaşınca önüne bakan olmadım hiç.
Kırmadım kırdılar, üzmedim üzdüler. Hayatta edindiğim o kadar çok yaram var ki anlatamam. Kimsenin bilmediği, düşünmediği, anlamadığı bir yaraları andıkça kanıyorum şimdilerde.
Ama hiç bir acı, enayi yerine konulmak ve ihanetin acısı kadar acı vermiyor insana. yaşamanın basit olmadığını yaşayarak öğrendim,
Kimseye soru sormuyor, cevapta vermiyor hayatının en zor anında da olsa gülümsüyordum. Herkes aynı, her şey aynı. Bakışlar, düşünceler, hareketler. Bir tek duygular farklı idi. Zaten bizi birbirimizden ayranda duygularımız değimlidir. Çoğu zaman keşke duygularımızla hareket etmesek dediğimiz olmadı mı?
Şu kalbimi yerinden söküp atsam, yerine taş bağlasam demedik mi. Ama ne fark eder ki yerinden söküp atılamaz ki! İnsan duygusuz yaşayamaz ki. Sevdiği için karanlıkta bırakamaz ki kalbini. Zaten hayatta bu değil mi.
Herkes gelip geçiyordur. Ama akılda bir gülüş, bir tatlı bakış kalıyordu yüzünde bir acı varsa hemen bırak ve sadece gülümse me li! Bu hayattaki tüm duygular bir bedene aksa dahi unutmamak gerek senden sadece bir adet var sen varsan her şey var yoksan hiçbir şey yoktur
5.bölüm...
Bak tıpkı babam ve ben ilişki tarzında olduğu gibi, sadece susmak ve dinlemekti yaşayacağım hayatı bundan sonra bende öyle bir sustum ki belki sonsuza kadar susacaktı m. Çünkü susmak benim küçücük dünyamda babamla kurduğum iletişim tarzıydı. Babam akşamları eve yorgun dönerdi. Ben bütün gün evde sıkılır onun gelişini iple çekerdim. Daha o kapıdan girer girmez boynuna atılır onunla oynamak isterdim. Babam sarılır, öper sonra da, hadi odana git, derdi. Yemek hazırlanınca annem çağırır bu defa masada bir araya gelirdik babamla. Onlar annemle konuşurken ben araya girer, sesimi duyuramayınca da bağırırdım.
Babam sinirlenir, “bütün gün insanlara kafa patlatmaktan bunaldım, bir de sen kafamı ütüleme!” Derdi. Annem de “bütün gün zaten seninle uğraştım, bir çift laf da mı konuşturtmayacak sın babanla?” Diye çıkışır, beni odama gönderirdi. Çaresiz bir şekilde boynumu büker odama yani hapis haneme doğru gül döküp yaralarıma yol alırdım. Babam arkamdan, “bizim bir odamız bile yoktu, her şeye sahip, Hala ne istiyor anlamadım.” Diye bağırmaya devam ederdi. ‘keşke benim de bir odam olmasaydı, keşke bizim de evimiz bir odalı olsaydı da hep birlikte otursaydık’ derdim içimden;
ama yüksek sesle söylemeye cesaret edemezdim. Yemekten sonra babam kanepeye uzanır, eline kumandayı alır, televizyon seyrederdi. Beni yanına çağırır biraz severdi. Onun izleyeceği önemli bir şey varsa beni adeta yerimden bile kıpırdatmazdı. Azıcık hareket edip koşup oynamaya çalışsam oda hapsim yeniden başlardı. Bir gün anladım ki susunca babamla daha iyi anlaşıyoruz. Bu defa susarak yapabileceğim oyunlar geliştirmeye başladım. Önce resim yaparak başladım işe
Babam çizdiğim resimleri çok beğeniyor; ‘bak, böyle uslu, uslu oyna işte.’ diyordu. Babam bazen göz ucuyla bakıyor, resimle ilgili bir şey sorsam afallıyordu. Ama bana kızarak beni artık odama göndermiyordu. ‘son günlerde ne de akıllandı benim oğlum.’ diye komşulara anlatıyordu annem halimi. Resimlerim arttıkça ortalık dağılmaya başladı. Annem “odanı topla!” Diye odama kapattığında işe nereden başlayacağımı bilemiyordum. Ben bunlarla uğraşırken zaman geçiyor; ama odamı toparlamayı beceremiyordum.
Annem odama gelip “bak sana resim yapmayı yasaklayacağım.” Dedi bir gün. Susuyor olmamı usluluk olarak değerlendiren ailem resim yapmayı da elimden alırsa ben ne yapacaktım? Bu düşüncelerle bir aile tablosu yaptım. Babam eve gelince uygun zamanı kolladım. Her zamanki gibi yemekler yendi, odaya geçildi. Babam oturur oturmaz çizdiğim resmi getirdim. Babam baktı. Hım, dedi “çok güzel olmuş. Bu adam benim herhalde.” Dedi. Ben “hayır o adam değil, bu çocuk sensin.” Dedim. O “hayır, bu adam benim, bu çocuk sensin, bu küçük kız da arkadaşın.”
Dedi. Ben yine “hayır, o büyük adam benim, bu küçük adam sensin, bu küçük kız da annem.” Dedim. Babam benimle uğraşmaktan vazgeçip: “peki neden bizi küçük çizdin?” Dedi. Heyecanla başladım anlatmaya. Ben büyüyüp adam olacağım. İş bulup çalışacağım. Siz yaşlanıp küçüleceksiniz. Beliniz bükülecek, komşumuz Ahmet amca ile Ayşe teyze gibi küçücük kalacaksınız. Ben işten geldiğimde yorgun olacağım. Siz benimle konuşmaya çalıştığınızda iş yerinde kafam şişmiş olacağından sizi duymayacağım bile. Siz benimle bir şeyler paylaşmak istediğinizde ‘hadi odanıza çekilin de kafa dinleyeyim.’ diyeceğim. Ve bir de bağıracağım ‘her şeylerini alıyorum. Sıcacık odaları da var, daha ne istiyorlar’ diye. Ve daha…
annemle babamın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Duyduklarına inanamıyorlardı.
Bana sarılıp beni öyle içten bir okşayışları vardı ki sonsuza kadar konuşsam hiç bıkmadan dinleyecekler gibiydi. Ama ben beni değil onların isteklerini yapmamı sevdiklerine inanıyordum zaman akıp gidiyor avuçlarımdan usulca köşemden bakıyorum hayata uysal bir yalnızlıktı benim ki, sadece kendine zararı olan ve kaçırmak hayatın yaşanılası tarafını. Gözlerime ne zaman baksam karanlığın o uçsuz bucaksızlığında kendim bile kayboluyordum derinlerimde.
Ellerimden tutmaya isterlerken hayatın içeriğine dair ne varsa, durgun bir tavırla yüzümü çeviriyorum yüzüme bakan ne varsa. Gidenler, kalanlar ve her şey canımı bu kadar yakarken hala gülebilir miydim ki ve şaşıyordum kendime. Bazen çıkıp gitmeyi istiyorum kendimden yanıma bir şey almadan ve kimsenin olmadığı kimsenin beni bulamayacağı, sahtecilikler le oyalanmaya cağım, bir yere hiç renk olmasa bile sıkılmayacağını bildiğim bir yere
Bazen orada olduğumu hissediyorum. İşte o zaman ruhum huzur buluyordum. Nefes almak acıtmıyor. Kalp hep yenik, sözler hep ağır. Gördüklerim hep trajedi idi.
Herkes normal yaşarken ben neden böyle hissediyorum peki :( kimsenin görmediklerini görmek, duymadıklarını işitmek. Hissedemediklerini yaşamak ve bunu anlatamayacağını bilerek bir şeyler yazmak sevginin tarifini yapmaktı , sevgiliye bir nefes gibi, bir ses gibi yakin olmaktı. sevgiliyi bir beyaz güvercin gibi avuçlarına alıp okşamak ve yüreğine bastırıp korumaktı ama sevgiliyi daha güzel ufuklar bekliyorsa onu salı vermekti onun uçsuz, bucak siz gökyüzünde kanat çırpışlarından sonsuz haz duymaktı onun kendisinden uzaklaşmasına üzülmek değil gerçeğe uçmasına, hakikate yaklaşmasına sev inmekti.
seni anlamazlar ve hemen giderler gitme demeyeceksin zaten gidişe hazırıdır bırakın bu sefer her şeyi yanında götürsün anılarımızı umutlarımızı sevgimiz de al belki lazım olur tek kelime etmesem diyorum ama etmeliyim sana bilmediğin bir şeyden bahsetmeli mi kendimden evet onca zaman tanıdığını sandığın benden hırçın yanımı gördün daha çok oysa öle uysal bir çocukmuşum ki neydi beni zaman, zaman hoyrat yapan sanırım düşünmedin,
6 bölüm
Birini ayrı tutsam da renklerin hepsini sevdim mevsimlerde, aslında çok şey var sevdiğim kavgalar ve savaşlar dışında bir de niye olursa olsun vedalaşma anları isterdim ki uyumlu halimi yaşasaydın daima ama bana hep vurgun saatlerimde geldin oysa uysal çocukluğumda içimde doğmayan derin boşlukta
kadınlar erkekler çocuklar şehirler tanıdım çoğunda sevdim sevildim terk edildim terk ettiğim aşklarımda oldu hem de uğruna ölebileceğim aşklar ama en çok seni sevdim.
içimdeki Küçük çocuk susmadı! her acıya gülümsedi :
Gülümsemelerin arkasında kıyametlerim koptu. Kimse bilmedi . Anlamadı. Hissetmedi,mutlu olmak benim hakkım değimliydi
Diye düşünürken
ilkokul yılları başlamış büyümüştüm.
Zaman benimi ben zamanımı tükettiğimi anlamaya alışırken çocukluk arkadaşlarımla koptuğumu kitapların bana dost olduğunu anlamıştım siyah önlük beyaz yaka ne kadarda yakışmıştı. Kara tahtaya beyaz tebeşirleri yadımız yazılar hala aklımda hele o kalın tahtalı silği savaşları , tek ayak üstünde sınıf önünde ayakta durma cezalar , teneffüs aralarında sınıf savaşları, büyümüştük hemde nasıl o küçücük yaşımıza rağmen
Yıllar çabukça geçmişti. İlkokula başlamamla dertlerle tanışmıştım. Ben okuma yazmayı öğreneli iki yıl olmuştu ama sınıf arkadaşlarım daha çizgi çiziyor bu da ben sıkıyordu .
ağlamakla isyanlarımı dile getirdiğim yıllardı.
Bir gün nasılsa yolunu şaşırıp okul hayatımda ilk ve son kez okulda gördüğüm babam müdürün odasından çıkıyordu. Ne kadar sevinmiştim anlatamam.
Babamın yanıma gelip beni öpmesi düşünürken erkekler ağlamaz hele benim oğluma kızlar gibi ağlamak hiç yakışmamış diyerek elime sıkıştırdığı üç beş kuruşu hiç unutmam o gidince onun verdiği hacılığı hiç sevmediğim birilerine verdiğim deki sevincimi anlatmam,
babamdan intikam almıştım kendimce.
Neyse babamı bırakalım bir kenara babamdan sonra öğretmenin beni müdür odasına götürmesini ve diğer birkaç öğretmenle sınav tabi tutuşu hala gözlerimin önünde nasıl anlatır ki bilmiyorum.
Bir daha ne eski sınıfıma nede eski sınıf arkadaşlarıma uğradım dolaylısıyla mahalle arkadaşlarımda yok olmuş ben farklı bir insan olmuştum beklide bunun acını ilerleyen yıllarda daha fazla hissedecektim. Ama ok yaydan cıkmış dönüşü yoktu ben sınıf atlamıştım artık 4 sınıf örgencisi idim.
Yaşıtlarımdan büyük sınıftakilerden küçüktüm onun için herkes beni eze biliyordu bilgi haricinde. Ancak benim gücüm derslerimdi. İki arada bir derede ilköğretim beşinci sınıf bitmiş orta öğrenime başlamıştık ve okulumuz bir aşağı mahallede idi evimize 1km kadar uzaklığı vardı, tam karşımızda da lise vardı.
Ben ve canımdan çok sevdiğim arkadaşım Ahmet’le ikimizde aynı kıza aşık olmuştuk kız lise 1 dede biz 3 sınıfta hem kız çok seviyoruz hem de birbirimizden bile saklıyorduk. İçimizden sanki bir anlaşma yaptık bu şekilde devam edelim ileride kız kimi tercih ederse diğeri hakkına razı olacak susacaktı ama bundan daha büyük bir sorun vardı ki oda kızın erkek arkadaşı vardı onu:( ve çok sevdiğine her halinden belliydi,.
Bizim kabus dolu günlerimiz o günden sonra başlamıştı artık sürekli ferdi Tayfur dinliyor şiir yazıyorduk sabaha kadar uykuda yoktu üstelik. Ve ders çalışmamız da lazımdı kızı ne zaman o çocukla görsek deli oluyoruz dersi falan boş verip derin, derin düşüncelere dalıyorduk bir gün arkadaşla plan yaptık birbirimizden ayrı ona mektup yazmaya karar verdik bizim bu aşkımızdan onunda haberinin olması şart olmuştu artık aldım kağıdı kalemi elime güzel kız diye başlayıp seni çok seviyorum,
diye biten aşk mektupları yazmaya önce kendiminkini yazıyordum sonrada Ahmet in kini yazdım Ahmet tin edebiyat ve hayatla pek arası yoktu sadece susar dinlerdi ,, bu arada bana aşkını itiraf eden Ahmet’in kız kardeşi Hatice yi hiçe sayarak kıza yazdığımız iki mektupta aynı noktası virgülüne kadar kızda ses yok bizi gördüğü yerde gülüp geçiyor arkadaşlarına da anlatmış olmalı ki onlarda gülüyorlardı..ama bizim içimiz kan ağlıyor ,sürekli mektup, şiir yazıyor çok kötü günler geçiriyorduk ama kimse bizi anlamıyordu çile dolu günlerimiz bu şekilde geçiyor karne günü hızla yaklaşıyordu.
Ama benim karneden daha önemli düşüncelerim vardı.
Bedeli ödenmeyen cinayetlerle dolu bu dünya; aşk romanlarından çok polisiye romanları okunuyor, ekonomik kriz doğduğum günden beri bizimle, patlatmadık Hala...
Duygu erozyonuna kapılıyorum her gün, yorgunum ama durmadan koşuyorum, bir yere yetişme telaşına kaptırmaya çalışıyorum kendimi, cinnet geçiyorum. Koştuğum yer dolanıp, durduğum yerle aynı idi, bir yere varamıyordum..
7 bölüm...
Aşkın ömrü hayattan kısa olmamalı idi!
Faniliğin en ciddi sarsılmaz sorunlarını hissediyorum gövdemde, hayat tamamen anlamsız bir koşturmanın başladığı yer, yaşamın son buluyor ama sen yaşamıyorsun. Senin yaşamını başkaları yaşıyor, sen ölüyorsun, yine sen ölüyorsun, onlar ağlıyor. İşte hayattaki yorulmaz görevimiz, koş ama bekle!
Garip sonbahar akşamlarında
Dizleri sızlayan bilge gibiydi cümlelerim
Romatizmaya tutulmuştu noktadan önce, durmayı öğrenmişti
Romantizmden uzaktı bu acıyla ve yakarışla
Daha çok dua ediyordu.
Yine de masallardan vazgeçmek aptallık olurdu ve masallar olmazsa, masal anlatacak kimse de olmazdı.
Dizleri sızlasa da dili acımıyordu, yanmaya alışkındı, bu soğukta. Kendi yaşamına ait olmayan masalları benimsemiştim kendi masalım gibi. Masal anlatmaktan çok, anlattığına inanmak aptallıktı. Oysa bu masalın kahramanları sırayla gidiyordu
her yanlış cümleden dönerken, zararın kârı olmuyor. Buluta biniyorum, hafifliyorum yükseldikçe
Bana geleceğini gördüm;
Hayatımın o sayfası silinmişti, istenilmemişti, yırtılmıştı ve hayatımın diğer sayfalarını hırpalamıştı bu yırtılma…
Geleceğimi gördüm; bir kitabın içindeki en kayıp bölümdü. Parçaydı, paramparçaydı…
Herkes farklı dilde sanki tek şarkıya eşlik ediyordu, koro halinde sesli yalnızlıklar yaşanıyordu masaların etrafında. Yalnız başına olunca müzikler de huzur vermiyordu, batıyordu önce kulaklarımıza, sonra dilimize, sonra beynimize bulaşıp, oradan son olarak kalbimize batıyordu, herkes biraz kendi iyiliğini düşünürken, potansiyel suçlu durumunda hissediyordu. Yanımda oturuyordun, kaç yüzyıl öncesiydi, bilemiyorum. Bilemediğim gibi de sil emiyordum da, karşı masada oturuyordun, şuan herkesin yalnız oturduğu bu sokakta.
Kahve kokusundan önce bira kokuları yayılıyordu dışarıya, sokaktan geçen parfüm kokuları yalnızca parfüm kokularıydı, başka bir anlam taşımıyorlardı, hepsi birbirine karışsa da yalnızdık. Bunun başka bir sürü yüklü anlamı vardı. Karşı kaldırımda reklam panoları göz kırpıyordu, karanlık üzerimize düştükçe, gölgeler masaları kapatıyordu. O kadar yaşlı hissediyorum ki kendimi, şimdiye kadar yaşadığım her şeyi kusmak istiyorum, sessizce, kolayca, boğazım bu defa yırtılmadan ve kusarken de yalnızca yalnız olmalıydım...
onu unutmak istiyordum, ama bunun için önce kendimi unutmam lazımdı, daha evvel kaybolmayı denedim, kendimi kaybettiğimde daha çok seni buluyorum, hatırlamaları m sarhoş ediyor du beni,
hava kararmıştı. Elim, parmaklarımın ucunda sessizce seni yazıyordu masanın üzerindeki kağıda, geleceğini ancak yazarken görebiliyordum!
İstediğim her şey oluyordu ama bu sondan başlıyordu olmaya, olmasını en çok istediğim şeyler olmuyordu, daha az istediklerim olacak gibiydi ve istemediklerim oluyordu. Bu demek oluyor ki belkide; en çok istediklerim de olacaktı.
İsmin, beynimdeki tüm cümlelerin içine sızıyordu, sormadan ve zorla. Beynimde yankılanıyordu adın, birkaç defa tekrarlamak zorunda kalıyordum peş peşe. Zoraki seni düşünüyordum! Uyuşturucu gibi kaplıyordu hikayemi, ama sarhoş olamıyordum, unutmak için buna ihtiyacım vardı, olmuyordu.
8 bölüm
kalkıp pencerenin kenarına geldim dışarıda bir hayat vardı,İnsan dışarıyı seyrederken,içimde olan olaylara bile odaklanamıyordum, nasıl da birden bire içinde buluyor kendini…
Seni artık, boş bardakların ardından, yağmurun içinde, sokakların gerisinde, başka bir dünyadan onu seyrediyordum. onun iyiliğin için, kendi iyiliğimden vazgeçiyordum.
İnançlarına ne kadar sadıksan
O kadar geç anlarsın yanıldığını!
mağlup bir mahluka dönüşüyordu, korkum, geçmiş ezbere bildiğim labirent yollarla doluydu, ama gelecek korkunçtu, yine de ona ömrü uzun hisler beslemekten ve büyütmekten geri duramıyordum, ömrün kısalığına bakmadan.
Durup, düşündüğümde beynimle yaptığım kavgalara yeniliyordum, zamanla yaptığım kavgalarda kazanıyordum, neresinden bakarsak bakalım hep mağluptum. Bu mağlubiyet beni olduğum zamandan uzaklaştırıyordu, artık belirsizliklerin belirtileri o kadar fazla ki, emin olamıyordum hiçbir şeyden
Gelecek; hiçbir zaman görülmez. Görülse de umduğumuz gibi bulamayız. Ben diye bir şey kalmadı artık bu gelecekte, geleceğinin yanında küçük bir kayıptım artık, umutsuzluk orta şekerli umarsızlık hastalığı yapıyordu, kendi içinden, kendi yüzünden, kendi gözlerinden bulaşmasa bile etrafındaki herkese bulaştırıyordum bu virüsü. Üstelik seni bundan koruyacak birisi olmayacak.
Bir perde indirdim kaleme,Bu perde gelecekteki muammaydı dokunarak ulaşılamayan kalemlerim var, birbirinden ayrı ama bir Eksiklerimi hayallerimle tamamlıyordum.
Ellerimiz erişemiyor,Hayaller her odaya girip çıkabiliyor,Onlara yasak yok, hapis de yok,
Ellerine kusur bulamam dokunamıyor diye,Tek kusur hayal sizliktir çünkü her gerçek mutlaka bir hayalle başlar dı!
9 bölüm...
Elle ulaşılamayan yalnızlıklarımda, kokun eşlik ediyordu, dokunamıyordum ama biliyordum, bunu bilmek hissetmekten daha fazlasıydı. Kırıklar gibi… Rüzgara maruz kalan saç kırıkları gibi, her incindiğim izde sanki kendimiz incitmiş gibi suçluluk duygumuz gelişiyor. Kırıklar çoğalıyor incin dikçe, çatlama devrini atlattık, çatırdıyor uz. Beklemekten geç olan tüm olayların da yasını tutuyoruz, ucu birbirine yanaşmayan asi cümlelerimiz var, her birinin isyanı ayrı, kendine özel. Kırıklıklarımız aynı en azından ya da birbirine benzetmeye çalışıyoruz.
Kaldığı yerden devam etmiyor hiçbir şey.
Devam ettiğini zannederken, seferi atlatılmış yolculuk gibi unutuluyoruz istasyonlarda. Nereye gideceğimizi bilememenin şaşkınlığı oturuyor yüzümüze, bu ifade bizimle birlikte büyüyor ve yaşlanıyor. Çünkü hiçbir yere gidemiyoruz. Gidememekten yorgunuz, gitmekten değil. Ayaklarımız durduğu sürece oturduğumuz yerde, bu yorgunluk bitmeyecek ve bekledikçe daha çok inci neceğiz. Kırık, dökük bir pul gibiyiz mektupların üzerinde, her birimiz ayrı el yazısının üzerine iliştirilmiş, ait değiliz o el yazısına.
Başka kahramanları anlatırken, kendimi buluyorsam, o kahramanların hikayelerine sığınırken, kendi hikayemi çizi yorumdur, başladığı yerden, başlayamadığı gibi. Başlayabilseydi eğer hikayemin; kahramanı olurdum..
bana göre Aşk sendin, sana yakıştırdım en çok, herkesin üzerinde bol gelen ya da dar gelen emanet bir elbise gibi durur dudu ama sana tam geldi en azından benim gözümde
Kendi hikayemin katiliyim, pişman değilim, kendimden vazgeçmeseydi m, seni bulamazdım.
Her aşkın içinde bir çatlak gizlenir, o aşk oluşmadan önce yer eder o kırık içine. Sonra en zayıf anında kırılır o çatlak tam ortasından değil, düzensiz kırılır, sağından ama en çok solundan. Düzensizdir kırıkları ve kendi içine batacak kadar zalimdir.
10 bölüm....
Dokunduğundan beri dokunulmamıştı saçlarıma ya da yüzüme. Yüzüm üzgün, yüreğim umutlu idi. Sürekli aynı şeyi düşünmenin vermiş olduğu ezberimin rahatlığı yüzüme yansırken hüznümle ve ellerim belki de ihanet ediyor dokunuşlarına. Her defasında sağ tarafımı düzeltmeye çalıştığım saçımla başım dertte giriyordu, sağ tarafı düzeltmeye uğraştıkça sol taraf bozuluyordu. Düzelmez de biliyorum, bunu düşünmenin ne yeri ne de zamanı belki de. Ama düşünüyorum, hayatın koşturması içinde ve günün en yorgun ve yoğun saatlerinde, tüm bunların içinde düşünmekten yorulmadığım kelimelerim oluşmuştu. Benim için hâlâ anlamlı, belki başkaları için anlamını yitirmiş.
“İşte tam o kelimeydi beklediğim” dediğim her şeyi, hem de bekletmeden söylemiştin ben onun dünyasında mutluydum.
Mutluluğum yollara saçıldı, üzerinden bir sürü arabalar geçti, ama biz biliyoruz zaten, ezilmeden mutlu olunamayacağını. Ezildikçe olgunlaşıp, ezildikçe olması gerektiği gibi olan, o olmanın, olgunluğun hakkını verebilen bir şey bu. Daha zor olmalı olgunlaşmak, bunun için uğraş verilmeli, o kadar uğraşılmalı ki, yorulunca telaşlanmaya vakit kalmamalıydı belki de. Canımı sıkan her konudan dolayı ellerimden aldım hıncımı, avuç içler imden ne istiyordum, bilmiyorum ama tırnaklarımın gazabına uğruyordu her geçen gün.
Yaralara her gün birisi daha ekleniyordu. İnsan yaşlanmıyordu aslında sadece yaraları eskiyor du, bu da yaşlı bir görünüm kazandırıyordu,Yaralarla kırıkların kesin bir akrabalığı var ya da bir dostluğu!
Yeniden güzel kaynaması için, tamamen çirkince kırılması gerek bir şeylerin. Kırılmadan tamamlanmıyor parçalar, tekrar birleşmek imkansız,yeterince parçalanmadan.
İşte bu tam da bize göre bir teselli gibi geliyor bana.
Yerinde söylenilen tüm sözlerin geliyor aklıma, burnumun direği sızlıyordu. Hemen akabinde gözlerim doluyor, ağlamamı istemediğin için nefret ediyorum ağlamaktan.
Ayağa kalkmak için her yükseldiğimde, uçtuğumu zannettiğim anda düştüm, Düştüğüm yer değildi önemli olan, neden düştüğümü!
Her düşüş beni dibe indirmeye çalıştı vakti zamanındaki kırıklara benzemiyordu bu düşüşler. İnsanın kendi gözünde düşmesi, bir serçenin anne gözünden düşmesi gibi bir şeydi,kötüydü.
Ve o gün karne günü gelmişti hoca isim isim okuyor gidip karne alınıyor sıra bana geldi yalnız gittim karneyi aldım aman Allah im şaka gibi. Yine teknik resim 7 ve yine güzel sanatlardan resim 6 diğer dersler 10 üzerinden 10 idi (bunu anneme nasıl izah edecektim ona göre okulun en iyisi olmam lazımdı çünkü hiçbir şeyimi eksik etmemişlerdi neyim eksikti ki. Annen seni keser bu karnesi görürse haklıydı da sen yandın oğlum yine dördüncü olmuştum o günden sonra :) canım benim hala çok seviyorum annemi emin olsun
11.bölüm..
Ahmet im iyi bir dosttu evlenene kadar; ama evlilik ona yaramadı nedense, sağdıcı bendim hayatının önemli karalarını onun yerine ben vermiştim ama her şeyin sonu olduğu gibi bununda bir sonu olmuştu neyse. Gecen sene Ankara ya gittiğimde o kızı gördüm matematik öğretmeni olmuş Maltepe dershanesinde çalışıyormuş bizde oraya gitmiştik onu görünce hemen tanıdım inşallah. Oda beni tanımamıştır dedim ve bildiğim duaları sırayla okumaya başladım yanıma gelip selam (gözleri kömür karası mahzun biriydi.
Adına seher demiştim, adına sevda, adına umut. Sevdam, umudum her şeyimdi günüm, gün aydınım, gül Aydınlığımdı o zamanlar, tek sevdiğimi sandığım dı ’yağmur umdu; kurak günlere, ayaz gecelere inat. Hiç bitmeyen bir umut, özlem ve hazla beklerdim onu okul yollarında gelmediğin zaman boynumu büküp, kapar gözlerimi hayallere dalardım yollarını beklerken. Kimi zaman kaldıramıyor, taşıyamıyoruz hayatın yükünü.
Zor geliyor, saplanıp kalıyoruz, bocalıyoruz, belki de pes ediyoruz. Yaşanılanlara ve yaşadıklarımıza bir anlam yüklemektense ey vahlanmayı tercih ediyoruz. Kendi elimizle kendimizi deviriyor, kendimize yenik düşüyoruz. Oysa hayat bizi umursamadan devam ediyor. Yaşanılması gerekenler yaşanıyor. Olması gerekenler oluyor. Çok şeyi değiştiremiyoruz hoş! Değiştirmek için de uğraşmıyoruz. Kabulleniyoruz. Uğraşıp da kendimizi yormak istemiyoruz. "zaten her şey olacağı yere varıyor" diyoruz. Günlerimiz, aylarımız ve yıllarımız işte bu şekilde geçip giderken geriye dönüp kendimize bakıyoruz: her şey değişmesine karşın; kendimizde hiçbir değişiklik göremiyorduk. Olduğumuz yerde kalmadığımızı, eksi kutuplara doğru yol aldığımızı da fark edemiyorduk,Halbuki her yıl en azından birkaç defa durmalı ve kendimizi değerlendirmeliyiz. Şöyle bir silkinmeli yaşantımızı kontrol etmeliyiz. Nasıl bir yaşantının içerisinde, hangi rolde olduğumuzu görmeli, değiştirmemiz gerekenleri gücümüz yettiği ölçüde değiştirmeliydik.
işte bu anları hepimiz için bir yenilenme, silkinme, toparlanma zamanları olsun. Bir başlangıç yapalım hayatımıza. Olmak istediğimiz yerde ve yaşamda mıyız, kimlerle beraberiz, birlikte olduğum kişiler beni nasıl etkilemekte ya da ben onları nasıl etkilenmeyecektim?
Ailemizle, değerlerimizle, inancımızla, her şeyiyle bizim olan yaşantımızla uyumlu muyduk acaba???
12 bölüm.... bölüm
Küçük çocuk büyük babasını izliyordu. büyükbabası bilgisayarın başında kendinden geçmiş klavyenin tuşlar ile meşguldü, Birden sordu: “Bizim başımızdan geçen bir olayı mı yazıyorsun dede dedi? Benimle ilgili bir hikaye olma ihtimali var mı?"Büyük baba yazmayı kesti, gülümsedi ve torununa şöyle dedi:
" hayır senin ve bizim hakkımızda yazıyorum.
N asıl dedeciğim yavrum sen yazarken elindeki kursun kalem dikkatimi çekti birden gecen onca seneyi hatırladım nasıl neden dede bana da anlatır mısın bak yavrum elindeki kullandığın kurşun kalem yazdığım kelimelerden çok daha önemlidir. Umarım büyüdüğünde bu dediklerimi anlarsın,"
Çocuk elindeki kaleme merakla baktı ama özel bir şey göremedi. “İyi ama bu kalem benim hayatımda gördüğüm diğer kalemlerden hiç farklı değil ki!"
"Bu tamamen nesnelere ve hayata nasıl baktığınla ilgili. Bir kursun kalemin beş önemli özelliği var ve sen de bu özellikleri kendinde benimseyebilir sen hep dünyayla barışık bir insan olursun.
Birinci özellik: Harika şeyler yapabilirsin ama attığın adımları yönlendiren bir el olduğunu asla unutma. Bizim için bu el seni bizleri ve evreni yaratan Allah’dır ve her zaman kendi kudretiyle bizi o yönlendirir.
İkinci özellik: Zaman zaman her ne yazıyorsan durup kalemimin ucunu açman gerekir. Bu kaleme biraz acı çektirse de sonuçta daha sivri olmasını sağlar. Bu yüzden bazı acılara göğüs germeyi öğrenmelisin, bu acılar seni daha iyi bir insan yapar.
Üçüncü özellik: Kurşun kalem, yanlış bir şey yazdığında bunu bir silgiyle silmene her zaman olanak tanır. Yaptığımız bir şeyi sonradan düzeltmenin kötü bir şey olmadığını anlamalısın, aksine bu bizi adalet yolunda tutmaya yarayan en önemli şeylerden biridir.
Dördüncü özellik: Kurşun kalemin en önemli kısmı, kalemin yapıldığı ahşabı ya da dışarı yansıyan şekli değil, içerisinde yer alan kurşunudur. O yüzden her zaman kendi içine bakmalı, en çok onu korumalısın
.
Beşinci ve son özelliği ise her zaman bir iz bırakmasıdır. Aynı şekil de sen de hayatta yaptığın her şeyin bir iz bırakacağını bilmeli ve her hareketinin farkında olmalısın."
13 bölüm
Zaman çok hızlı akıyor. Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşı içindeyiz. Stresi yenin
Yoğun günlerin sizi aşağı çekmesine izin vermeyin. Stresin vücudumuza olumsuz etkileri olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Günlük düşük doz stresin bile zamanla birikim yaparak hayatınızda bir stres rutinine dönüşebildiğini unutmayın ve kendinizi stresten uzak tutmak için elinizden geleni yapın doğru yerde, doğru zamanda, doğru işi ve doğru insanları seçin
Başarılı modellerden örnek alın ayağı yere basan projeler üzerinde çalışın.
Yeni bir girişime başlamadan risk ve fizibilite çalışmalarınızı iyi yapın.
İş planına göre hareket edin asla vazgeçmeyin. Başarılı olmak için yenilginin ne olduğunu bilmek lazım çevrenizde nelerden, şikayet edildiğini iyi analiz edin hangi konuda uzmansanız o konuya odaklanın.
Sağlık ve moral her şeyin başıdır, düzenli bir yaşamınız olsun başarı kendilinden gelsin..
14,bölüm..
Aslında alıştırmalıyım kendimi hiç dönülmeyecek bir yerdeymiş sin gibi farz etmeli, unutmalıydım. Seni hiç tanımamış gibi yaşamımı sürdürmeliyim. Var olduğum her yer aşk(ın) şehri, yeniden sevmenin, sevile bilmenin, zamanı yaşanan ve gelecek tüm zamanlar olmamalı idi benim için.
Evet,mazideki sayfalardan koparıp bir, bir savurmalıyım seni yaşanmış tüm zamanlara, uzaklaşan her adımıma halletmeliyim anılar sokağında. Kopan takvim yaprakları sensiz geçen günleri saymamalı, bende yokluğunun güncesini tutmayı artık bırakmalı.
Kabullenebilmeyi, hazmedebilmeyi, aldırmamalı hatta sana hak verebilmeyi öğrenmeliydim.
büyümeye başlamalıydım, sırf seni ve çocuklaşan bir aşkı kolayca unutabilmek için. Zira yoksun. sanki biz hiç yaşamamışız, yitikliğine hiç aldırmadan, sanki benim hiç senim olmamış gibi.
Diyebilelim ki geçmişi unutarak tan içimizdekileri bastırarak tan( özlemin umudum olurdu, usanmadan. ’Çünkü onu çok sevdiği arkadaşı terk et ettiğinde teselliyi bende bulmuştu Ahmet’le ilgilenmiş gibi görünmesine rağmen beni seçmişti. Bende Ahmet’e saygımdan, sevdamı arkadaşım olarak görmeye çalışıyordum kızın bana ilgi gösterdiğini bile, bile.,
Oysaki sevdamı yüreğime nakış, nakış işlemiştim, fırtınalar, boranlar içinde bile olsa kardelenler gibi açmasını öğrenmeliydim. ’Umudumun bitip tükendiği anlar da oldu elbette zaman, zaman. Onu beklerken, bekleyişin işkenceye,günlerin yıllara döndüğü zamanlar olurdu. Ama hiç şikayet etmedim, şikayet etmedi yüreğim. Çünkü ondan hoşlanıyordum, seviyordum.
Bu sevgimle mutluydum. Ona hissettirmesem de özlemine zor da olsa katlanıyordum bin bir umutla. ’o beyaz bulutlarla gelirdi, bembeyaz beyazlıklar içinde. Hayran, hayran bakardım ona. O gelince ardından gök kuşağı gelirdi. Gökkuşağı’na dönüşürdü rengarenk. Her renginde umutlarım vardı, hayallerim oluşurdu. Canlı, cansız tüm varlıklar kıskanırdı güzelliği o hayatıma kattığım canımı, göz bebeğimi gördüğümde. Ben de o çiçekti idim. o Gözlerime dolan bulut, üzerime yağan yağmurdu. Toprağa saçtığım umudumdu. Havaydı, hayattı, suydu, sevgime bandığım gül aydınlığımı, ’yıllar sonra şimdi yine karşıma çıkmıştı bir umutla.
Azalan hatta tükenen bir umutla... Ömrümün bütün dilimlerine kar yağıyor şimdi. Kar da beyaz ama ben yine de direniyorum. Çıkıp gelmesini, üzerime yağmasını beklemiyordum. Bir zemheri mevsimiydi ayazda bırakıp gitmişti o hayallerimi.
15 bölüm
Şimdi zemheri zamanı : acılara özlem ,dağlara kar yağıyor,, iliklerime dek üşüyorum. Yine de yüreğimde ateşler yakmıyorum ellerim ısınsın diye... ’Unutmuşum, içimdeki umutların beyazlığını... Unutmuşum mavi, yeşili, alı ve tüm renkleri... Ne zaman bir yağmur sesi duysam, ne zaman bir su sesi, içimde sevgiler kanar, pınarlar kanar beynimde. Sonra acılar gelir dökülür içime. İşte o zaman dağ, dağ özlem kesilirim, bulutlara da hüzün. Düştüğüm her uçurumda acı olur sevgi inat onca yıl yanımda sevi taşıdım içimde bir damla gözyaşı gibi
bütün yıldızlara coşkumu içtenliğimi haykırarak, bütün gecelere bir o yoktu ve beni anladığında çok geçti gururum önden gitmiş mecburiyet onu takip etmişti. artık bendeki o duygu yosun tutmuştu ..
Onu Ahmet’e bıraktığım da Önce bir rüzgar esti hafiften. Üşüdüğümü hissettim. Soğuktan mı yoksa yalnızlıktan mı üşüyordum bilemiyorum. Yıllanmış montum artık beni ısıtmıyordu. Tipi bastırdı aniden, sakalıma yapışan karlar topaklanmaya başlamıştı. Çaresizce dolanıyordum. Bir elimle montumun açılmasını engelliyor, bir elimle de şişemi sıkı sıkıya tutuyordum. Bir bina duvarının dibine oturdum.
Hava yumuşadı, şehirde giyindi beyazlarını…
Yıllar önce git derken ettiği Son sözleri aklımdaydı; “Delisin sen!”. beni hatırlıyor mıydı acaba? Delirmiş bir adamın varlığından haberi var mıydı? Yoktu, olmayacaktı da zaten. Kim bilir, ? Ah Zeynep ah.... —
Hep aynı yerde durdun halada aynı yerdesin. Bu sert ve soğuk kışa nasıl dayanıyorum sensiz hala anlamış değilim doğrusu. benin için o sıradan bir ‘insan’ değildi, diyorlarmış duydum. Bir filozof olduğumu düşünüyorlarmış.
Birkaç kez konuşup anlatmak istedim herkese ama ön yargılarını görünce vazgeçtim senden bende agresif bir adamdım, Kırk beş yaşlarında, saçı, sakalı birbirine girmiş, siyah mont, üç köşeli çorum fötr şapkam, siyah bir atkım, baston yerine kullandığım bir şemsiye, eskimiş botlarım ve sırt çantam benim yegane şimdilerde tek sermayem… Kimdim, neydim, nereden gelmiştim bu hale? Bir türlü anlam veremiyorlardı.
Ah bir konuşabilsem,anlatabilseydim her şey çözülecekti belki de
onların gözünde koca bir çınar gibi yalnız olmayacaktım.Zeynep’i aramalıydım.Zeynep. Güzel Zeynep. Küçücük elleri, yeşil gözleri, rüzgârın dalgalandırdığı saçları ile bir melek yansımasıydı adeta. Yirmi ikisine girmişti o zamanlar . Ne de yakıştı ona aldığım kırmızı hırka. Zeynep’im, biricik Zeynep’im. Ne güzel sevişirdin sen. Kalbimin yegâne parçası. Fakülte kütüphanesinde gördüğüm ilk an ki gibi heyecanlanırım küçük gözlerine bakınca, minik ellerine dokununca, kırmızı dudaklarını öpünce…
16 bölüm
tek odalı barakada yer yatağından kalmış duvardaki aynanın karşısındayım. Akşamdan kalma bir acılar var yüzümde. Yataktaki kadına bakıyorum. Deliksiz uyuyor nasıl bir uyku bu! Nasıl başarıyor, bilemiyorum doğrusu. Her gözümü kapadığımda karşımda bana bakıyor. Zeynep“Neden gittin, sana ihtiyacım varken?” neden diyorum. Zamanın getirdiği acılar yüzüme kazınmış. ne zaman aynaya baksam hep kendim ile yüzleşirken buluyorum
Nefes alamıyordum artık bu tek odalı evde. yürümek istedim, dışarı çıktım. Buz gibi havayı iliklerime kadar hissettim, buna çok ihtiyacım vardı. Sadece yürüyordum, kalabalık caddede ki boş insanları geçerek. Çaresizdim, sadece onu düşünüyordum. Allah’ım yardım et bana, aklımı kaçırmak üzereyim diye dua ediyordum…Bacaklarım karıncalanıyordu. mecal imde tükenmek üzereydi. Hareket etme ihtiyacı duydum. Tıklım tıklım cadde de tek başıma yürüyor gibiydim. Beni gören herkes kenara çekiliyordu. Bir an düşecek gibi oldum.
An ti bir çaba da göstermedim. Sona geldiğimi hissettim, bıraktım kendimi. Evet, artık bitiyordu. Caddenin soğuk ve çamurlu taşlarına çok az kalmıştı ki düşüşüme biri engel oldu. Lanet olsun!
Yine başaramadım… Kafamı kaldırdığımda masum bir tebessümle karşılaştım. Bu kadar merhametli bir gülüşü en son ne zaman gördüğümü hatırlamıyordum.
Yine o, aptal kadın! Benden ne istiyor anlamıyordum.
Birde kız çocuğu vardı yanında. Tiksinmiş gözlerle süzüyordu beni. Ona bakınca garip duygular hissettim. Keşke konuşabilseydim ama yapamadım. Kolumu sıkı sıkı tutmuş çocuğa baktım. Konuşmak istiyordu.
Her halinden belliydi bu. Benimle ne konuşacağını gerçekten anlamıyorum. Sert bir hareketle kolumu çektim. Hayal kırıklığına uğramıştı. küçük kız, elini tutmuş, “Gidelim anne, deli bu adam.”, diyerek çekiştiriyordu. Farklı bir şeyler vardı bu kızda ama duramadım. İlerlemeye devam ettim. Son sözleri kulaklarımda çınlıyordu, “Deli bu adam!”.
17 bölüm
kaldım kadın ve çocuk yanından ayrılırken çok üşümüştüm. Boynuma sardığım fular rüzgarın etkisiyle sağa sola dalgalanıyordu. Yağmur damlalarının çıkardığı hoş bir ses ile yürüyordum ana caddede amaçsızca
caddede kar sahneyi yağmura bırakmıştı. Sakalımdan süzülen damların düşüşünü izliyordum. Aklımda sadece o vardı. Bir anlık kafamı kaldırmıştım. Bana doğru hızla yaklaşan kadını gördüm. . Nasılda benziyordu Karşımda ki kadın , yıllar önce sevdiğim Kadın’a…Göz göze geldik, Ağlıyor muydu, yoksa yağmur damlaları gözlerine mi süzülmüştü? Nedense asansör boşluğuna düşmüş gibi nefesim kesildi nutkum tutuldu. gözlerimi ayıramıyordum ne vardı ki bu kadında ilgimi çeken. Bir daha bakmak istiyordum ama çekiniyordum.
Bir kez daha bak. Lütfen kaldır kafanı kafamı kaldırdım. (Ne güzel yüzü vardı ne de sert baktı öyle.
İyice yaklaşmıştık neden kenara çekilmiyordu? Neden diğer insanlar gibi beni ,görmezlikten gelmiyordu?Daha önce karşılaştık mı seninle? Adını söyle ban atanıyor muyum seni? Seni tanıdığıma eminim eminim. N’ olursun yavaşla biraz. Söyle, söylemek istediğini dur, lütfen dur. Saati sor bana. Evet, evet hadi saati sor.
Ben konuşamam ki. senden’ sonrası yok benim içinsen..sen O musun? Doğru söyle, sen misin kadın?
Hayır, hayır. Bu yüz… sevdiğim kadınının yüzü?
Evet, evet o sensin. Dur, yavaşla lütfen.
Kokunu hissediyorum, geçip gidecek misin?yıllar önceki gibi ?Sevgilim dur!Gitme, gitme hayatım gitme bir kez daha.) diye geçirirken içimden öylece geçti gitti yanımdan onun bana anlatıları ve ilk yazımdı bu yazı kendimden geçtiğim o yıllar bir film şeridi gibi gözlerimiz önünden geçmişti kendime geldim sanki bin asır burada kalmış gibi oldum.
18 bölüm
Ne ask nede maziyi düşünebilirdim zaman ilim ve sanat zamanı idi,ilme ve sanata ait konuşacak bir konu yoksa, insanlar, ilimden sanattan uzak olan gıybetle meşgul olurdu.
Herkes gıybet yapabiliyordu. Yani bir başkasının aleyhinde konuşabilirdi el ağzı çuval değ ilki büze sin. Her haram gibi gıybet de zehirli bir bala benziyordu. Evvela tat veriyor sonra manen insanları zehirliyordu onun için dikkatli olup gıybete ve hiç bir şüpheye yer vermemek gerekiyordu.
Çocuğun okul işleri için uğradığım özel okulda bekleme salonunda beklerken .
Selamünaleyküm mesut bey deyince kendime gelip aleykümselam dedim sustum hayatımda hiç bu kadar utandığımı,hatırlamıyorum büyümüşsün çok karizmatik olmuşsun dedi ve telefon vereyim konuşalım görüşelim istersen dedi kendime geldiğimde yok dedim çok uğraştı ama almadım.
olmaz kokmuş şey(et) yenmez bizde öyle.. Giden gitmiştir gittiği andan da bitmiştir dedim içimden ve hızla oradan ayrıldım. Zaman durmuyor hızla tükeniyordu.
Babamın hastalanması ile memleketimize dönme kararı almıştı aile büyükleri babam lar sekiz kardeştiler. dört kız dört erkek.
babam ailenin en küçük ferdi idi.
An nemlerde burada 3 erkek 3 kız olmak üzere 6 kardeştiler. Babam babasını 2 yaşında kaybetmiş. Büyük amcamı babası gibi seviyor onun sözünden çıkmıyordu artık biz bir kocaman aile idik.
Evlerimiz aynı mahallede idik burada yeni arkadaşlar edinmiştim kimse artık beni düğemiyordu
Çünkü amca çocuklarım ve biz bu ilde çok güçlü idik amcalarımdan herkes korkuyordu. Bize yanlışta yapsak kimse bir şey diyemiyordu gençliğe adım attığım bu yıllar gerçekten güzeldi kara murat ve fatihin fedaisi ve Hüdai verdi romanı okuyup, acı hava sinemalarında battal gazi filmleri izliyorduk ondan sonrada uygulamasını yapıp yıllardır yediğim dayakların acısını alıyordum. Teksas ve tomiks kahramanları yanımda çaresiz kalıyordu.
19 bölüm
Duygularımın değişmesi ile kimlik bunalımı arasında ki gel git er kendini göstermeye başlamıştı galiba büyüğyordum, taassup yönüm derinleşiyor beynimde <<. Çok dile getirme semde dile getirdikçe gönlüm daha çok coşuyor, meraklanıyor ve beklemek zorlaşıyor çok laf etme. Az söyle ki işimiz olgunlaşsın.
Hakka karşı yanlış kelam çıkmasın dilinden, elif miktarı sus,Az kaldı bahara, Dayan gönlüm. Denizin içinde meydana gelen görünmeyen dalgalar gibi yüreğini biliyorum. Beklemekten başka çare olsaydı, seni durdurmazdım. İnan bana ama yok. Başka çare yok. Unutma ki çiçek bile bahar gelmeden önce açmaz bu kışın bahara dönünceye kadar bu gece gündüz oluncaya kadar. Uzak yollar yakınlaşın caya kadar bu sıkıntının ardından ferahlık gelinceye kadar. Ve yüzün vuslat gözyaşlarıyla ıslanıncaya kadar sus. Seni senden daha iyi bilen rabbinin hükmü vuk’u buluncaya kadar.
Senin nasibin sana ulaşıncaya kadar, ulaşmayanların sa senin nasibin olmadığını anlayana, onun ruhuna dolacağını görünceye kadar. Acının bala dönüştüğünü fark edinceye kadar. .sebepler var edilinceye kadar. Bahaneler oluşuncaya,. Bütün bu susmalarına karşılık her şeyin hayırlısının olacağına inanarak sus... Her susuşun bir cevap olsun. Her susuşun, sabrın olsun. Her susuşun, duan olsun. İçten yakarışının adı olsun, susuşun. Bekleyişinin, umut edişinin, inancının, sevdiğinin vurgusu olsun, susuşun<’erişilmez bir uçurumun kıyısında biz her seferinde seni unut sakta, biliyoruz ve hissediyoruz ki sen hiçbir zaman bizi unutmadın! Bazen oluyor ki geç hatırlıyoruz seni... kafamızı duvarlara vurunca, her şey geç kalmaya yakınken, yanımızdaki herkesin, hatta kendinin bile kendine yetersiz kaldığı zaman sadece sensin aslında bana yâr olan dediğim zaman.
Allah’ım amentü esaslarıyla açıyorum yüreğimi... Sana ve resulüne!.. Beni bana bırakmamanın büyüklüğünü yaşayarak.’bir kulum bana dua etmezse bana cefa etmiş olur ama eğer bana dua ederde ben onun duasını kabul etmezsem ben ona cefa etmiş olurum ki ben kuluma hiç cefa etmem!! ’Hep bunun arkasına sığınarak açıyorum ellerimi ve yüreğimi sana doğru. Buradaki merhametin kollarına atarak kendimi seccadeye, kapanıyorum her seferinde...senin verdiklerini sonuna kadar hakkıyla yaşamak istiyorum!.. Seni sevmek nedir?. Sen de yok olmak nedir? Öğret ve yaşat...
Verdiğin musibetlere karşı dik durabilmeyi, acizliğimi yaşayarak nasip et Allah’ım... Senden başkasını gönlümden al. Seni incitecek her davranıştan beni uzak tut! Beni kur’an a mahkum,Kuran’ı bana hakim kıl yarabbim , senden başka kimsenin farkında olmadığı bembeyaz bir çiçek sin sen., dört mevsim özlemini çektiğim yağmur. Üstüme yağışını seversin, yapraklarım dan aşağı akışını, her damlayı içine çekmeyi seversin. Bedenimde o duyguları hissedişinde. Alıp götürürse seni adını bilmediğim, tanımadığım yerlere.’yağmur yağınca susuzluğun dinerse biterdi kimsesizliğin,.
20 bölüm
Serin bir meltem değip geçerdi ömür yapraklarına. Dünyalar benim olurdu, uçardım sevinçten. Günlerime, gecelerime; hiç kimsenin bilmediği, fark etmediği sıcak bir sevgi dolardı. Sıcak bir sevgi dolardı yüreğime seni her andığımda Allah’ım.
Ey yalnızların kendi başına kalmışların arkadaşı,ey mutsuzluğa düşmüşlerin yardımcısı,ey yoksulların zenginliği,ey zayıfların gücü,ey fakirlerin hazinesi, gariplerin sığınağı,ey tek güç ve kudret sahibi,ey ihsanıyla tanınan keremi sonsuz yarabbim,efendimiz ve yakınları hürmetine sıkıntılarımı gider ey yarabbim
sen sıkıntılarıma karşı hazırlığım, musibetin anımda ümidim, yalnızlığımda arkadaşımsın gurbet imde dostum,kederli anımda beni ferahla tansın ihtiyacım anında yardımıma koşan zor anlarımda sığınağım sın beni korkuların karanlığından kurtaran aydınlığımsınız yarabbim şaşkınlığım da , yol göster ensin yarabbim sen günahlarımı bağışlayan ayıplarımı örten, sıkıntılarımdan kurtaran kalbimi sevginle süsle yensin. kalbimin hem tabibi hem sevgilisisin sen ki şaşkınlara yol gösterir muhtaçlara yardım eder korunmak isteyenleri korursun ,
Allah’ım , ben senin kulunum kulunun çocuğuyum görüyorsun ki yarabbim sıkıntılıyım bildirdiğin ve gizlediğin tüm isimlerini ve kur-an’ı kerim’i kalbimin baharı,gönlümün nuru, sıkıntılarımın ilacı yap ruhum susamış suya, kalbim özler seni,gözlerimi senin sevdiğin şeylere çevirdim kulaklarımı seni çağıranın ülkesine bıraktım.
ve susayan bir toprak gibi bitkin kaldım,kalbimi senin yoluna koydum,ve ellerimi senin dergahına açtım,bundan sonra da sana gelecek,senden isteyeceğim,güneş ve ay senin nurundan almış nasibini,güneş senin sevginden böyle ateş,ay böylesine mahzun,ırmaklar senin hasretinden böyle çağlar,deniz bu ayrılıktan böyle deli böyle dalgalı,hep hüzünlü hep ağlamaktı,kuşların ümidi sen,bitkilerin neşesi,çiçeklerin rengi sen,ve insanların hiç bitmeyen duası sen,Mevla’m bizi biran olsun terk etme,sevgin içimizde hep uyanık kalsın,yolun resul’ün yolu olunca ondan başka kime bel bağlayayım,yarabbim
22bölüm
benim nurum ve kurtuluşum ondan gelecek,öyleyse onu bırakıp kime gideyim,bunca günahla örtülmüş varlığım içinde ,bir o’nun özlemidir beni yaşatan,şefaatim o’nun dilindeyken ,o’nu bırakıp kimi dinleyeyim,Mevla’m,beni kendine dost seçinceye kadar yaşat,ve aşkınla yandığım biranda al canımı,al ki ölüm aşkımın adı olsun, yarabbim, ben ki günahı sevabından çok aklı dünyaya takılmış,kalbi fani şeylere anmış bir zavallıyım,ama sen öyle nur öyle rahman sın ,öyle güzelsin ki,ne olur yarabbim senden uzak kalan şu kulunu kendine yakınlaştır,imanımla dirilt ey sevdiklerini sevindirmekten hoşlanan yarabbim,sana açılan ellerimi geri çevirme,kalbime aşkınla tecelli et ki,senden başka hiçbir şey kalmasın o kalpte,senden başka hiçbir şeyi olmayacak kadar zengin eyle beni,her şey de seni anmayı,her şey de seni görmeyi nasip eyle bana isimlerinle güç ver ey yarabbim,o isimlerin ki kalplerin nuru,hiçbir şeyi olmayanların gururudur ey yarabbim bize isimlerinin hakikatini göster bizi sensiz bir an bile yaşatma,
Allah’ım sana Meryem’in temizliği ile gelmek istiyorum günahlarla kirlenmeme izin verme sana Musa’nın duası ile geliyorum,şeytana uymam için peşimden koşanlardan beni kurtar İsmail’in tevekkülü ile boynumu büküyorum beni ve soyumu sana kul olarak yaşat.sana İsa’nın ruhu ile geliyorum beni katına almanı diliyorum sana yunus’un duası ile yalvarıyorum beni yutan nefsimin karanlıklarından kurtarmanı bekliyorum. yarabbim, sana Yusuf’un gömleği ile geliyorum beni düştüğüm ümitsizlik kuyusundan çıkarmanı diliyorum sana hz Muhammed Mustafa’nın kulluğu ile geliyorum beni miraca çıkarmanı bütün sıkıntılarımı gidermeni
ya yarabbim, hatamla kusurum la kapına geldim...sen affetmeyi seversin beni ailemi ve tüm inanları affet affet... diye cuma perşembeyi cumaya bağlayan geceleri dualar ederek ten haftayı tamamlamaya çalışıyor
bir anımın bile boş geçmemesi için çaba göstermeye çalışıyordum Ebu hüreyre -radıyallahu anh-dan rivâyet olunduğuna göre resûl-i ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-efendimiz hazretleri buyurmuşlardır ki:
"cuma gününde bir saat vardır. Allah’ın kullarından bir Müslim namazda ve kıyamda iken Allah telâ’dan niyâz ile bir şey isteyip duâsı o saate tesadüf ederse Allah telala hazretleri o kimsenin dileğini verir." böyle buyurduktan sonra mübarek küçük parmağının ucuna işaret buyurdu. (11)
cuma gününün içindeki saat, küçük parmağına nispetle parmağın ufak ucu ne kadar ise, güne Nis-betle o kadar az bir müddettir ki o saat içinde her halde dua müstecâb olur demektir.nebiye-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- hazretleri:cuma günü, ibâdet ve ezkâr ile müminle-rin kalbi mesrûr olacak bir bayram günüdür’ (12) buyurmuşlardır.
-"size bir sure haber vereyim mi ki, azameti semâ ile arz arasını doldurmuş, onu yetmiş bin melek teşyî’ etmiştir? O sure kehf süresidir.
Kim cuma günü bu sureyi okursa Allah onu öteki cumaya kadar bu sure ile mağfiret eder, sonunda üç gün de ziyadesi vardır. Ve semaya ulaşan bir nur verilir ve deccal’ın fitnesinden muhafaza edilir. Yatacağı vakit bu surenin sonundan beş ayet okuyan hıfz olunur ve gecenin istediği vaktinde kaldırılır." (13)
"ey rabbim! Perşembe günü ümmetimin erkenden yaptığı işleri bereketli kıl." (14)
hâdisin şerhinde deniliyor ki, bugünün evvelinde bir ihtiyacını tedarik etmek, nikâh akdetmek ve bunun gibi mühim işler sünnettir.
"cum’a gününde; yani perşembeyi cumaya bağlayan gece iki rek’at namaz kılıp fatiha’dan sonra onbir defa zilzâl suresini okuyan kimseyi allah teâlâ kabir azabından ve kıyamet korkularından emin kılar. " (15)
"şu dua ile cuma günü herhangi bir saatte dua edilirse sâhibine muhakkak icâbet olunur." (16)
"cuma gününde bir saat vardır, mümin bir kul namazda dua ederken Allah ’dan dan bir şey ister ve o saate denk gelirse Allah muhakkak ona icâbet eder. Ashab-ı kiram: ’bu saat hangi saatidir yâ resûlellah" dediklerinde: "ikindi namazı ile güneş batması arasındaki vakittir." buyurdular.
"cuma namazından sonra daha oturduğu yerden kalkmadan yüz defa
diyen kimsenin yüz bin günahını, ana ve babasının da yirmi dörtbin günahını allah mağfiret eder." (17)(11) bk. El-ezkâr, 80; buharî, deavât, 61.(12) el-câmi’u’s-sağîr.(13) bk. Tuhfetü’z-zâkirîn, 269(14) tirmizî, ticâret, 41.(15) râmûzü’l-ehâdîs, 427 (deylemî’den).(16) el-cami’u’s-sağîr.(17) buharî, deavât, 61. .amin.amin derdim çünkü adamakla başlar hayatın serüveni ve adamakla başlar yüreklerde filizlenen güllerin kıvılcımı..
Adadıklarımızla varırız mahşer alanına, sevgilinin huzuruna. Bir ışık olur adanalar; savaş alanında nurdan sütun olup parlarlar yıldızlar gibi… Sevgi çiçeği olurlar ölüm döşeklerinde; kelebeklerin çiçekleri koklayıp sevgiliye varması gibi varmayı beklerler boyuna, kaybettiğimiz yüreğimizi, yakarışlarda bulunduğumuz geceleri özlemekle; sevgiliyle geçen saniyelerin hasretiyle başlar adayış süreci hıra larda…
23 sayfa
bazen gözyaşlarının yazdığı şiirin satır arasından, bazen de çarmıha gerdiğimiz Süveyda’mında ki ateşten sıçrayan kıvılcımların arasından buluruz adayış sürecini başlatan zamanı… o zamanla sıçrar, üstümüze çekeriz vefa yorganını Nasıl ki ölüme gülümseyişin yeşermesi gözlerin zikri ile mümkünse, miraca çıkarken atılan adımlar, dökülen inciler göstergesidir adayış sürecinin filizlendiğinin, gözlerin zikri olmadan adayış süreci başlayabilir mi? Yüreklerin titremesi olmadan adayış düşünülemediği gibi gözlerin zikri; sevgili için dökülen katre, katre yaşlar olmadan da adayış süreci başlayamaz adamaya; Kevser havuzuna giden yol, fırtınanın eşiğinde gemileri yakıp, yürek mahzenine; dua kabuğuna çekilmekle başlar.
Zaman ve mekanlar ötesinde, rüyalarımızda gördüğümüz aşk rıhtımına –Kevser, havuzuna- varabilmemiz için; en büyüğe en büyüğü; yüreğimizi adamakla başlar titreyişler…
Titreyişler in sonucunda, göz pınarlarının çağlaması ile varılır vuslat yoluna... Aşka dair ne varsa yüreğimizde adamalı adayış meş’alesine… Sevgi çemberinin içine bir kor gibi düşen adayış şebnemi yakmalı yüreğimizi, ilahi koroya katılmalı ve adanmış gönüllerle beklemeli vuslat kapısında adanan kul sadece sevgili için yanmalı… O’nun aşkıyla tutuşmalı, o’nun için kanat çırpmalı anlatmalardan
Sadece sevgiliyi arzu etmeli, o’na kavuşamadan prangalarını çıkarmamalı yüreğinden… Hiçbir şey tatmin etmemeli sevdasını, adadığından başka… Gönlünde sevgilinin ateşi ile yanan gönül sultanı yunus Emre’nin dediği gibi:“cennet, cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri isteyene ver onları, bana seni gerek seni.” Diye dua eder günün başlangıcı ile her çocuğa gülümsedim; her kuşa, her kelebeğe, her arıya gülerken şimdi şehre meydan okuyordum ki artık deli diye kimse bulaşmıyordu farklı yaşamdı.
Okul başkanlıkları derken ocak derken bucak görevler olgunlaştırmış oturmaya başlamıştım tarihi okuyup Osmanlıyı yaşatmaya içimde. Ortaokul bitmek üzere idi. Babam sağlığına kavuşmuş amcamın baba devrettiği manifatura ve tuhafiye dükkanına gidip geliyor ve siyasete devam ediyordum ama yine hep mesafeli buzdolabı olarak, dükkanın yük de sırtıma binmişti. Yıl 1977–1978 gösterirken benimde 12 13 yaşlarında bir delikanlı olarak şehirde yerim vardı. Diplomamı aldığıma sevinememiştim ortaokul arkadaşım beni geçmiş ben okul dördüncüsü olmuştum mağlubiyet acı ama gerçekti.
Kabullenmesi zor oldu yalnızlığın tadına vardığımda kalabalığı unutturmuş kendi gönlümdeki yıkık viran şehirler imde harap yapılar içinde yaşıyordum yaşamak denirse keyfimce. Gel gör ki hiçbir şey ve hiç kimse arkadaşım olamıyordu.
Kimi elimden tutup bırakıyor kimiler ise bir tokat sertliğinde bakışlar savuruyordu fırtınalar içinde. Hiçbir şey ve hiç kimse derman olmuyordu benin ve gerçeklerimle kabullenmek sanki onlar için mağlubiyet ve hüsrandı onların gerekçelerinde.
24 ..,sayfa
Kısa anlar kısa ömürler gibidir genç ölümüdür yakar geçer duyulunca. Bense ölümü yaşıyorum içimde günde kaç bilmiyorum yaşarken ve hayattayken hiçbir şey ve hiç kimse. Kırmızı bir gül vermediler saklıyorlar sanki son yolculuğumun hediyesi olarak diye düşünüyor, zamanı geldiğinde derin sessizliğin en sağır günü ağlamayacaktı hiç bir şey ve hiç kimse. Alıştığım yalnızlığımda devamını sürdüreceğim yeni yerimde. Korkular vardı bilmediğim içimde adını koyamadığım,, koyamazdı hiç kimse. Ne yaşadım ömrümde ne bıraktım geriye bilinmez di ellerimi uzattığımda yıldızlara değdirirdi m elimi gizlice görmezdi hiç kimse.
Estiğinde fırtınalar koparttığım da gönlüm deki yaraları hissetmedi. Avazım çıktığı kadar bağırdım sağırdı duymadı . Yüzme bilmediğim okyanuslara düştüğümde de kurtarmadı hiç kimse.Tek başına olmanın yalnızlığa ayak diremenin zan a atını öğrendim işte bu gidişte yalnız geldim bu dünyadan yalnız geçecektim olmayacak yanımda, hiçbir şey, hiç kimse ve ben artık zamanın geldiğine inanmaya başlamıştım sanırım deliriyordum.
karamsarlık tanıktan kurtulup radikal kararlar almak zorundaydım iç hesaplaşmamı bir kenara bırakarak bir karar aldım ben artık okumayacaktım. Okuyanlar ne oluyordu yıllar sonra bu ikilem içine bile gireceğimi hesap etmeden karar vermiştim. Yanlış ve doğru olsa bile en kötü karar kararsızlıktan iyi idi benim için.
Bizim kente kurulu bulunan bu kente has çırak okulları vardı sadece başarılı öğrencileri alıyorlardı kaydolarak okulu bitirip çalışma hayatına başlamıştım Sivillikten birden farklı bir ortada bulmuştum kendimi ortama şartlara alışıyordum.
Üç günlük işçi iken fabrikaya mutemet geldi lafları dolaştı mutemet neye gelirdi o zamana kadar bilmiyordum çünkü hiç maaş almamıştım.
Niye gelmiş diye sormuştum ikramiye dağıtmaya gelmiş dediler daha beş günlük tüm bana ikramiye vermezler dedim içimden.
Yanında çalıştığım ağabey ,
--- Sende git haydi dedi.
Sıraya girdim sıra bana gelince ezile büzüle adımı söyledim listeye baktı elime kalem verdi ,
---At şuraya imzayı deyince şaşırmıştım sanki piyangodan büyük ikramiye bana çıkmıştı.22 lira para almıştım. 20 lirasını hemen anneme vermiştim maaşlarımızı her ay bu şekilde mutemet geliyor alıyorduk imza karşılığı.
25 ,sayfa
Evimizde televizyon buzdolabı ve çamaşır makinesi bulaşık makinesi yoktu kafaya koymuştum eve televizyon ve buzdolabı alacaktım biz de olmadığından sadece haftada bir salı günler türkfilmi olan televizyon seyretmek amcalara gidiyorduk o zaman ki çalıştığım üç aylık maaşımla bir televizyon alınıyordu burada futbola gönül vermiş ,Beşiktaşlı tutuyordum. taksitle gidip evimize bir buzdolabı ve siyah beyaz televizyon aldım olan kız kardeşime olmuştu,eve gelen misafirler artmış çay taşımadan ikram vermeden televizyon seyredemez olmuştu hele komşumuzun küçük kızı asiye biz daha yemek yemeden damlar yerini alırdı o zamanlar somya vardı somyanın üstü iki sıra önü yerde de bir sıra seyirci olurdu..bazen içimden bilet kessem tv parasını çıkartırım diye düşünmedim desem yalan olur olsun diyordu annem televizyonsuzluk ne demek olduğunu bildiğinden..
Fabrikada yemekler sekizer kişilik verilirdi iki masa birleşmiş masa başına genellikle iki büyük tencere içinde sekiz on kepçelik yemek olurdu.
Masa başında oturan yemekleri önce birer kepçe verir daha sonra isteyen var mı diye sorar dağıtırdı tabii önce ilk dört masadakiler uzatır bize gelesiye kadar yemek kalmadı derdi.
Bu olay böyle devam etti yanında çalıştığım ağabeyime bir gün şu yemek dağıtma işini biz yapalım dedim ayıp olur dedi yanaşmadı.
Kararlıydım kepçenin başına geçecektim bir gün erken davranarak masanın maşına geçip kepçeyi elime aldım herkese eşit dağıttım daha sonra o yüz kiloya yakın ağabeyleri bu gün aç kaldık dediklerini duydum.
Gece postalarında sabah olmak bilmezdi oysa şimdi ne zaman vaktin geçtiğini anlamıyor insan gece mesaide düşünürdüm evdekiler uykuda sevdiğim kız uykuda ne rüyalar görüyordu acaba..
Fabrikada çalışırken kurban bayramına denk geldi bayramda evli olanlar kurban kesmek için bir iki saatliğine kurbanını kesmek için gittiler ilk defa kurban kesilirken yoktum
özlem yüreğime çöreklerin irken için ,için ağladığım koç kesen babama içim dende olsa ilk kızma fırsatım olmamıştı , demek ki göz görmeyince gönül katlanmıyormuş bu kez közleme değil kavurmayı ancak akşam kurban eti olarak yemiştim.
22. bölüm..
ayın 30 olmuştu o zamanlar maaşlar ayın 30 verilirdi herkeste bir pür telaş vardı bende ise tarifsiz bir sevinç,ilk maaşımı alıyordum ilk maaşımı aldığım günkü sevinç görülmeye değerdi,ne zaman hatırlasam yüzüme tatlı bir tebessüm yerleşir hep o anı yaşarım.
burada bir yıl sonra aklım başıma gelmiş ben işçi olama rağmen okumam lazım diye çıldırıp kendimi yargılamaya başlamıştım.
bir gün fabrikada birinin dedikodusunu yapıyorlardı ihtiyarlar adam dışlardan okumuş ,a fabrikasının müdürü olmuş vay ve diye dikkatimi çekti aradığım fırsattı
babam yaşındaki adamlarla çalışmam yaşımdan evvel beni büyütmüştü ben yetişkin bir insandım iş gücüm ve sorumluluklarım vardı .14 yaşında 35 40 yaşlarındaki insanlar gibi düşünüyordum
vardiyalı sistem olduğu için gece 11.30 -07.30 vardiyasında çalışırsam okuyabilecektim zaten vardiya sisteminde çalıştığımız için alışıktım .ha arkadaşların yerine çalışacak yada ayarlayıp okul zamanları vardiyaya kal alacaktım benim için zor olmadı babama söylediğimde bir telefon yetti artı meslek liseleri imtihanlı idi o zamanlar .üniversite sınavı gibi ama ben zoru başarmayı seviyordum çünkü bir koltukta iki karpuz zaten taşıyordum kollarımı ayırarak tan üçüncü karpuzu da sığdırabilirim neden olmasıydı, azmin elinden ne kurtulurdu ki işte meslek lisesi elektrik bölümünü kazanmış kaydolmuştum.
hiç görmem dediğim ilk okul 1 sınıf arkadaşlarım ayarında yani yaşıma geri dünmüş öğrenci olmuştum yıllar büyüklük ve çocukluk arasında gelip geçiyor zaman ağlarını örümcek ağı gibi örüyordu..kara tahtalı yıllar bitmiyordu .demekti hayat öğretmendi yada değirmen zamanı öğütlüyordu.
21,sayfa
Gençtim ve kendimi beğeniyor ve akranlarımdan daha tecrübeli idim her konuda benim hocan zamandı ve zamanı yakalama çalışmak gayem olmuştu genç kızlarda iliğimi çekiyordu artık onlarında ben!!!!
Çünkü bende aradıkları her şey vardı para güç, gençlik, kim istemezdi ki çoklarında olmayan ve hayalleri bile olamayan şeyler benim için sırdan şeylerdi siyaset ülke gündemini kaplamış ihtilal çığırtkanları sahnelerde sıkça yer almaya başlamışlardı, ülkenin genel durumu baya karışıktı. Şehirdeki konumum nedeni ile biz rahat sayılırdık. Bir kaç defa dayak yememize rağmen diğerlerine nazaran iyiyi dik sokaklarda dolaşabiliyor hayatımızı idame ettiriyorduk.
Artık takvim er 1980 yıllı gösteriyordu büyük dayım alman yada ölmüş ben hatırlamıyordum ortanca dayım da bizden çocuk büyüktü babamla yaşıttı en küçük dayım bizi fabrikada çalışıyordu farklı atölyede ,nişanlamış düğünü .olacaktı ..
cuma günü bayrak kalkar pazar gelin iner bizim buralarda düğün 3 gün sürerdi iş yerinde ki arkadaşlarına dan birine davetiye vermeyi unuttugu için bayrak kalmadan iş yerine gitmiş o sırada abdest alırken ayağı kayıp başını duvar vurup beyin kanamasından vefat etmesi ve aynı gün bayrağının asılı kalmasına anne ve teyzelerin deli olmasına çıldırmasına yetide artı bile.
olan olmuş bir yaprak daha gitmişti hayatımızda ama geride akılsız ve hasta annemi bırakarak tan sonra ben annemi hiç tanıyamadım .
önceki makul ve mantıklı insan gidip yerine ne istediğini ve ne yaptığını ne konuştuğunu anlamayan bir isi gelmişti artık hasta bir kadın ve 4 kardeş bana yani evin dert babası ve büyük çocuğuna kalmıştı. Babam annemin tedavisi ilgilenirken çareler arıyordu.. Mağazanın işleri bozulmuş yanımızda çalışan elaman bizden ayrılıp karşımıza yer açmış müşterilerimiz çalıyordu. Adama kızıp öldüreceğim sırada babam dur. Oğlum kısmetten öte yol gitmez diyerek engel oluyordu, bu kelime benimi kemiriyordu
21,sayfa
Bilmezdim ki yıllar sonra haklı çıkacağını, babamı hiçbir şey bilmiyor diye soğuk adam diye çocukluğumdan beri hep suçlamıştım yıl bitiyordu yavaş, yavaş kış aylar kendini hissettirirken yaprak dökümü olacağını ve zamanın bize getireceğini bilmeden yeni yıllar girmiştik.
Annem için tıp umudu bitip haccı hoca devri başlamış arada bir eve zor uğramaya başlamışlardı. Oradan oraya gidiyorlardı. Bize yardımcı olan halam teyze ve yengeler imden oluşan üçlü dedikodu ekibi her zamanki gibi işten çok laf üretip annemi ve mahalle karılarını eleştiriyorlardı sanki kendileri her şeyi dört dörtlüktü de neyse bir ara halamın bu eve bir gelin lazım dediğini duydum.
Beynimden kaynar sular akıyordu. bu zaman içinde bir şey olmadı bir iki ay geçti mart ayı gelmişti. Teyzem bir gün beni çağırdı oğlum bak sende benim bir evladımsın teyze anne yarısı demek annenin durumu belli bizimde belli artık yetişemiyoruz senin evlenmen lazım dedi.
peki teyze bana kimi alacaksınız oda kimi olacak tabi ki nazlıyı sana vereceğim. Nazlı teyze kızı neden dedim.
işin var olmasa da biz seni biliyoruz ekmeğini taştan çıkarırsın. Bak teyze asla böyle düşünme o benim kız kardeşim biliyorsun ki ben öyle görüyorum. de demler sağ ve hayatta olduklarından. Ve aynı mahallede oturduğumuzdan sık görüşüyorduk birde nazlı benden 5. Yaş büyüktü ben hep abla demiştim.
Ayrıca teyze insanın eşi bence, bakarken yüreğinin kabardığı, gözlerinden gözlerine yüreğinin aktığı, aşık olduğu Saliha bir eşi olmalı idi bana göre! sabah gözlerini açtığında, yanında olduğunu görüp, şükürler etmeliydi yaradana. Koklamalı saçlarını. Uyuyan eşine şefkatle bakıp, usulca dokunmalı yüzüne, varlığını hissedebilmek için. Parmakları titremeli, incitirim korkusuyla. Sürekli çağlayan bir pınar olmalı gönlü. Kramplar girmeli midesine, ons uzluk aklına geldikçe! Rüzgar onun kokusunu getirmeli, yağmur onun sesini.
Elleri yanmalı ellerini tutabilmek için. Akşam onu görecek diye, pır pır etmesi gerekirdi yüreğinin. Kelebekler gibi olmalı insanın kalbi. Ayakları birbirine dolaşmalı heyecandan, eve dönerken sanki ayrılığı sekiz saat değil de, beklemek asırlar gibi uzun gelmelsi gerekirdi
22,sayfa
kocasının gelişi ile sonsuz bir nur dolmalı içine. Yüzüne baktığında, konuşmadan anlamalı derdini, tasasını, öfkesini, sevincini, acısını fikirlerini paylaşabilmeli içinden geldiği gibi,. Güven duymalı, her şeyiyle. Başını göğsüne koyup,huzurla uyuya bilmeli, tüm düşüncelerinden arınmış olarak. Yeri geldiğinde Anası, bacısı, arkadaşı, dostu, sırdaşı, çocuğu, bakıcısı olmalı şımara bilmeliydi onun yanında oyunlar oynaya bilmeliydi.
Kıskanılmalı onun tarafından zaman, zamanda! Sabah yolcu ederken işine, içi acımalı, daha yollarken özlemeye başlamalı seni şimdiden özledim! Akşam dönüşünü dört gözle bekliyorum diyebilmeli
sabırsızlıkla gözleri yollarda kalmalı akşam evine döndüğünde kapıyı çalmadan açmalı... Aşkla karşılamalı, hasretle sarılmalı boynuna, özlemle koklayıp, öpmeli, yıllarca uzak kalmışcasına! Her günü bir başka güzel olmalı yaşamın, bir başka özel, bir başka soluklanmalıydı her anında. Verdiği hiç bir şeyin yeterli olmadığını düşünüp, kahrol malı, daha fazla ne yapabilirim diye düşünmeli. Mutluluk saçmalı etrafına. çıvıl cıvıl cennetten köşe almışcasına sevdiği, sakındığı, bakmaya kıyamadığı... Her bir hücresinden aşkın fışkırdığı, çölde okyanusu yaşadığı bir eşi olmalıydı
o anlat masada onu okuyabilen ve o anı yaşayıp yaşatılabilsin, demek istiyor duygularımı açmak istiyordum. Teyzeme ama aldığımız edep veya terbiye buna izin vermiyor cevap hakkımız bile yoktu sadece susuyor ve düşünüyorduk .
hakimiz elimizden alındığı yıllardı. Şimdi bu nasıl olacaktı beyim durmuş bu yükü taşıyamıyordu.
Annem ise ısrar ediyordu küçük onun aklı başında birisi lazım hem içini dışını biliyoruz gül gibi kız. Dikiş nakışta biliyor elinden her iş gelir bir evi çekip çevirir, bana bakar diye babamla tartışıp ikna turları atıyordu.
Yıllar sonra annem babamın kavgalarına ilk kez bu kadar yakından tanıklık etmek zorunda kalıyorduk artık bizleri bile görmüyorlardı. Hissetmiyorlardı. Ve ben gençtim ne gençlik ama daha çocukluk yıllarımın patika yollarındaki paytak yürüyüşümü bile henüz tam manası ile tamamlamıştım. Buraya kadar olan yolculuğumda büyüklerimin büyük yardımlarını görmüştüm. Ama artık yeni bir yolun başında bulunuyordum.
23,sayfa
Hayat yolculuğunun yeni bir safhasına atmıştım. Önümde taze bir baharın tatlı ve ılık bir iklimi vardı. Bu iklimde her şey taze, diri ve dinamikti. Nisan yağmurlarını toprağa indirdiği rahmet rayihaları ruhumun genzine yayılıyordu.
Gözlerim renklerin güzelliğine, kulaklarım seslerin duruluğuna mest olmuştu. Çocukluğun dar ve sıkıntılı kalıplarından kurtulmuştum. Kendime olan güvenim gittikçe artıyordu.
Çocukken her sesten ürken titreyen yüreğim, şimdi cesaretle dolmuştu. Ne cin masalları, ne mezarlıklar, ne de karanlıklar beni korkutamıyor.
kir günün anatomisi belki de gün sonundaki iç hesaplaşmamız. Kim ya da ne olursa olsun üzerimize düşen esintisi hissettiğimiz duygular.
Belki naif bir dokunuş ya da belli belirsiz bir tebessüm yüzümüzde beliren. Ne fark eder ki iki damla yaş süzülmüş se. Ya da ne fark eder katıla katıla gülmek…
O kadar çok farklılık arz etmekte ki tek tek analiz edersek her bir davranışımızı.
Sebepli sebepsiz uzattığımız eli kavrayan her kim ise nasıl da bir sevinç hasıl olur. Sadece uzandığımız kişinin değil mutluluğu bir o kadar da bizim duyumsadığımız. Küçük bir çocuk olabilir sarıp sarmaladığımız ya da kıyıda köşede unutulmuş her hangi biri. Ama buradaki amaç ne acımak ne de bir art niyet. Sadece hoş bir paylaşım ya da karşılıklı bir etkileşim. Haricinde ne olabilir ki. Belki çoğunun zihninden geçen farklı yanılsamalara da rastlamak mümkün. Ama hiçbir şey yerini alamaz iyi niyetin ve sevginin.
Sevgi dediğimiz… Ne kuru bir sözcük ne de basit bir duygu. Sadece ve sadece bizi var eden ve alt yapımızda yatan temel yapı taşı. Yaradanın bir armağanı ve duyum sanan da ötesi.
Ne iki cins arasında hasıl olan bir etkileşim ne de kendimize karşı yoğunlaşan bir beğeni.
24,sayfa
Sevgi; her şeyin özü ve bir o kadar yalın ve içten bir var oluş.
Onun yanında yolculuk eden güven duygusu bir o kadar güçlü bir dürtü yaşama olan katkısı bakımından. İhanete uğramak gibisi yok güvensizlik açısından. Hiçbir duyguyla kıyası söz konusu bile değil.
Tek bir kelime bile çok şeye kadirken bazen ufacık bir nüans alır götürür tüm gücünüzü. Güç dediğimiz de basit bir mefhum olmasa gerek. Tutunmak için dört elle yaşama içimizden yükselen ve dalga dalga yayılan yoğun bir elektrik misali. Çok şeye vakıf yaşama dair ve bir o kadar da hayat dolu bir bakış açısı kazandıran.
Yıllar yılı uğrunda savaş verdiğimiz her ne ise onun devamını getiren ve bizi yüceltip bir üst kademeye taşıyan. Evrim geçiren canlılar değil miyiz biz insanlar. Her yeni gün ile doğan güneş gibi içimizi ısıtan sıcacık bir duygu olan umudun eşliğinde yeniye, yeniliğe uzanıp dokunmak.
O kadar inişli ve çıkışlı bir yolda yürürken aniden kayıp düşmek de var. Ve ne yazık ki bazen aksilikler öylesine üst üste gelir ki içinden çıkmak imkansız bir hal alır. Gel de anlat bunu ahvaline.
Şükrün eşliğinde daha kolay ve anlamlıdır her tür menfi olay ya da yaşanmışlık. Ve hep demezler mi: ‘’Beterin beteri var’’, diye. Keza büyük konuşmamalı hayatta.
Çözümsüz hiçbir şey yok şu alemde. Yeter ki ölüm uzak dursun bizden. Ama yine de yaşanılası çok şey var çoğu zaman anlatması mümkün olmayan. Öyle ki yaşayan bilir. Haricinde ne denli dile getirseniz de bir noktadan sonra karşınızdakinin buna vakıf olması imkânsız bir hal alır.
Hep sığınmışızdır sevdiklerimize, sevdiğimiz ne varsa ve bize güç veren. Hangimiz bunu inkar edebiliriz ki…
Sevmeden nasıl dayanırız, nasıl tahammül ederiz zorluklara ve sıkıntılara.
İlla ki bir dayanak noktamız olmalı: gerek özel yaşantımızda gerekse sosyal hayatımızda. Uğraştığımız her neyse ve her ne ile iştigal ediyorsak…
Ne varsa dokunup hissettiğimiz ve gönül gözümüzle gördüğümüz. Zira bakmak ve görmek çok farklıdır birbirinden. Gözü kapalı bile hissetmek, vakıf olmaktır işin aslı.
Ya sevdiğimiz insanlar; gerek ailemiz gerek dostlarımız ve her kim ise gönül bağı kurduğumuz. Yürekten duyumsadık tan sonra ne kusurunu görürüz ne yanlışını. Sevgi bir çırpıda siler götürür eksi hanede yer alan tüm olumsuz nitelikleri.
25,sayfa
Güzel yönlerini yerleştiririz kalbimizin en derinine. Varsın mükemmel olmasın varsın bizim onu sevdiğimiz gibi sevmesin. Biz sevdikten sonra ne önemi kalır ki paralel seyretmeyen duyguları. Hele ki etkileşim iki yönlü ise değmeyin keyfimize.
Her konuda geçerli bir formül. Ne denli zorlayıcı ve yıpratıcı olsa ilgili olduğumuz uğraşlar ki gerek iş hayatında gerekse gündelik yaşantımızda yöneldiğimiz manevi kazanım her şeyi, tüm olumsuzlukları buharlaştırır.
Zor hatta imkansız sevmediğinize katlanmak. Sevgidir tek çözümü birlikteliklerin ve meşguliyetlerin.
Umudun eşliğinde her gün yeniden doğmak güneşin eşliğinde.
Ve bazen de ıslanmak yağan yağmurla. Ne kaçışı muhtemel ne de engellemek. Ama yeniden kurumak güneşin sıcaklığıyla ve yeniden yeşermesi ümitlerin. Öyle ki hüzün de bizden bir duygu yeter ki yetinmesini bilip şükretmeli.
izlenimler; gelecekteki ilişkilerin seyir sinyallerini taşır !!
***** Palyoçalık ve yalakalıkla samimi sevgiler istihsal edemezsiniz !!!
***** Kötü şeyler cazibeli,işveli ve takrikkardır.Bir şarkıydı sevdâmız, yükleyip bir beyaz güvercine
Salıvermiştim gök kubbenin en mavi zirvesine
Tüm dünya, sevginin erdemine doysun diye bu aşk bestesinde;
Oysa, zâlim avcılar varmış, bilemedim,
Şimdi çırpınıyor o güvercin, çaresiz,kafesinde...
Ve biz,
Yenilip teslim olmuş bir ordu gibiyiz
Bu vedâ sahnesinde...
Sen,
Sinema kapılarına asılan büyük afişlerdeki
Bir dram filminin baş kadın oyuncusu gibi duruyorsun karşımda,
Mevsim, sanki göçmen kuşların dönüş mevsimi
Ve vakit, günbatışının hüzün saatlerinde gibi;
Yanık türküler ağlıyor gözlerinde
Ve bozulmuş bahçelerin çaresiz sessizliği,
Bir kelebek konuyor yüreğine; yüreğin tuzla buz,
Öyle bir hüzün sarmış ufkunu, karanlık ve sonsuz...
Sen ki, güz bahçelerimdeki perişan gülümsün,
Gönlüme sararmış yapraklar döken Eylülümsün,
Bir umut, küçücük bir umut, ne olur;
Gözlerinden yaş değil, yıldızlar dökülsün...
Oysa,
Hiç olmazsa eski siyah- beyaz filmlerdeki gibi
Loş bir tren garında olmalıydı vedâmız.
Yavaş yavaş hareket etseydi bir tren,
Peron boyunca yaşlı gözlerle uğurlansaydı,
Vagon penceresinden bir el sallansaydı, ıslak bir mendil sallansaydı
Varsın, yine bakışlarında hep hüzün şiirleri okusaydım,
Varsın, yine dalgalar vura vura yosun tutmuş olsaydı yosun rengi gözlerin,
Varsın, mevsim ve vakit, yine hüzün renkleri vursaydı yüzümüze,
Ayrılık şarkımızı, gurbete giden bir tren düdüğü çalsaydı.
Bir veda bûsesi olmasa bile
Hiç olmazsa,
Sağ elimde, elinin sıcaklığı kalsaydı...
O ağa takıldığınız da ve ısrar ettiğinizde ; daha seri ve kalın örülen ağlardan kurtulmanız hayalciliktir. Çünkü; kötü alışkanlıklar daha çok ve çabuk kökleşirler !!!
***** İşinizi,gücünüzü mesainizi,yarınlarınızı olumsuz etkileyecek her türlü aşırı ve fuzuli eğlencelere meyletmek ; ilerideki pişmanlıklara kaynak teşkil eder !!
***** Yaşamınızın mümbit topraklarında biten ve olumsuz etki yapan yabancı otları zamanında imha etmezseniz; kalite ve miktar olarak istihsal de idrak kaybı yaşarsınız
***** Arkasını,önünü,sağını ,solunu ölçüp, biçip, hesap etmeden seversen ; işte böyle tahsili kabil olmayan alacaklar da kalırsın hayattan !!! Ve hayat bilançoyu zararla kapatırsın !!!
***** Çala kalem yazar , oynar geçersiniz belli yaşlara kadar !!!! Sonra oturur, incelersiniz !!! İşte artık orada olgunlaşmaya başlamıştır hayatınız !!!
***** Kötü alışkanlıklarla haşır neşir ve kötülüklerle sarmaş dolaş yaşayanların seyir seferleri ; hüsran dünyasın da son bulacaktır !!!!
***** Kötü şeylere müptela olanlar; adeta bir canavar yaratığın ahtapot kollarında ümitsizce çırpınarak helak olmaya mahkumdurlar !!
*****Güzel şeylere alışmak cennet; kötü alışkanlıklar edinmekse cehennem yaşatır insana !!!
***** Gelip geçerlerken gözümüz ve iç güdü ile takip ettiklerimiz içinde ; ayağa kalkıp saygıyla ceketimizin düğmelerini ilikleyip eğileceğimiz o kadar çok kadınımız olduğunu unutmayınız !!!
***** Namuslu,şerefli,onurlu,erdemli yaşamayı ailesinden öğrendiğini beyan eden evlatlara sahipseniz; en büyük ödüle layıksınız dır !!!
***** Bir anne baba için evlatlarının " sizin uğrunuza ömrümü sererim !!" demelerinden daha büyük servet var mıdır !!!!!
***** Bu kadar hızlı erozyona maruz toplumda; " Ha işte; bu farklı " dediğiniz birilerine rastlarsanız; avuçlarımızdan kayıp gitmemesi için yapmanız gerekenleri asla ihmal etmeyiniz !!
***** Görüş ve fikirlerinizi;önceden birilerinin tasviplerine arz ederek ortaya dökmeyin !!!O takdirde fikirleriniz rötuş ve tashihe maruz kalabilir !!!
**** Ne mutlu ve şanslılar ki ; gençlerimiz gölgesinden istifade edebilecekleri çınarlara sahipler !!!
**** Öyle ezberlerde değil; anlayarak ve yaşayarak sevin !!
**** Kuralsız oynayan kaybeder !!!
**** Avunabilirsiniz !!! Ama kimseyi avutmayın !!!
***** Samimi, dürüst, sözünün eri,onurlu biriyseniz ; kıyı da köşede kalmış insanlar sizi bulacaklardır !!!
***** Bir konu hakkında o kadar öğüt,nasihat ve uyarıyı baştan test etme düşüncesi; fuzuli yere maddi ve manevi zararlara yol açmaktır !!
**** Sahip olduğumuz en büyük torpillerden biri UNUTMA yetisi ile donatılmış olmamızdır !!!!
----------- Kimseye veda da etmem; elveda da demem !!! Çizdi mi çizerim !!!Onun için;Kimseye de GERİ DÖN demem !!!
---------- Gel !! Gönlümün terasından ; temaşa et nadasa bıraktıklarımı !!
--------- Bir kartal kanatlarında ,özgür bir dünyam var hayallerimde tesis ettiğim... Kahkahalar dudak fıskiyelerinden şırıl şırıl..Diz boyu mutlulukların dalgalarında boğulurcasına !!! Ya kendime gelince !!! Neredeler ???
--------- Nereden çıktın be rüzgar ? Esip kasırgalar da uyandırmasaydın ya ; bendeki beni !!!
-------- " Ben sensiz yapamam !! ".. Sen bensiz değil; BİZSİZ yapamazsın !!!!
-------- Geçmişle vedalaşmam !! Giden gider,unutmanın anlamı üstünde; umurumda değil !!!
-------- Bu mahşeri kalabalıklar da , meşguliyetlerde bir seni kaybetmedim !!
-------- Fırtına var bu gün caddelerde tersten esen !!! Dikkat et; açılmasın eteğin !! Görülmesin esmerliğinde beyaz, öpülesi gülden tenin !!!
-------- Kafayı yedi galiba Naviğasyon cihazım !!! Ulan nereye gitmek istesem; her yönden ve yoldan aynı yere çıkmakta !!!
--------- " GIRGIR CEFA !!! ".. İşte işletmecinin kafeteryasını lanse ettiği zekice isim !!! "- Nereye gidiyorsun ? " "- Gırgıra !!".. " - Ne yapacaksın ? " Cevap : " GIRGIR !!"Başka işimiz yok ki zaten.. Doldur işte geyik muhabbeti ile gününü Gırgır’da,Gırgır’la !!!! Hadi buyurun sizler de Gırgıra !!!!
26,sayfa
Mihenk taşı ömrün,Geçmiş dünde kaldı, gün bugün iç içe geçmiş sayısız halka
Cümle alem kul köle olmuş şan Şöhret makam uğruna, nefesi emarenin emrinde birbirinin yolunda yolundaysan susar ahvalim kâh boşalır gözyaşım.,,Geçip giden ömür dergahında, bilemez kimse ölüm anını yaşarken yapmamışsa yaşam muhasebesini,Sürükler götürür rüzgar,Savrulur adeta yaprak yaprak,İnsanız işte kuş misali kah orada kah burada bazen durgun,Bazen hoş bir esinti.
Hafızamızdadır...Kaybolmamak mümkün mü,onca yaşanmışlıklar ve yaşananlar arasında sürüp gidiyor her daim kaderin esareti üzerimizde....
devir değişmiş haya bir gömleğe resmedilmiş , büyük küçük kalmamış
Dengeler bozulmuş artık değişmez kimse değiştiremezsiniz,sadece huzur ekmeğiniz yanında
Ömrüne katık rahata eremez şu sefil gönül duaların haricinde,Her dem için için kaynayan hüzün yine de tükenmez olur mu çareler çaresiz dert yaratmadım diyen Yaradanın,Nezdinde
Onun yolunda geçmeli ömür dediğin nedir ki , üç beş günlük dünya
17 Nisan 1982 Perşembe 02:34:58 tarih ve saat ömür dediğin yıllığından bir gün ve an söyle
Sevmek yetiyor mu? yaşamak için,hayat !bu :Bir ev lazım bir araba .birazda muhanete ve başkalarına muhtaç olmayacak kadar para ve sağlık olmalı ki içinde yatağı olsun huzurla yat o yatağa ,işte o zaman Yatağında sevdiğinin gözlerinde kaybolursun, rüyalar görürsün ,Aynı düşlerde hırsızlık yaparsın,gündüzlerden zaman çalarak ,Geceye yama yaparsın ,Zamana dana çalarak, diyerek artık mahalli gazetelerde köse yazarlığı yapmaya başlamıştım.. artık gerek şiirlerim gerek makalelerimle .yazılarımla ışık olacaktım
anlayanlara . işte bir kaç yazım o günlerden kalma!!!
ŞU İHTİYAR GÖNLÜMLE...
Ağarmış saçlarım mı, mevsimler mi günahkâr;
Seni hep ilk baharlar, beni kışlar kucaklar?
’Aşk çağım geçti’ derken, tattım kara sevdâyı
Düşlerimde yalnız sen, gözümde gözlerin var.
Şimdi bütün duygular, bende hep hüznün dengi,
Güneş, mehtap, gün, gece; hep gözlerinin rengi.
Şu yorgun yüreğimde çırpınırken bu sevgi;
Gönül bana sitemkâr, ben kadere isyankâr...
Zaman sustursa bile şu bülbül-ü şeydâyı
Yüreğime eş ettim ben bu kara sevdâyı.
Ne bülbül gülü sevmiş, ne de Mecnun Leylâ’yı
Şu ihtiyar gönlümle seni sevdiğim kadar.
Bu benim hikayem
karbondioksit kokan ayazı ile meşhur bir aralık ayının son gecesi saat 24 gösterdiği saatlerde avuçlarını sıkı sıkıya sık akarak ben bu dünyanın kaderini değiştireceğim bırakın beni ayırmayın eşimden diye avazı çıktığı kadar bağırarak ağlayarak dünyayı şereflendiren dünya güzeli annesi için bir bebek olarak dünyaya gelmişim.
Tabi bir saat sonra elektrikler kesilip jeneratör ün çalışmaması nedeni ile hastanenin karışmasının suçunu bana yüklemişler. Yeni yılın ilk gününde ilk adımımı mı attığım bu günden sonra yaşayacağım ve yaşanılacak günlerin tüm İslam alemine huzur ve barış getirmesini, hayatımızda yaşanabilecek en verimli yıllardan biri olmasını temenni edip.
Nasibimin açık, feyzimiz in bereketli, ibadetleriniz ve dualarınız makbul ,
Zulüm altında olan kardeşlerimizin yarabbim yardımcısı olsun diye ağlı yarak dua ederken, yeni heyecanların ve yeni bir güne başlamanın Mutluğu, ile hayatımın bana ayrılan zaman dilimini hızla tüketmeye başlamıştım. Ailenin ilk çocuğu olmam sebebi ümitler hayaller ve sevgiler hep benim üstümde imiş daha sonraları peş peşe gelen dört kardeşle azala, azala bana hiç kalmadığını gördüm.
Çocukluk yıllarımda zaman geçiyordu dur durak bilmeksizin. Şüphesiz ki sancılı bir dönemin çocuklarıydık bizler ve mücadele etmemiz gereken yılların şeytanı çoktu.
doğumumuz yıllar olan 1960 yıllar tarihe adını altın harflerle yazdırırken. Üstelik zaman kötü,ölümü hatırlayamaz olmuştuk bu yalan koşuşturmanın içinde ölümü unutunca Allah ı hatırlayamaz oluyorduk başımız derde düşmedikçe..
kıldığımız namazı da dünya telaşlarını çözmeye çalıştığımız zamanın içine koyduk. Ne diye geldik bu dünyaya diye düşünemez olduk ya da düşündüklerimiz olması gerekenin dışında oldu hep. Kurduğumuz hayallerin rüyalarla buluşup gerçek olmasını ya da sadece rüyalarda kalmasını izleyip durduk.
Bir akşamüstü bir rüzgara kapılıp gittik çoğu kez kim bilir ne rüzgarlar esti hiç istemediğimiz zamanda yada o rüzgarın gelmesini ne uzun zaman bekledik hayatın saati geçerdi hep tık tık,ve bizler keşfedilmemiş yollara keşfe çıkmıştık tozlu,çakıllı,yağmurlu yollar ama sonunu hep bahar bildik,öyle hayal ettik..
Öyle böyle geçti günler ve bahar geldi,hayat çiçeğe durdu ötelerde..kah uzaktan baktık,kah o çiçeklerden saçımıza taç yaptık. Aslında sadece bir tılsımlı huzur aradık ve tam tutacakken sevdaya yandık!gençlik işte..havailik ve cahillik,he va ve heveslerin aldatıcı yılları,bir yandansa en güzel yıllar..hatalar yaptık ve bu hatalarla öğrendik.alaca şafakların da uykusuz kaldık bu yılların,sevgiliye ağıtlar yaktık.
Arkadaşlıklarımız dostluklarımız oldu. Bezende yanıldık bu seçimlerimizde. Hep kendimizi mi aradık karşımızdakinde ne? Bulamayınca gürültüler çıkardık. Kalbimize eğildikçe görüyorduk işte heyecanları, o bir kenarına hapsedilmiş duyguları paylaşacak birilerini arıyorduk sadece. Sevgiyi arıyorduk o paylaşıldıkça çoğalan.her türlü basitliğe,bencilliğe inat birilerini arıyorduk,bir dost bir sevgili..oysa kör bir dilenci gibi gözlerimizi kapatıp hayata, kaderden yardım bekleyip medet ummak kolay geldi bize. Hayat her gün penceremizin önünden geçerken pencereyi açmaya üşenir olduk. Kötü gecelerden soluk benizli sabahlara geçiş yapmak kaderimiz olurken .
Sevdalarla uyanamaz olduk uykumuzdan sabahları. Küskünlükleri silmez oldu sıcak dost selamları. Yüreklerimizde sakladığımız arzularımızın, beklentilerimizin önüne geçti hırsımız. Elimizi uzatmak yerine bir dost beline,sırtımızı döndük hep birbirimize ne ayaz sevmeyi bildik nede yağmurun sesindeki melodiyi kulaklarımıza söylenen şarkıların farklı noktalardayken bizler ve mümkünken tek melodiyi oluşturmak istedik aralarda yamadık perdeyi..
Baharda koyun koyuna karşılayan pembe ve beyaz çiçekler gibi olamadık. Sonra sonbahar geldi bütün hüznünü toplayıp ve sandıklarımız kilitli kaldı sürekli. Açamadık herkese açabildiğimiz kadar sinemizi. gençlik yıllarımızda kaybolup giderken.
Ne olurdu ki sanki el uz atsaydık, kalmasaydı ya yanımızda alaka duymadığımız ve el uzatmadığımız bir mahzun gönül. Liyakatimizi ispat etseydik birbirimize ne olurdu? Hepimizde tercüme edilmeyi bekleyen güzellikler varken bu ürkeklik niye idi
Fena olmak korkusunu bize mani olan? Sevmek kimi zaman maviye,kimi zaman yeşile, ta ki hayatın kendisine bağlanmaktı. neden sakladık sevdiğimizi,annemize,dostumuza,sevdiğimize. Babanın sendikacı olması dolayısı ile annemin, gelen misafirlere maskeli çıkması arasında gelip. Geçerken Ömrüm, beynimde hayallerim olmuştu iki arada bir derede herkesin olduğu gibi. Mutluluk düşleri saklıyordum kalbimde. Büyüyünce hep güzel günlerin geleceğini hayal ederek kendi hayatımın kahramanı olacaktım. Aşka, sevgiye, dostluğa, mutluluğa yürüyecektim emin adımlarla kendi hesabıma... Sevdalarım, sevinçlerim olacaktı, bir güvercin sıcaklığı taşırdım çocuk yüreğimde hep. Dağlı çocuklara, pınarlara, esip geçen rüzgarlara güler geçerdim. En çok kuşları, çiçekleri, beyaz yeleli atları ve menekşe gözlü kızları severdim. Güller açardı ne zaman ellerimi uzatsam ellerine. Serin, serin yeller eserdi saçlarımda bahar rüzgarları gibi... Kendime küçük bir yuva kuracaktım, neşesiyle güleceğim, hüznüyle hüzünlenecek tik ve beni en iyi anlayacak bir eşim olacaktı.-ZAMAN BİR FİLİM GİBİ GELİP GEÇİYOR ,VE BİZ ,BİR TABLOYA BAKAR GİBİ SADECE BİR KERE BAKABİLİYORUZ GEÇMİŞE
Ne gariptir ki..Acı ve bilginin benzerliği ilginçtir.. İkisinin de yüzeysel olanı gevezeliğe.. derin olanı susmaya neden olur.tıpkı gerçekten sev ipte yıllarca beraber yaşayıp birbirini hiç tanımayanlar gibi...Bir yalanın tam ortasında başlarken ben hayata. Ve sen şimdi tutturmuş bana cennet veya cehennemden birini seçmelisin diyorsun. Seçmek cehennemdir seçeneklerden biri cennet de olsa. "Ya ben, ya özgürlüğün" demeye hakkı yok hiçbir insanın hiçbir insana.. senin için dört mevsimden gül derip geldiğin yola serdim,
bil ki aldığım her nefeste senle huzura erdim.Öyle sen var ki bende bilsen her daim dua ederdin,Sen hiç gitme benimle ömür boyu kal derdin
Coşkulu bir gençlik gibi,kırkımdan sonra sevdim seni,Korkusuzca dağıtıyorum,gülümsemenin köleci güzelliğini
Denizin derinliğinde masum gözlerine bir anda geçip gidiyor,yaşadıklarımız Yaşam ki ,Bir türküdür sevdiğim
,Yürekten beraber söylediğimiz ,İçinde yarım kalmış,Sevdalar,Ben :siyasetsiz,Kuralsız , barış içinde,fötürsüzca edep dahilinde,Deli sevdaları biçerken,Serseri bir mayına ,Rastlamış gibidir insan ,Dudaklar :Üşümek istemez,Yaşanası ,Bir dünya içindeyken Ben :Marmaris’te,Ege sahillerinde,Yarım kalmış şarkıları
Kum tanelerine söylerken,Yaşanmamış günlerimize aldım kalemi elime sahile büyük hasretler yazıyorum
İstedim ki :Hep Yanımda olasın,Yıldızların o parlak aydınlığı,Olsun gözlerimde,Unutulsun ,Saçlarımda ellerin
Bir bahar gibi,Yüzün kalsın bende,İstedim ki,Burnumda tüt,Taze ekmek kokusu gibi,Sana açlığım olsun her sabah,Yaşamın duygusu gibi,lodosa kapılmış dev dalgaların çılgın sevişmelerindeki gibi
İstedim ki:Y‘Uyuyan acıyı uyandırırsın, sonra yaşamak için çabalayıp durursun.’ Bu mudur gerçekten hayat dedikleri? Ha, bir de imtihan vardı değil mi? Her zaman doğru olmayan şeyin yanında duruyormuşum gibi geliyor. Aklımı sonuna kadar zorluyorum. Hayır, bir zamanlar ‘arayıştan vazgeç’ diyordun, ‘vazgeç, bak ben arıyor muyum’ diyordun. Ne oldu? Ne değişti? Değişmiyor, maalesef bildiğin gibi değil. Elbette her zaman istediğin gibi devam etmiyor hayat. Bundan yana şikâyetçi değilim, yalnız masasız kalmanın, istediğin zaman mum yakıp, karanlıkta gökyüzüne bakamamanın (inan gökyüzünün mavi olma sıfatını çoktan attım, siyah olmasında da bir mahsur yok), yalnız olamamanın, dünyada ‘kendim’ diyebileceğim bir yer aralayamamış olmanın da mahzuru yoksa kimse için, evet, acısını çekiyorum.
Biliyorum, kendinle kafes dövüşü etmenin kendine asla faydası olmuyor; kendinle dövüşme, kendine karışma, kendini koru… Huşu içimde ben kendime karışamadıktan sonra, hem bak; kendime diyorum, nasıl bir algı oluşturmuşsam kendimle, kendime seslenirken bile utanıyorum sanki… Her neyse, başka bir seçeneğim daha olmalı diye düşünüyorum. Senin dediğin gibi ‘boş mu vermeliyim’ gerçekten de. Neyi boş vereyim peki? Mayamda bir yaşamak var ve mümkün olduğunca yaşamın sonuna kadar böyle gidecek.
Kelimeler yetmiyor, sönük kalıyorlar. Rüyamın birinde beyaz gömlekli genç bir kız vardı. Hepsi ‘baştan çıkarıcının günlüğünü’ okuduktan sonra başıma gelmişti. Egemen tutkunun, taze, genç bir kız meselesiyle alakası yok. Böyle bir rüyaya ilk defa denk geldiğimi söylemeliyi ama eyleme geçilmemiş bir durumu da ifade etmeliyim. Ayrıca ben senden özür de dilemedim ya da kusura bakma gibilerinden bir şey de demedim sanırım. yanımda olasın,İlk gün ışığı gibi,,,ben böyle düşünürken sen diyorsun ki ben gidiyorum yad senden gittim..
Gel gitme hep bende kal,Yoksa ben sen gidersen,Nasıl toplarım,Gülüşlerini güneşten,,anılarımıza ,Ağlar durur bu şehir arkandan,Gider bilinmeze küser tüm sevdalara, güllerde açmadı,Bir vuslatın sabahına,Tut ki ,Ölümüne sevdik ,Biz bu aşkı,Ve de yaktı içimizi:Ebruli akşamların gizemliliği,Yoksa bu kadar Güzel olur muydu,Özlemin acı gülüşüİGitme kal,Daha biz birimizeze henüz daha doymadıkBu benim hikayem
karbondioksit kokan ayazı ile meşhur bir aralık ayının son gecesi saat 24 gösterdiği saatlerde avuçlarını sıkı sıkıya sık akarak ben bu dünyanın kaderini değiştireceğim bırakın beni ayırmayın eşimden diye avazı çıktığı kadar bağırarak ağlayarak dünyayı şereflendiren dünya güzeli annesi için bir bebek olarak dünyaya gelmişim.
Tabi bir saat sonra elektrikler kesilip jeneratör ün çalışmaması nedeni ile hastanenin karışmasının suçunu bana yüklemişler. Yeni yılın ilk gününde ilk adımımı mı attığım bu günden sonra yaşayacağım ve yaşanılacak günlerin tüm İslam alemine huzur ve barış getirmesini, hayatımızda yaşanabilecek en verimli yıllardan biri olmasını temenni edip.
Nasibimin açık, feyzimiz in bereketli, ibadetleriniz ve dualarınız makbul ,
Zulüm altında olan kardeşlerimizin yarabbim yardımcısı olsun diye ağlı yarak dua ederken, yeni heyecanların ve yeni bir güne başlamanın Mutluğu, ile hayatımın bana ayrılan zaman dilimini hızla tüketmeye başlamıştım. Ailenin ilk çocuğu olmam sebebi ümitler hayaller ve sevgiler hep benim üstümde imiş daha sonraları peş peşe gelen dört kardeşle azala, azala bana hiç kalmadığını gördüm.
Çocukluk yıllarımda zaman geçiyordu dur durak bilmeksizin. Şüphesiz ki sancılı bir dönemin çocuklarıydık bizler ve mücadele etmemiz gereken yılların şeytanı çoktu.
doğumumuz yıllar olan 1960 yıllar tarihe adını altın harflerle yazdırırken. Üstelik zaman kötü,ölümü hatırlayamaz olmuştuk bu yalan koşuşturmanın içinde ölümü unutunca Allah ı hatırlayamaz oluyorduk başımız derde düşmedikçe..
kıldığımız namazı da dünya telaşlarını çözmeye çalıştığımız zamanın içine koyduk. Ne diye geldik bu dünyaya diye düşünemez olduk ya da düşündüklerimiz olması gerekenin dışında oldu hep. Kurduğumuz hayallerin rüyalarla buluşup gerçek olmasını ya da sadece rüyalarda kalmasını izleyip durduk.
Bir akşamüstü bir rüzgara kapılıp gittik çoğu kez kim bilir ne rüzgarlar esti hiç istemediğimiz zamanda yada o rüzgarın gelmesini ne uzun zaman bekledik hayatın saati geçerdi hep tık tık,ve bizler keşfedilmemiş yollara keşfe çıkmıştık tozlu,çakıllı,yağmurlu yollar ama sonunu hep bahar bildik,öyle hayal ettik..
Öyle böyle geçti günler ve bahar geldi,hayat çiçeğe durdu ötelerde..kah uzaktan baktık,kah o çiçeklerden saçımıza taç yaptık. Aslında sadece bir tılsımlı huzur aradık ve tam tutacakken sevdaya yandık!gençlik işte..havailik ve cahillik,he va ve heveslerin aldatıcı yılları,bir yandansa en güzel yıllar..hatalar yaptık ve bu hatalarla öğrendik.alaca şafakların da uykusuz kaldık bu yılların,sevgiliye ağıtlar yaktık.
Arkadaşlıklarımız dostluklarımız oldu. Bezende yanıldık bu seçimlerimizde. Hep kendimizi mi aradık karşımızdakinde ne? Bulamayınca gürültüler çıkardık. Kalbimize eğildikçe görüyorduk işte heyecanları, o bir kenarına hapsedilmiş duyguları paylaşacak birilerini arıyorduk sadece. Sevgiyi arıyorduk o paylaşıldıkça çoğalan.her türlü basitliğe,bencilliğe inat birilerini arıyorduk,bir dost bir sevgili..oysa kör bir dilenci gibi gözlerimizi kapatıp hayata, kaderden yardım bekleyip medet ummak kolay geldi bize. Hayat her gün penceremizin önünden geçerken pencereyi açmaya üşenir olduk. Kötü gecelerden soluk benizli sabahlara geçiş yapmak kaderimiz olurken .
Sevdalarla uyanamaz olduk uykumuzdan sabahları. Küskünlükleri silmez oldu sıcak dost selamları. Yüreklerimizde sakladığımız arzularımızın, beklentilerimizin önüne geçti hırsımız. Elimizi uzatmak yerine bir dost beline,sırtımızı döndük hep birbirimize ne ayaz sevmeyi bildik nede yağmurun sesindeki melodiyi kulaklarımıza söylenen şarkıların farklı noktalardayken bizler ve mümkünken tek melodiyi oluşturmak istedik aralarda yamadık perdeyi..
Baharda koyun koyuna karşılayan pembe ve beyaz çiçekler gibi olamadık. Sonra sonbahar geldi bütün hüznünü toplayıp ve sandıklarımız kilitli kaldı sürekli. Açamadık herkese açabildiğimiz kadar sinemizi. gençlik yıllarımızda kaybolup giderken.
Ne olurdu ki sanki el uz atsaydık, kalmasaydı ya yanımızda alaka duymadığımız ve el uzatmadığımız bir mahzun gönül. Liyakatimizi ispat etseydik birbirimize ne olurdu? Hepimizde tercüme edilmeyi bekleyen güzellikler varken bu ürkeklik niye idi
Fena olmak korkusunu bize mani olan? Sevmek kimi zaman maviye,kimi zaman yeşile, ta ki hayatın kendisine bağlanmaktı. neden sakladık sevdiğimizi,annemize,dostumuza,sevdiğimize. Babanın sendikacı olması dolayısı ile annemin, gelen misafirlere maskeli çıkması arasında gelip. Geçerken Ömrüm, beynimde hayallerim olmuştu iki arada bir derede herkesin olduğu gibi. Mutluluk düşleri saklıyordum kalbimde. Büyüyünce hep güzel günlerin geleceğini hayal ederek kendi hayatımın kahramanı olacaktım. Aşka, sevgiye, dostluğa, mutluluğa yürüyecektim emin adımlarla kendi hesabıma... Sevdalarım, sevinçlerim olacaktı, bir güvercin sıcaklığı taşırdım çocuk yüreğimde hep. Dağlı çocuklara, pınarlara, esip geçen rüzgarlara güler geçerdim. En çok kuşları, çiçekleri, beyaz yeleli atları ve menekşe gözlü kızları severdim. Güller açardı ne zaman ellerimi uzatsam ellerine. Serin, serin yeller eserdi saçlarımda bahar rüzgarları gibi... Kendime küçük bir yuva kuracaktım, neşesiyle güleceğim, hüznüyle hüzünlenecek tik ve beni en iyi anlayacak bir eşim olacaktı.
Doğacak çocuklarımla sorunsuz yaşayacaktım. Mutlu yaşayıp, hiç üzülmeyecektim hep gülecektim. Kin, nefret, intikam, yalan olmayacaktı benim hanemde. Strese girmeyecek, kırılmayacaktı m, kırmayacaktım, herkesin içinde dost olduğu, dostça geçindiği, Mutlu küçücük bir dünya. Herkesin birbirini kardeşçe sevdiği.. dağ rüzgarlarının çocuklara söylediği her seher vakti..
2,inci sayfa
Hayat bir türkü gibidir Hayallerdeki gibi yaşanır bilirdim yaşamı, oyunlardaki gibi. Hani bir pınar başında kurulan düşler yada çocukken oynanan oyunlar gibi. ama yaşamla tanışınca , hiçte öyle değilmiş yaşamında acımasızlığın farkına varanlar için. Anladım ki, insan olmak, insan kalmak başlı başına bir meziyetmiş. Vefası yokmuş bu nankör zamanın, ayağın kaymayıp bir kere düşmeyi gör, her yerden bir darbe gelirmiş
.
Hayatta kaz andıklarımdan çok kaybet tiklerim oldu. Kazandıklarım bir dal yaprak, kaybet tiklerim koca bir ormandı. Ne geldiyse başıma iyi niyetimden, sevmekten, dürüstlükten, olduğum gibi görünmekten geldi. Ama kendimden utanmadım hiç bir zaman, başı dik gezdim gezdiğim yerde, birileriyle karşılaşınca önüne bakan olmadım hiç.
Kırmadım kırdılar, üzmedim üzdüler. Hayatta edindiğim o kadar çok yaram var ki anlatamam. Kimsenin bilmediği, düşünmediği, anlamadığı bir yaraları andıkça kanıyorum şimdilerde.
Ama hiç bir acı, enayi yerine konulmak ve ihanetin acısı kadar acı vermiyor insana. yaşamanın basit olmadığını yaşayarak öğrendim,
umutlarımın hepsi suya düşüyordu,acılar toplayan bir Hüma kuşlarından farksızdım, Kimseye soru sormuyor, cevapta vermiyor hayatının en zor anında da olsa gülümsüyordum. Herkes aynı, her şey aynı. Bakışlar, düşünceler, hareketler. Bir tek duygular farklı idi. Zaten bizi birbirimizden ayranda duygularımız değimlidir. Çoğu zaman keşke duygularımızla hareket etmesek dediğimiz olmadı mı? Şu kalbimi yerinden söküp atsam, yerine taş bağlasam demedik mi. Ama ne fark eder ki yerinden söküp atılamaz ki! İnsan duygusuz yaşayamaz ki. Sevdiği için karanlıkta bırakamaz ki kalbini. Zaten hayatta bu değil mi.
Herkes gelip geçiyordur. Ama akılda bir gülüş, bir tatlı bakış kalıyordu yüzünde bir acı varsa hemen bırak ve sadece gülümsemeli! Bu hayattaki tüm duygular bir bedene aksa dahi unutmamak gerek senden sadece bir adet var sen varsan her şey var yoksan hiçbir şey yoktur
Bak tıpkı babam ve ben ilişki tarzında olduğu gibi, sadece susmak ve dinlemekti yaşayacağım hayatı bundan sonra bende öyle bir sustum ki belki sonsuza kadar susacaktı m. Çünkü susmak benim küçücük dünyamda babamla kurduğum iletişim tarzıydı. Babam akşamları eve yorgun dönerdi. Ben bütün gün evde sıkılır onun gelişini iple çekerdim. Daha o kapıdan girer girmez boynuna atılır onunla oynamak isterdim. Babam sarılır, öper sonra da, hadi odana git, derdi. Yemek hazırlanınca annem çağırır bu defa masada bir araya gelirdik babamla. Onlar annemle konuşurken ben araya girer, sesimi duyuramayınca da bağırırdım.
2 sayfa
Babam sinirlenir, “bütün gün insanlara kafa patlatmaktan bunaldım, bir de sen kafamı ütüleme!” Derdi. Annem de “bütün gün zaten seninle uğraştım, bir çift laf da mı konuşturtmayacak sın babanla?” Diye çıkışır, beni odama gönderirdi. Çaresiz bir şekilde boynumu büker odama yani hapis haneme doğru gül döküp yaralarıma yol alırdım. Babam arkamdan, “bizim bir odamız bile yoktu, her şeye sahip, Hala ne istiyor anlamadım.” Diye bağırmaya devam ederdi. ‘keşke benim de bir odam olmasaydı, keşke bizim de evimiz bir odalı olsaydı da hep birlikte otursaydık’ derdim içimden;
ama yüksek sesle söylemeye cesaret edemezdim. Yemekten sonra babam kanepeye uzanır, eline kumandayı alır, televizyon seyrederdi. Beni yanına çağırır biraz severdi. Onun izleyeceği önemli bir şey varsa beni adeta yerimden bile kıpırdatmazdı. Azıcık hareket edip koşup oynamaya çalışsam oda hapsim yeniden başlardı. Bir gün anladım ki susunca babamla daha iyi anlaşıyoruz. Bu defa susarak yapabileceğim oyunlar geliştirmeye başladım. Önce resim yaparak başladım işe
Babam çizdiğim resimleri çok beğeniyor; ‘bak, böyle uslu, uslu oyna işte.’ diyordu. Babam bazen göz ucuyla bakıyor, resimle ilgili bir şey sorsam afallıyordu. Ama bana kızarak beni artık odama göndermiyordu. ‘son günlerde ne de akıllandı benim oğlum.’ diye komşulara anlatıyordu annem halimi. Resimlerim arttıkça ortalık dağılmaya başladı. Annem “odanı topla!” Diye odama kapattığında işe nereden başlayacağımı bilemiyordum. Ben bunlarla uğraşırken zaman geçiyor; ama odamı toparlamayı beceremiyordum.
Annem odama gelip “bak sana resim yapmayı yasaklayacağım.” Dedi bir gün. Susuyor olmamı usluluk olarak değerlendiren ailem resim yapmayı da elimden alırsa ben ne yapacaktım? Bu düşüncelerle bir aile tablosu yaptım. Babam eve gelince uygun zamanı kolladım. Her zamanki gibi yemekler yendi, odaya geçildi. Babam oturur oturmaz çizdiğim resmi getirdim. Babam baktı. Hım, dedi “çok güzel olmuş. Bu adam benim herhalde.” Dedi. Ben “hayır o adam değil, bu çocuk sensin.” Dedim. O “hayır, bu adam benim, bu çocuk sensin, bu küçük kız da arkadaşın.”
Dedi. Ben yine “hayır, o büyük adam benim, bu küçük adam sensin, bu küçük kız da annem.” Dedim. Babam benimle uğraşmaktan vazgeçip: “peki neden bizi küçük çizdin?” Dedi. Heyecanla başladım anlatmaya. Ben büyüyüp adam olacağım. İş bulup çalışacağım. Siz yaşlanıp küçüleceksiniz. Beliniz bükülecek, komşumuz Ahmet amca ile Ayşe teyze gibi küçücük kalacaksınız. Ben işten geldiğimde yorgun olacağım. Siz benimle konuşmaya çalıştığınızda iş yerinde kafam şişmiş olacağından sizi duymayacağım bile. Siz benimle bir şeyler paylaşmak istediğinizde ‘hadi odanıza çekilin de kafa dinleyeyim.’ diyeceğim. Ve bir de bağıracağım ‘her şeylerini alıyorum. Sıcacık odaları da var, daha ne istiyorlar’ diye. Ve daha…
annemle babamın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Duyduklarına inanamıyorlardı.
4 sayfasında
Bana sarılıp beni öyle içten bir okşayışları vardı ki sonsuza kadar konuşsam hiç bıkmadan dinleyecekler gibiydi. Ama ben beni değil onların isteklerini yapmamı sevdiklerine inanıyordum zaman akıp gidiyor avuçlarımdan usulca köşemden bakıyorum hayata uysal bir yalnızlıktı benim ki, sadece kendine zararı olan ve kaçırmak hayatın yaşanılası tarafını. Gözlerime ne zaman baksam karanlığın o uçsuz bucaksızlığında kendim bile kayboluyordum derinlerimde.
Ellerimden tutmaya isterlerken hayatın içeriğine dair ne varsa, durgun bir tavırla yüzümü çeviriyorum yüzüme bakan ne varsa. Gidenler, kalanlar ve her şey canımı bu kadar yakarken hala gülebilir miydim ki ve şaşıyordum kendime. Bazen çıkıp gitmeyi istiyorum kendimden yanıma bir şey almadan ve kimsenin olmadığı kimsenin beni bulamayacağı, sahtecilikler le oyalanmaya cağım, bir yere hiç renk olmasa bile sıkılmayacağını bildiğim bir yere
Bazen orada olduğumu hissediyorum. İşte o zaman ruhum huzur buluyordum. Nefes almak acıtmıyor. Kalp hep yenik, sözler hep ağır. Gördüklerim hep trajedi idi.
Herkes normal yaşarken ben neden böyle hissediyorum peki :( kimsenin görmediklerini görmek, duymadıklarını işitmek. Hissedemediklerini yaşamak ve bunu anlatamayacağını bilerek bir şeyler yazmak sevginin tarifini yapmaktı , sevgiliye bir nefes gibi, bir ses gibi yakin olmaktı. sevgiliyi bir beyaz güvercin gibi avuçlarına alıp okşamak ve yüreğine bastırıp korumaktı ama sevgiliyi daha güzel ufuklar bekliyorsa onu salı vermekti onun uçsuz, bucak siz gökyüzünde kanat çırpışlarından sonsuz haz duymaktı onun kendisinden uzaklaşmasına üzülmek değil gerçeğe uçmasına, hakikate yaklaşmasına sev inmekti.
seni anlamazlar ve hemen giderler gitme demeyeceksin zaten gidişe hazırıdır bırakın bu sefer her şeyi yanında götürsün anılarımızı umutlarımızı sevgimiz de al belki lazım olur tek kelime etmesem diyorum ama etmeliyim sana bilmediğin bir şeyden bahsetmeli mi kendimden evet onca zaman tanıdığını sandığın benden hırçın yanımı gördün daha çok oysa öle uysal bir çocukmuşum ki neydi beni zaman, zaman hoyrat yapan sanırım düşünmedin,
5,SAYFA
Birini ayrı tutsam da renklerin hepsini sevdim mevsimlerde, aslında çok şey var sevdiğim kavgalar ve savaşlar dışında birde niye olursa olsun vedalaşma anları isterdim ki uyumlu halimi yaşasaydın daima ama bana hep vurgun saatlerimde geldin uysal çocukluğumda içimde doğmayan derin boşlukta
kadınlar erkekler çocuklar şehirler tanıdım çoğunda sevdim sevildim terk edildim terk ettim aşklarımda oldu hem de uğruna ölebileceğim aşklar ama en çok seni sevdim.
içimdeki Küçük çocuk susmadı! her acıya gülümsedi :Gülümsemelerin arkasında kıyam etlerim koptu. Kimse bilmedi . Anlamadı. Hissetmedi, mutlu olmak benim hakkım değimliydi .
Diye düşünürken ilkokul yılları başlamış büyümüştüm.
Zaman benimi ben zamanımı tükettiğimi anlamaya alışırken çocukluk arkadaşlarımla koptuğumu kitapların bana dost olduğunu anlamıştım. Yıllar çabukça geçmişti. İlkokula başlamamla dertlerle tanışmıştım. Ben okuma yazmayı öğreneli iki yıl olmuştu onlar daha çizgi çiziyor bu da ben sıkıyordu her ağlamakla is yanlarımı dile getirdiğim yıllardı.
Bir gün nasılsa yolunu şaşırıp okul hayatımda ilk ve son kez okulda gördüğüm babam müdürün odasından çıkıyordu. Ne kadar sevinmiştim anlatamam. Babamın yanıma gelip beni öpmesi düşünürken erkekler ağlamaz hele benim oğluma kızlar gibi ağlamak hiç yakışmamış diyerek elime sıkıştırdığı üç beş kuruşu hiç unutmam o gidince onun verdiği hacılığı hiç sevmediğim birilerine verdiğim deki sevincimi anlatmam,
6 sayfa
Babamdan intikam almıştım kendimce. Neyse babamı bırakalım bir kenara babamdan sonra öğretmenin beni müdür odasına götürmesini ve diğer birkaç öğretmenle sınav tabi tutuşu hala gözlerimin önünde nasıl anlatır ki bilmiyorum. Bir daha ne eski sınıfıma nede eski sınıf arkadaşlarıma uğradım dolaylısıyla mahalle arkadaşlarımda yok olmuş ben farklı bir insan olmuştum beklide bunun acını ilerleyen yıllarda daha fazla hissedecektim. Ama ok yaydan cıkmış dönüşü yoktu ben sınıf atlamıştım artık 4 sınıf örgencisi idim.
Yaşıtlarımdan büyük sınıftakilerden küçüktüm onun için herkes beni eze biliyordu bilgi haricinde. Ancak benim gücüm dertlerimdi. İki arada bir derede ilköğretim beşinci sınıf bitmiş orta örenime başlamıştık ve okulumuz bir aşağı mahallede idi. tam karşımızda da lise vardı. Ben ve canımdan çok sevdiğim arkadaşım Ahmet’le ikimizde aynı kıza aşık olmuştuk kız lise 1 dede biz 3 sınıfta hem kız çok seviyoruz hem de birbirimizden bile saklıyorduk. İçimizden sanki bir anlaşma yaptık bu şekilde devam edelim ileride kız kimi tercih ederse diğeri hakkına razı olacak susacaktı ama bundan daha büyük bir sorun vardı ki oda kızın erkek arkadaşı :( ve çok sevdiğine her halinden belliydi.
Bizim kabus dolu günlerimiz o günden sonra başlamıştı artık sürekli ferdi Tayfur dinliyor şiir yazıyorduk sabaha kadar uykuda yoktu üstelik. Ve ders çalışmamız da lazımdı kızı ne zaman o çocukla görsek deli oluyoruz dersi falan boş verip derin, derin düşüncelere dalıyorduk bir gün arkadaşla plan yaptık birbirimizden ayrı ona mektup yazmaya karar verdik bizim bu aşkımızdan onunda haberinin olması şart olmuştu artık aldım kağıdı kalemi elime güzel kız diye başlayıp seni çok seviyorum,
7 sayfa
Diye biten aşk mektupları yazmaya önce kendiminkini yazıyordum sonrada Ahmet in kini yazdım Ahmet tin edebiyat ve hayatla pek arası yoktu sadece susar dinlerdi ,, bu arada bana aşkını itiraf eden Ahmet’in kız kardeşi Hatice yi hiçe sayarak kıza yazdığımız iki mektupta aynı noktası virgülüne kadar kızda ses yok bizi gördüğü yerde gülüp geçiyor arkadaşlarına da anlatmış olmalı ki onlarda gülüyorlardı ama bizim içimiz kan ağlıyor ,sürekli mektup, şiir yazıyor çok kötü günler geçiriyorduk ama kimse bizi anlamıyordu çile dolu günlerimiz bu şekilde geçiyor karne günü hızla yaklaşıyordu.
Ama benim karneden daha önemli düşüncelerim vardı. Bedeli ödenmeyen cinayetlerle dolu bu dünya; aşk romanlarından çok polisiye romanları okunuyor, ekonomik kriz doğduğum günden beri bizimle, patlatmadık Hal A...
Duygu erozyonuna kapılıyorum her gün, yorgunum ama durmadan koşuyorum, bir yere yetişme telaşına kaptırmaya çalışıyorum kendimi, cinnet geçiyorum. Koştuğum yer dolanıp, durduğum yerle aynı, bir yere varamıyorum...
7 .SAYFA
Aşkın ömrü hayattan kısa olmamalı!
Faniliğin en ciddi sarsılmaz sorunlarını hissediyorum gövdemde, hayat tamamen anlamsız bir koşturmanın başladığı yer, yaşamın son buluyor ama sen yaşamıyorsun. Senin yaşamını başkaları yaşıyor, sen ölüyorsun, yine sen ölüyorsun, onlar ağlıyor. İşte hayattaki yorulmaz görevimiz, koş ama bekle!
Garip sonbahar akşamlarında
Dizleri sızlayan bilge gibiydi cümlelerim
Romatizmaya tutulmuştu noktadan önce, durmayı öğrenmişti
Romantizmden uzaktı bu acıyla ve yakarışla
Daha çok dua ediyordu.
Yine de masallardan vazgeçmek aptallık olurdu ve masallar olmazsa, masal anlatacak kimse de olmazdı.
Dizleri sızlasa da dili acımıyordu, yanmaya alışkındı, bu soğukta. Kendi yaşamına ait olmayan masalları benimsemiştim kendi masalım gibi. Masal anlatmaktan çok, anlattığına inanmak aptallıktı. Oysa bu masalın kahramanları sırayla gidiyordu.
Ölüm vadisinde yaşayan gözlerine kısa turlar düzenliyorum her akşam, ağrıyan dizlerimle, geliyorum, kimsesiz… Ölüm karşılıyor ellerimi, her yanlış cümleden dönerken, zararın kârı olmuyor. Buluta biniyorum, hafifliyorum yükseldikçe.
8, SAYFA
Bana geleceğini gördüm;
Hayatımın o sayfası silinmişti, istenilmemişti, yırtılmıştı ve hayatımın diğer sayfalarını hırpalamıştı bu yırtılma…
Geleceğimi gördüm; bir kitabın içindeki en kayıp bölümdü. Parçaydı, paramparçaydı…
Geleceğimi gördüm,Gelmeyeceğini biliyordum!
Geleceğimi gördüm, bir masanın üzerindeydi kolum, masalar cıvıltılı kuş seslerinin arasında sokağa serpilmişti, elim yalnız bir masada oturuyordu, yanında bir çiçek vardı, arkasında bir ağaç, çiçek ağaçtan koparılmamıştır, başka yerden gelmişti, elim kadar yabancıydı o masaya.
Herkes farklı dilde sanki tek şarkıya eşlik ediyordu, koro halinde sesli yalnızlıklar yaşanıyordu masaların etrafında. Yalnız başına olunca müzikler de huzur vermiyordu, batıyordu önce kulaklarımıza, sonra dilimize, sonra beynimize bulaşıp, oradan son olarak kalbimize batıyordu, herkes biraz kendi iyiliğini düşünürken, potansiyel suçlu durumunda hissediyordu. Yanımda oturuyordun, kaç yüzyıl öncesiydi, bilemiyorum. Bilemediğim gibi de sil emiyordum da, karşı masada oturuyordun, şuan herkesin yalnız oturduğu bu sokakta.
9 SAYFA
Kahve kokusundan önce bira kokuları yayılıyordu dışarıya, sokaktan geçen parfüm kokuları yalnızca parfüm kokularıydı, başka bir anlam taşımıyorlardı, hepsi birbirine karışsa da yalnızdık. Bunun başka bir sürü yüklü anlamı vardı. Karşı kaldırımda reklam panoları göz kırpıyordu, karanlık üzerimize düştükçe, gölgeler masaları kapatıyordu. O kadar yaşlı hissediyorum ki kendimi, şimdiye kadar yaşadığım her şeyi kusmak istiyorum, sessizce, kolayca, boğazım bu defa yırtılmadan ve kusarken de yalnızca yalnız olmalıyım.
Seni unutmak istiyorum, ama bunun için önce kendimi unutmam lazım, daha evvel kaybolmayı denedim, kendimi kaybettiğimde daha çok seni buluyorum, hatırlamaları m sarhoş ediyor beni, tekrar kusmak istiyorum.
Geleceğini gördüm, hava kararmıştı. Elim, parmaklarımın ucunda sessizce seni yazıyordu masanın üzerindeki kağıda, geleceğini ancak yazarken görebiliyordum!
Kusuyordum, sarhoş olamıyordum. İstediğim her şey oluyordu ama bu sondan başlıyordu olmaya, olmasını en çok istediğim şeyler olmuyordu, daha az istediklerim olacak gibiydi ve istemediklerim oluyordu. Bu demek oluyor ki; en çok istediklerim de olacaktı
İsmin, beynimdeki tüm cümlelerin içine sızıyordu, sormadan ve zorla. Beynimde yankılanıyordu adın, birkaç defa tekrarlamak zorunda kalıyordum peş peşe. Zoraki seni düşünüyordum! Uyuşturucu gibi kaplıyordu hikayemi, ama sarhoş olamıyordum, unutmak için buna ihtiyacım vardı, olmuyordu.
10,sayfa
İnsan dışarıyı seyrederken,içimde olan olaylara bile odaklanamıyordum, nasıl da birden bire içinde buluyor kendini…
Seni artık, boş bardakların ardından, yağmurun içinde, sokakların gerisinde, başka bir dünyadan seyrediyorum. Senin iyiliğin için, kendi iyiliğimden vazgeçiyorum,İnançlarına ne kadar sadıksan,O kadar geç anlarsın yanıldığını!
Geleceğini düşündüm; görünmüyordun ortalıkta, geleceğimi gördüm; mağlup bir mahluka dönüşüyordu, korktum, geçmiş ezbere bildiğim labirent yollarla doluydu, ama gelecek korkunçtu, yine de sana ömrü uzun hisler beslemekten ve büyütmekten geri duramıyordum, ömrün kısalığına bakmadan.
Durup, düşündüğümde seninle yaptığım kavgalara yeniliyordum, kendimle yaptığım kavgalarda kazanıyordum, neresinden bakarsak bakalım hep mağluptu m. Bu mağlubiyet beni olduğum zamandan uzaklaştırıyordu, artık belirsizliklerin belirtileri o kadar fazla ki, emin değilim hiçbir şeyden
Gelecek; hiçbir zaman görülmez. Görülse de umduğumuz gibi bulamayız. Ben diye bir şey kalmadı artık bu gelecekte, geleceğinin yanında küçük bir kayıptı m artık, umutsuzluk orta şekerli umarsızlık hastalığı yapıyordu, kendi içinden, kendi yüzünden, kendi gözlerinden bulaşmasa bile etrafındaki herkese bulaştırıyordum bu virüsü. Üstelik seni bundan koruyacak birisi olmayacak.
Bir perde indirdim kaleme,Bu perde gelecekteki muammaydı.
Dokunarak ulaşılamayan kalemlerim var, birbirinden ayrı ama bir Eksiklerimi hayallerimle tamamlıyordum.
Ellerimiz erişemiyor,Hayaller her odaya girip çıkabiliyor,Onlara yasak yok, hapis de yok,
Ellerine kusur bulamam dokunamıyor diye,Tek kusur hayal sizliktir çünkü her gerçek mutlaka bir hayalle başlar dı!
11,sayfa
Elle ulaşılamayan yalnızlıklarımda, kokun eşlik ediyordu, dokunamıyordum ama biliyordum, bunu bilmek hissetmekten daha fazlasıydı. Kırıklar gibi… Rüzgara maruz kalan saç kırıkları gibi, her incindiğim izde sanki kendimiz incitmiş gibi suçluluk duygumuz gelişiyor. Kırıklar çoğalıyor incin dikçe, çatlama devrini atlattık, çatırdıyor uz. Beklemekten geç olan tüm olayların da yasını tutuyoruz, ucu birbirine yanaşmayan asi cümlelerimiz var, her birinin isyanı ayrı, kendine özel. Kırıklıklarımız aynı en azından ya da birbirine benzetmeye çalışıyoruz
Kaldığı yerden devam etmiyor hiçbir şey.
Devam ettiğini zannederken, seferi atlatılmış yolculuk gibi unutuluyoruz istasyonlarda. Nereye gideceğimizi bilememenin şaşkınlığı oturuyor yüzümüze, bu ifade bizimle birlikte büyüyor ve yaşlanıyor. Çünkü hiçbir yere gidemiyoruz. Gidememekten yorgunuz, gitmekten değil. Ayaklarımız durduğu sürece oturduğumuz yerde, bu yorgunluk bitmeyecek ve bekledikçe daha çok inci neceğiz. Kırık, dökük bir pul gibiyiz mektupların üzerinde, her birimiz ayrı el yazısının üzerine iliştirilmiş, ait değiliz o el yazısına.
Başka kahramanları anlatırken, kendimi buluyorsam, o kahramanların hikayelerine sığınırken, kendi hikayemi çizi yorumdur, başladığı yerden, başlayamadığı gibi. Başlayabilseydi eğer hikayemin; kahramanı olurdum
ban göre Aşk sendin, sana yakıştırdım en çok, herkesin üzerinde bol gelen ya da dar gelen emanet bir elbise gibi durur dudu ama sana tam geldi en azından benim gözümde . Kendi hikayemin katiliyim, pişman değilim, kendimden vazgeçmeseydi m, seni bulamazdım.
Her aşkın içinde bir çatlak gizlenir, o aşk oluşmadan önce yer eder o kırık içine. Sonra en zayıf anında kırılır o çatlak tam ortasından değil, düzensiz kırılır, sağından ama en çok solundan. Düzensizdir kırıkları ve kendi içine batacak kadar zalimdir.
***
12.SAYFA
Dokunduğundan beri dokunulmadı saçlarıma ya da yüzüme. Yüzüm üzgün, yüreğim mutlu. Sürekli aynı şeyi düşünmenin vermiş olduğu ezberimin rahatlığı var hüznümle ve ellerim belki de ihanet ediyor dokunuşlarına. Her defasında sağ tarafımı düzeltmeye çalıştığım saçımla başım dertte, sağ tarafı düzeltmeye uğraştıkça sol taraf düzelmiyor. Düzelmez de biliyorum, bunu düşünmenin ne yeri ne de zamanı belki. Ama düşünüyorum, hayatın koşturması içinde ve günün en yorgun ve yoğun saatlerinde, tüm bunların içinde düşünmekten yorulmadığım kelimelerin var. Benim için hâlâ anlamlı, belki senin için anlamını yitirmiş.
“İşte tam o kelimeydi beklediğim” dediğim her şeyi, hem de bekletmeden söylemiştin bana. İşte o kelimeler olduğu için gidemem. Geriye kalan tüm kelimeler acıtsa da, en sivri yerleriyle dağıtsalar da gezegenim İzi, ben dünyanda mutluyum.
Mutluluğum yollara saçıldı, üzerinden bir sürü arabalar geçti, ama biz biliyoruz zaten, ezilmeden mutlu olunamayacağını. Ezildikçe olgunlaşıp, ezildikçe olması gerektiği gibi olan, o olmanın, olgunluğun hakkını verebilen bir şey bu. Daha zor olmalı olgunlaşmak, bunun için uğraş verilmeli, o kadar uğraşılmalı ki, unutmalıyız mutlu olmayı.
13 SAYFA
Bakışlarımın telaşlanması unuttu, yorulunca telaşlanmaya vakit kalmıyor belki de. Canımı sıkan her konudan dolayı ellerimden aldım hıncımı, avuç içler imden ne istiyordum, bilmiyorum ama tırnaklarımın gazabına uğruyordu her geçen gün. Yaralara her gün birisi daha ekleniyordu. İnsan yaşlanmıyordu aslında sadece yaraları eskiyor dur, bu da yaşlı bir görünüm kazandırıyordu,Yaralarla kırıkların kesin bir akrabalığı var ya da bir dostluğu!
Yeniden güzel kaynaması için, tamamen çirkince kırılması gerek bir şeylerin. Kırılmadan tamamlanmıyor parçalar, tekrar birleşmek imkansız, yeterince parçalanmadan.
İşte bu tam da bize göre bir teselli gibi geliyor bana. Yerinde söylenilen tüm sözlerin geliyor aklıma, burnumun direği sızlıyor. Hemen akabinde gözlerim doluyor, ağlamamı istemediğin için nefret ediyorum ağlamaktan.
Ayağa kalkmaya çalışıyorum, olmuyor. Ağırlık varken içinde, kalkmak işkence gibi. İçindekilerin ağırlığı çökertiyor insanı, yerinde kalmak bu yüzden çare ve beklemek her seferinde aynı.
Ayağa kalkmak için her yükseldiğimde, uçtuğumu zannettiğim anda düştüm, bu düşüş bana hep acemi serçeleri hatırlattı, cama çarptığımı, dizlerimdeki çiziklerden ve vücuduma bulanan çokça kırmızıdan anladım düştüğümü. Düştüğümde kanatlarım cama çarparken melodik bir ses çıkardı, zırıltı mı bile sever oldum. Düştüğüm yer değildi önemli olan, neden düştüğümü!
14 SAYFA
Her düşüş beni dibe indirmeye çalıştı vakti zamanındaki kırıklara benzemiyordu bu düşüşler. İnsanın kendi gözünde düşmesi, bir serçenin anne gözünden düşmesi gibi bir şeydi.kötüydü.
Ve o gün karne günü gelmişti hoca isim isim okuyor gidip karne alınıyor sıra bana geldi yalnız gittim karneyi aldım aman Allah im şaka gibi. Yine teknik resim 7 ve yine güzel sanatlardan resim 6diğer dersler 10 üzerinden 10 idi (bunu anneme nasıl izah edecektim ona göre okulun en iyisi olmam lazımdı çünkü hiçbir şeyimi eksik etmemişlerdi neyim eksikti ki. Annen seni keser bu karnesi görürse haklıydı da sen yandın oğlum yine dördüncü olmuştum o günden sonra :) canım benim hala çok seviyorum annemi emin olsun
. Ahmet im iyi bir dosttu evlenene kadar; ama evlilik ona yaramadı nedense, sağdıcı bendim hayatının önemli karalarını onun yerine ben vermiştim ama her şeyin sonu olduğu gibi bununda bir sonu olmuştu neyse, Gecen sene Ankara ya gittiğimde o kızı gördüm matematik öğretmeni olmuş Maltepe dershanesinde çalışıyormuş bizde oraya gitmiştik onu görünce hemen tanıdım inşallah. Oda beni tanımamıştır dedim ve bildiğim duaları sırayla okumaya başladım yanıma gelip selam (gözleri kömür karası mahzun biriydi.
Adına seher demiştim, adına sevda, adına umut. Sevdam, umudum her şeyimdi o zamanlar, tek sevdiğimi sandığım dı ’yağmur umdu; kurak günlere, ayaz gecelere inat. Hiç bitmeyen bir umut, özlem ve hazla beklerdim onu okul yollarında gelmediğin zaman boynumu büküp, kapar gözlerimi hayallere dalardım yollarını beklerken.
Kimi zaman kaldıramıyoruz, taşıyamıyoruz hayatın yükünü.
Zor geliyor, saplanıp kalıyoruz, bocalıyoruz, belki de pes ediyoruz. Yaşanılanlara ve yaşadıklarımıza bir anlam yüklemektense ey vahlanmayı tercih ediyoruz. Kendi elimizle kendimizi deviriyor, kendimize yenik düşüyoruz. Oysa hayat bizi umursamadan devam ediyor. Yaşanılması gerekenler yaşanıyor. Olması gerekenler oluyor. Çok şeyi değiştiremiyoruz hoş!
15 SAYFA
Değiştirmek için de uğraşmıyoruz. Kabulleniyoruz. Uğraşıp da kendimizi yormak istemiyoruz. "zaten her şey olacağı yere varıyor" diyoruz. Günlerimiz, aylarımız ve yıllarımız işte bu şekilde geçip giderken geriye dönüp kendimize bakıyoruz: her şey değişmesine karşın; kendimizde hiçbir değişiklik göremiyorduk. Olduğumuz yerde kalmadığımızı, eksi kutuplara doğru yol aldığımızı da fark edemiyorduk.
Halbuki her yıl en azından birkaç defa durmalı ve kendimizi değerlendirmeliyiz. Şöyle bir silkinmeli yaşantımızı kontrol etmeliyiz. Nasıl bir yaşantının içerisinde, hangi rolde olduğumuzu görmeli, değiştirmemiz gerekenleri gücümüz yettiği ölçüde değiştirmeliyiz.
İşte bu ayı hepimiz için bir yenilenme, silkinme, toparlanma olmaydı gerekliydi . kaldığımız yerden yeniden başlangıç yapabilmeliydik hayatımıza. Olmak istediğimiz yerde miydik ve yaşam damıyız da, kimlerle beraberiz, birlikte olduğumuz kişiler bizi nasıl etkilemekte ya da ben onları nasıl etkilenmeyecektim?
Ailemizle, değerlerimizle, inancımızla, her şeyiyle bizim olan yaşantımızla uyumlu muyduk?acaba??
Büyük babası bilgisayarın başında kendinden geçmiş klavyenin tuşlar ile meşguldü, küçük çocuk büyük babasını izliyordu .
16 SAYFA
Birden sordu: “Bizim başımızdan geçen bir olayı mı yazıyorsun dede dedi? Benimle ilgili bir hikaye olma ihtimali var mı?"Büyük baba yazmayı kesti, gülümsedi ve torununa şöyle dedi:
" hayır senin ve bizim hakkımızda yazıyorum.
Bende sana eşlik edebilir miyim dede hayır yavrum Ama senin elindeki kullandığın kurşun kalem yazdığım kelimelerden çok daha önemli. Umarım büyüdüğünde bu dediklerimi anlarsın,"Çocuk elindeki kaleme merakla baktı ama özel bir şey göremedi. “İyi ama bu kalem benim hayatımda gördüğüm diğer kalemlerden hiç farklı değil ki!"
"Bu tamamen nesnelere ve hayata nasıl baktığınla ilgili. Bir kursun kalemin beş önemli özelliği var ve sen de bu özellikleri kendinde benimseyebilir sen hep dünyayla barışık bir insan olursun.
Birinci özellik: Harika şeyler yapabilirsin ama attığın adımları yönlendiren bir el olduğunu asla unutma. Bizim için bu el seni bizleri ve evreni yaratan Allah dır ve her zaman kendi kudretiyle bizi o yönlendirir.
İkinci özellik: Zaman zaman her ne yazıyorsan durup kalemimin ucunu açman gerekir. Bu kaleme biraz acı çektirse de sonuçta daha sivri olmasını sağlar. Bu yüzden bazı acılara göğüs germeyi öğrenmelisin, bu acılar seni daha iyi bir insan yapar.
Üçüncü özellik: Kurşun kalem, yanlış bir şey yazdığında bunu bir silgiyle silmene her zaman olanak tanır. Yaptığımız bir şeyi sonradan düzeltmenin kötü bir şey olmadığını anlamalısın, aksine bu bizi adalet yolunda tutmaya yarayan en önemli şeylerden biridir.
Dördüncü özellik: Kurşun kalemin en önemli kısmı, kalemin yapıldığı ahşabı ya da dışarı yansıyan şekli değil, içerisinde yer alan kurşunudur. O yüzden her zaman kendi içine bakmalı, en çok onu korumalısın.
Beşinci ve son özelliği ise her zaman bir iz bırakmasıdır. Aynı şekil de sen de hayatta yaptığın her şeyin bir iz bırakacağını bilmeli ve her hareketinin farkında olmalısın."
onun için Sosyal paylaşım siteleri artık hayatımızın vazgeçilmezi olmamalı. Kimin ne yaptığını ne düşündüğünü bir tıkla öğrenmek, hatta ilkokuldaki arkadaşımızı bulmak, ne Sosyalleşme bakımından yardımcı olsa da İnternet de aşırı davranışlar kişileri olumsuz etkiler. Bahane bulmayın
17 SAYFA
Zaman çok hızlı akıyor. Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşı içindeyiz. Sizin için de geçerli bu söylediğimiz, değil mi? İşte hayatın bu telaşı içinde sporu es geçmek için insan pek çok bahane üretebiliyor. Ya da yemek yapmak yerine dışarıdan hazır yemek satın alabiliyor. Ama sağlıklı bir hayat biçimini öncelik haline getirmeyi hiçbir zaman unutmamak gerekiyor.
Bırakın, egzersiz olduğunuz yere gelsin
“Biraz, hiç ’ten daha iyidir” mantığıyla, yoğun bir şekilde olmasa bile kısa süreli egzersiz yapmaya mutlaka zaman ayırmak gereklidir. Elbette kendinizi uzun süreli ve düzenli egzersize adamak ideal olan, ama iş yerinde bile dar vakitler için kendinizi zinde tutabilecek bir şeyler yapabilirsiniz stresi yenin,Yoğun günlerin sizi aşağı çekmesine izin vermeyin. Stresin vücudumuza olumsuz etkileri olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Günlük düşük doz stresin bile zamanla birikim yaparak hayatınızda bir stres rutinine dönüşebildiğini unutmayın ve kendinizi stresten uzak tutmak için elinizden geleni yapın doğru yerde, doğru zamanda, doğru işi ve doğru insanları seçin.
Başarılı modellerden örnek alın ayağı yere basan projeler üzerinde çalışın.
Yeni bir girişime başlamadan risk ve fizibilite çalışmalarınızı iyi yapın.
İş planına göre hareket edin.Asla vazgeçmeyin. Başarılı olmak için yenilginin ne olduğunu bilmek lazım.Çevrenizde nelerden, şikayet edildiğini iyi analiz edin hangi konuda uzmansanız o konuya odaklanın.
Sağlık ve moral her şeyin başıdır, düzenli bir yaşamınız olsun.başarı kendilinden gelsin..
Senenin herhangi bir gününün veya ayının hepimiz için iyidir başlangıç olması dileğiyle hayata ve kendimizi tanımaya sevmeye başlayıp kararlar alıp . Varlığınla yokluğun arasında kalıyorduk,
18 SAYFA
İçimizden olmayacak, boş bir kağıdın gölgesine sığınmayacak sistemlerimizde. hep kızıyorduk ve susuyorduk küçüğümüzden beri , “konuş, konuş, konuş” diyorsun, haykırabilir miyim şimdi korkaklığını. Bıraktığın bu mavi düşleriyle avunan yalnızlığı, artık sahiplenilmeyecek olmanın burukluğunu yaşarken, haykırabilir miyim dersin, susar mıyım, gülüp geçer miyim yoksa?
Seni yazan yazmış bana ,Ben şiirlerle işledim ,Nakış nakış yüreğime,Bozuktu yollarım,Senin adındı şiirleri tümleyen ben iç ana dolunun bozkır türküsü,Kırda bayırda
Bazen koşup bazen yürüyen,sen o kardelen çiçekleri gibi açardın,İnadına bende çoğalarak,Ben uzun yolun yolcusu TIR şoförüydüm sanki,Bir yanım eksikti .Sana gelirken ,Seni bende tünedim,Sen utanır söyleyemez din ,Yine ben olurdum . seni seviyorum diyen ,Her ah çekişim bir ayrılıktı Öyle zor öyle zor gelirdi ki ,Vadesi dolmayan hasta gibi ,Anlatamadıklarım vardı sana ,Baskısı yasaklanmış ,Bir masaldı, bir romandı ,Adı konmamış aşktı,aşk... Aşkı ben öldüremedim, Sen aşkların en güzeliyken Ölen o içimdeki. İçimdeki kadın militan
Ve yıllar sonra :Kendi kendimi yargıladım
19,sayfa
Olan oldu Ölen öldü,Ne gerilla kaldı çağlarımda,Ne de öldürülmemiş militan,Böyle yazmalı tüm kitaplar,Böyle düşünmelisin benimle ,En kötü günümde tutunduğum da ,Sözlerinde boğulup öldüğüm an ,Anladım ki sen gerçek ,Sen gerçekten bendeki tek can,diğerleri yalan
Aslında alıştırmalıyım kendimi hiç dön ülmeyecek bir yerdeymiş sin gibi farz etmeli, unutmalıydım. Seni hiç tanımamış gibi yaşamımı sürdürmeliyim. Var olduğum her yer aşk(ın) şehri, yeniden sevmenin, sevile bilmenin, zamanı yaşanan ve gelecek tüm zamanlar olmamalı idi benim için.
Evet,mazideki sayfalardan koparıp bir, bir savurmalıyım seni yaşanmış tüm zamanlara, uzaklaşan her adımıma halletmeliyim anılar sokağında. Kopan takvim yaprakları sensiz geçen günleri saymamalı, bende yokluğunun güncesini tutmayı artık bırakmalı.
Kabullenebilmeyi, hazmedebilmeyi, aldırmamalı hatta sana hak verebilmeyi öğrenmeliydim.
büyümeye başlamalıydım, sırf seni ve çocuklaşan bir aşkı kolayca unutabilmek için. Zira yoksun. sanki biz hiç yaşamamışız, yitikliğine hiç aldırmadan, sanki benim hiç senim olmamış gibi.
Diyebilelim ki geçmişi unutarak tan içimizdekileri bastırarak tan( özlemin umudum olurdu, usanmadan. ’Çünkü onu çok sevdiği arkadaşı terk et ettiğinde teselliyi bende bulmuştu Ahmet’le ilgilenmiş gibi görünmesine rağmen beni seçmişti. Bende Ahmet’e saygımdan, sevdamı arkadaşım olarak görmeye çalışıyordum kızın bana ilgi gösterdiğini bile, bile.,
Oysaki sevdamı yüreğime nakış, nakış işlemiştim, fırtınalar, boranlar içinde bile olsa kardelenler gibi açmasını öğrenmeliydim. ’Umudumun bitip tükendiği anlar da oldu elbette zaman, zaman. Onu beklerken, bekleyişin işkenceye,günlerin yıllara döndüğü zamanlar olurdu. Ama hiç şikayet etmedim, şikayet etmedi yüreğim. Çünkü ondan hoşlanıyordum, seviyordum.
20 SAYFA
Bu sevgimle mutluydum. Ona hissettirmesem de özlemine zor da olsa katlanıyordum bin bir umutla.
o beyaz bulutlarla gelirdi, bembeyaz beyazlıklar içinde. Hayran, hayran bakardım ona. O gelince ardından gök kuşağı gelirdi. Gökkuşağı’na dönüşürdü rengarenk. Her renginde umutlarım vardı, hayallerim oluşurdu. Canlı, cansız tüm varlıklar kıskanırdı güzelliği o hayatıma kattığım canımı, göz bebeğimi gördüğümde. Ben de o çiçekti idim. o Gözlerime dolan bulut, üzerime yağan yağmurdu. Toprağa saçtığım umudumdu. Havaydı, hayattı, suydu, sevgime bandığım gül aydınlığımı, ’yıllar sonra şimdi yine karşıma çıkmıştı bir umutla.
Azalan hatta tükenen bir umutla... Ömrümün bütün dilimlerine kar yağıyor şimdi. Kar da beyaz ama ben yine de direniyorum. Çıkıp gelmesini, üzerime yağmasını beklemiyordum. Bir zemheri mevsimiydi ayazda bırakıp gitmişti o hayallerimi.
Şimdi zemheri zamanı : acılara özlem ,dağlara kar yağıyor,, iliklerime dek üşüyorum. Yine de yüreğimde ateşler yakmıyorum ellerim ısınsın diye... ’Unutmuşum, içimdeki umutların beyazlığını... Unutmuşum mavi, yeşili, alı ve tüm renkleri... Ne zaman bir yağmur sesi duysam, ne zaman bir su sesi, içimde sevgiler kanar, pınarlar kanar beynimde. Sonra acılar gelir dökülür içime. İşte o zaman dağ, dağ özlem kesilirim, bulutlara da hüzün. Düştüğüm her uçurumda acı olur sevgi inat onca yıl yanımda sevi taşıdım içimde bir damla gözyaşı gibi
bütün yıldızlara coşkumu içtenliğimi haykırarak, bütün gecelere bir o yoktu ve beni anladığında çok geçti gururum önden gitmiş mecburiyet onu takip etmişti. artık bendeki o duygu yosun tutmuştu ..
Onu Ahmet’e bıraktığım Önce bir rüzgar esti hafiften. Üşüdüğümü hissettim. Soğuktan mı yoksa yalnızlıktan mı üşüyordum bilemiyorum. Yıllanmış montum artık beni ısıtmıyordu. Tipi bastırdı aniden, sakalıma yapışan karlar topaklanmaya başlamıştı. Çaresizce dolanıyordum. Bir elimle montumun açılmasını engelliyor, bir elimle de şişemi sıkı sıkıya tutuyordum. Bir bina duvarının dibine oturdum. Hava yumuşadı, şehirde giyindi beyazlarını…
Yıllar önce gitti. İki kızımı da alıp gitti. Son sözleri aklımdaydı; “Delisin sen!”. Kızlarım beni hatırlıyorlar mıydı acaba? Delirmiş bir babalarının varlığından haberleri var mıydı? Yoktu, olmayacaktı da zaten. Kim bilir, kime baba diyorlardı? Ah Neriman. Her şeyimdin. Sen benim düşüncelerimin temeliydi. Seni ve kızlarımı özlüyorum…
—
Hep aynı yerdeydi. Bu sert ve soğuk kışa nasıl dayanıyor, anlamıyorum doğrusu. O sıradan bir ‘şarapçı’ değildi. Bir filozof olduğunu duymuştum. Birkaç kez konuşmayı denedim fakat agresif bir adamdı, tersledi beni. Kırk beş yaşlarında, saçı, sakalı birbirine girmiş, yeşil mont, yazdan kalma fötr şapka, siyah bir atkı, baston yerine kullandığı bir şemsiye, eskimiş botları ve sırt çantası… Kimdi, neydi, nereden gelmişti? Bir türlü anlam veremiyordum. Ah bir konuşabilsem, çözülecekti belki koca ve yalnız çınar. Zeynep’i aramalıydım.
Zeynep. Güzel Zeynep. Küçücük elleri, yeşil gözleri, rüzgârın dalgalandırdığı saçları ile bir melek yansımasıydı adeta. Yirmi ikisine girdi bu ay. Ne de yakıştı ona aldığım kırmızı hırka. Zeynep’im, biricik Zeynep’im. Ne güzel sevişirsin sen. Kalbimin yegâne parçası. Fakülte kütüphanesinde gördüğüm ilk an ki gibi heyecanlanırım küçük gözlerine bakınca, minik ellerine dokununca, kırmızı dudaklarını öpünce…
—
21 SAYFA
Aynanın karşısındayım. Akşamdan kalma bir boya var yüzümde. Yataktaki adama bakıyorum. Deliksiz bir uyku! Nasıl başarıyor, bilemiyorum doğrusu. Her gözümü kapadığımda karşımda bana bakıyor. “Neden gittin, sana ihtiyacım varken?” diyor. Kızlarını soruyor. “Merak etme! Kızların iyi.” diyorum. Her zaman ki gibi bakıyor bana. Konuşamıyorum.
Hikmet! Neredesin, Kim inlesin? Affet beni Hikmet. Seni hiç bırakmamalıydım. Çok geceler ağladım, seni düşündüm. Beni affet sevgilim, affet.
Zeynep üçüncü sınıfa geçti. İstediğin gibi gazeteci olacak. Seni özlüyor fakat kimseye söyleyemiyor, “ruh hastası” bir babasını olduğunu. Çokça şahit oldum ağladığına. Sana çekmiş, gözyaşı dökmeden ağlıyor…
Ve Selin. Lise son sınıfa geçti bu sene. Ablası gibi değil o, seni düşünmemeye çalışıyor. Ayrılırken daha bir yaşına basmamıştı. Senin öldüğünü biliyor –gerçi yaşadığını da bilmiyorum ki–. Kenan’ ı babası olarak görüyor, çokta iyi anlaşıyorlar. Öğretmen olacakmış. Geçenler de bir çocuk öpmüş bunu. Nasıl heyecanlıydı bir görsen. Ah Hikmet’in seni soruyor, cevap veremiyorum. Neredesin Hikmet, neredesin hayatım?
—
Cüneyt aradı.. Gördüğü adamı anlattı. Uzun süredir takip ediyordu o adamı. Neden böyle bir şey yaptığına akıl erdiremiyordum açıkçası. Sıradan bir şarapçıydı işte. Kim bilir nasıl bu hallere düşmüştü.
Altı yaşındayım. Hayal meyal hatırlıyorum, o günleri. Annem kolumu çekiştirirken, yaşlı gözlerle son kez bakmıştım babama. Annemin anlattığına göre deli bir filozofmuş. Hıh! Sanki biz normaliz… Annem, Kenan’a ne kadar ‘baba’ dememi istese de olmuyor, söyleyemiyorum. Babam şimdi nerelerdedir? Yeni bir hayat mı kurmuştur, yoksa annemin dediği gibi ölmüş müdür?
Annem; Neriman. O da üzülüyor. Çok yaşlandı, yıprandı. Sevmediği birisinin yanında şimdi. Zamanın getirdiği acılar yüzüne kazınmış. Onu hep aynanın karşısında kendi ile yüzleşirken buluyorum. Yapma, kendini bu kadar yıpratma anne. Yeter artık ağladığın, bekle ve ümit et anne. Allah yardımcımız olsun…
—
Nefes alamıyordum artık evde. Herkes çıkınca hücre odasından farksız oluyordu, bu ev bana. Biraz yürümek istedim, dışarı çıktım. Buz gibi havayı iliklerime kadar hissettim, buna çok ihtiyacım vardı. Sadece yürüyordum, kalabalık caddede ki boş insanları geçerek. Çaresizdim, sadece onu düşünüyordum. Allah’ım yardım et bana, aklımı kaçırmak üzereyim diye dua ediyordum…Bacaklarım karıncalanmıştı. mecal imde tükenmek üzereydi. Hareket etme ihtiyacı duydum. Tıklım tıklım cadde de tek başıma yürüyor gibiydim. Beni gören herkes kenara çekiliyordu. Bir an düşecek gibi oldum. An ti bir çaba da göstermedim. Sona geldiğimi hissettim, bıraktım kendimi. Evet, artık bitiyordu. Caddenin soğuk ve çamurlu taşlarına çok az kalmıştı ki düşüşüme biri engel oldu. Lanet olsun!
Yine başaramadım… Kafamı kaldırdığımda masum bir tebessümle karşılaştım. Bu kadar merhametli bir gülüşü en son ne zaman gördüğümü hatırlamıyordum.
Yine o, aptal çocuk!
22 SAYFA
Benden ne istiyor anlamıyordum. Birde kız vardı yanında. Tiksinmiş gözlerle süzüyordu beni. Ona bakınca garip duygular hissettim. Keşke konuşabilseydim ama yapamadım. Kolumu sıkı sıkı tutmuş çocuğa baktım. Konuşmak istiyordu. Her halinden belliydi bu. Benimle ne konuşacağını gerçekten anlamıyorum. Sert bir hareketle kolumu çektim. Hayal kırıklığına uğramıştı. Genç kız, elini tutmuş, “Gidelim Ahmet, deli bu adam.”, diyerek çekiştiriyordu. Farklı bir şeyler vardı bu kızda ama duramadım. İlerlemeye devam ettim. Son sözleri kulaklarımda çınlıyordu, “Deli bu adam!”.
Çok üşümüştüm. Boynuma sardığım fular rüzgarın etkisiyle sağa sola dalgalanıyordu. Yağmur damlalarının çıkardığı hoş bir ses ile yürüyordum ana caddede amaçsızca cadde de.
Kar sahneyi yağmura bırakmıştı. Sakalımdan süzülen damların düşüşünü izliyordum. Aklımda sadece o vardı. Bir anlık kafamı kaldırmıştım. Bana doğru hızla yaklaşan kadını gördüm. . Nasılda benziyordu Karşımda ki kadın , yıllar önce sevdiğim Kadın’a…Göz göze geldik, Ağlıyor muydu, yoksa yağmur damlaları gözlerine mi süzülmüştü? Nedense asansör boşluğuna düşmüş gibi nefesim kesildi nutkum tutuldu. gözlerimi ayıramıyordum ne vardı ki bu kadında ilgimi çeken. Bir daha bakmak istiyordum ama çekiniyordum.
Bir kez daha bak. Lütfen kaldır kafanı kafamı kaldırdım. (Ne güzel yüzü vardı ne de sert baktı öyle. İyice yaklaşmıştık neden kenara çekilmiyordu? Neden diğer insanlar gibi beni ,görmezlikten gelmiyordu?Daha önce karşılaştık mı seninle? Adını söyle bana tanıyor muyum seni? Seni tanıdığıma eminim eminim. N’ olursun yavaşla biraz. Söyle, söylemek istediğini dur, lütfen dur. Saati sor bana. Evet, evet hadi saati sor.
Ben konuşamam ki. senden’ sonrası yok benim içinsen..sen O musun? Doğru söyle, sen misin kadın?Hayır, hayır. Bu yüz… sevdiğim kadınının yüzü?Evet, evet o sensin. Dur, yavaşla lütfen.
Kokunu hissediyorum, geçip gidecek misin?yıllar önceki gibi ?Sevgilim dur!Gitme, gitme hayatım gitme bir kez daha.) diye geçirirken içimden öylece geçti gitti yanımdan onun abana anlatıları ve ilk yazımdı bu yazı kendimden geçtiğim o yıllar bir film şeridi gibi gözlerimiz önünden geçmişti kendime geldim sanki bin asır burada kalmış gibi oldum. ne ask nede maziyi düşünebilirdim zaman ilim ve sanat zamanı idi,ilme ve sanata ait konuşacak bir konu yoksa, insanlar, ilimden sanattan uzak olan gıybetle meşgul olurdu.
23.sayfa
Herkes gıybet yapabiliyordu. Yani bir başkasının aleyhinde konuşabilirdi el ağzı çuval değ ilki büze sin. Her haram gibi gıybet de zehirli bir bala benziyordu. Evvela tat veriyor sonra manen insanları zehirliyordu onun için dikkatli olup gıybete ve hiç bir şüpheye yer vermemek gerekiyordu.
Selamünaleyküm mesut bey deyince kendime gelip aleykümselam dedim sustum hayatımda hiç bu kadar utandığımı,hatırlamıyorum büyümüşsün çok karizmatik olmuşsun dedi ve telefon vereyim konuşalım görüşelim istersen dedi kendime geldiğimde yok dedim çok uğraştı ama almadım.
olmaz kokmuş şey(et) yenmez bizde öyle.. Giden gitmiştir gittiği andan da bitmiştir dedim içimden ve hızla oradan ayrıldım. Zaman durmuyor hızla tükeniyordu.
Babamın hastalanması ile memleketimize dönmek kararı almıştı aile büyükleri babam lar sekiz kardeştiler. dört kız dört erkek.babam ailenin en küçük ferdi idi.
An nemlerde burada 3 erkek 3 kız olmak üzere 6 kardeştiler. Babam babasını 2 yaşında kaybetmiş. Büyük amcamı babası gibi seviyor onun sözünden çıkmıyordu artık biz bir kocaman aile idik.
Evlerimiz aynı mahallede idik burada yeni arkadaşlar edinmiştim kimse artık beni düğ emiyordu.
Çünkü amca çocuklarım ve biz bu ilde çok güçlü idik amcalarımdan herkes korkuyordu. Bize yanlışta yapsak kimse bir şey diyemiyordu gençliğe adım attığım bu yıllar gerçekten güzeldi kara murat ve fatihin fedaisi ve Hüdai verdi romanı okuyup, acı hava sinemalarında battal gazi filmleri izliyorduk ondan sonrada uygulamasını yapıp yıllardır yediğim dayakların acısını alıyordum. Teksas ve tomiks kahramanları yanımda çaresiz kalıyordu.
Duygularımın değişmesi ile kimlik bunalımı arasında ki gel git er kendini göstermeye başlamıştı galiba büyüğyordum, taassup yönüm derinleşiyor beynimde <<. Çok dile getirme semde dile getirdikçe gönlüm daha çok coşuyor, meraklanıyor ve beklemek zorlaşıyor çok laf etme. Az söyle ki işimiz olgunlaşsın.
Hakka karşı yanlış kelam çıkmasın dilinden, elif miktarı sus,Az kaldı bahara, Dayan gönlüm. Denizin içinde meydana gelen görünmeyen dalgalar gibi yüreğini biliyorum. Beklemekten başka çare olsaydı, seni durdurmazdım. İnan bana ama yok. Başka çare yok. Unutma ki çiçek bile bahar gelmeden önce açmaz bu kışın bahara dönünceye kadar bu gece gündüz oluncaya kadar. Uzak yollar yakınlaşın caya kadar bu sıkıntının ardından ferahlık gelinceye kadar. Ve yüzün vuslat gözyaşlarıyla ıslanıncaya kadar sus. Seni senden daha iyi bilen rabbinin hükmü vuk’u buluncaya kadar.
Senin nasibin sana ulaşıncaya kadar, ulaşmayanların sa senin nasibin olmadığını anlayana, onun ruhuna dolacağını görünceye kadar. Acının bala dönüştüğünü fark edinceye kadar. .sebepler var edilinceye kadar. Bahaneler oluşuncaya,. Bütün bu susmalarına karşılık her şeyin hayırlısının olacağına inanarak sus... Her susuşun bir cevap olsun. Her susuşun, sabrın olsun. Her susuşun, duan olsun. İçten yakarışının adı olsun, susuşun. Bekleyişinin, umut edişinin, inancının, sevdiğinin vurgusu olsun, susuşun<’erişilmez bir uçurumun kıyısında biz her seferinde seni unut sakta, biliyoruz ve hissediyoruz ki sen hiçbir zaman bizi unutmadın! Bazen oluyor ki geç hatırlıyoruz seni... kafamızı duvarlara vurunca, her şey geç kalmaya yakınken, yanımızdaki herkesin, hatta kendinin bile kendine yetersiz kaldığı zaman sadece sensin aslında bana yâr olan dediğim zaman.
Allah’ım amentü esaslarıyla açıyorum yüreğimi... Sana ve resulüne!.. Beni bana bırakmamanın büyüklüğünü yaşayarak.’bir kulum bana dua etmezse bana cefa etmiş olur ama eğer bana dua ederde ben onun duasını kabul etmezsem ben ona cefa etmiş olurum ki ben kuluma hiç cefa etmem!! ’Hep bunun arkasına sığınarak açıyorum ellerimi ve yüreğimi sana doğru. Buradaki merhametin kollarına atarak kendimi seccadeye, kapanıyorum her seferinde...senin verdiklerini sonuna kadar hakkıyla yaşamak istiyorum!.. Seni sevmek nedir?. Sen de yok olmak nedir? Öğret ve yaşat...
24 SAYFA
Verdiğin musibetlere karşı dik durabilmeyi, acizliğimi yaşayarak nasip et Allah’ım... Senden başkasını gönlümden al. Seni incitecek her davranıştan beni uzak tut! Beni kur’an a mahkum,Kuran’ı bana hakim kıl yarabbim , senden başka kimsenin farkında olmadığı bembeyaz bir çiçek sin sen., dört mevsim özlemini çektiğim yağmur. Üstüme yağışını seversin, yapraklarım dan aşağı akışını, her damlayı içine çekmeyi seversin. Bedenimde o duyguları hissedişinde. Alıp götürürse seni adını bilmediğim, tanımadığım yerlere.’yağmur yağınca susuzluğun dinerse biterdi kimsesizliğin,.
Serin bir meltem değip geçerdi ömür yapraklarına. Dünyalar benim olurdu, uçardım sevinçten. Günlerime, gecelerime; hiç kimsenin bilmediği, fark etmediği sıcak bir sevgi dolardı. Sıcak bir sevgi dolardı yüreğime seni her andığımda Allah’ım.
Ey yalnızların kendi başına kalmışların arkadaşı,ey mutsuzluğa düşmüşlerin yardımcısı,ey yoksulların zenginliği,ey zayıfların gücü,ey fakirlerin hazinesi, gariplerin sığınağı,ey tek güç ve kudret sahibi,ey ihsanıyla tanınan keremi sonsuz yarabbim,efendimiz ve yakınları hürmetine sıkıntılarımı gider ey yarabbim
sen sıkıntılarıma karşı hazırlığım, musibetin anımda ümidim, yalnızlığımda arkadaşımsın gurbet imde dostum,kederli anımda beni ferahla tansın ihtiyacım anında yardımıma koşan zor anlarımda sığınağım sın beni korkuların karanlığından kurtaran aydınlığımsınız yarabbim şaşkınlığım da , yol göster ensin yarabbim sen günahlarımı bağışlayan ayıplarımı örten, sıkıntılarımdan kurtaran kalbimi sevginle süsle yensin. kalbimin hem tabibi hem sevgilisisin sen ki şaşkınlara yol gösterir muhtaçlara yardım eder korunmak isteyenleri korursun ,
25 SAYFA
Allah’ım , ben senin kulunum kulunun çocuğuyum görüyorsun ki yarabbim sıkıntılıyım bildirdiğin ve gizlediğin tüm isimlerini ve kur-an’ı kerim’i kalbimin baharı,gönlümün nuru, sıkıntılarımın ilacı yap ruhum susamış suya, kalbim özler seni,gözlerimi senin sevdiğin şeylere çevirdim kulaklarımı seni çağıranın ülkesine bıraktım.
ve susayan bir toprak gibi bitkin kaldım,kalbimi senin yoluna koydum,ve ellerimi senin dergahına açtım,bundan sonra da sana gelecek,senden isteyeceğim,güneş ve ay senin nurundan almış nasibini,güneş senin sevginden böyle ateş,ay böylesine mahzun,ırmaklar senin hasretinden böyle çağlar,deniz bu ayrılıktan böyle deli böyle dalgalı,hep hüzünlü hep ağlamaktı,kuşların ümidi sen,bitkilerin neşesi,çiçeklerin rengi sen,ve insanların hiç bitmeyen duası sen,Mevla’m bizi biran olsun terk etme,sevgin içimizde hep uyanık kalsın,yolun resul’ün yolu olunca ondan başka kime bel bağlayayım,yarabbim :benim nurum ve kurtuluşum ondan gelecek,öyleyse onu bırakıp kime gideyim,bunca günahla örtülmüş varlığım içinde ,bir o’nun özlemidir beni yaşatan,şefaatim o’nun dilindeyken ,o’nu bırakıp kimi dinleyeyim,Mevla’m,beni kendine dost seçinceye kadar yaşat,ve aşkınla yandığım biranda al canımı,al ki ölüm aşkımın adı olsun, yarabbim, ben ki günahı sevabından çok aklı dünyaya takılmış,kalbi fani şeylere anmış bir zavallıyım,ama sen öyle nur öyle rahman sın ,öyle güzelsin ki,ne olur yarabbim senden uzak kalan şu kulunu kendine yakınlaştır,imanımla dirilt ey sevdiklerini sevindirmekten hoşlanan yarabbim,sana açılan ellerimi geri çevirme,kalbime aşkınla tecelli et ki,senden başka hiçbir şey kalmasın o kalpte,senden başka hiçbir şeyi olmayacak kadar zengin eyle beni,her şey de seni anmayı,her şey de seni görmeyi nasip eyle bana isimlerinle güç ver ey yarabbim,o isimlerin ki kalplerin nuru,hiçbir şeyi olmayanların gururudur ey yarabbim bize isimlerinin hakikatini göster bizi sensiz bir an bile yaşatma,
27 SAYFA
Allah’ım sana Meryem’in temizliği ile gelmek istiyorum günahlarla kirlenmeme izin verme sana Musa’nın duası ile geliyorum,şeytana uymam için peşimden koşanlardan beni kurtar.
İsmail’in tevekkülü ile boynumu büküyorum beni ve soyumu sana kul olarak yaşat.sana İsa’nın ruhu ile geliyorum beni katına almanı diliyorum sana yunus’un duası ile yalvarıyorum beni yutan nefsimin karanlıklarından kurtarmanı bekliyorum. yarabbim, sana Yusuf’un gömleği ile geliyorum beni düştüğüm ümitsizlik kuyusundan çıkarmanı diliyorum sana hz Muhammed Mustafa’nın kulluğu ile geliyorum beni miraca çıkarmanı bütün sıkıntılarımı gidermeni
ya yarabbim, hatamla kusurum la kapına geldim...sen affetmeyi seversin beni ailemi ve tüm inanları affet affet... diye cuma perşembeyi cumaya bağlayan geceleri dualar ederek ten haftayı tamamlamaya çalışıyor
bir anımın bile boş geçmemesi için çaba göstermeye çalışıyordum Ebu hüreyre -radıyallahu anh-dan rivâyet olunduğuna göre resûl-i ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri buyurmuşlardır ki:
"cuma gününde bir saat vardır. Allah’ın kullarından bir Müslim namazda ve kıyamda iken Allah telâ’dan niyâz ile bir şey isteyip duâsı o saate tesadüf ederse Allah telala hazretleri o kimsenin dileğini verir." böyle buyurduktan sonra mübarek küçük parmağının ucuna işaret buyurdu. (11)
cuma gününün içindeki saat, küçük parmağına nispetle parmağın ufak ucu ne kadar ise, güne Nis-betle o kadar az bir müddettir ki o saat içinde her halde dua Müstecab olur demektir.
nebiye-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- hazretleri:cuma günü, ibâdet ve ez kar ile müminle-rin kalbi mesrûr olacak bir bayram günüdür’ (12) buyurmuşlardır.
-"size bir sure haber vereyim mi ki, azameti semâ ile arz arasını doldurmuş, onu yetmiş bin melek teşyî’ etmiştir? O sure kehf süresidir.
28 SAYFA
Kim cuma günü bu sureyi okursa Allah onu öteki cumaya kadar bu sure ile mağfiret eder, sonunda üç gün de ziyadesi vardır. Ve semaya ulaşan bir nur verilir ve deccal’ın fitnesinden muhafaza edilir. Yatacağı vakit bu surenin sonundan beş ayet okuyan hıfz olunur ve gecenin istediği vaktinde kaldırılır." (13)
"ey Rabbım! Perşembe günü ümmetimin erkenden yaptığı işleri bereketli kıl." (14)
hâdisin şerhinde deniliyor ki, bugünün evvelinde bir ihtiyacını tedarik etmek, nikâh akdetmek ve bunun gibi mühim işler sünnettir.
"cum’a gününde; yani perşembeyi cumaya bağlayan gece iki rek’at namaz kılıp fatiha’dan sonra on bir defa zil zâl suresini okuyan kimseyi Allah teâlâ kabir azabından ve kıyamet korkularından emin kılar. " (15)
"şu dua ile cuma günü herhangi bir saatte dua edilirse sâhibine muhakkak icâbet olunur." (16)
"cuma gününde bir saat vardır, mümin bir kul namazda dua ederken Allah ’dan dan bir şey ister ve o saate denk gelirse Allah muhakkak ona icâbet eder. Ashab-ı kiram: ’bu saat hangi saatidir yâ resûlellah" dediklerinde: "ikindi namazı ile güneş batması arasındaki vakittir." buyurdular.
"cuma namazından sonra daha oturduğu yerden kalkmadan yüz defa
diyen kimsenin yüz bin günahını, ana ve babasının da yirmi dörtbin günahını allah mağfiret eder." (17)(11) bk. El-ezkâr, 80; buharî, deavât, 61.(12) el-câmi’u’s-sağîr.(13) bk. Tuhfetü’z-zâkirîn, 269(14) tirmizî, ticâret, 41.(15) râmûzü’l-ehâdîs, 427 (deylemî’den).(16) el-cami’u’s-sağîr.(17) buharî, deavât, 61. .amin.amin derdim çünkü adamakla başlar hayatın serüveni ve adamakla başlar yüreklerde filizlenen güllerin kıvılcımı..
Adadıklarımızla varırız mahşer alanına, sevgilinin huzuruna. Bir ışık olur adanalar; savaş alanında nurdan sütun olup parlarlar yıldızlar gibi… Sevgi çiçeği olurlar ölüm döşeklerinde; kelebeklerin çiçekleri koklayıp sevgiliye varması gibi varmayı beklerler boyuna, kaybettiğimiz yüreğimizi, yakarışlarda bulunduğumuz geceleri özlemekle; sevgiliyle geçen saniyelerin hasretiyle başlar adayış süreci hıra larda…
29,sayfa
bazen gözyaşlarının yazdığı şiirin satır arasından, bazen de çarmıha gerdiğimiz süveydamızda ki ateşten sıçrayan kıvılcımların arasından buluruz adayış sürecini başlatan zamanı… o zamanla sıçrar, üstümüze çekeriz vefa yorganını Nasıl ki ölüme gülümseyişin yeşermesi gözlerin zikri ile mümkünse, miraca çıkarken atılan adımlar, dökülen inciler göstergesidir adayış sürecinin filizlendiğinin, gözlerin zikri olmadan adayış süreci başlayabilir mi? Yüreklerin titremesi olmadan adayış düşünülemediği gibi gözlerin zikri; sevgili için dökülen katre, katre yaşlar olmadan da adayış süreci başlayamaz adamaya; Kevser havuzuna giden yol, fırtınanın eşiğinde gemileri yakıp, yürek mahzenine; dua kabuğuna çekilmekle başlar.
Zaman ve mekanlar ötesinde, rüyalarımızda gördüğümüz aşk rıhtımına –Kevser, havuzuna- varabilmemiz için; en büyüğe en büyüğü; yüreğimizi adamakla başlar titreyişler…
Titreyişler in sonucunda, göz pınarlarının çağlaması ile varılır vuslat yoluna... Aşka dair ne varsa yüreğimizde adamalı adayış meş’alesine… Sevgi çemberinin içine bir kor gibi düşen adayış şebnemi yakmalı yüreğimizi, ilahi koroya katılmalı ve adanmış gönüllerle beklemeli vuslat kapısında adanan kul sadece sevgili için yanmalı… O’nun aşkıyla tutuşmalı, o’nun için kanat çırpmalı anlatmalardan
Sadece sevgiliyi arzu etmeli, o’na kavuşamadan prangalarını çıkarmamalı yüreğinden… Hiçbir şey tatmin etmemeli sevdasını, adadığından başka… Gönlünde sevgilinin ateşi ile yanan gönül sultanı yunus Emre’nin dediği gibi:“cennet, cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri isteyene ver onları, bana seni gerek seni.” Diye dua eder günün başlangıcı ile her çocuğa gülümsedim; her kuşa, her kelebeğe, her arıya gülerken şimdi şehre meydan okuyordum ki artık deli diye kimse bulaşmıyordu farklı yaşamdı.
Okul başkanlıkları derken ocak derken bucak görevler olgunlaştırmış oturmaya başlamıştım tarihi okuyup Osmanlıyı yaşatmaya içimde. Ortaokul bitmek üzere idi. Babam sağlığına kavuşmuş amcamın baba devrettiği manifatura ve tuhafiye dükkanına gidip geliyor ve siyasete devam ediyordum ama yine hep mesafeli buzdolabı olarak, dükkanın yük de sırtıma binmişti. Yıl 1977–1978 gösterirken benimde 12 13 yaşlarında bir delikanlı olarak şehirde yerim vardı. Diplomamı aldığıma sevinememiştim ortaokul arkadaşım beni geçmiş ben okul dördüncüsü olmuştum mağlubiyet acı ama gerçekti.
Kabullenmesi zor oldu yalnızlığın tadına vardığımda kalabalığı unutturmuş kendi gönlümdeki yıkık viran şehirler imde harap yapılar içinde yaşıyordum yaşamak denirse keyfimce. Gel gör ki hiçbir şey ve hiç kimse arkadaşım olamıyordu.
Kimi elimden tutup bırakıyor kimiler ise bir tokat sertliğinde bakışlar savuruyordu fırtınalar içinde. Hiçbir şey ve hiç kimse derman olmuyordu benin ve gerçeklerimle kabullenmek sanki onlar için mağlubiyet ve hüsrandı onların gerekçelerinde.
30,sayfa
Kısa anlar kısa ömürler gibidir genç ölümüdür yakar geçer duyulunca. Bense ölümü yaşıyorum içimde günde kaç bilmiyorum yaşarken ve hayattayken hiçbir şey ve hiç kimse. Kırmızı bir gül vermediler saklıyorlar sanki son yolculuğumun hediyesi olarak diye düşünüyor, zamanı geldiğinde derin sessizliğin en sağır günü ağlamayacaktı hiç bir şey ve hiç kimse. Alıştığım yalnızlığımda devamını sürdüreceğim yeni yerimde. Korkular vardı bilmediğim içimde adını koyamadığım,, koyamazdı hiç kimse. Ne yaşadım ömrümde ne bıraktım geriye bilinmez di ellerimi uzattığımda yıldızlara değdirirdi m elimi gizlice görmezdi hiç kimse.
Estiğinde fırtınalar koparttığım da gönlüm deki yaraları hissetmedi. Avazım çıktığı kadar bağırdım sağırdı duymadı . Yüzme bilmediğim okyanuslara düştüğümde de kurtarmadı hiç kimse.
Tek başına olmanın yalnızlığa ayak diremenin zan a atını öğrendim işte bu gidişte yalnız geldim bu dünyadan yalnız geçecektim olmayacak yanımda, hiçbir şey, hiç kimse ve ben artık zamanın geldiğine inanmaya başlamıştım sanırım deliriyordum.
karamsarlık tanıktan kurtulup radikal kararlar almak zorundaydım iç hesaplaşmamı bir kenara bırakarak bir karar aldım ben artık okumayacaktım. Okuyanlar ne oluyordu yıllar sonra bu ikilem içine bile gireceğimi hesap etmeden karar vermiştim. Yanlış ve doğru olsa bile en kötü karar kararsızlıktan iyi idi benim için.
Bizim kente kurulu bulunan bu kente has çırak okulları vardı sadece başarılı öğrencileri alıyorlardı kaydolarak okulu bitirip çalışma hayatına başlamıştım Sivillikten birden farklı bir ortada bulmuştum kendimi.Ortama şartlara alışıyordum.
Üç günlük işçi iken fabrikaya mutemet geldi lafları dolaştı.Mutemet neye gelirdi o zamana kadar bilmiyordum çünkü hiç maaş almamıştım.
Niye gelmiş diye sormuştum ikramiye dağıtmaya gelmiş dediler.Daha beş günlük tüm bana ikramiye vermezler dedim içimden.
Yanında çalıştığım ağabey ,
--- Sende git haydi dedi.
Sıraya girdim sıra bana gelince ezile büzüle adımı söyledim listeye baktı elime kalem verdi ,
---At şuraya imzayı deyince şaşırmıştım sanki piyangodan büyük ikramiye bana çıkmıştı.22 lira para almıştım. 20 lirasını hemen anneme vermiştim.
Maaşlarımızı her ay bu şekilde mutemet geliyor alıyorduk imza karşılığı.
31,sayfa
Evimizde televizyon buzdolabı ve çamaşır makinesi bulaşık makinesi yoktu kafaya koymuştum eve televizyon ve buzdolabı alacaktım biz de olmadığından sadece haftada bir salı günler türkfilimi olan televizyon seyretmek amcalara gidiyorduk o zaman ki çalıştığım üç aylık maaşımla bir televizyon alınıyordu burada futbola gönül vermiş ,Beşiktaşlı tutuyordum. taksitle gidip evimize bir buzdolabı ve siyah beyaz televizyon aldım olan kız kardeşime olmuştu,eve gelen misafirler artmış çay taşımadan ikram vermeden televizyon seyredemez olmuştu.
Hele komşumuzun küçük kızı asiye biz daha yemek yemeden damlar yerini alırdı.
O zamanlar somya vardı somyanın üstü iki sıra önü yerde de bir sıra seyirci olurdu..bazen içimden bilet kessem tv parasını çıkartırım diye düşünmedim desem yalan olur.
Olsun diyordu annem televizyonsuzluk ne demek olduğunu bildiğinden..
Fabrikada yemekler sekizer kişilik verilirdi iki masa birleşmiş masa başına genellikle iki büyük tencere içinde sekiz on kepçelik yemek olurdu.
Masa başında oturan yemekleri önce birer kepçe verir daha sonra isteyen var mı diye sorar dağıtırdı tabii önce ilk dört masadakiler uzatır bize gelesiye kadar yemek kalmadı derdi.
Bu olay böyle devam etti yanında çalıştığım ağabeyime bir gün şu yemek dağıtma işini biz yapalım dedim ayıp olur dedi yanaşmadı.
Kararlıydım kepçenin başına geçecektim bir gün erken davranarak masanın maşına geçip kepçeyi elime aldım herkese eşit dağıttım daha sonra o yüz kiloya yakın ağabeyleri bu gün aç kaldık dediklerini duydum.
Gece postalarında sabah olmak bilmezdi oysa şimdi ne zaman vaktin geçtiğini anlamıyor insan gece mesaide düşünürdüm evdekiler uykuda sevdiğim kız uykuda ne rüyalar görüyordu acaba..
Fabrikada çalışırken kurban bayramına denk geldi.
Bayramda evli olanlar kurban kesmek için bir iki saatliğine kurbanını kesmek için gittiler ilk defa kurban kesilirken yoktum
özlem yüreğime çöreklerin irken için ,için ağladığım koç kesen babama içim dende olsa ilk kızma fırsatım olmamıştı , demek ki göz görmeyince gönül katlanmıyormuş bu kez közleme değil kavurmayı ancak akşam kurban eti olarak yemiştim.
32 Sayfa
ayın 30 olmuştu o zamanlar maaşlar ayın 30 verilirdi herkeste bir pür telaş vardı bende ise tarifsiz bir sevinç,ilk maaşımı alıyordum ilk maaşımı aldığım günkü sevinç görülmeye değerdi,ne zaman hatırlasam yüzüme tatlı bir tebessüm yerleşir hep o anı yaşarım.
burada bir yıl sonra aklım başıma gelmiş ben işçi olama rağmen okumam lazım diye çıldırıp kendimi yargılamaya başlamıştım.
bir gün fabrikada birinin dedikodusunu yapıyorlardı ihtiyarlar adam dışlardan okumuş ,a fabrikasının müdürü olmuş vay ve diye dikkatimi çekti aradığım fırsattı
babam yaşındaki adamlarla çalışmam yaşımdan evvel beni büyütmüştü ben yetişkin bir insandım iş gücüm ve sorumluluklarım vardı .14 yaşında 35 40 yaşlarındaki insanlar gibi düşünüyordum
vardiyalı sistem olduğu için gece 11.30 -07.30 vardiyasında çalışırsam okuyabilecektim zaten vardiya sisteminde çalıştığımız için alışıktım .ha arkadaşların yerine çalışacak yada ayarlayıp okul zamanları vardiyaya kal alacaktım benim için zor olmadı babama söylediğimde bir telefon yetti artı meslek liseleri imtihanlı idi o zamanlar .üniversite sınavı gibi ama ben zoru başarmayı seviyordum çünkü bir koltukta iki karpuz zaten taşıyordum kollarımı ayırarak tan üçüncü karpuzu da sığdırabilirim neden olmasıydı, azmin elinden ne kurtulurdu ki işte meslek lisesi elektrik bölümünü kazanmış kaydolmuştum.
hiç görmem dediğim ilk okul 1 sınıf arkadaşlarım ayarında yani yaşıma geri dünmüş öğrenci olmuştum yıllar büyüklük ve çocukluk arasında gelip geçiyor zaman ağlarını örümcek ağı gibi örüyordu..kara tahtalı yıllar bitmiyordu .demekti hayat öğretmendi yada değirmen zamanı öğütlüyordu.
33,sayfa
Gençtim ve kendimi beğeniyor ve akranlarımdan daha tecrübeli idim her konuda benim hocan zamandı ve zamanı yakalama çalışmak gayem olmuştu genç kızlarda iliğimi çekiyordu artık onlarında ben!!!!
Çünkü bende aradıkları her şey vardı para güç, gençlik, kim istemezdi ki çoklarında olmayan ve hayalleri bile olamayan şeyler benim için sırdan şeylerdi siyaset ülke gündemini kaplamış ihtilal çığırtkanları sahnelerde sıkça yer almaya başlamışlardı, ülkenin genel durumu baya karışıktı. Şehirdeki konumum nedeni ile biz rahat sayılırdık. Bir kaç defa dayak yememize rağmen diğerlerine nazaran iyiyi dik sokaklarda dolaşabiliyor hayatımızı ideme ettiriyorduk.
Artık takvim er 1980 yıllı gösteriyordu büyük dayım alman yada ölmüş ben hatırlamıyordum ortanca dayım da bizden çocuk büyüktü babamla yaşıttı en küçük dayım bizi fabrikada çalışıyordu farklı atölyede ,nişanlamış düğünü .olacaktı ..
cuma günü bayrak kalkar pazar gelin iner bizim buralarda düğün 3 gün sürerdi iş yerinde ki arkadaşlarına dan birine davetiye vermeyi unuttu için bayrak kalmadan iş yerine gitmiş o sırada abdest alırken ayağı kayıp başını duvar vurup beyin kanamasından vefat etmesi ve aynı gün bayrağının asılı kalmasına anne ve teyzelerin deli olmasına çıldırmasına yetide artı bile.
olan olmuş bir yaprak daha gitmişti hayatımızda.ama geride akılsız ve hasta annemi bırakarak tan sonra ben annemi hiç tanıyamadım .
önceki makul ve mantıklı insan gidip yerine ne istediğini ve ne yaptığını ne konuştuğunu anlamayan bir isi gelmişti artık hasta bir kadın ve 4 kardeş bana yani evin dert babası ve büyük çocuğuna kalmıştı. Babam annemin tedavisi ilgilenirken çareler arıyordu.. Mağazanın işleri bozulmuş yanımızda çalışan elaman bizden ayrılıp karşımıza yer açmış müşterilerimiz çalıyordu. Adama kızıp öldüreceğim sırada babam dur. Oğlum kısmetten öte yol gitmez diyerek engel oluyordu, bu kelime benimi kemiriyordu
34,sayfa
Bilmezdim ki yıllar sonra haklı çıkacağını, babamı hiçbir şey bilmiyor diye soğuk adam diye çocukluğumdan beri hep suçlamıştım yıl bitiyordu yavaş, yavaş kış aylar kendini hissettirirken yaprak dökümü olacağını ve zamanın bize getireceğini bilmeden yeni yıllar girmiştik.
Annem için tıp umudu bitip haccı hoca devri başlamış arada bir eve zor uğramaya başlamışlardı. Oradan oraya gidiyorlardı. Bize yardımcı olan halam teyze ve yengeler imden oluşan üçlü dedikodu ekibi her zamanki gibi işten çok laf üretip annemi ve mahalle karılarını eleştiriyorlardı sanki kendileri her şeyi dört dörtlüktü de neyse bir ara halamın bu eve bir gelin lazım dediğini duydum.
Beynimden kaynar sular akıyordu. bu zaman içinde bir şey olmadı bir iki ay geçti mart ayı gelmişti. Teyzem bir gün beni çağırdı oğlum bak sende benim bir evladımsın teyze anne yarısı demek annenin durumu belli bizimde belli artık yetişemiyoruz senin evlenmen lazım dedi
peki teyze bana kimi alacaksınız oda kimi olacak tabi ki nazlıyı sana vereceğim. Nazlı teyze kızı neden dedim.
işin var olmasa da biz seni biliyoruz ekmeğini taştan çıkarırsın. Bak teyze asla böyle düşünme o benim kız kardeşim biliyorsun ki ben öyle görüyorum. de demler sağ ve hayatta olduklarından. Ve aynı mahallede oturduğumuzdan sık görüşüyorduk birde nazlı benden 5. Yaş büyüktü ben hep abla demiştim.
Ayrıca teyze insanın eşi bence, bakarken yüreğinin kabardığı, gözlerinden gözlerine yüreğinin aktığı, aşık olduğu Saliha bir eşi olmalı idi bana göre! sabah gözlerini açtığında, yanında olduğunu görüp, şükürler etmeli yaratana. Koklamalı saçlarını. Uyuyan eşine şefkatle bakıp, usulca dokunmalı yüzüne, varlığını hissedebilmek için. Parmakları titremeli, incitirim korkusuyla. Sürekli çağlayan bir pınar olmalı gönlü. Kramplar girmeli midesine, ons uzluk aklına geldikçe! Rüzgar onun kokusunu getirmeli, yağmur onun sesini.
Elleri yanmalı ellerini tutabilmek için. Akşam onu görecek diye, pır pır etmeli yüreği. Kelebekler gibi olmalı insanın kalbi. Ayakları birbirine dolaşmalı heyecandan, eve dönerken sanki ayrılığı sekiz saat değil de, beklemek asırlar gibi uzun gelmeli.
35sayfa
Gelişi ile sonsuz bir nur dolmalı içine. Yüzüne baktığında, konuşmadan anlamalı derdini, tasasını, öfkesini, sevincini, acısını fikirlerini paylaşabilmeli içinden geldiği gibi,. Güven duymalı, her şeyiyle. Başını göğsüne koyup, huzurla uyuya bilmeli, tüm düşüncelerinden arınmış olarak. Yeri geldiğinde Anası, bacısı, arkadaşı, dostu, sırdaşı, çocuğu, bakıcısı olmalı şımara bilmeliydi onun yanında oyunlar oynaya bilmeliydi.
Kıskanılmalı onun tarafından zaman, zamanda! Sabah yolcu ederken işine, içi acımalı, daha yollarken özlemeye başlamalı.Seni şimdiden özledim! Akşam dönüşünü dört gözle bekliyorum diyebilmeli
sabırsızlıkla gözleri yollarda kalmalı akşam evine döndüğünde kapıyı çalmadan açmalı... Aşkla karşılamalı, hasretle sarılmalı boynuna, özlemle koklayıp, öpmeli, yıllarca uzak kalmışcasına! Her günü bir başka güzel olmalı yaşamın, bir başka özel, bir başka soluklanmalıydı her anında. Verdiği hiç bir şeyin yeterli olmadığını düşünüp, kahrol malı, daha fazla ne yapabilirim diye düşünmeli. Mutluluk saçmalı etrafına. çıvıl cıvıl cennetten köşe almışcasına sevdiği, sakındığı, bakmaya kıyamadığı... Her bir hücresinden aşkın fışkırdığı, çölde okyanusu yaşadığı bir eşi olmalıydı
o anlat masada onu okuyabilen ve o anı yaşayıp yaşatılabilsin, demek istiyor duygularımı açmak istiyordum. Teyzeme ama aldığımız edep veya terbiye buna izin vermiyor cevap hakkımız bile yoktu sadece susuyor ve düşünüyorduk .
hakimiz elimizden alındığı yıllardı. Şimdi bu nasıl olacaktı beyim durmuş bu yükü taşıyamıyordu. Annem ise ısrar ediyordu küçük onun aklı başında birisi lazım hem içini dışını biliyoruz gül gibi kız. Dikiş nakışta biliyor elinden her iş gelir bir evi çekip çevirir, bana bakar diye babamla tartışıp ikna turları atıyordu.
Yıllar sonra annem babamın kavgalarına ilk kez bu kadar yakından tanıklık etmek zorunda kalıyorduk artık bizleri bile görmüyorlardı. Hissetmiyorlardı. Ve ben gençtim ne gençlik ama daha çocukluk yıllarımın patika yollarındaki paytak yürüyüşümü bile henüz tam manası ile tamamlamıştım. Buraya kadar olan yolculuğumda büyüklerimin büyük yardımlarını görmüştüm. Ama artık yeni bir yolun başında bulunuyordum.
36,sayfa
Hayat yolculuğunun yeni bir safhasına atmıştım. Önümde taze bir baharın tatlı ve ılık bir iklimi vardı. Bu iklimde her şey taze, diri ve dinamikti. Nisan yağmurlarını toprağa indirdiği rahmet rayihaları ruhumun genzine yayılıyordu.
Gözlerim renklerin güzelliğine, kulaklarım seslerin duruluğuna mest olmuştu. Çocukluğun dar ve sıkıntılı kalıplarından kurtulmuştum. Kendime olan güvenim gittikçe artıyordu.
Çocukken her sesten ürken titreyen yüreğim, şimdi cesaretle dolmuştu. Ne cin masalları, ne mezarlıklar, ne de karanlıklar beni korkutamıyor.
kir günün anatomisi belki de gün sonundaki iç hesaplaşmamız. Kim ya da ne olursa olsun üzerimize düşen esintisi hissettiğimiz duygular.
Belki naif bir dokunuş ya da belli belirsiz bir tebessüm yüzümüzde beliren. Ne fark eder ki iki damla yaş süzülmüş se. Ya da ne fark eder katıla katıla gülmek…
O kadar çok farklılık arz etmekte ki tek tek analiz edersek her bir davranışımızı.
Sebepli sebepsiz uzattığımız eli kavrayan her kim ise nasıl da bir sevinç hasıl olur. Sadece uzandığımız kişinin değil mutluluğu bir o kadar da bizim duyumsadığımız. Küçük bir çocuk olabilir sarıp sarmaladığımız ya da kıyıda köşede unutulmuş her hangi biri. Ama buradaki amaç ne acımak ne de bir art niyet. Sadece hoş bir paylaşım ya da karşılıklı bir etkileşim. Haricinde ne olabilir ki. Belki çoğunun zihninden geçen farklı yanılsamalara da rastlamak mümkün. Ama hiçbir şey yerini alamaz iyi niyetin ve sevginin.
Sevgi dediğimiz… Ne kuru bir sözcük ne de basit bir duygu. Sadece ve sadece bizi var eden ve alt yapımızda yatan temel yapı taşı. Yaradanın bir armağanı ve duyum sanan da ötesi.
Ne iki cins arasında hasıl olan bir etkileşim ne de kendimize karşı yoğunlaşan bir beğeni.
37,sayfa
Sevgi; her şeyin özü ve bir o kadar yalın ve içten bir var oluş.
Onun yanında yolculuk eden güven duygusu bir o kadar güçlü bir dürtü yaşama olan katkısı bakımından. İhanete uğramak gibisi yok güvensizlik açısından. Hiçbir duyguyla kıyası söz konusu bile değil.
Tek bir kelime bile çok şeye kadirken bazen ufacık bir nüans alır götürür tüm gücünüzü. Güç dediğimiz de basit bir mefhum olmasa gerek. Tutunmak için dört elle yaşama içimizden yükselen ve dalga dalga yayılan yoğun bir elektrik misali. Çok şeye vakıf yaşama dair ve bir o kadar da hayat dolu bir bakış açısı kazandıran.
Yıllar yılı uğrunda savaş verdiğimiz her ne ise onun devamını getiren ve bizi yüceltip bir üst kademeye taşıyan. Evrim geçiren canlılar değil miyiz biz insanlar. Her yeni gün ile doğan güneş gibi içimizi ısıtan sıcacık bir duygu olan umudun eşliğinde yeniye, yeniliğe uzanıp dokunmak.
O kadar inişli ve çıkışlı bir yolda yürürken aniden kayıp düşmek de var. Ve ne yazık ki bazen aksilikler öylesine üst üste gelir ki içinden çıkmak imkansız bir hal alır. Gel de anlat bunu ahvaline.
Şükrün eşliğinde daha kolay ve anlamlıdır her tür menfi olay ya da yaşanmışlık. Ve hep demezler mi: ‘’Beterin beteri var’’, diye. Keza büyük konuşmamalı hayatta.
Çözümsüz hiçbir şey yok şu alemde. Yeter ki ölüm uzak dursun bizden. Ama yine de yaşanılası çok şey var çoğu zaman anlatması mümkün olmayan. Öyle ki yaşayan bilir. Haricinde ne denli dile getirseniz de bir noktadan sonra karşınızdakinin buna vakıf olması imkânsız bir hal alır.
Hep sığınmışızdır sevdiklerimize, sevdiğimiz ne varsa ve bize güç veren. Hangimiz bunu inkar edebiliriz ki…
Sevmeden nasıl dayanırız, nasıl tahammül ederiz zorluklara ve sıkıntılara.
İlla ki bir dayanak noktamız olmalı: gerek özel yaşantımızda gerekse sosyal hayatımızda. Uğraştığımız her neyse ve her ne ile iştigal ediyorsak…
Ne varsa dokunup hissettiğimiz ve gönül gözümüzle gördüğümüz. Zira bakmak ve görmek çok farklıdır birbirinden. Gözü kapalı bile hissetmek, vakıf olmaktır işin aslı.
Ya sevdiğimiz insanlar; gerek ailemiz gerek dostlarımız ve her kim ise gönül bağı kurduğumuz. Yürekten duyumsadık tan sonra ne kusurunu görürüz ne yanlışını. Sevgi bir çırpıda siler götürür eksi hanede yer alan tüm olumsuz nitelikleri.
38 sayfa
Güzel yönlerini yerleştiririz kalbimizin en derinine. Varsın mükemmel olmasın varsın bizim onu sevdiğimiz gibi sevmesin. Biz sevdikten sonra ne önemi kalır ki paralel seyretmeyen duyguları. Hele ki etkileşim iki yönlü ise değmeyin keyfimize.
Her konuda geçerli bir formül. Ne denli zorlayıcı ve yıpratıcı olsa ilgili olduğumuz uğraşlar ki gerek iş hayatında gerekse gündelik yaşantımızda yöneldiğimiz manevi kazanım her şeyi, tüm olumsuzlukları buharlaştırır.
Zor hatta imkansız sevmediğinize katlanmak. Sevgidir tek çözümü birlikteliklerin ve meşguliyetlerin.
Umudun eşliğinde her gün yeniden doğmak güneşin eşliğinde.
Ve bazen de ıslanmak yağan yağmurla. Ne kaçışı muhtemel ne de engellemek. Ama yeniden kurumak güneşin sıcaklığıyla ve yeniden yeşermesi ümitlerin. Öyle ki hüzün de bizden bir duygu yeter ki yetinmesini bilip şükretmeli.
izlenimler; gelecekteki ilişkilerin seyir sinyallerini taşır !!
***** Palyoçulık ve yalakalıkla samimi sevgiler istihsal edemezsiniz !!!
***** Kötü şeyler cazibeli,işveli ve takrikkardır. O ağa takıldığınız da ve ısrar ettiğinizde ; daha seri ve kalın örülen ağlardan kurtulmanız hayalciliktir. Çünkü; kötü alışkanlıklar daha çok ve çabuk kökleşirler !!!
***** İşinizi,gücünüzü mesainizi,yarınlarınızı olumsuz etkileyecek her türlü aşırı ve fuzuli eğlencelere meyletmek ; ilerideki pişmanlıklara kaynak teşkil eder !!
***** Yaşamınızın mümbit topraklarında biten ve olumsuz etki yapan yabancı otları zamanında imha etmezseniz; kalite ve miktar olarak istihsal de idrak kaybı yaşarsınız
***** Arkasını,önünü,sağını ,solunu ölçüp, biçip, hesap etmeden seversen ; işte böyle tahsili kabil olmayan alacaklar da kalırsın hayattan !!! Ve hayat bilançoyu zararla kapatırsın !!
***** Çala kalem yazar , oynar geçersiniz belli yaşlara kadar !!!! Sonra oturur, incelersiniz !!! İşte artık orada olgunlaşmaya başlamıştır hayatınız !!!
***** Kötü alışkanlıklarla haşır neşir ve kötülüklerle sarmaş dolaş yaşayanların seyir seferleri ; hüsran dünyasın da son bulacaktır !!!!
***** Kötü şeylere müptela olanlar; adeta bir canavar yaratığın ahtapot kollarında ümitsizce çırpınarak helak olmaya mahkumdurlar !!
*****Güzel şeylere alışmak cennet; kötü alışkanlıklar edinmekse cehennem yaşatır insana !!!
***** Gelip geçerlerken gözümüz ve iç güdü ile takip ettiklerimiz içinde ; ayağa kalkıp saygıyla ceketimizin düğmelerini ilikleyip eğileceğimiz o kadar çok kadınımız olduğunu unutmayınız !!!
***** Namuslu,şerefli,onurlu,erdemli yaşamayı ailesinden öğrendiğini beyan eden evlatlara sahipseniz; en büyük ödüle layıksınız dır !!!
***** Bir anne baba için evlatlarının " sizin uğrunuza ömrümü sererim !!" demelerinden daha büyük servet var mıdır !!!!!
***** Bu kadar hızlı erozyona maruz toplumda; " Ha işte; bu farklı " dediğiniz birilerine rastlarsanız; avuçlarımızdan kayıp gitmemesi için yapmanız gerekenleri asla ihmal etmeyiniz !!!
***** Görüş ve fikirlerinizi;önceden birilerinin tasviplerine arz ederek ortaya dökmeyin !!!O takdirde fikirleriniz rötuş ve tashihe maruz kalabilir !!!
**** Ne mutlu ve şanslılar ki ; gençlerimiz gölgesinden istifade edebilecekleri çınarlara sahipler !!!
**** Öyle ezberlerde değil; anlayarak ve yaşayarak sevin !!
**** Kuralsız oynayan kaybeder !!!
**** Avunabilirsiniz !!! Ama kimseyi avutmayın !!!
***** Samimi, dürüst, sözünün eri,onurlu biriyseniz ; kıyı da köşede kalmış insanlar sizi bulacaklardır !!!
***** Bir konu hakkında o kadar öğüt,nasihat ve uyarıyı baştan test etme düşüncesi; fuzuli yere maddi ve manevi zararlara yol açmaktır !!
**** Sahip olduğumuz en büyük torpillerden biri UNUTMA yetisi ile donatılmış olmamızdır !!!!
----------- Kimseye veda da etmem; elveda da demem !!! Çizdi mi çizerim !!!Onun için;Kimseye de GERİ DÖN demem !!!
---------- Gel !! Gönlümün terasından ; temaşa et nadasa bıraktıklarımı !!
--------- Bir kartal kanatlarında ,özgür bir dünyam var hayallerimde tesis ettiğim... Kahkahalar dudak fıskiyelerinden şırıl şırıl..Diz boyu mutlulukların dalgalarında boğulurcasına !!! Ya kendime gelince !!! Neredeler ???
--------- Nereden çıktın be rüzgar ? Esip kasırgalar da uyandırmasaydın ya ; bendeki beni !!!
-------- " Ben sensiz yapamam !! ".. Sen bensiz değil; BİZSİZ yapamazsın !!!!
-------- Geçmişle vedalaşmam !! Giden gider,unutmanın anlamı üstünde; umurumda değil !!!
-------- Bu mahşeri kalabalıklar da , meşguliyetlerde bir seni kaybetmedim !!
-------- Fırtına var bu gün caddelerde tersten esen !!! Dikkat et; açılmasın eteğin !! Görülmesin esmerliğinde beyaz, öpülesi gülden tenin !!!
-------- Kafayı yedi galiba Naviğasyon cihazım !!! Ulan nereye gitmek istesem; her yönden ve yoldan aynı yere çıkmakta !!!
--------- " GIRGIR CEFA !!! ".. İşte işletmecinin kafeteryasını lanse ettiği zekice isim !!! "- Nereye gidiyorsun ? " "- Gırgıra !!".. " - Ne yapacaksın ? " Cevap : " GIRGIR !!"Başka işimiz yok ki zaten.. Doldur işte geyik muhabbeti ile gününü Gırgır’da,Gırgır’la !!!! Hadi buyurun sizler de Gırgıra !!!!
39
Rus ruleti
düşüne yattım sözüne uyandım saat gecenin üçü sokaklar ıslak
korkuyorum zebani ve zemheri bir keder/yağmurca gelip gözlerine dokunacak
oysa hikayemi emanetçi bir dosta mirastır diye öylece bırakmıştım
kaç vapur kaç iskele sensiz ve tensiz uluorta sırılsıklam bir yalnızlıktım
ben ben olalı her aşka bir gurbet her şiire biraz sıla kalmıştım
ve ben her yolculuğa nedense hep ama hep bir başıma çıkmıştım
ellerinin teri gövdeme kurşun / şiirleri bırak / biraz halinden bahset
nereden çakıldı ve nasıl yazıldı bu sırdan da beter/bu kahrolası rivayet
gölgem telsiz uykusu adım kayıp görüntüm ihbara müsait
ve ne yaptıysak kadim dosttan öte şimdi herşey karunun hazinesine ait
bir serüvendik ölüme hazır belaya nazır sevdaya kahır
saat gecenin üçü ay ışığı ve rüzgar sesime değer ellerimi kanatır…
düşüne yattım sözüne uyandım saat gecenin üçü sokaklar ıslak
beladır şimdi sensizlik hangi kahvede bir demli çay için durakla sak
bu minareler bu ezanlar kimi yeni baştan yaratacak/yani seni beni ağlatacak
ve hangi şehir beni ölüme seni bana yeniden bağışlayacak
ve hangi İshak bıçağı eline alıp bu tarihi yeni baştan yazacak
kumarbaz sevişmelerin orgazmı geri tepen bir tüfektir aşkta
ve aşk oyunları bilmez/kız prenses/erkek prens/bir de maça papazı olsa da
aşkın iksiri ne destandır ne de yazılmış bir şiir ya da bir roman
o kendisini yaşar yazılmasın diye kendini kendi halince soluyan
saat gecenin üçü ay ışığı ve rüzgar sesime değer gözlerimi kanatır
yüreğim bana sataşır bu demler de kediler bile oturup köpeklerle ağlaşır
uzaklarda bir ev basılır azrailciler gelir her yer köşe bucak taranır…
saat gecenin üçü işte türbeler sessiz / ağaçlar mevsim inkarı
dolandım ısırgan otu giymiş anıları ve mezarlıkları
ışıkları paslı sokaklar berduş bir karanlık üstüme yaslanıyor
ayazın feri felaket yüzüme ve adımlarıma abanıyor
yağmalanmadık yazım kırılmadık sazım kalmamış
sesim ağzımın içinde hükümlü sensiz söz mü yaşanırmış
ömrümün hazanları serilmiş önümde sarı yüzlü bir barikat
ilk mermiyi alnımın ortasına şimdi hangi acı gelip sıkacak
sönük lambaların enkazına devrilmiş gövdem/bir sen ışığını söndürme
gemiler varsın dinlensin/varsın/sen gel de beni bana sürgün etme
yakılmış bir geçmişim islerim savrulmuş hoyrat bir poyrazda…
yakılmış bir geçmişim islerim savrulmuş hoyrat bir poyrazda
delik deşik kentler yorgunu bir şair kadar suskunum
sabahları bir forsanın küreğinde sızan koyu bir uykusuzluğum
şimdi bu tenhalığı bir de sen gelip / bir de sen ama üstüme devirme
kuşlar gitsin mektup gitsin iklim dönsün sen gitme
bırak gözyaşların içime damlasın fırtınaların gelip beni vursun
karanlık bir hüznün var çekinmeden gelip beni o bulsun
damarımda dolanan kan değil gülüşünün o ılık seheri
bense yokluğuna deli hicranım desen eşkıya bir serseri
sönük lambaların enkazına devrilmiş gövdem/bir sen ışığını söndürme
beni sensizliğe koyup/seni ben sizlikle yoğurup yoğurup gitme
kuşlar gitsin mektup gitsin iklim dönsün
sen gitme...
Kadınımsın..
hangi dağın kaçağısın böyle baktıkça pınar çağlar yüzün
çekiliyor gölgeler peşimden tenha duvarlara çarpar hüznün
ne inip sorulacak bir durak ne varılacak bir mevsim kalmış ceketimden
şiirler eskidi şarkılar sus ve kalmamış adım hiçbir hikayede
o efkarına tütün derleyip yaktığımız patikaları saymazsak
mahşer telaşına düşen korkulu geceler kalır bize
yani yüreğim bir ömrü kendi tekmeyle devirip geçmişim
ve urganımda duruyor hala menekşe açan seherlerin
kayıplara düşen kasabalarda gezdim dolandım da
bir bende bulamadım nerede o meçhul aksak izlerim…
kara turnalar gibi çöktüğümüz gri bulutlar geçiyor üstümden
yağmurda saçların düşüyor avuçlarıma Allah’ım a yalnızım
ayak bileklerine değen yüzümü toplamıyor vitrinler
ve uzaklardan sesleniyor yine bilmediğim kıyı ve şilepler
durup kendime adını soruyorum şaşkın ve şaşı
ki evvelden de önce derme çatma masallarım vardı
oysa her çölün rüyası kendisinde saklı duran bir serapmış
ve yengimden kalan mahzen suskunu bir şişe şarapmış
ağzım boşluğa dökülüyor sözünü görmedikçe
içersek yine bir biz sarhoş oluruz müebbetçe…
40 ,sayfa
ay perçemini çeksin sen diye göğsüme
bir kez daha kararsın şehirler ne fayda
ulu orta düşüp vurulmaktan usandım
illa ille de öpülesi ellerin soluğunda…
unutulmuş bir adım var beni benle çağırmadığım
sokağını kaybettiğim köpekler kadar avare bir telaşım
sümbüllerle mi seviştin yoksa leylaklar mıydı tenine çapkın
ve gözlerinde seken ceylanları hangi tanrıçalardan çaldın
çaylar geçer düşer ırmağa gün şafağa döner
ve yeniden bir daha doğar gri kederli ölüler
işte o seherlerin hicranların da vedalar sıradan bir şarkıdır
ve alnımızı dağlayan özlemin kızgın kırbaç şakırtısıdır
haydi ben beni bende binlerce yitirdim de
peki yokluğun neden sancıyıp durur hala içerimde…
kaldırımlar çarpıyor düşüme kırılıyor sanki bulvar
avutmuyor ezber bildiğim ezgiler nefesimi
sokak lambalarında kimlik soran kederler
nasıl da demirden hüzzam üstüme gelirler
kirliğinde ıslanmış yağmurların vardır
hicrana işlendiğin belki bir gazel
hiç kapısını çalmadığın bir tenhalığın
ve sunaklara yatırdığın sabrın
geçitler değil gözler indir omuzlarımı yakan
değdikçe durup vurup yokluğunla harlanan…
savrulup duran rüzgarlar eser bendime
sustuğum her yer kör topal bir bilmece
olsaydı hani parmakların şimdi yüzüme
mahpus ne zindan ne hücre ne…
şimdi depreşen ve uğultularla gelen kasvet
kasıklarında doğurgan sevdaya durur
çığlıklarla yarılan ülkemin coğrafyasında
tüm çocuklar ilk önce düşlerinden vurulur
ki bir serçe kadar darısı adına açtır özlemleri
uzak yollarda gördüklerini kahraman beller bilir
ceplerinde sapan bir cinnet türküsü değil
ve bütün maniler onları masuma sayarlar
çiçeklenmiş dallara düştüğünden beri hüznün
hep içimde dolanıp duruyor o ilk bahar yüzün….
olmazı olur kılan yürektir sevdiğim
dağların serin koyaklarında saçların
yaylalardan sökülüp gelen topuğunda
gezip tozar pusulasız yıldızların
ve ben dinlerim sen bir daha söyle
bir daha çal vuslatlar la incinen özlemi
ne vakit kendi aklıma yabancı kalsam
avuçlarında ufaldıkça çoğalan nergis çiçekleri
ki onlar gülüşlerinde tomurcuk gamze
resmine dokunsam yetmiyor gözlerime…
diye diye bir daha çarp yüreğime
ıslah olmazım sen uslanmaz say
kehribar gülüşünle
çökerken zeytin ağaçlarına karanlık
işlenmiş oyalı bir mavzer gibi
tüm anılar bir tek yine bize tanık…
sularından geçtim sessiz değildi
düş değil düşkün değildi
derken şimdi çıkmaz bültenlerden
bil cümle gazete ve bildirilerden
talan yazgı ve yeminlerden...bıktım…bıktım…bıktım…
ben belki de oldum bittim künyeme kazılmış bir zararım…
hırçın bir yanı vardır denizin
ayağının değmediği bir kumsal
yatağına akmayan dereler mahzundur
ve kurbağaları öyle üzgün susar
bütün yazılmış rivayetlerde adın
gece devrildi çoktan sözüm kalsın…
her ihtilal de kapıları kıran bildiğim bir şarkısın
beni şafaklarda assınlar yine
kadınımsın…
41sayfa
Yağmur Nasıl Küser..
bir yağmur şehre nasıl küser bunu bulut bilir
kaldırımları köpekler tenha lığımızı sazlar
albümlerden bir bir eksilen resimler gibi
gittikçe kükürt soluyor bu iklimde aşklar
veresiye düşler az biraz şairlerin işi
iyisi / senle bölüşecek birkaç dumanım var
baktığımız bu deniz sanki hiç el değmemiş
kıyısına çarpmamış ışık ve şilepler
gözlerine böyle hangi geceyi sürdün
bak / beni he derimden de beter edecekler…
bütün görkemler gördüğün gök etmiyor işte
selamsız kentler ve suskun köy kahveleri
sonrası birinci şahıs cinnet taşıyan otobüsler
kim bilir hangi durakta kimi kimsiz indirecekler
iç çekme / o gidenler artık geri gelmeyecekler...
bir savaşçı kavgasına nasıl küser bunu yemin bilir
nehirler yüzlerine gamsız bakıp dalarken
kırılan şiirler kemancıların ellerine nasır olur
çalarken şarkıları gömlekleri kir dilleri sus solur
o kir ki yönünü şaşırmış atmacalara açıktan bir leş olur
suç bölüşülmez herkesin hakkı anılar eder
derken kapanır perdeler kendisine döner masallar
ki masalların evi olmaz bu,annelerin yalanıdıR
istasyonda ansızın patlar revolverler anlarsın rengin kırmızı
üşüşür başına demir tetik başlar ,hikayenin süslü yosması…
bütün ölenler gördüğün mezarlıklar etmiyor işte
serviler kadar sallanıyor ömrümüz döşü müze
sönmüş şarap şişesi bırak ay’la kalsın
nasıl olsa ellerimiz yine yolumuza gölge
ağlama / sevincin hicran açar kirpiğin de…
bir yağmur şehre nasıl küser
incinen ve devrilen hikayeler olmalı
iyisi sen beni senle anla
ben gittim köz kalsın sonrası...
Kimse Yoktu..
RÜYALARDA( Yolculuk)
iliklenir gidişin gözlerime tenha bir sığlığa eklenir im
dumanlara boğulur ciğerim soluğunu koyma önüme
tapınaklarda belirir bakışındaki çığlığın
çatlamış sarı kayalıkların içinde sarma beni
yankılarınken sonra taşlıklar da
tamamlansın istemiyorum uçurumların
kirpiklerini kapayan geceyle
eşsiz bir melodiye dönüyor şimdi ormanın dili
patikaları topluyorum adımlarıma
parıldayan gözlerini yitirmiş yıldızlar
bulutları çekmiş üstüne
uzaklardan geliyor sessizlik
uyuyor olmalısın
nerede şimdi el çizgilerimizin nasırlaşma yan yüzü
çekilince anımsayışlar.özlem,körfezinden
hüznün anlamsızlaştırır
oysa sonsuzlukla başlanıyordu gülümsemelere
bir demli çay yetiyordu düşlerde yolculuğa
artık ya silebilecek durgun suları
ya da coşturacak bu yürek
43 Sayfa
Her şeyin üst ,üste geldiği, tıkandığın, nefes alamadığın zamanlarda omuzlarındaki yüklerden kurtulmak istiyor ya insan.
Taş kaldırımlı sokaklarda geçermiş çocukluğu gelir gözlerinin önüne,Evcilik oynadığı, topaç döndürdüğü, çember çevirdiği,Gülen yüzlerindeki güneş yanıkları, daha fazla ne demektir, bilmezdik
Huzur ve şükür bahçelerinde, kağıttan topumuz, bezden bebeğimiz camdan misk etlerimiz vardı.daha bıyığım yeni terlerken sevda nedir, bilmeden sevdiğimiz.uzaktan uzağa sevgililerimiz.olurdu,hatırlı yorumda,Az mı takıldı yıldız uçurtmalarımız komşunun bahçesindeki dallara, titrerken yüreğimiz..
Şimdi bir yudum sevgin, bir yudum elâ bakış ve bir yudum gülüşün,Bir sohbet dolusu yıllanmış mezelerimiz yaşanmışlıklarımız olsun,Varsın, öylesine sarhoş, geçip gitsin günlerimiz,Gel, şerefe deyip çınlatalım, boşalsın dudaktan kadehlerimiz..
İşte o gün, bugün!
sabah uyandığımızda, sanki boynumuzu birileri çekiştirip nefessiz bırakıyor gibi, yapmak zorunda olduklarımı biliyorum ama bunu hafifletmenin bir yolu yok mu? En azından boğazımı sıkmasa o şey, her neyse…Önce kolumdaki saati fırlattım attım. Zaten her yerde saat var yahu! Metroya binince ekranda, iş yerine gidince duvarda, hiç durmadan elimde tuttuğum ve sanki bırakırsam dünya duracakmış gibi davrandığım cep telefonumda, her yerde zaten saat var,
neden hala saat takıyorum ki dümensiz gemilerle açılmadım mı gençlik yıllarımdan beri yaşam denen uman açık denizlere Ne dalgalar yedik bodoslamadan, ne rüzgarlar uçurmadık mı saçlarımızı,Ne yalancı limanlara sığınmadık mı? fahişelerle dolu. Gün oldu; sevda rüzgarlarına aç kalmadığı yelkenlerimiz,Güneşe hasret günler yaşadık mı?o zamanlar deniz feneriydi yol gösteren, karanlığa ışıktı gözlerimiz.şimdilerde ne oldu,İstersen gel, günü yaşayalım şimdi,
Bırak, öpsün çıplak ayaklarını çapkın dalgacıklar,Bırak, kumsal da sarhoş olsun koklayıp teninin o kadın kokusunu.Bak, gün batışı aksetmiş yüzüne, şimdi saçların kıpkızıl,Varsın kızarsın yanakların, tuttukça ellerini tutuşan yüreğinin ateşiyle,Varsın, bir yandan hüzünde girsin dalgın bakışlarıma,Aldırma, sen,eflatun akşamın eflatun sevgilisi ol, dol avuçlarıma..derken
aynanın yanında takılı siyah beyaz resmine bakıp iç geçirdim .
Sonra şöyle derin bir nefes aldım. Çektiğim oksijenin ne kadar temiz olduğuna falan bakmadım. Bugün kafayı bu saçmalıklara takılmayacaktım Elimdeki şartlar ne olursa olsun! İ yaşam da denen bu kargaşanın ortasında, tüm koşuşturmanın içinde , Çözüm dağ başına gitmek değil! Zaten bu bir seçenek olmadı en azından benim için!Derviş olmak niyetim yok, sadece var olan yaşamın içinde kendime biraz daha yer açmaya çalışıyorum, belki hepsi bu!O derin nefesi alırken, hani şu bir zamanlar öğrenip cebime koyduğum doğru nefes alma tekniğiyle yapıyorum. Öğrendiğin ve biriktirdiğin ne varsa, bir gün işe yarıyor işte…
Hayatın zor olduğunu düşünmüyorum, sadece kendime yeterli alan açamadığımı düşünüyorum. O zaman bunu değiştirmek için hemen şimdi bir şeyler yapmalıyım.
44,sayfa
Tam bu sırada arkadaşım arıyor. Muhtemelen yine yaşadıklarından şikayet edecek ve bu sefer ben onu dinlemeyeceğim. O negatif tavrı, bugünün enerjisini çalamaz. Telefonu açıyorum ve ilk şikayet cümlesinden sonra: “hayatını değiştirmek için harekete geç, yoksa şikayet edip durma, bu sadece beni zehirliyor” senin acılarını tazeliyor diyerek telefonu kapatıyorum.
Oh be, özgürlük!
O sırada çöplerde yemek arayan bir kedi görüyorum. Hemen markete girip birkaç dilim salam kestiriyorum. Birkaç dakika sonra ben ve o pis sokak kedisi iyi arkadaş oluyoruz ama buradan sonra yola devam etmeliyim, o kedi de!
Belki hayat da böyledir işte! Sen aramaya başladığında, yukarıdakiler aradığını görüp gidip marketten sana biraz salam alıyorlardır. O sırada yağmur yağmaya başlıyor. Acaba bu düşündüklerimin doğru olduğunu anlatmak için bir işaret mi?
Her neyse! İşe gidiyorum ve bugün her şey düzgün gidecek, gitmese bile fark etmez, ben boynumdan birilerinin beni çekiştirmesini istemiyorum.Hayat bu, elbette aksilikler olacak ve elbette benim de hayatımda her şey tam olmayacak. Öyle bir yaşam modeli mi var? Sen dışarıdan bakıp tam sanıyorsun başkalarını, oysa herkes eksik, herkes kusurlu, herkes yarım çünkü insanız!
Bugün bir şeyleri değiştiriyorum! Pozitif yanımı gündeme taşıyorum , geniş bakıp olayları net yorumluyorum ,Aha da boğazımdaki daralma hissi yok oldu . Ve iş yerine geldiğimde fark ettim ki; hiç telaş yapmadan, sakin yürümeme, herkese yol vermeme, acele etmeme rağmen, vaktinde buradayım. O zaman bunca yıldır neden gergin ve sinirli yolculuklar yaptım ki diye kendi kendime gülümsüyorum?
45 SAYFA
Acaba kalbime de bu yöntemi öğretirsem, bugüne kadar yaşadığım o saçma ilişkilerden, beğenmediğim olaylardan bireylerden kurtulmama yardımcı olur diye düşünüp, bakarsın yaşlardakilerine dikkatini çeker de göz ucuyla, cevrimizi ve dünyayı süzüyorum . Bakarsın ki akşam giderken alışveriş merkezine uğrar yeni acılan açılışa özel aşk marketinden bir güzel dilim de pastada bana ikram ederler , kim bilir?her şeye rağmen,
ben değiştim artık !!ya siz?
biçare halden kurtulmak ne güzel olurdu..yaaa
ellerimi açtım sema dualar ettim mevlaya,cemre ile haber saldım,dilek ağacının dallarının altında
bekledim,Biraz rüşvet vereyim dedim bu ağaca ümit bağlanmayanlara; esmeyen lodosa ,yağmayan yağmura içten samimi dualarla
Kaç gün geçmiş yıllarımın içinde?Kaç bahar bitirdim, sonbaharın dilinde. Kaç kışa beyaz örtü örtmüştü ,yaratanın emri ile;Usul usul yaşamanın hazını tatmak lazım tüm insan fan isine.
aşk, ile inanç,sevgi, adalet bizde o Çocuk gülüşü yüzümüzde. Kibir , hainlik ,kötülük,dipte
İnsanoğlu , ,her yaşadığı dönem de,Güzel olana hayal kurama masa ,kuruşsuz ederinde
önce inancını yaşamalı,eksisi ve artısıyla
Büyüklerime olan saygım devam ediyordu ama benim düşüncelerime ve hayat tarzıma da saygı duyulmasını istiyordum. Ben bir gençtim. Aklım, fikrim, bilgim ve düşüncelerim de genç ve tazeydi. Hayat yolunda kimseden yardım almadan yürüyebilirdim. Gençliğimin her anını dolu, dolu yaşamak, hayatın tadını çıkarmak istiyordum. Yürüdüğüm yollar, gezindiğim yerler renk, renk güllerle doluydu. Sanki bir zafer kazanmış kendi ülkemde hızla yol alıyordum.
Gitgide ılık ve güzel günler yerini serin ve kara bulutlarla kaplı bir havaya bırakıyordu. Sararan yaprakların hüzünlü hali ruhuma da aksetmişti. Kabına sığmayan deli yüreğim, sakinleşmeye, daha yavaş ve yorgun atamaya başlamıştı adımlarını tabii ki
buna bağlı duygu ve düşüncelerde değişiyor bedenimle beraber gelişiyordu artık daha farklı düşünebiliyor daha saygın karalar alabilip yorumlar yapıyordum.
Sözümüz er meydanlarını şenlendirirken hitap ve yeteneğimiz gelişiyor davamız içindeki toplulukların gözünde büyüm emenin hazzı ile coşarken bendedir mekan bana emanettir!Şuuruna erecek, Bir gençlik devlete milletinin büyük çaba ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecdi, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ham yobaz elinde denetleyici; son bir asrını da,
Allah’ın kuranında bel hum adam dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, türkü madde planında kurtardıktan sonra ruh planında helak edici tam dört devre bulunduğunu gören... Bu devreleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi. Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik... Gökleri çökertecek ve yeni kurbağa diliyle bütün dik eyleri yatay hale getirecek bir nida kopararak mukaddes emaneti ne yaptınız?
46 SAYFA
Diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir dininin, dilinin, beynin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, duvarında hakimiyet hakk’ kındır düsturuna hasret çeken, gerçek öcünün davacısı bir gençlik, halka değil hakka inanan, meclisinin adaleti bu inanışta ve halis hürriyeti hak’ka kölelikte bulan bir gençlik ekmekçiye benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıtamaz ve yardımcı olamazsın! ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla,kendi kendine halk’ı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başıboş bırakılamaz sın!kapitaliste ise:Allah buyruğunu vs resul ölçüsünü kalbinin ve kasanın kapısına kızamadıkça serbest nefes bile alamazsın!intiharını edecek...
kökü ezelde ve dalı ebede bir sistemin,aşkına,vecdine,,estetiğine,irfanına,idrakine sahip bir gençlik Bir buçuk asırdır yanıp kavrulan, bunca keşfine ve oyuncağına rağmen buhranını yenemeyen ve kurtuluşu arayan batı adamının bulamadığını,
türkün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını çözecek ve her sistem ve mezhep, ortada ne kadar hastalık varsa tedavisinin ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin İslam da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna,
İslam alemine ve bütün insanlığa numunelik teşkil edecek bir gençlik.
Kim var? Diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert’ben varım! ‘ cevabını verici, her ferdi’denim olmadığım yerde kimse yoktur! ‘ duygusuna sahip bir dava ahlakını parıldatmış bir gençlik..
can taşıma liyakatini, canların canı uğruna can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette strateji ve taktik sahibi
büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle,zifiri karanlıkta,ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin bir gençlik.bu gün komik üniversitesi,hokkabaz profesörü,yalancı ders kitabı,çıkartma kağıdı şehri,müzahrefat kanalı sokağı,fuhuş albümü gazetesi,şaşkına dönmüş ailesi ve daha nesi ve nesi,hasılı,güya kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden silkip atabilecek
kendi öz talim ve terbiyesine,telkin ve temriye sine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek,tek başına onlara karşı durabilecek ve çetinler çetini bu işin destanlık savaşını kazanabilecek bir gençlik...Seksenli yıllar… İhtişamıyla, tüm saflığıyla ve taptaze düşlerin henüz yeşermeye başladığı vazgeçilmezim.
Yaşadığımız çağın soğuk ve kasvetli duvarlarından mı kaynaklanmakta geçmişe duyulan özlem yoksa sahteciliğin tavan yapmasından mı? Bir gerçek daha var ki; ne varsa düşlediğimiz parmağımızın bir tık ucunda. Hele ki; İnternet dünyası dediğimiz sanal yaşam, toplu mesajlarla yapılan kutlamalar ve o gizemli dünyanın görünmeyen, gizemli milyarlarca kahramanı. Evet, ben de onlardan biriyim. Ve her ne kadar yadsı sam da sanal kimliği ve kimliğimi işte, düştüm ben de en sonunda bu dipsiz kuyuya. Ve çoktan sorgulamayı da bıraktım her ne kadar ensemde hissetsem de gizem dolu bakışları. Topu topu iki yıldır yüzmekteyim bu sanal akvaryumda. Kimine göre okyanus kimine göre bir kavanoz. Bozuk para biriktirir gibi hayaller ve sevgiler sığdırıyoruz bu boş kavanoza. Peki, doluyor mu, ne dersiniz? Gerçi ben pek çözemedim. Ama ne yalan söyleyeyim halen bir servet sahibi olma hayali çoktan çöreklendi içime. Hayır, hayır sandığınız gibi maddi bir birikim değil hayalini kurduğum. Zaten ne zaman zengin olmayı becerebildim ki ya da becereceğim ki… Yok, yok iflah olmam ben. Ama mutluyum her halükarda her ne kadar ara sıra görüntü kaysa da.
47 SAYFA
Ufacık bir tebessüm, bir selam almışsam ötesi yok benim için. Sanal dünyadan bahsederken geldiğim noktaya bakar mısınız… Affola, fakat her halükarda nörotik bağlantı kurmasam olmaz konudan konuya geçerken. Akabinde sorar yakınımdakiler:’’Nereden nereye geldin?’’
Huyum kurusun, hep sevmişimdir kanguruları. Lakin onlar gibi zıp zıp zıplamadım mı bir ömür boyu ve bir yürek dolusu. Tek farkla ama: Onlar ceplerinde minik yavrularını taşırken ben ne varsa biriktirdiğim ve düşlediğim tıkmaktayım torbama. Bu arada, bir konuda anlaşalım. Asla yalan koymadım torbama bu güne değin. Hüznümü de koydum sevincimi de. Yeri geldi mi şen kahkahalarımı ve yeri geldi mi gözyaşlarımı. Duyuyorsunuz değil mi, o küçük ve mızmız kız çocuğunun sesini?
Kendime bile yalan söylemezken nasıl olabilir bir yalan torbam. Varım yoğum, haylaz düşlerim ve aç gözlü yüreğim. Anlamadığım bir nokta var ki; neden gözlerim değil de yüreğim doymak bilmez. Ama her anlamda ve her duygu babında. Ne gelirse aklınıza katın malzemeyi. Ve yoğurun o ufacık yüreğinizi. Bakın nasıl da kabarmakta hamur. Evet, yüreği kocaman yapan sevginin ta kendisi. Tıpkı kabartma tozu kıvamında. Ne kadar bol koyarsanız o kadar enginlere açılıyor yürek. Aklınız varsa bol tutun malzemeyi. Ve geldik duygu katmanlarına. İlla ki pozitif mahiyette olsun, lütfen. Yermeyin de sızlanmayın da hele ki; kin, öfke varsa çıkarın hamurun içinden. İyice çırpın ve koyun güneşin tam da altına. Öyle ki, nasiplensin ışıktan ve aydınlıktan. Gece ya da gündüz aynı etkiyi göstermeye devam edecektir, emin olabilirsiniz.
Seksenler, sanal ortam ve erişilmez nokta: Sevgi…
Bakın yine çıktı karşımıza bu eşsiz mefhum. Nasıl çıkmasın ki. Değil bir gün bir an bile uzağında durmak mümkün mü? Kim kimi ya da neyi sevmek istiyorsa sevsin sevebildiği kadar ama yeter ki bu dürtüyü çıkarmasın hayatından. Zira azar azar kaybetmekteyiz özündeki anlam bütünlüğünü. Oysa ne çok duyguyla paralel seyretmekte. Ve bir o kadar da uzağında tüm menfi duyguların.
48 SAYFA
Tıkalı bir lavabo nasıl içinde onca atık muhteva ediyorsa tıkalı bir yürek de eninde sonunda yitirecektir mahiyetini. Mümkün mertebe yalıtılmalı ve arıtılmalı ne varsa sevgiye ket vuran. Kim ne derse desin nostalji aşkını doğuran en önemli etmen sevgiye olan açlığımız ve susuzluğumuz. Ve geçmişin ve masumiyetin özlemiyle yanıp tutuşan benliklerimiz.
Ve işte bu yüzden kesişmekte yollarımız özellikle de sanal alemde. Ama yine de temkinli olmakta fayda var. Çoğumuz aç gözlüyüz ama en az ihtiraslarımız, isteklerimiz kadar ruhumuz da öylesine aç ki sevgiye…
Hayır, hayır sahte hiçbir duygudan dem vurmuyorum. İsteyen istediği kadar sahte gülücükler ve sahte mutluluklar saçsın etrafına. Bir bakın bakalım çevrenizdekilere, gözlerinin içi gülüyor mu şen kahkahalarının eşliğinde. O gözlerde ne sahtecilik olmalı ne ön yargı ne kin ne de nefret.
İşte tek formülümüz özellikle içinde bulunduğumuz asrın. Herkes buna vakıf olabilseydi ne kendimize ne de çevremize yabancılaştırdık.
İçten bir gülümsemenin yerini ne tutabilir ki? Bunu başardığımızda ne geçmişi anacağız ne de hayıflanacağız. Eğer ki son sürat devam ettirirsek bu zafiyetimizi korkarım ki anımızı, günümüzü bile özler olacağız.
Haydi, kocaman bir tebessüm yerleştirin yüzünüze ve aynı anda ışıldasın gözleriniz. İnanın ki hiç mi hiç zor değil…
annesi,babası,ninesi,dedesi de içinde olsa,gelmiş ve geçmiş bütün eski nesillerden hiçbirini beğenmeyen,onlara;siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka Müslümanlar ısınız!gerçek Müslüman olsaydınız bu hallerden hiç biri başınıza gelmezdi! Diyecek ve gerçek Müslümanlığın ne idi ünü ve nasılını gösterecek bir gençlik.
Tek cümle ile Allah’ın, kainatı yüzü suyu hürmetine yarattığı sevgilisinin alemleri manto gibi bürüyen eteğine tutunacak, ondan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak, barınak tanımayacak ve o’nun düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye layık görecek bir gençlikti, bu gençliği karşımda görüyordum sanki.
Maya tutması için kırk küsur yıldır, devrim temel kodamanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığı m, kıvrandığım ve akıl ile vicdanımın zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah’a hamdı etme makamındayım.
Bundan böyle senden beklediğim, manevi babanın tabutunu musalla taşına,
49 SAYFA
Anadolu kıt’ası büyüklüğündeki dava taşını da zamanı geldiğinde gediğine i koymamızdır. Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes!ey kahpe rüzgar artık ne yandan esersen es!.diye düşünüp dikte etmeye çalışırken kendi dünyamızdaki büyük hayallerimizde,
böyle olmalı idi bu şeklinde düşünebiliyorduk bana göre zaman küçük yüreğimizde kopan fırtınaları hesaba bile katma gereğini duymuyordum
bu arda küçük erkek kardeşim kaçış olarak askeri okulları tercih etmiş.kız kardeşim hemşirelik yatılı okulunu tercih ettiğini söylüyordu ailem ellerimin arasında su gibi akıp gidecekti esas oğlan kendisi feda etmek zorundaydı bir arada kalmalıydık ayrılık ölümden beterdi biz kardeşten öte birbirimizin hep anası hem babası idik yengem biz( bibi) deriz.
son aylarda teyzelerin kümesi ve babama cephe alması ile boşalan boşluğu doldurmaya başlamıştı artık sık, sık bizde görüyordum amca kız gülde bize yardım ediyordu sanki bizim ailenin ferdi gibi ama onunla hiçbir ortak yanımız yoktu ve ona bu ile geldiğimizden beri içim hiç ısınmamıştı son çocuk olması 8 kardeşin en küçüğü ve amcamın şımarık ukala kızı olarak görüp hiç muhatap olmuyor onu yok sayıyordum.
bu arada alacaklar gelmiyor işler kötüye gidiyordu dükkanda ben maaşımı anneme ev katkısı olarak veriyordum kardeşim sınavları kazanmış gitmesi kesinleşmişti eve erken geldiğim bir gün aile meclisi amcalarım, babam cenahının hazır olduğu meclisin aldığı kararla artık bende çift kişilik olmuştum benimde yaşayamadığım ve anlamadan gecen çocukluk veya gençlik adını sen koy yıllar bitmiş nişanlı bir gençtim bu iş fazla uzamadı.
8 ay içinde evli bir adamdım, dükkan kapanmış kardeşim gitmiş. Ben işime devam diyor hem ide üniversite hayali ile tutuşuyordum başlayacağım üniversite Ankara da olduğundan. Tekrar Ankara ya taşınacak veya her gün ben gidip gelecektim 1.5 2 saatlik yolu zaman akıp giderken bizde ona ayak uydurup bahane hazırlıyordu adını kader koymuştuk. Burada kazandığım deniz harp okuluna gidememiştim nedeni evli olmamdı.
49 SAYFA
Ama bizim hayır bildiklerimizde şer, şer bildiklerimizde hayır vardır hadisini hatırlayarak yola devam kararı almıştım. İki karpuz taşımaya alışık olduğumdan ve okulla işin birde evliğin arasında kalmıştım.
İş mutlak Ankara olmalı ya da okulu bırakmalı idim hem bitse ne olacaktı ki daha sonrada okuyabilirdim. Diye düşünürken zamanı tüketip farkına varmadan yırtıp attığımız takvim yaprakları gibi bir iki yılı daha geriye atmıştım.
Devamsızlık ve siyasi olayların gündemden düşmediği 80 yıllar sanki bizim kaderimizdi ve kader ağlarını örmüş bu ağın dışına çıkamıyorduk. Bu ağı parçalamam lazım idi babamın şu sözü kısmetten öte yol gitmez sözü gözümün önünden gitmiyordu.
Bir düzenim olmalı idi askerliğim gelmiş ve ben bir baba adayı idim. Daha hayatı bile anlamamıştım ki. Baba olduğumda tarih 1984. 5 ayı gösteriyordu. Ben baba olmuştum yani çok büyümüş ya hani. Ama beynimde daha yol haritası yok ben hala işçi idim. Sabah kalktım artık ne okul nede işti.
Gelin kayna tartışması ve olaylar beni bunaltmış. Erimeye başlamıştım. Ayrılık zamanı gelmişti ama askerlik ve geleceğim oğlum, anlaşamasak ta eşim birçok sorun vardı beklide herkesten her şeyden kaçmak kurtulmak ve yeni hayat lazımdı. Karar alınmıştı uygulama zamanı idi ve bende öyle yaptım uyguladım.
Neye göre önce ben kimdim ne istiyordum. 5.n.k. inancım neydi ve yaşadıklarım ve yaşayacaklarımı? Yazdım - + olarak benim inancım elhamdülillah Müslümanım.
Ve o öyle bir din ki kimseyi çaresiz koymuyordu kalpten inanın. Okuduğum bir hadiste diyordu ki dünya ve ahirette ki mutluluk afiyet, Salih ve Saliha eşler bağlıdır ama benim bu ana kadar seçme ve seçilme hakkım olmamıştı.
Her şeye yeniden başlaya bilir yaşantıma yol verebilirdim düzen kurabilirdim. İnançlarıma doğrultusunda, gençtim ve kişiliğim artık oturmuş kendimi ve ne istediğimi tartabiliyor azimle bu doğrultuda ilerleme gücünü kendimde görüyordum. En kötü kararın bile karasızlıktan iyi olduğunu düşünüp yaşantımı inançlarım doğrultusunda düzenleme kararı vermiştim.
Beni hiçbir engel yıldırıp korkutmayacaktı. Yine bir hadis eğer yaşmak istiyorsan tedbirini al takdiri yaratanına bırak. Neticede bana yol gözükmüş çareyi bulmuştum. Önce eşimden sonra anne ve babadan ayrılacaktım. Eşimden ayrılmam çok zordu onun bende bulduklarını kaybedersem o zaten beni bırakmış olacaktı gecen 4 sene bana bunu öğretmişti.
50 SAYFA
Zaten sorunlu ve siyasi görüş nedeni ile sıkıntılı olan okulu yediğim dayak sonrasında kaldığım hastane odasında bırakma kararını verdim, arkasında işi bıraktım planlı olarak. Arkasından da eşimi. Sonra da başımı gittim, giderken de hayallerimi duygularımı düşüncelerimi dahası kendimde yanımda görürdüm,
gözlerimi kapattığımda aklımdan geçenlerde şöyle idi bazen kendinizi en kötü hissettiğiniz çok karanlık bir günde bile iki damla gözyaşı, iki güzel söz içinizi aydınlatır tan yeri sabahları gibi bedeninizi veda ya hazırlandığınız içinizden hiç de gelmeyen bir veda yı başlatırken sizi gözden çıkardığını düşündüklerinizin veda zamanını nasıl beklediğini hissettiklerini anlatmaları ve gözlerindeki o sevgi ifadesini yakalamak belki de dünyanın en güzel veya en acı hislerinden biri olup, bir emeğin arkasından terk etmeye hazırlandığınız mekanın başlangıç yıl dönümüne denk gelmesi de ayrı bir acı olarak yer alıyordu içimde.
Bir hesaplaşmadır içinizdeki, Ne zordur yanlış anlaşılmalar ve kendinizi anlatamamak, hatta fırsat verilmezse ne denli acı verir kimse bilemez. Ben buyum bile dedirtmezler kötü kadın müzeyyen ’e bile (müzeyyen bizim mahallenin en dedikoducu kadındır).
Bir umutla başlarsınız yeni bir hayata, dar sokaklar içinde kaybolmuşken bir aydınlık yakalarsınız en sevinçli sinden, bağlanır gidersiniz kaptırırsınız kendinizi yorgun saatlere, anlaşılmaz derdiniz hedef olursunuz kötü sözlere damgalanırdınız kimse görmez kendi feryadından, olanları fark etmezler bile.
Etrafınızın ne denli çukurlar içinde olduğunu görür ve sessiz kalmayı, susma hakkınızı kullanırsınız bir süre, katlanmaktır çaresidir imkansızları yenmenin susmak kimse bilmez.
51 SAYFA
Bir yazı yazarlar alnınıza silinmez. Sürdürürsünüz bir gün, bir gün daha dersiniz, bir şans daha verirsiniz kendinize ve attıkları her tokadın karşısında bir gül verirsiniz onlara, gülü koklamadan koparıp dikenini verirler elinize ve avucunu sık der kanamalarımızı seyrederler.
Dayanabilirsiniz bir süre gücünüz yettiğince. Hayatın size neler yaşattığını kimse düşünmez çünkü her biri kendi dünyasındaki çiçekler için su doldurur testisine, sizin testiniz çatlakmış kırılmış kimse görmez, görse de aldırmaz kendi telaşından başını kaldırmaz.
yaşarsınız yaşamasına da her gün bir parça kopar içinizden bilirsiniz ve artık ayaklarınız geri, geri gider kurduğunuz düzene. Sabah kalkmaları eza dır geceyi uzatır gündüzden kaçarsınız. Yeni umutlar yeşertmeye çalışırsınız kendinize debelenmeye başlarsınız hayatı idam esinde. Bir kaç tanesini yok sayarsınız ya diğerleri dağlar yüreğinizi. Dalmışken kendinize bir çift göz süzer sizi ve iki damla gözyaşı hediye eder, sizden de o alır sevgisini ve ’ en kötüsü geride kalmak’ der.
Yoklarsanız kendinizi şimdi iyi miyim kötü müyüm, mutlu mu mutsuz muyum diye duygu seli içinde boğulursunuz, okyanusta fırtınaya kapılmış sürüklenen kuru yaprak misali. Her şeye rağmen ve en sonunda duymuşsunuzdur duymak istediklerinizi. İki dudak arasından dökülen o güzel sözleri. Gittiğinize üzülen, sizin kendinizi hiç sevmediğinizi sandığınızın anne ve babanızın kardeşlerinizin tek bir ağızdan çıkmışcasına dudaklarından dökülenlerdir güldüren yüreğinizi
Belki de hata başından beri sizdeydi ve hiç fark etmediniz. Belki de yüreğinizi hiç açmadınız ve hep uzak durdunuz içten içe çok sevdiğiniz sözleri ile sizi uzun zamandır yaralayana, siz yasak koydunuz farkında olmadan.
Oysa ne kadar da yaklaşmak istemiştiniz onlara, nasıl uzaktan sevmiştiniz ve her yanlarına gittiğinizde nasıl da hayal kurmuştunuz ve nasıl da hayal kırıklığı ile geri dönmüştünüz. Anlaşılamamanın derin üzüntüsünü hep kendi başınıza yaşadınız ama hiç yaklaştırmadı ki sizi yanına bunu da gördünüz, başka bir zamanda başka bir boyutta ve başka bir alemde olabilseydiniz belki beni severdi diye düşündünüz,
hep hayal etmekle
,53 SAYFA
Göz açıp kapayıncaya kadar geçti bunca zaman ve hiç anlaşılamadan vazgeçtik,Veda dalardan Hiç kazanamadığınızı düşünürken kazanmışız ve kazandığınızı düşünürken de kaybetmişiz, Ve neyi kazanıp neyi kazanamadığınızı sadece hesaplarken arkanızda gürültülü bir sessizlik bırakmışız.
yaşadıklarımda beni hiç rahat bırakmamış oysaki yalnızlığın tadına vardığımda.
Ne yaşadım ömrümde ne bıraktım geriye bilemez ki, Boyumu uzattım yıldızlara değdirdim elimi gizlice görmedi. Estim fırtınalar koparttım gönlümde hissetmedi, Bağırdım avazım çıktığı kadar bağırdım sağırdı duymadı, Yüzme bilmediğim okyanuslardan kurtarmadı,
Tek başına olmanın yalnızlığa ayak diremenin zanaatını öğrendim yalnız geldim bu dünyadan yalnız göçeceğim olmayacak yanımda, hiçbir şey ve hiç kimse olmayacak düşünceleri içinde ömür verip yaşadığım şehri terk ettim 4 ay gelmedim.
Duydum ki dedemi kaybetmişiz döndüm cenazeye bile yetişemedim arkasından fatihayı şerif ler ile dualar gönderiyorum. Allah ım seni çok seviyorum bizi ve bizim soyumuzu ve bizden gelenleri doğru yola ulaştır; kulaklarım, gözlerim ve zihnimin işgal altına alındığı bir devirde seviyorum
İstem elerim olmasa senin için bir ehemmi yetim olmayacağını bilerek geldim kapına. Ve bunun için bağlıyım adına. Nasıl ki en çok alnım yere değdiğinde hissediyorsam seni, öyle bir anda kapatmak istiyorum gözlerimi. Seni razı edecek bir gün istiyorum senden.
Ey “saltanatında kadim” olan adın düşüyor aklıma. Adın ki kuluna uzak olmayan… Adın, esirgeyen ve bağışlayan, arının karnını yazan kudret ile semaları tanzim eden kudret aynı eldir.
54 SAYFA
Kapkara bir gecede kapkara bir taşın üstündeki kara bir karıncayı gören de o’dur. Varlığın bir sebebi vardır. Sebebin de bir sebebi vardır. Ve her şeyin sebebi de büyük adındır
Sen olmasan, sınırsız sema göz bebeğime nasıl sığardı? Varlığımın sebebi, kalbimin sahibi, musibet imin ümidi sin. Rahle deki kitap, neydeki nefes, içimdeki ses adını fısıldıyor. “ismine sığan her şey kendisinden azdır.”Adın “baki”, adın “kafi”…adın en güzel isimler sahibi…“kimi sevsem, sensin.”Bilirim ki kainata dağılmış bütün sevmeler isimlerine karşı verilmiş bir muhabbettir.
Vaha sandıklarım çöl oluyor, kıyılarıma vurup giden insanlar anlamıyor beni. Kuyularda kalıyorum, yardım eden olmuyor. Bir adın kalıyor her şeyden geriye. Ben kuyuya düşsem sen kovanı sarkıtırsın bilirim. Menzili vefa olan bir bağı var dostluğunun yazın buharlaşma yan, kışın donmayan, sonbaharda yapraklarını dökmeyen bir dostluk dostluğundan cesaretle istiyorum senden: ne olur sana en güzel göründüğüm an, al beni yanına aşk susturduğu oranda büyür, büyüdüğü oranda susturulmuş. Susuyor, seni dinliyorum. Adın için yaşıyorum Adın ki bir emanet dilimde. Adın ki, eksilmeyen tek kelime diye sıkça dua ettiği geldi bir an aklıma.
Allah rahmet etsin. Bu zaman zarfında daha başka ölen ve doğanlar olmuş hayat devam ediyor işte çünkü kıyamet kişinin kendisinin zora girmesi imiş işte. Boşa gecen bir ömrün kesit sayfaları böyle imiş
Gelmemle kor haline dönen ateş alev aldı Babam bana hakkını haram etti eğer yuvama dönmesem, İşte bir hadis daha aklıma geldi (eğer anne ve babası yanında iken cenneti kazanamayan insan kayıptadır)emir büyük yerden ve yine fedakarlık zamanı idi.
Geri kazanım dünyaya ve aileme karşı bana karşı boşa tüketilecek hayata sil baştan başlama zamanı idi, yada birey olan benim kişiliğini unutup kendini tarihe gömdüm başkaları için yaşama zamanı başlamıştı. Eşim gelmişti ve benin eşimden ve aile hayatından beklentilerimde şöyle şekillenmişti .çevremize şöyle bir göz attığımızda hayat herse ye rağmen devam ediyor evlilikler de şöyle şekilleniyordu: ideal bir baba, mükemmel bir kadın olacağını, üstün vasıfları sayesinde baş tacı edileceğini umarak, çoğunlukla da severek-anlaşarak yuvalar kuruluyordu. Kısa sürede nikah masasına oturanlar olduğu gibi, yıllarca karşı arkadaşlık(!)
56 SAYFA
Ederek birbirini tanıdıktan sonra da evleniliyor. Yada anne ve babasına boyun eğip görücü usulü ile neticede hepsi aynı kapıya çıkıyordu iletişim ve niyetler güzel, başlangıçlar güzel.
Peki ya sonra? Mutluluk coşkusu nasıl oluyor da bir huzursuzluk kabusuna dönüşüyor? Akıl almaz yıpratma senaryoları icat olunuyor, nasıl “aile” olarak adlandırılan ulvi kavram psikolojik bir savaş ortamında katlediliyor?
Eşler birbirine öyle nahoş muamelede bulunabiliyor ki, yıllarca güzel geçinmiş iki insan günün birinde eşine “seni hiç tanıyamamışım” diyebiliyor. Evlilik sürecinde gerçekten de değişime uğruyoruz, yani mecburen değişmek zorunda bırakılıyoruz
Neden? Bırakın başkalarını, Allah rızası diyerek, Peygamber’imizin sünneti diyerek, ibadet niyetiyle kurulan yuvalardan dahi kara dumanlar tütüyor. Umduğunu bulamayanlar, hayal kırıklığına uğrayanlar, sonradan aklı başına gelenler, gözü açılanlar, rahatı sindiremeyenler oluyordu
olan çocuklara oluyordu peki bu Çocuklar ne olacaktı?
ister kavga gürültü devam etsin, ister boşanmayla sonuçlansın, nihayetinde olan çocuklara oluyor. Bir denge kuralı vardır, çocuk düşünür: ben annemi seviyorum. (+) ben babamı seviyorum. (+) devamında, anne ile babanın arasındaki bağın yada ilişkinin de (+) pozitif yani olumlu olması gerekir. Sözü edilen ilişkinin yönü olumsuz ise bir tutarsızlık vardır. Anne ile çocuk veya baba ile çocuk arasındaki sorunlar çözülebilir. Ancak, bazı anne babalar bir çocuk kadar da olsa makul düşünemedikleri için sorunlar çığ gibi çoğalır, gider...
Halbuki çocuklar ne kadar çok seviliyordur! Evde her şey yolunda giderken çocuklar baş tacı, ayrılık söz konusu olunca birer ayak bağıdır. Ayrılık durumunda çocuklar iki şekilde kullanılmaya mahkumdurlar:
çocuğu hangi taraf aldı ise, en kısa zamanda karşı tarafa nefret duymasını temin etmek. İkincisi, yüreği cız etse de çocukları karşı tarafa terk edip, kendi yoksunluğunu hissettirerek kendi kıymetini bildirmeye çalışmak...
bu iki tavrın dengeli ve sağlıklı bir orta noktasını uygulayabilmek ne yazık ki pek mümkün olmuyor. Hangisi yetişkin? Anneler bazen çocuklarına ilişkin sorunları dile getirerek çözüm önerisi bekliyorlar. Okula ilgisizlik, söz dinlememe, başarısızlık, şımarıklık, içe kapanıklık, istenmeyen davranışlar ve benzeri..
.58 SAYFA
Sohbet biraz derinlere indiğinde ise, maalesef şu kanaat hasıl oluyor: “çocuklar gerçekten dayanıklılar. Hatta bazen öyle olgun bir tavır takılabiliyorlar ki, adeta bir psikolog gibi anne ya da babalarını dinleyip, anlayış gösterip, onları yönlendirip yuvanın dağılmasını önlemeye çabalıyorlar.” Aslında durum çok basittir.
Beş yaşında bir çocuk ne annesinden ayrılmak ister ne de babasından. Kime sözünü dinletebilecek se ona boyun eğer. “anneciğim beni seviyorsan ne olur babamdan ayrılma” diye yalvarır.
ergen olmuş bir evlat, her ikisini de karşısına alıp “siz ayrılacaksanız ikinizin de yüzüne bakmam veya beni yok bilin” diye haykırabilir. Kendini bilen insanlar için evlatlarından bu tür sözler duymak ne utanç vericidir. Ve şüphesiz ve mutlaka karşı taraf suçlu, kendisi masumdur farkına varmadan bir karar verirler: “boş anmalıyım.
anam babam bana sahip çıkar, çocuklarıma onun yokluğunu da hissettirmem.” Erkek ise kısa zamanda ideal eş ve evlilik hayalleri, kadın da bir iş bulup kendi ayakları üzerinde durma, yani bağımsızlığını kazanma fantezileri kurar durur. Süreç artık başlamıştır. Adeta bir bilim adamı gibi ev içinde cereyan eden tüm süreçler, bu tür yargıların desteklenmesi için delil olarak hafızalara kazınır. Ayrılık gerçekleşip murat hâsıl olduğunda(!) İse, ortaya çıkan tablonun insanı mutsuz etmenin çok ötesinde, ciddi ruhi bunalım ve hastalıklar için çok elverişli bir zemin olduğu ve ikinci evliliklere rağmen birinciye ait sorunların kişileri mutsuz etmeye yetip arttığı da tecrübe edilmiş olur. İyi ki “kader” tesellisi var.
59 SAYFA
Olduğumu hissediyorum bugün uzun zamandır unutmuşum sanki mutluluğun anlamını bile,ama bugün sanki benim için bambaşkaymış gibi içimden bir ses artık hep böyle olacağımı söylüyor.,ve ben bunu duydukça bir şey oluyor sanki ,içim o kadar rahatlıyor ki birdenbire anlayamıyorum bile yarın yepyeni bir hayata başlamaya karar verdim hatta bugün neden yarını beklememeliyim ki mutluluğumu bozacak hiçbir şey yokken,neden kendimi üzeyim ki benliğimi hissetmeye başladım sanki,kendim için yaşadığımı fark ettim bir an ben üzülünce bazılarının mutlu olduğunun farkına vardım en önemlisi de gerçek dostlarımı anladım sanırım.
ve bu bana o kadar rahatlık verdi ki yalnız olmadığımı hissetmeye başladım .evet ben de mutlu olmaya karar verdim her şeyi unutup yepyeni bir hayata başlamaya,beni sevenlerle olmaya ben üzülünce mutlu olanları yıkmaya,hayata karşı koyabilmeye en önemlisi de hiçbir şeyin kendimden önemli olmadığına,gücümün asla tükenmeyeceğine inandım mutluluğu hissetmeye başladım artık,sonsuza dek kimsenin beni üzmeyeceğine söz veriyor sanki tekrar kucağını açmış beni bekliyor haydi gelsene hala ne duruyorsun dercesine, yoksa insanın başını taştan taşa vurasım gelir. Paylaşa, paylaşa artan dertler.
Tek taraflı da olsa, aile sorunlarına ilişkin görüşmelerde, mesleki manada psikolojik danışma yapılırken şu olgu çok dikkatimi çeker: daha ziyade hanımlar, “dertler paylaşa, paylaşa azalır” zihniyetiyle, pek çok arkadaşıyla bu özel mevzularını konuşurlar. Kendi aile efradı da dâhil olmak üzere, bazı kişilere dayanırlar, “doğru” yaptığına dair kuvvetli destek alırlar. Hatta “o öyle yapıyorsa sen de böyle yap” diye misilleme tavsiyeleri alınır. Yemek tarifi gibi kocaya karşı koyma yöntemleri öğrenilir. Karşı taraf birlikte yargılanır, kesin suçluluğu tescil edilir, onaylanır. Bu arkadaş/sırdaş danışmanlara göre onun hataları incir çekirdeği kadar önemsizdir. Karşıdakinin ise dağlar gibi...
60 SAYFA
Bu arkadaş-sırdaş-danışman konusu bizde gerçekten sosyal bir yaraya dönüşmeye başlamıştır. Bir anda onlarca tavsiye sıralayıveren bu insanların çok ama çok büyük çoğunluğu eskilerin bilgelik ve ferasetinden yoksun oldukları için kaş yaparken göz çıkarırlar. Dahası, karşısındakinin acısını, dertlerini kendi yarası için pansuman olarak kullanarak rahatlarlar. Yüzleri buruk olsa da içten içe haz duyarlar yani. Kendi yapmak isteyip yapamadıklarını tavsiye ederler. Bu yüzden genellikle sertlik, saldırganlık yanlısıdırlar. Ya da kendilerinin hep hayalini kurdukları her şeyi bir anda değiştirecek büyü gibi gayri meşru yollara yöneltirler. Böyle hanımların karşılarına gerçekten onlara yardımcı olabilecek profesyonel bir danışman ya da feraset ehli biri çıkarsa işi gerçekten zordur.
Eleştiriye veya hataları ile yüzleştirmeye hafiften başlamalıdır. Yoksa yüzü allak-bullak olur, nihayetinde kendinin anlaşılmadığını düşünerek danışmaktan vazgeçebilir! Bu aşamayı başarılı geçirip, hataların farkına vardırıp, ikna edip, sıra eşi ile ilişkisini yeniden düzenleme önerilerine geldiğinde, aslında sonradan kadının teselli bulma maksadıyla anlatıp, farkına varmadan kendini hapsettiği aşılması güç bir duvar karşısına çıkar.
Bu, “başkaları ne der?” Duvarıdır. Şöyle düşünür: “ben herkese onu öyle kötülerim ki, şimdi geri dönemem. Dönersem aptal olduğumu düşünürler veya onların yüzüne bakamam!” Eşiyle tekrar barışma kararı alan bir hanım şu noktada kilitlenmişti: “bu kararımı babama nasıl söyleyeceğim?” Oysa bir babanın böyle bir karara kızması değil, destek olması gerekmez mi? Bir kez daha denemekten ne kaybedilir ki.
Atalar boşuna dememişler: insan ne çekerse dilinden çeker.karşımıza geçimsizlik kaynağı olarak getirilen sebeplerin içeriğine bakıldığında, çoğunun ne vicdana ne de kitaba uymadığını esefle görürüz. Anlaşmazlık sebebi olarak gösterilen budağının ana maddesi, nefsin bir balon gibi şişirilmiş olmasıdır. Enayilik hissi, benlik duygusu, kendine reva veya layık görülen dünyalık miktarı veya muamele tarzı ..
61 SAYFA
Sahi, biz tasavvufla ilgilenmiyor muyduk? Arayana bahane çok, başkalarıyla kendini mukayese etmek, başkaları üzerinden kendi ilişkilerimizi yorumlamak ciddi bir mutsuzluk kaynağı olabiliyor. Üzerinden yıllar geçse bile bu sebepler aile tarihi içerisinde dipdiri ayakta tutuluyor.
Yeni doğan çocuğa isim verme meselesi - kocanın bir süre işsiz kalması veya çalışma hayatının düzenli olmaması - doğum yaptığında bilezik alınmaması - eltiye daha ihtişamlı bir düğün yapılıp kaliteli eşyalar alınması - emekli olan kocanın evde ona-buna karışarak varlığını hissettirmesi - bazı kocaların ev işlerine yardım etmesi, kendi eşinin kaytarması - çocukların derslerine yardımcı olmama - gezdirememe - sülaleden herhangi birini eleştirme - tasarrufa zorlama - dilediği eşyaları almasına izin vermeme vs. Vs..
Daha buna benzer birçok konu alt alta toplanıp, çıkan sonuca “şiddetli geçimsizlik” adı veriliyor! Tabii ki çok gezmek, çok tv seyretmek gibi gayrı ciddi olanların yanı sıra, aldatma gibi çok ciddi sebepler de var. İnsan bazı gerekçeleri duyduğunda, içinden “sen tam dayaklık sın!” Veya “seni huzur dürtüyor” diye düşünmekten kendini alamıyor. Sevginin çeşitli maddeler ile sembolleştirilme beklentisi evlilikte muhabbet bağını öylesine örseliyor ki, eşler artık sevilmedikleri kanaatine varıyorlar.
Sevgiyi veya aşkı evlilik için ön şart sayanlar, evlendikten kısa süre sonra sevginin tükendiğini hissediyorlar. Neden acaba? Sevenler hep birlikte olmak istemezler mi? İşten izin alıp, okuldan firar edip sevgilisine koşanlar, sevdiğiyle evlenebilmek için ana-babadan geçip ölümü göze alanlar, evlendikten sonra neden geçinemezler? Yoksa sevgi başka bir şey mi? Sevgililer neden “önce canan sonra can” der de, evlenince bu tabir “önce can sonra canan”a döner? İşte asıl huzursuzluk sebebi budur ,
Sokakta Allah’ın rızası aramak ya da Müslüman feminizmi temel bir yanlışımız var. İyi bir mümin olmanın ve rabbimizin rızasını kazanmanın yegane yolunun çok, çok “ibadet” ve “hizmet-hasenat” olduğunu zannediyor ve aile kavramını önemsemiyoruz. Kadınlar, “erkekleri abartmanın lüzumu yok, kendilerini ne zannediyorlar?” Gibi düşüncelerle, güya “büyük” gayelerin ardına düşüyorlar
.63,sayfa
Allah’ın rızasını aramak üzere kendilerini dışarı koy verip, çoluk-çocuğu da “mallarınız ve evlatlarınız sizleri Allah yolundan alıkoymasın” ayet-i kerimesinin -güya- mucibince başlarından def ediyorlar. Nasıl bir dindarlıktır bu? Kocasına, evine, çoluk-çocuğuna hayrı dokunmayan bir kadın kimi kurtaracak? Kocasına itaat etmeyen hanım Allah’a nasıl itaat edecek? “kulun kula secdesi caiz olsaydı, kadınların kocalarına secde etmesini emrederdim” hadis-i şerifinin yürürlükten kalkmış olabilir mi?
Çok tuhaf, herkes dindar ama herkes başka bir alemde. Bazı hanelerde ise farklı bir durum söz konusudur: eşler -hâşâ- kiram en kâtibin meleklerinin işine müdahale edercesine birbirlerinin hata ve günahlarının takipçisi olur, eleştiri bombardımanına tutarlar. Bir zaaftır, bir insanlık halidir; önemli bir milli maç günü adam kahveden geç gelmiş, sabah namazına uyanamamış .. Vay, sen misin bunu yapan!
Günlerce süren tartışma ve sağa-sola şikayetler... Çeşitli dinî yayın organlarının da ima ve ifadeleriyle örtülü bir feminizm akımının bizi etkilediğini kabul etmeliyiz. Şu örnek hiç aklımızdan çıkmaz: “kadın, doğurduğu çocuğu emzirmeye bile mecbur değildir. İsterse, kocası sütanne bulmaya mecburdur.” (gerçi günümüzde sütanne bulma yerine kimyasal mama parası kazanması gerekiyor). El insaf el merhamet! Hükmü öğreniyoruz ama nerede, hangi şartlarda geçerli olduğunu değil. Bu ve benzeri hükümler, bir yargılama söz konusu olduğunda gerekirse başvurulmak üzere var.
Günlük hayatta ise tabiilik ve itaat esas. Eğer öyle idi ise niye her annenin göğsünde süt yaratıldı? Boşa gitsin veya hormon iğneleriyle süt kesilsin diye mi? Bir annenin bebeğiyle emzirme saatlerindeki sevgi alışverişine paha biçilebilir mi?
Çocukları sevmek ve hakları olan doğal anne sütü ile beslemek sevap değil mi? Onların hayatını dolduramıyorsak geleneksel kültürümüzde erkek çocuklarımızı kızlardan farklı yetiştiriyoruz. Anneler olarak onlara biraz daha esnek davranıp, isteklerini kocalarımızın isteklerinden bile daha çok önemseyip, fedakarca yerine getiriyoruz. Doğal olarak evlendiklerinde de eşlerinden böyle bir tavır umabilirler.
Müslüman feminizmine göre onlara “aşçılık” yapmak zorunda değilmişiz. Fakat insaf edin, sabah işe geç kalma telaşı içinde önüne doğru düzgün bir kahvaltı koymuyorsak, evden çıktığından bazen haberimiz bile olmuyorsa, anne sofrasını aramayıp ne yapacaklar? İşten eve döner dönmez, “akşama kadar ben ilgilendim, hadi şimdi sıra sende” diyerek çocukları gergin ve yorgun bir babanın önüne sürüyorsak ve sonra onu ilgisizlikle suçlu yorsak, doğru mu yapıyoruz?
65,sayfa
Evde özensiz, sallapati, estetik ve çekicilikten fersah fer sah uzak olmaktaki mazeretimiz nedir? Kadın, erkeğin hayatında zarafetin tamamlayıcısıdır. Ne kadar kaba-saba olsa da, her erkek zarafete meftundur, hayrandır. Bunu ondan esirgenince, doğacak sonuçlardan suçlu olan kimdir?
Dindarız ama dinin emrettiğinin zıddını yaparız. Dinimiz, kadın evde süslü-püslü, bakımlı ve zarif; dışarıda ise alabildiğine gösterişsiz olsun diyor. Hem kılık kıyafet olarak, hem de hal ve tavır olarak böyle. Biz ise ısrarla tam tersini yapmaya devam ediyoruz. Müdahaleci, eleştirici ve yargılayıcı kadınlar ne kadar itici oluyor! Unutmamak gerekir, insanlar evlerinde hatalar yapabilecek kadar özgür olmalılar.
Savunma olarak o da sizi eleştirecektir. Evin atmosferi sıcaklığından irtifa kaybetmeye başladığı anda, evdeki “itici” kadına karşın, dışarıda yapmacık da olsa, her ortamda bolca bulunan “çekici” kadınlar devreye girer. Sonuçta “ Mevla’m görelim neyler, neylerse güzel eyler, diyemezsiniz! Öyle eksikler var ki... Siz mümine hanımlar, gerçekten hepiniz birer kristal, birer cevher gibisiniz. Ancak bir kristalin farklı yüzeyleri olur ve tüm yüzeylerinin işlenip parlatılması gerekir. Ta at ve ibadet yönünüz pırıl, pırıl ışıldıyor. Fakat arınması gereken yönlerimiz, törpülenmesi gereken köşelerimiz var. Nefsimiz üzerinde çalışmamız lazım. İtaat, teslimiyet ve adanmışlık, bizim hem imtihanımız, hem mir acımız
. Küçük ve basit işler belki bize büyük sınavlar kazandırır. Büyük bir Allah dostu nefsini kırmak için medresenin tuvaletini temizliyorsa ve bunun çok erdemli bir davranış olduğuna inanıyorsak, niye ev işlerimizin, eşimize-çocuğumuza hizmetin de böyle bir niyetle yapılıp ibadet olmasını düşünmeyelim? Sevaplar sokakta mı satılıyor? Karşı tarafın kendi sorumluluklarını yerine getirmemesi bizi asla alçaltmaz, enayi de sayılmayız
. Bilakis rabbimizin rızası niyetiyle sorumluluklarımız ve hatta sorumlu olmadıklarımızı yerine getirmek önce bizi mutlu eder. Siz olumlu ve yumuşak, yani pozitif oldukça, karşı taraf ne kadar sert ve olumsuz olsa da siz onu kendinize çekersiniz! İşte asıl marifet budur. Kadın cazibesi diye bir şey var.
Ama gözümüz erkekle erkeklik yarışında ise söyleyecek bir şey yok. Hele de eşimizi ona-buna ispiyonlamak veya mahkeme kapılarında “çözülme” aramak Müslüman bir aile için çözüm sayılamaz. Sevginin bittiği yerde: daha doğrusu sevgi zannettiğimiz nefsini beklentilerin ve hedeflerin cazibesini kaybettiği noktada gerçek bir sevgi başlar. Fakat bu emek ve özen isteyen bir şeydir. Hüner ister. Gençlik heyecanlarında kendini hissettiren kul sevgisi, evlilik sürecinde
Allah sevgisi veya rızasına doğru bir yöne meylet meyince, yani zihniyetimiz değişmeyince, aile ortamımız ne bizleri ne de çocuklarımızı mutlu eder. Gençlik çağının coşkulu sevgi ırmağı Allah sevgisi denilen uçsuz bucaksız ummana doğru bir yol bulmalı.
66,sayfa
Ve eşler bu yönde birlikte yol almaya çabalamalı. İyi örneklere yönelelim. Her ailenin kendine özgü bir iç ortamı vardır, başkalarıyla kıyaslayarak eşlerimizi yargılamamız hem yanlıştır hem de vebaldir. Bunu yapınca elimize ne geçiyor kızmaktan, üzülmekten başka. Kocalarınızın kaç pantolonu, sizlerin kaçar tane eşarbı var, hiç saydınız. Nidalarını beynime dikte edip ailede huzur ve mutlu olmak için yapılması gerekenleri şöyle sıralamıştım aciz hane: her şeyden önce iyi bir evlilik yapılması şarttır.
Bazı yanlışlar yapılmışsa zorlamalarla müessese yürütülebilir, fakat huzur ve mutluluk yakalanamaz birincisi, hanımın ve beyin fedakarlığının şart olduğunu bilmesi lazım. Hanım erkeğe karşı beyde hanıma karşı fedakarlığı önceden göze almalı ve razı olmalıdır. İkinci şart sabırdır... Hanım da, bey de önceden sabırlı olmayı kabul etmelidir
Fedakarlık önce sabır işidir.
üçüncü şartımız,belki de ilk sırada yer alması gereken sevgidir.fedakarlığın da,sabrın da kaynağıdır sevgi...sevgi fedakarlık ister,sabır ister...sevmek,vermek demektir...şiddetine göre gönül vermekle başlar,can vermeye kadar gider..şiddet arttıkça fedakarlık artar..bir takım insanlar gönül verirler,gönül verdikleri insana ömür verirler.
.ilk şart sevgidir..sevgiden sonra ancak fedakarlık ve sabır ortaya çıkar. Şartlarımızdan biri de hoşgörüdür.eşler birbirine hoşgörüyle bakmak zorundadır.
.hiç kimse kasten kötü olmak istemez..eşlerin hataları bilmeden husule gelmiştir,tecrübesizlik ve cehaletten doğmuştur..hata sonrası fedakarlık,sabır ve hoşgörü affetmeyi getirir. Her şeyi görmek ama hoş görmek daha gereklidir.hoş görmek görmemek manasına gelmez..hatayı yapan eş veya çocuk görülmediğini anlarsa aynı şeyi tekrar edebilir..görülüp fakat yargılayıcı tavırdan uzak" olabilir bir daha tekrarlanmasın" gözüyle bakıldığını anlarsa biri,daha o hatayı yapmaz.
67,sayfa
. İnsan kendini nasıl hissederse öyle olur..bir bey yada bir hanım kendi ailesini mutsuz görüyorsa,hastalığa yakalanacak demektir..bunun için hep iyimser olmalı,hep polyanacılık oynamalıdır.."benim ailem dünyanın tek ailesi değildir ama dünyanın en iyi ailelerinden biridir.mutlu bir aileyiz,mutluluğu yakalayabilmiş bir aileyiz" denmelidir..duygular bulaşıcıdır.nefret nefreti,mutluluk mutluluğu doğurur..eşlerden biri diğerine mutlu olduğunu söylerse,bir süre sonra öteki de mutlu olduğunu söyleyecektir.
.tabii bu mutluluk çocuklara da sirayet eder..insanın mutlu olduğunu izah etmesi,mutluluk için önemlidir. Diğer bir şartımız,eşlerin ev dışı hayatının ev içine aksettirilmemesidir..yani iş hayatıyla eş hayatının birbirine karışmaması..evin dışında bir takım problemler ve sıkıntılar olabilir..dışarıdan alınan mikrop dışarıda bırakılmalı evin içine taşınıp tıpkı nezle gibi,ailenin diğer fertlerine bulaştırılmamalıdır...
dışarıda ki cehennemi eve sokarsanız cennetiniz cehenneme dönüşür...akşam iş dönüşü eve girildiğinde eşlerin birbirine yapacakları karşılama merasimi de küçük bir ayrıntıdır fakat mutluluk açısından önemlidir..eve gelen eşi,hanımın veya beyin güler yüz ve neşeyle karşılaması yapılacak ilk mutluluk başlangıcıdır Tabi bu şartların hemen hepsi ailenin ortak sevgilisi olmasına bağlıdır..bakıyorsunuz aynı partiyi,aynı spor kulübünü tutan eşler daha iyi geçiniyorlar..inançlı ailede de ortak nokta bizim düşüncemize göre dindir... Ortak sevgili Allah ’tır,peygamberdir ve diğer Müslümanlara dır
.Allah ’ı çok seviyorsunuz,sevgiliniz o’dur..aynı varlığı herkesin sevmesi,aynı sevgi kaynağından istifade etmek demektir..evde ortak sevgi kaynakları ne kadar çok paylaşılıyorsa mutluluk da o kadar çok artar.-ailede meydana gelebilecek sıkıntıların sebepleri nelerdir? Burada önemli olan sıkıntıların meydana gelmesi değildir..sıkıntıları ve problemleri görmemek,olağan kabul etmek önemlidir...her sıkıntının çaresi vardır,kendine güvenen aileler üstesinden gelebilir..ailede mutluluk için bunlarında -insanın iyiliği ve imtihan gayesiyle- var olduğu düşünülmelidir..
Müslüman imtihan karşısında sabır ve dua ile yardım istemeli ve bunun kemal derecesine ulaşmaya bir vasıta olduğunu düşünmelidir..büyükler öyle demişler: "hoş dur bana senden gelen ,yad gonca gül,yahut diken ,ya hil ‘atü,yahut kefen ,lütfün da hoş,kahrın da hoş.." dışardan gelen sıkıntıların böyle bir tavırla karşılanması da mutluluk sebeplerinden biridir. Eşler arası işbirliği de önemlidir..ailede herkes aynı yöne bakmalıdır..
. Sıkıntıların sebeplerinden biri de hanımın veya beyin çilesiz yetişmesi ve en ufak sıkıntıda yılgınlığa düşmesidir...sıkıntı görerek yetişmişse önüne çıkan meşakkatler karşısında huzursuz olmaz,alışmıştır..bir aile, geniş düşünüp kısa yaşamayı kendine zevk etme hünerini biliyorsa mutlu olur..öyle çileler ,öyle dertler vardır ki mutluluk kaynağıdır..insanların onlarla mutsuz olması doğru değildir...evlenirken dikkat edilmesi gereken başlıca hususlar nelerdir?..
Her şeyden önce Allah’ın nasip etmesi ve kişilerin edecekleri dualar bu konuda etkilidir.ikinci olarak evlenecek fertler fedakarlığı baştan göze almalılar..bir başkası ise tedbirdir..tedbir sadedinde iki önemli hususu ele alabiliriz;
68 SAYFA
birincisi; alacağın eşin yetiştiği toprağa bakması..aile düzeni,nesebi,soyu ,aile ortamının sosyal yapısı çok önemlidir.peygamber efendimiz(s.a.v.) "bataklıktan gül kokla-mayınız" buyuruyor....bir diğeri küfür meselesidir..zannedersem bu mesele biraz dar çevrede ele alınıyor.sadece yaşı,boyu değil; zeka, kültür,dünya görüşü,iktisadi seviye, zevkler birbirine yakın olmalıdır..kazanılmış alışkanlık ve özelliklerin sonradan terbiyeyle değiştirilmesi çok zordur..farklı dünyaların insanları bir araya gelmemelidir...yeri gelince mutfak kültürleri bile çatışır ve bir takım problemler mutlaka doğar...benim kanaatimce tercih edilecek bir genç kızın en az şu konularda eğitilmiş olması şarttır
1.evinin kadını olmalısı.yuvayı dişi kuş yapar..ev kadını olmak bir sanattır..kadın bu sanatı en iyi şekilde icra edebilecek kabiliyette yetiştirilmek zorundadır...
2. Beyinin hanımı olmalıdır.pek tabii aynı hususlar beyler hakkında da söylenir fakat evi yapan, yeri geldiğinde erkeği de eğitecek olan kadındır..bu açıdan kadının eğitimi öncelik taşır..eşine nasıl davranacağı,ne gibi şeylere dikkat etmesi gerektiği öğretilmeli,bizzat annesi tarafından gösterilmelidir..bu bir görgü ve sanat meselesidir..
3. Kadın çok iyi bir eğitimci olarak, annelik yapabilecek bilinçte yetiştirilmelidir. Kaliteli insan yetiştirebilecek bilinç verilmelidir
4. Kadının temsil kabiliyeti olması gerekir.bey,hanımıyla dışarı çıkmaktan,gezmeye gitmekten ve ya çocuk, annesinin okula gelip,öğretmeniyle görüşmesinden utan mamalıdır..aynı durum beyler içinde geçerlidir..eşler ve çocuklar birbirinden gurur duymalıdırlar... Deyip görev ve sorumlulukların: ve aile fertlerinin karşılıklı görevleri pedagoji, sosyoloji, hukuk vb. Bilimlerin alanına giren önemli konulardan biridir.
Bu bilimlerin her biri, farklı bir açıdan bu konuya yaklaşmıştır. Biz burada bu yaklaşımların tümüne değinecek durumda değiliz. Sadece konuya bir eğitimci gözüyle bakıp neşeli ve huzurlu bir hayat için gerekli olan hususları açıklamak istiyoruz. Bu amaçla karı kocanın görevlerini üç bölümde ele alıyoruz:
1. Karı kocanın karşılıklı görevleri
2. Kocanın görevleri
3. Kadının görevleri
69 SAYFA
Hemen belirtelim ki bu bölme, ev ve karı koca ile sınırlı bir bölmedir. Eğer bu çerçevenin dışına çıkacak olursak, başka görevler de gündeme gelir. Eşlerin ailelerinin görevleri, toplumun karı koca karşısındaki görevleri, devletin bu husustaki görevleri vs. Gibi. Ancak bu kısa yazıda onlara değinmemiz mümkün değildir. Dolayısıyla bu üç görevi esas alarak yazımızı üç bölüme ayıra biliriz. Her bölümde kısaca bu görevlerin bir kısmına değineceğiz. A) karı kocanın karşılıklı görevleri:
1. Karşılıklı saygı: karı kocanın birbirine saygı göstermesi ailenin ruh sağlığı, sevginin artması ve aile temelinin sağlamlaşması açısından büyük öneme sahiptir. Bu saygı, karı kocanın birbirinin kişiliğine değer vermesini; birbirinin görüşlerine, düşüncelerine ve zevklerine saygı duymasını kapsar ve hayatlarının tüm alanlarını güzel etkisi altına alır.
2. Karşılıklı sevgi: insanların birçok duygusal ihtiyacı vardır ki en önemlilerinden biri de, sevgiye olan ihtiyaçtır. Karı ve koca, birbirinin sevgisine ve ilgisine mazhar olmayı severler. Sevgisiz yaşamın cazibesi yoktur; insanların çoğu ondan kaçar. Allah’ın elçisi (s.a.a.) buyuruyor ki: "erkeğin, karısına ’seni seviyorum’ demesi, hiçbir zaman onun kalbinden çıkmaz."
3. Affedici ve bağışlayıcı olmak: karı kocanın birbirinin hataları ve yanlışlarını affedip görmezlikten gelmesi, aile ortamında büyük öneme sahiptir. Bu hususa dikkat etmemek, aileye hâkim olan samimiyet ve huzur ortamını huzursuzluk, kötümserlik, asabîlik ve memnuniyetsizlik ortamına dönüştürür.
Ruhun sakinliği, kinin bertaraf olması, izzetin artması, ömrün uzaması vs, hadislerde affedici ve bağışlayıcı olmanın etkilerinden sayılmıştır. Resullullah (a.s.) şöyle buyuruyor: "üç şey dünya ve ahretin yücelikler indendir: sana zulmedeni bağışlaman, seninle ilişkisini kesenle ilişki kurman ve sana karşı cahilce davranana karşı sabırlı ve halim olman."
4. Sorumluluk almak: aile mutluluğunun temininde etkili olan amillerden biri de, eşlerin karşılıklı sorumluluk duygusuna sahip olmasıdır. Kadın ve erkek, müşterek bir yaşamı kabullenmekle, aile kurmadan önce Üzerlerine görev olmayan birtakım sorumluluklar aldıklarını bilmelidirler. Bu sorumluluklar, kadın ve erkeğin yetenekleri, yetkileri ve özel koşulları dikkate alınarak belirlenir Geçimini sağlamak, aileyi idare etmek, eşlik görevlerini yapmak, çocukları eğitmek vs. Gibi. Bu duygunun varlığı, aile bağının güçlenmesine ve ruhun huzurlu olmasına sebep olur..
70 SAYFA
5.ahlâk: ahlâk, insan hayatında önemli ve belirgin bir niteliktir. İnsanlara, özellikle de eşe ve çocuklara karşı güzel ahlâklı olmak, insanın kişiliğinde derin bir etki bırakır; toplumu ve aile ortamını sefa ve samimiyetle doldurur. Güzel ahlâkın olmayışı da, hayatı karartır ve asabîlik, asık suratlılık, sabırsızlık, bahanecilik vs. Gibi olumsuz yan etkilere neden olur; korku, kaygı, kişilik kaybı vs. Gibi etkileri beraberinde getirir. Tatlı dillilik, insanlara saygı göstermek, alçak gönüllülük, geniş kalplilik, selâm vermek, hâl hatır sormak ve şefkat göstermek, güzel ahlâklılığın tecellilerinden sayılır.
6.iyimserlik: tarafların birbirine güvenmesi, müşterek hayat için büyük bir sermayedir. Nitekim güvensizliğin de hayatta birçok menfi etkisi vardır. Kötümser bir kimse, negatif ve hasta bir ruha sahiptir. Onun ruh sağlığı ve dengesi bozuktur. Kötümserlik sonucu eşine güveni olmayan bir insan, aile hayatının sefa ve huzurundan mahrum kalır. Böyle bir insan, sosyal ilişkilerde de başarılı olamaz. Çünkü başkaları hakkında kötü zan besleyen biri, dostları ve arkadaşlarını kaybeder ve yalnız kalır. İmam ali (a.s.) buyuruyor ki: "bir insana kötümserlik galip gelirse, onunla hiçbir dostu arasında barış ve huzur kalmaz."
rıfkı ve müdara: eşlerin birbirine karşı görevlerinden biri de, rıfkı ve müdara dır. Şöyle ki; eşimizin kusurları, eksiklikleri ve hoşlanılmayan davranışları karşısında sert bir tepki göstermemeli ve şiddete başvurmamalıyız; tam tersine, şefkat ve samimiyetle yaklaşmalıyız. Çünkü kadının da, erkeğin de sözlerinde ve davranışlarında karşı tarafın hoşlanmayacağı eksikliklerinin olması doğaldır.
71.SAYFA
Ne var ki müdahale etmek, eşimizin kusurları ve eksiklikleri karşısında umursamaz olmamız anlamına gelmez. Müdahalenin anlamı, eşimizin kusuru veya eksikliğini gidermeye çalışırken onun kapasitesini göz önünde bulundurmamız, yapabileceğinden fazlasını ondan beklemememiz ve istenmeyen özellikleri karşısında büyük insanlara yakışan bir davranış sergilemem izdir.
8.iffetli ve namuslu olmak: günümüz toplumunda bu özellik, genellikle kadınlardan beklenir. Ancak hadislerin bu husustaki bakış açısı daha geniştir. Hadislerde, iffetli olmak, karı kocanın karşılıklı görevlerinden biri ve en üstün ibadet olarak sayılmıştır. H.z. âli’nin (a.s.) tabiriyle iffet, şehvetler karşısında direnmektir. Bu da hem kadından ve hem de erkekten istenilen bir şeydir. Hadislerde, karı kocaya, birbiri için süslenerek iffetlerini korumada birbirine yardımcı olmaları tavsiye edilmiştir. İffetli olmak; eşin kirli insanlardan korunması, aile bağının güçlenmesi, eşin güvenini kazanmak vs. Gibi faydaları beraberinde getirir.
9.birbirini anlamak: ailevî sorunların birçoğunun temelinde eşlerin birbirini anlaması yatmaktadır. Eşinin içinde bulunduğu şartları ve yaşadığı sıkıntıları anlayan bir kimse, onun iyiliklerini daha iyi derk eder ve zahmetlerinin kadrini bilir. Eşini anlamayan bir kimse, onun bütün çabalarını görmezlikten gelir, kusurları ve eksiklerini gözünde büyütür; zahmetlerinin kadrini bilmediği ve onu teşvik etmediği gibi, iğneli ve kinayeli sözleriyle de onu incitir ve yaşama sevincini ondan alır. Gurur ve kibirden kurtulmak, birbirinin ruh hâllerini ve sıkıntılarını bilmek, eşlerin birbirini anlaması yolunda atılacak ilk adımlardır.
B) kocanın görevleri:
1. Ailenin yönetimi: çünkü o, bedenen daha kuvvetlidir ve aileyi idare etmek için daha güçlüdür. Kadın, tıpkı gül gibidir; gül, yakıcı güneşe, rüzgara ve kasırgaya dayanamadığı gibi kadın da, ağır ve yıpratıcı sorumluluklara dayanamaz.
İmam ali (a.s.), oğlu imam müştebaa’ya şöyle vasiyet etmiştir: "kadına, şahsi işlerinden fazlasını yükleme. Çünkü o, reyhandır; kahraman değildir." 1. erkeğin sorumlulukları, sadece ailenin geçimini sağlamakla sınırlı değildir. Aile fertlerine doğru yolu göstermek, eğitim ve terbiyelerine nezaret etmek, onlara iyiliği emretmek, ahlâkî yönden sapmalarına engel olmak vs. Erkeğin önemli vazifelerindendir. Dikkat edilmesi gereken husus ise şudur: erkeğin aile müdüriyetinde başarılı olması, ancak aile fertlerinin gönüllerine taht kurmasıyla mümkündür.
2. Ailenin geçimini sağlamak: evin asıl işlerini idare etmek kadının sorumluluğunda olduğu için, doğal olarak erkek de ailenin geçimini temin etmelidir. Ancak bunu minnetsiz bir şekilde yapmalıdır. Çünkü bu, aile reisliğinden dolayı üzerine düşen bir görevdir.
3. Aileyi rahat yaşatmaya çalışmak: aile bireyleri, geçimlerinin temininin yanında nispî bir refah içinde yaşayabilmeleri için erkeğin cömertliğine muhtaçtırlar. Bu yönden bir kısma ve kısıtlamayla karşı karşıya kalırlarsa, birçok ruhsal ve bedensel darbeye maruz kalırlar. Ancak aileyi rahat yaşatmak, savurganlık yapmak ve israf etmek anlamına gelmemektedir. Bunun anlamı, cimrilik yapmamak ve erkeğin ekonomik imkânlarına uygun biçimde aileyi refah içinde yaşatmaya çalışmaktır. İmam rıza (a.s.) buyuruyor ki: "erkeğin, ailesinin geçimini kısmaması gerekir ki ölümünü arzu etmesinler."
4. Diktatörlükten sakınmak: erkek, her ne kadar ailenin reisi ise de, emir ve nehiyde, de bulunmaktan sakınmalıdır; eşinin ve çocuklarının görüşlerini dikkate almalıdır. Kendini beğenmişlik ve yersiz sıkmalar, ailede diktatörlük düzeninin hakim olmasına sebep olur; sağlıklı aile ilişkilerine ve çocukların doğru biçimde eğitilmesine zarar verir
72 sayfa
C) kadının görevleri
1. Kocasının sırlarını korumak: kadın, asla kocasının sırlarını ifşa etmemelidir. Aksi halde kocasının güvenini kaybeder. Bazı erkeklerin işleri hakkında hanımına fikir danış mamasının bir nedeni de, hanımının sır saklayacağından emin olmaması ve söylediği şeyin ertesi gün ağızdan ağza dolaşmasından korkmasıdır.
2. Kocasının işine yersiz yere karışmamak: insan, fıtrî olarak özgürlük ve bağımsızlık ister. Bu eğilim, erkeklerde daha güçlüdür. Hanımlar,hayırlılıklarının her zaman kocalarının yararına olacağını zannetmesinler. Bu konu, evlilik hayatında zaman, zaman ciddî krizlere yol açabilir. Bu yüzden erkeğin bağımsızlığına zarar vermemeye çalışın.
3. Evi idare etmek: evi idare etmek ve ev işlerini evirip çevirmek, hukukî olarak kadının sorumluluğunda olmasa da, ahlâkî olarak onun görevlerinden sayılmıştır. Evi idare etmek, oldukça önemli bir iştir. Maalesef yalnızca ev işlerini yapan kadınlar (ev kadınları), kendilerinin ve yaptıkları işin gerçek değerini bilmiyorlar. Gerçek bir ev kadını, önemli bir birimin tüm işlerini tek başına yapan liyakatli bir müdürdür. Hem plânlayıcı, hem uygulayıcıdır. Uluslararası çapta kariyer sahibi olan birçok erkek, bu başarısını "bir ev kadını"nın tedbiri, ahlâkı ve liyakatine borçludur.
4. Ailenin harami yetini ve değerlerini korumak: kadının kocası hakkındaki en büyük vazifesi, erkeğin evdeki namusu ve vekili olarak davranışları ve sözleriyle ailenin harami yet ini ve değerlerini korumaktır. Böyle bir kadın, hem kocasının malını korur, israfa ve lükse kaçarak kocasının servetini zayi etmez; hem tehlikeler karşısında aile haysiyetini ve kocasının şerefini korur; hem de tesettüre riayet ederek namahremle re karşı örtünür. Şöyle yazıp kendisine vermiştim artık ikimizde birlikte bir yaşamı kucaklayıp mutluluk sözü vererek artık iş zamanı idi Allah-tan ki kaybettiğim hiçbir dünyalık sınav yoktu. Polislik merkez bankası, tek. Ptt.v. S birçok kurum sınavla personel alıyordu.bende tüm sınavları kazanmış devlet memuru olmuştum.içlerinden kendime uyanı seçtim.
73,sayfa
Tabii ki en zor olanını mesai merhumu yoktu bu benim işime geliyor gençliğimin dinamiğim izinde vatan millet Sakarya nidaları içinde gece gündüz çalışıyor aldığımız her kuruşu helal ettirmeye çalışıyorduk. Ama taşlar yerine oturmaya başlamıştı. Ama mali sorunlar bir türlü yakamı bırakmıyordu, buna rağmen öyle bir hayat yaşıyorum ki ,, cenneti de görüyor, cehennemi de öyle bir aşk yaşadım ki, tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de yaşam denen denizde kendi teknemi ilerlemeye çalışırken onca dağla ve fırtınalara inat, bazıları seyrederken hayatı en önden, kendime bir sahne buldum oynadım.
Baş rolünü bu hayatın, öyle bir rol vermişler ki, senaryosu yoktu veya ben okudum, okudum anlamadım. Kendi kendime konuştum bazen evimde, bazen işte, bazen bir tepede, bezende bir düzlükte, hem kızdım hem güldüm kendi halime, sonra dedim ki "söz ver oğlum kendine" denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin, sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin, uçmayı istiyorsan, düşmeyi de bileceksin. Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı başkaları gibi kenardan seyredersin. Hayattır bu gerçeği kabul edeceksin. Yaşadıklarını ancak sen bileceksin ve diyeceksin ki.
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım öyle çok değerliymiş ki zaman, hep acele etmem bundandı anlamıştım! Ve artık büyümüştüm eşimi alıp her şeye ve mücadeleye sil baştan başladım. Büyük şehirde ayaklarımın üzerine basıyordum artık, menfaatlerim mi sandalyeye benzetip ayaklarımın altına alıyor kendimi yükseltiyor umdum.
74 sayfa
hem resmi iş hemen artık özel iş yerimde merdiven basamaklarını hızla başlamıştım. Tam rayına girdi derken askerlik geldi çattı. Ve vatan borcu namus borcuydu bay doğru aşığı üstüne düşeni yaptı vatani görevine gitti. Geldiğinde özel işlerinde ve özel hayatında bir enkaz buldu. Ama yediği kazılar onu acıtmıyor yıkmıyor güçlendiriyordu,
Çünkü bir çocuğu daha olmuş ikinci kez baba olmuştu tabii ki mafya babası değil gerçek bir baba oda babalığa yakışanı yapmak istedi her onurlu insan gibi tüm hayatın olumsuzluklarına rağmen,Mücadeleye ortağını ayırarak tek başına daldı dibi görünmeyen sularla nice balıklar vardı onu bir hamlede yutacak parçalayacak,o denizdi her türlü mahlukatın olduğu denizdi veya ummandır.
tercini yapmıştı küçük bit teknesi olsa bile kürek çeken kollarının gücünü yüreğinde hissetti ve dedi ki güçlü ve doğru olabildiğin kadar yol alırsın aldığın yolun hesabını sadece sen Allah’a verirsin deyip rotasını belirledi ona göre kırlangıç misali kimi yerde derinden kimi yerde yüzeyden saygı ve temizlik ilkesine sadık kalarak-tan kendine olan saygını asla yitirmeden mücadeleye kaldığın yerden devam nidalarında kararını verdi. Kendini tanıyıp ne istediğini ve elindeki verilere göre şekillendirecekti hayatın çömleğini: nasılımı önce kendini tanıdı. Ve şu yazısını beynine kazıdı.
Başarılar gelip geçicidir ama hatalar insanları hiç affetmez. En az hata yapan en başarılı insandır. Tutamayacağı sözleri asla vermedi, adımlarımda ’kim ne der’ diye düşünmemeden karalıkla yürüdü, basit kişilerle uğraşmadı, karıncayı bile inçiltmemeye dikkat etti, şu üç günlük dünyada kimse üzmemek için azami caba sarf etti, acıyı tanıdığın için kimseye çektirmedi. Çaresizliğini ’gurur’ la örtmedi, yalan ve taktikle uğraşmadı, kimsenin arkasından laf etmedi, inançlarından ve inandıklarından asla vazgeçemedi.
Kendine güvendi yaratandan ötürü bunu sorgulayanı sorguladı, Kendinle oyun oynatmadı ve kimse ile oyun oynamadı,konuşacağın zaman insanın dilinin altında saklı olduğunu unutmadı, hayat zordu yaşayarak anladı, ama o da kolay değildi, eğer beni dinlemeyip giden varsa bırak kim olursa olsun çok özleşen de çok sevende asla ve asla gururun önden gitsin mecburiyet takip etsin kesinlikle dön demeyeceksin diye kara aldı.
75 SAYFA
Her şey bende başlar bende biter..ben varsam her şey vardır yoksam zaten hiçbir şey yoktur dedi ve dökülen süt için ömründe bir kez bile ağlamadı, özel inşa ettiği tabularının yıkılmasına izin veremedi, Güvenmedikçe hiç sevmedi,Dedi senin yolun doğruluktur ve benden önce gelirdeki,.işte benim diyebilmenin mucizesini ruhunun derinliklerinde hissetti .artık dönüşü olmayan bir yolda hedefleri doğrultusunda ilerliyordu,
.başarılar birbiri ardına geliyor nedense toplumun delisi deli olmaktan çıkıp akıllanamıyordum .yıllar öncesine geri dönmüş zaman onu haklı çıkarmıştı .çalışmakla gecen yıllarında iki karpuzu bir koltukta götürmüş zamanı yakalamıştı .tıpkı okumanın insanı doldurduğu gibi yaşayarak dolmuştu şimdi yazma, yazma zamanı idi,yıllar su gibi akıp geçmiş yıl 1994 gösterdiğinde çocuklarına bırakacağı bir yarım kalmış diplomasını da duvara asmanın mutluluğunu yaşıyordu.memurlukta altı ayda aldığı parayı günübirlik kazanıyordu artık çileli sandığı yokluk devri yükseliş devrine geçmiş sosyete olmuştu .çocuklarını en iyi imkanlarla yetiştiriyordu.özel araçlarla okula gönderiyor özel hocalar tutuyordu eşini kendi haline bırakmış her isteğini hizmetkarı içmişcesine eksiksiz yapıyordu
2006 da 41. Senem düştü ömür ağacından. Benden bir şeyler mi götürdü yoksa ekledi mi? Öyle farkındayım ki yaşadığımın, var olduğumun. Tek,tek, gün, gün aklıma kazındı 2006... Geçen her yılı doldurdum heybesinin 2 gözüne kattım, önüme acı vermiyor artık hiç bir şey. Olgunlaşmış, kabuk bağlamış yüreğime..hüzün sarısını, altın sarısı gibi görüyor bu güzel olgunluğa doymuş gözler. Senenin başı ile sonunu yaşadığımız şu günlerin pek bir farkı olmadı aslında, dalgalanma olmayınca ruh dünyamda. Huzurlu bir iklimde yürümüş tünelin sonunu görmüş gibiyim
2007 diğer ucunda… daha ölçülü, daha dikkatli yaşama zorunluluğu getirdi bu yıl bana, içinde sonbaharı barındırıyor ya... Her günü sanki kömürün elmasa dönüşü gibi, midyenin içinde saklanmış bir kum tanesinin inciyi oluşturması gibi geçti bu yıl benim için. Bütün gayretimle yenilendim, etrafıma faydalı olmaya çalıştım. Sevgi verdim her canlıya, çiçeğe, böceğe ardıma dahi bakmadan çekip gideceğim çok uzaklara herkesin beni bıraktığı yerde,kalkacağım ayağa,tüm gücümü tüketmiş olsam bile kimseyi görmeyecek gözüm,savaşarak kazanacağım gene her şeyi,vazgeçmeden bıkmadan yeneceğim herkesi hiçbir zaman kaybetmediğim gibi,kazanacağım gene her şeyi..sende korktun değil mi? Maliyeti sıfır geri dönüşü bol... Ayrıntıları gördüm insan yaratılışında ki.
76 SAYFA
Kendimi buldum aslında, hep buraya aitmiş im ama bilmiyormuşum. Bana büyük bir kazancı 2006 nın. En sıkıntılı anlarda bile döndüğümde bu sayfalar silindi her şey beynimden. Keşke dememeyi öğrendim 2006 da çünkü keşke hiç bir kapının anahtarı olamazmış... Anahtarsız kapı açmaya uğraşmaktansa yeni kapılar aramaya ömür girdabında...
Bana keyif veren ve ömrümün en güzel geçen 3 haftasını yaşadım bir projeye dahil olmakla, bizde var olan ve hiç farkında olmadığımız okur-yazarlığımızın nasıl ışık olup çaresizlere çare olabileceğini öğrendim bu yılın finalinde… Belki bir 9 yıl daha geçecek böyle sonbahar dahil yaprak dökerek, sonra ömrün 5. Mevsimi başlayacak…
Sonsuza dek sürecek. bu arada amca oğlu aralarında yıllarca onun üstüne yaptığı iş yerleri ve 1 yaş olan kayınçosu ile dostluğu artıyordu artık istemese de ortak olmuşlardı istifa zamanı gelmişti.yıllarca yaptığı memuriyet hayatını bitirmiş
Ankara’daki iş yerini kayınçosuna bırakıp yıllar önce babasının yaptığı gibi memleketine geri dönmüştü.burada küçük bir emlak ve galeri danışmanlık şirketi kurarak yoluna devam ediyordu.Ankara ve kırık kalede iş yapıp bayilik sistemini iç Anadolu ya yaymaya çalışırken ülkenin ,içinde bulundu mali krizle hız kesik küçülerek hayatına devam etmişti tabii ki iki bin bir krizine kadar ikinci krizi atlamadan daha çok sevdiği kardeşinden ayrı görmediği can dost kayınçosu iş ortağı son 10.yılında en çok gördüğü ve güvendiği tüm olumsuzluklarını bildiği halde kaybetmeyi göze alamadığı yegane varlık olarak gördüğü dostunu bir trafik kazasına kurban gidiyordu
77 ,sayfa
.iki bin bir yılı yaşamında yeni bir kesit olarak yer alıyordu.işlerinin iyi gitmesi ve evde fazla kalması eşi ile sorun yaşaması kardeşinin müdahaleleri ile ulaştığı eşi tekrar bir çocuk istiyordu.ısrarlarını ikna kabiliyeti ile beri taraf dediğini sandığı halde bir akşam hamile kaldığını söyledi üçüncü kez baba olacaktı .sevinç le karışık kızgınlık ve korku vardı onlar amca çocukları 2 çocuk riskli idi ama ok bir kez daha raydan çıkmıştı .dönüşü olmayan bir yola girmiştik. Artık ulaşılan noktaların kifayetsiz ve duyuma bir konu haricinde ulaşmanın hazzını yaşayıp çocuğun ve yıllardır çekilen sıkıntıların aksine evde her şeye daha ılımlı ve geniş bakmaya daha küçülmeye ve hoşgörüyü yakalamaya uğraşıyordum.
Çocuğun doğumu ile bir anda dünyanın kararacağını bilemezdik. Ayrıca hayatın bize ne sunacağını bilemiyorduk ama çocuk diğerlerinden farklı idi durumu öğrenip işte artık gerçeklerle yaşamaya başladık. Ömrü bir mevsimler zincirine benzetirim ben.
0 - 10 yaş arası kayıp mevsim...hiç farkında olamadan geçer her şey, toz pembedir hayat, ailemizin sıcaklığı ve güveniyle korkusuzca harcarız bedava bulmuş gibi
10 - 20 yaş arası kıştır, bembeyaz her yer daha tek karanlık iz görünmez ömür sayfasında, karda yuvarlanır ya da kayar gibi geçer günler. En büyük derdimiz sıkan derslerdir, o yüzden okuldan kurtulacağımız günleri bekler dururuz. Kıymetini ancak yıllar sonra anlarız okul yıllarının.
20 - 30 yaş arası ilkbaharıdır ömrün, ışıl ışıl yaşanır yeşillenirse birde gönüller.
30 - 40 yaş arası yaz, sıcacık ve delidir damarlardaki kanlar. Güneşin etkisiyle olgunlaşmaya yüz tutar aydın beyinler.
40 a gelince ömürde mihenk taşı tekamüle ermiş, olgunlaşmış ne istediğini bilen insandır artık o yani sonbahardır..gelecek ile ilgili fazla planlar yapılmaz çünkü dökülmeye başlar ömür ağacından yapraklar.2006 da
41. Senem düştü ömür ağacından. Benden bir şeyler mi götürdü yoksa ekledi mi? Öyle farkındayım ki yaşadığımın, var olduğumun. Tek tek, gün gün aklıma kazındı 2006..
78 SAYFA
Geçen her yılı doldurdum heybesinin 2 gözüne kattım, önüme acı vermiyor artık hiç bir şey. Olgunlaşmış, kabuk bağlamış yüreğime..hüzün sarısını, altın sarısı gibi görüyor bu güzel olgunluğa doymuş gözler. Senenin başı ile sonunu yaşadığımız şu günlerin pek bir farkı olmadı aslında, dalgalanma olmayınca ruh dünyamda. Huzurlu bir iklimde yürümüş tünelin sonunu görmüş gibiyim 2007 diğer ucunda…
daha ölçülü, daha dikkatli yaşama zorunluluğu getirdi bu yıl bana, içinde sonbaharı barındırıyor ya... Her günü sanki kömürün elmasa dönüşü gibi, midyenin içinde saklanmış bir kum tanesinin inciyi oluşturması gibi geçti bu yıl benim için. Bütün gayretimle yenilendim, etrafıma faydalı olmaya çalıştım.
Sevgi verdim her canlıya, çiçeğe, böceğe ardıma dahi bakmadan çekip gideceğim çok uzaklara herkesin beni bıraktığı yerde,kalkacağım ayağa,tüm gücümü tüketmiş olsam bile kimseyi görmeyecek gözüm,savaşarak kazanacağım gene her şeyi,vazgeçmeden bıkmadan yeneceğim herkesi hiçbir zaman kaybetmediğim gibi,kazanacağım gene her şeyi..sende korktun değil mi? Maliyeti sıfır geri dönüşü bol...
Ayrıntıları gördüm insan yaratılışında ki. Kendimi buldum aslında, hep buraya aitmişim ama bilmiyormuşum. Bana büyük bir kazancı 2006 nın. En sıkıntılı anlarda bile döndüğümde bu sayfalar silindi her şey beynimden. Keşke dememeyi öğrendim 2006 da çünkü keşke hiç bir kapının anahtarı olamazmış...
Anahtarsız kapı açmaya uğraşmaktansa yeni kapılar aramaya ömür girdabında... Bana keyif veren ve ömrümün en güzel geçen 3 haftasını yaşadım bir projeye dâhil olmakla, bizde var olan ve hiç farkında olmadığımız okur-yazarlığımızın nasıl ışık olup çaresizlere çare olabileceğini öğrendim bu yılın finalinde,
79 SAYFA
Belki bir 9 yıl daha geçecek böyle sonbahar dâhil yaprak dökerek, sonra ömrün 5. Mevsimi başlayacak… Sonsuza dek sürecek
Benim hayatım: hep başkaları için fedakarlıklarla geçti. Seçtiğimiz yollarda kaybettiklerimizin bize en büyük kötülüğü kendilerini tekrar, tekrar hatırlatmalarıdır. Bir kere kaybetmekle kurtulamadığımız şeylerdir.
Çay bahçesinde oturan 55–60 yaşlarındaki adam, yanına yeni gelen aynı yaşlarındaki arkadaşına öfkeyle söyleniyordu; -biraz daha gelmeseydin canım, kök salıyordum yavaş, yavaş.—aziz bey, insan arkadaşını böyle mi karşılar. Aziz bey, ayağa kalkıp arkadaşına sarıldıktan sonra sitemli konuşmalarına devam etti.
—Ahmet bey, beni saatlerce belletmen doğru mu?
—aziz bey, iyice yaşlandın. Ne saatlerce si yahu. Beklediğim otobüs geç geldi, sonra da trafiğe takıldı işte,-bir önceki otobüse binseydin.—bak kırmaya başlıyorsun beni. Aziz bey, nazını götürdüğünü bildiği arkadaşına yüklenmeye devam etti; ·-kırmak mı? Asıl kırılan benim yahu. Buluşalım, bir çay-kahve içelim diyen sensin, geç kalan yine sen.—tamam yahu ettik bir kusur. Unut artık.-`unut` muş, hani edebiyat sohbeti yapacaktık, şiirler okuyacaktık. Bu moralle oku okuyabilirsen. Heves mi bıraktın! —azizim aziz, unut moral bozan konuları, kapat artık. Çevrene bak; çiçekler açmış, kuşlar şen-şakrak, bir bahar rüzgarı yüzümüzde. Neşelen, kahveciye rica ederim şimdi, senin sevdiğin bir eski şarkının plağını da çalar. Daha ne istersin şu üç günlük dünyadan.
Sözü biterken kahveciye doğru el salladı. Kahveci, bu iki ihtiyarın hemen, hemen her hafta gelmesine, eski şarkılar dinleyip, şiirler okuyarak sohbet etmesine alışmıştı. Alıştığı işareti alan kahveci, uzaktan onların hafif atışmalı hallerini görünce, kendi kendine mırıldandı; “aziz bey yine öfkeli, uygun bir şarkı çalmalı”. Diyerek plakları karıştırmaya başladı.hiç gelmem. Kahvecinin koyduğu plaktan, “sen benim eski değil, eskimeyen dostumsun” şarkısı kulaklarından ruhuna yayılırken, aziz bey yumuşadığını belli eden bir ses tonu takınsa da yine sitemli konuştu;-senin keyfin yerinde, bekletilen sen değilsin.-bak kalbimi kırmaya devam edersen, bir da haki sefer daha da geç gelirim.-aha!..bir de tehdit ha, “daha da geç gelirim ha!...”-kızma canım hemen, şaka yaptım, bir daha geç gelir miyim!-ha şöyle yola gel.-bak bak. Gelme de gör bakalım bir daha yüzüne bile bakmam. Ahmet bey gülümsemeye, aziz beyin öfkesini neşesiyle savuşturmaya devam etti.-neyse azizim, bir öykü yazıyorum.
8O SAYFA
Sanırım bu gece bitiririm.
Seni darıltmak istemem, bir daha ki buluşmamızda yorumlarına ihtiyacım var.-seni gidi seni, zayıf tarafımı biliyorsun değil mi!-öfkenin çabuk geçmesi de olmasa çekilecek adam değilsin.-‘adam değilsin’ den önce virgül mü var?-yok yok, o kadar da değil. Yine kavga mı çıkaracaksın. Aziz bey güldü;-şaka yaptım canım, sen şaka yaparken iyi de ben yapınca mı kötü. Neyse, bu günkü okuyacağımız şiirlere başlamadan kararlaştıralım, çarşamba mı uygun, perşembe mi sana?-çarşamba hastane randevum var, perşembe buluşalım.-hastane mi, yok ya önemli bir şey?
Ahmet Bey, bakışlarını başka tarafa çevirdi.
Önemli bir şey yok canım. İhtiyarladık, bir kontrolden geçeceğiz.-tamam ama sakın gecikme köprüleri atarım ha! Ahmet bey yine güldü;-atarsan at yahu, ben seni kolay bırakmam, yeni köprüler kurarım. Senin gibi aksi ihtiyarın arkadaşsız kalmasına gönlüm razı olmaz.
gül bakalım gül. Öykün kötüyse böyle gülmeyeceksin. En ufak hatanı yüzüne çarpacak, yerden yere vuracağım seni.-yahu eski dostuz insaf et.
-neyse bırak bunları o güne kadar gülsün yüzün. Sen yeni şiirlerini oku bakalım. Ahmet bey, çantasını karıştırdı, bir şiir defteri çıkarıp okumaya başladı; ne kaldı: içimde gençlikten bir ses kaldı,
doymadım dünyaya ah! ... Heves kaldı, neyle sem, ne yapsam nafile, alacak bitti de verecek son nefes kaldı birbirlerine şiirler okuyarak vakit geçirdiler. Akşama doğru vedalaşıp ayrıldılar.
*** **** **** **** **** **** **** ****
son edebiyat sohbetinin tadı damağında kalan aziz bey, perşembeyi nemdeyse iple çekmişti. Elinde son dergilerden bir demet, dostuyla okumak için hevesle kahvehanenin bahçesine geldi. Bahçeye geldiğinde yüzü asıldı, arkadaşı henüz gelmemişti. Öfkeli biriydi, yine içinde öfkenin kabardığını hissediyordu;-gelsin bakalım, bu kez gerçekten kırıcı konuşacağım.
Beş dakika, on dakika derken iyice sabırsızlanmıştı;
-yazıklar olsun, geçen o kadar kızdığımı bildiği halde yine gecikti. Eminim yine otobüsü bahane edecektir. Hele bir gelsin, kalp kırmak nasıl oluyormuş göstereceğim.
81 SAYFA
Bekledi, bekledi, saatine baktı, yarım saat geçtiğini görünce yüzü öfkeden kızarmış halde kalktı yürüdü gitti. Eve vardığında öfkesinden kimse yanına yaklaşamadı. Girer girmez yüksek sesle bağırdı;-ben odama geçiyorum, Ahmet’ten telefon gelirse hemen beni çağırın.-arkadaşın Ahmet amcadan mı?—arkadaşım, dostum filan değil artık. Hışımla odasına geçti. Oda da bir aşağı, bir yukarı yürüyor, Ahmet özür dilemek için aradığında söyleyeceği öfkeli sözleri düşünüyordu. Arada bir odadan çıkıp soruyordu;
-Ahmet aradı mı?-hayır, aramadı.-arayınca hemen haber verin. Ne kadar beklese de aramadı, ertesi gün de; önce, aramaya utanıyor diye düşünüyordu ama ertesi gün de aramayınca kalbinde büyük bir hüznün ağırlığını hissetti. İşte perşembeden sonra cuma günü de akşam olmuş, hala aramamıştı.-yazıklar olsun Ahmet, bir arayıp özür bile dilemedin. Köprüleri atan sen oldun, yazıklar olsun, yazıklar olsun. İki gündür öfkesi, söyleyeceği sözler içini bunaltmıştı. Eli telefona uzandı, numaraları çevirmeye başladı. Bir yandan da, eski bir dostluğu bitirişin acısı boğazında düğüm, düğüm düşünüyordu;-son sözümü söyleyeceğim Ahmet, son sözümü ve bir daha yüzüne bile bakmayacağım.
82 SAYFA
Telefonun açılma sesinden sonra karşıdan genç bir kızın sesi geldi;-alo: genç kıza karşı öfkeli konuşmamaya çalıştı, sesini yumuşattı;-Ahmet beyle görüşecektim kızım, evde mi? Genç kız zor konuştuğunu belli eden bir sesle cevap verdi;-arkadaşı mısınız? Amca uzun süredir kalbinden rahatsızdı, çarşamba günü vefat etti, bu gün de cuma namazından sonra Çankırı’da defnettik. diyordu insan ancak kaybettikten sonra anlıyor kaybettiklerinin değerini. tıpkı şu şarkı da anlatılanlar gibi;
gesi bağlarında dolanıyorum yitirdim ,yitirdim yarimi aman aranıyorum,bir tek selamına güveniyorum gel otur yanıma,hallarımı söyleyeyim derdimden anlamaz ben o yari ney leyim
gesi bağlarında üç top gülüm var hey Allah’tan korkmaz, sana bana ölüm var hey Allah’tan korkmaz sana bana ölüm var, ölüm varsa bu dünyada zulüm var, atma garip anam beni dağlar ardına, kimseler yanmasın anam yansın derdime, yoklukları hayatımızdaki varlıkları haline gelir. Hep ama hep hatırlarız. Ne biçim kaybetmektir bu? Kim gölgesinden kaçabilir ki? Bazen duygularımız bizden erken yaşlanır ve bizden hayatın geri kalanını alır. Hayatın, kendini anlayanları cezalandırmasıdır bu...
Durup, durup ardına bakan insanlar vardır. Geçmişi düşünmekten şimdiyi yaşayamazlar. Her şeyi didikleyip duran mazisinin gölgesinden, anılarının yükünden bir türlü kurtulamayan gözleri ufuk yorgunu insanlar, güçlü, köklü bir biçimde yeni arkadaş edinecek yaşları geride bıraktıysan eğer, hasar görmüş eski arkadaşlıkları onaracak çağı da geride bırakmış oluyorsun. Zaman ilerledikçe birçok şey, daha zor olmaya baslar. Beklentisi yüksek olan insanların yalnızlığı daha koyu oluyor. Büyük lafların gölgesinde geçen hayatlar, bir daha iflah olmuyor, geçip gittiğiyle kalıyor işte.
Ama artık yeni bir yolun başında bulunuyordum. Hayat yolculuğunun yeni bir safhasına adım atıyordum. Önümde taze bir baharın tatlı ve ılık bir iklimi vardı.
83SAYFA
Bu iklimde her şey taze, diri ve dinamikti. Nisan yağmurlarını toprağa indirdiği rahmet rayihaları ruhumun genzine yayılıyordu. Gözlerim renklerin güzelliğine, kulaklarım seslerin duruluğuna mest olmuştu Kendime olan güvenim gittikçe artıyordu. Öncelerde her sesten ürken titreyen yüreğim, şimdi cesaretle dolmuştu.
Ne mezarlıklar, ne karanlıklar nede ölüm beni korkutamıyor sadece gideceğim yere ne götüreceğim ve ne yüzle varacağım ilgilendiriyordu. Büyüklerime olan saygım devam ediyordu ama benim düşüncelerime ve hayat tarzıma da saygı duyulmasını istiyordum. Ben olgunlaşmış tim. Aklım, fikrim, bilgim ve düşüncelerim vardı yaşama dair yollarda yürürken, nisan yağmurlarının çukurlarda meydana getirdiği çamurla su birikintilerine artık aldırmıyordum. Deli dolu yaşama hırsıyla, kopardığım güllerin dikenli olabileceklerini bile hesaba katmıyorum.
Bu güzel bahar mevsimi hiç bitmeyecekmiş gibi kaygısız ve sorumsuz bir şekilde yaşamak istiyordum.
Yaş otuz beşe dayanmıştı acaba yolun yarısı mıydı ki. Yazan şair bile 40. İnde göçüp gitmişti. Yarını kim bilebilirdi ki Allah’tan başka, ne var ki bu tatlı ve zevkli yolculuk fazla uzun sürmedi. Bir müddet sonra dizlerimde bir takım ağrılar hissetmeye başladım. Galiba yoruluyordum. Bir ara sendeledim ve yolun kenarındaki çamurlu suya kapaklandım. Yüzüm gözüm çamur içinde kalmıştı. Ayağa kalkarken suda kendi aksimi gördüm. Yüzüm kan içindeydi. O zaman anladım ki, koparıp kokladığım güllerin dikenleri burnumu ve yüzümü kanatmıştı. Boynumdaki süslü zincirlerin bir ucunun nefsimin ve şeytanın elinde olduğunu anlamıştım. Az evvel beni çamurlu suya düşüren ipi onlar çekmişlerdi.
Gitgide ılık ve güzel günler yerini serin ve kara bulutlarla kaplı bir havaya bırakıyordu. Sararan yaprakların hüzünlü hali ruhuma da aksetmişti. Kabına sığmayan deli yüreğim, sakinleşmeye, daha yavaş ve yorgun atamaya başlamıştı. <Yine bir yolun sonun dasın. Hayat uzun, çakıllı, bazen genişleyen bazen daralan, düzlükler ve engebelerle dolu, iki yanı ağaçlarla kaplı uzayıp giden bir patika.
84.sayfa
Bu patikada genellikle tek başına yol alırsın. Önceden başına gelmiştir, bilirsin kimseye yaslanmadan kendi yolunu kendin çizmem gerektiğini ve sonunda hayal kırıkları yaşayabileceğini.
Ancak yüreğinin derinliklerinde hep, bir şeylerin yokluğunu hissedersin.
Yine de umursamazsın bu duyguları, bir nevi zayıflıktır senin için böyle hissetmek ve bastırırsın. Günlük telaşlara dalıp gidersin. Bazen yaya, bazen bulduğun bir vasıtayla ilerlersin kendi yolunda. Yapmayı tasarladığın ve ertelediğim onca şey önünde yığınla birikir ama bunaltmaz, aksine hayata "bağlanmak" adına bir şeyler bulduğun için memnunsundur hayatından. Kafanın içinde her şey planlı programlıdır, planlarında yer olmayan şeylere kesinlikle kapalıdır kapıların...
Bir gün 40 yaşlarda kapını çalıverir bir sürpriz kendini bulursun bir telefon beklerken hiç ömür aynı mevsimler gibiydi.
0 – 10 yaş arası kayıp mevsim... Hiç farkında olamadan geçer her şey, toz pembedir hayat, ailemizin sıcaklığı ve güveniyle korkusuzca harcarız bedava bulmuş gibi
10 – 20 yaş arası kıştır, bembeyaz her yer daha tek karanlık iz görünmez ömür sayfasında, karda yuvarlanır ya da kayar gibi geçer günler. En büyük derdimiz sıkan derslerdir, o yüzden okuldan kurtulacağımız günleri bekler dururuz. Kıymetini ancak yıllar sonra anlarız okul yıllarının
20 - 30 yaş arası ilkbaharıdır ömrün, ışıl ışıl yaşanır yeşillenirse birde gönüller..30 - 40 yaş arası yaz, sıcacık ve delidir damarlardaki kanlar. Güneşin etkisiyle olgunlaşmaya yüz tutar aydın beyinler
40 a gelince ömürde mihenk taşı tekamüle ermiş, olgunlaşmış ne istediğini bilen insandır artık o yani sonbahardır..gelecek ile ilgili fazla planlar yapılmaz çünkü dökülmeye başlar ömür ağacından yapraklar ummadığın hayatını değiştirecek birisinin yokluğunda, durumu kabul etmezsin ilk başta ve kendini kaptırmama adına donanımlı olduğunu düşünerek kaygı bile duymazsın.
85,sayfa
O’nun, sana özel bir his besleme ihtimali de düşündürür seni bir yandan.
Tüm düşünceleri kafandan uzaklaştırıp reddedersin içinde o’nun ilgisini ya da o’na duyduğun ama kendine bile henüz itiraf etmediğin ilgini. Kendini savunma metotlarının devre dışı kaldığı olaylarla burun buruna geldiğinde her şey kontrolünden çıkmıştır artık.
Çevrende mutlu olmayı başaran tüm çiftleri düşünürsün ve geçmişte yaşadığın hayal kırıklıkları gelir gözünün önüne.
. Riske girmeyi göze almak değil, risk almak boyutuna gelirsin. Artık ne kendini zapt edebilirsin ne zamanı durdurabilirsin ne de o’lunla geçirdiğin her anın anlık olmasını engelleyebilirsin. O’nu hatırlatan bir bakış, bir nükte, bir cümle senin için özel bir anlam kazanır.
Mantığını devre dışı bırakarak duygularının peşinden sonuna kadar gitmeye karar verirsin, sonunda uçurum da olabilir, çölde bir vaha da. İlk önce emin adımlarla ilerlersin.
Duyguların tüm çıplaklığıyla o’nun gözleri önüne, gururun rahatça çiğneyebileceği şekilde o’nun ayakları önüne serilmiştir
O’nu, aslında senin de mutluluğu aradığına, gerçek aşkların arasına zaman ve mesafe girmeyeceğine ikna etmek için tüm benliğinle çırpınırsın, bakışlarınla yalvarırsın adeta, bir umut var mıdır acaba diye gözlerinde o ifadeyi ararsın.
Günlerin beklemekle geçer, ararsa neler söyleyeceğini, nerelere gideceğinizi, neleri açıkça soracağını kurarsın hep kafanda, beklersin, beklersin zaman geçer ve bu beklemenin de bir sonu olacak bilirsin, ama aradan zaman geçtikçe son bir atakta bulunma isteğini bastıramazsın. Her attığın adımda senden biraz daha uzaklaştığını hissedersin.
O hiçbir çaba göstermeyerek sadece seni yargılamış, hep açığını yakalamaya çalışmış ve senin için zerre kadar çaba sarf etmemiştir.
86.sayfa
İlgisiz mi yoksa kafası mı karışık? Çözmek için neleri feda edersin
Sonuçta kapını aşındıran ve düşüncelerini bulandıran o değil miydi? Sanki asırlarca duran eski ve tozlu bir sandıktan, duygularını derinlerde bulup çıkararak uyandıran “o” değil miydi? O’nun acizlikleri, zaafları, sence olumsuz olan yanları ilk tanıştığınız zamanlarda gözüne sürekli çarparken şimdi nereye kayboldular?
Neden bunları düşünüp daha yolun başındayken vazgeçmez insan? Kendimizin de mükemmel olmadığımızın farkında olmamızdan ileri gelir belki bir insanı tüm sıradanlığına ve çarpıklıklarına rağmen içinde büyütebilmek.
Çabasız lığına içerler sin ama içinde kırık dökük bir umut barındırır sın yine de, ta ki o’nun gözlerinde o ışıltının kaybolduğunu görene kadar,
Hayat, aslında nasıl olduğunu tahmin ettiğin ama hep görmek istediğin bakış açısıyla bakmayı tercih ettiğin bir yol.
Hayat yolunda biri uğruna girdiğin ara sokaklardan tekrar asfalta çıktığında, ışıklar ve çevrendeki kalabalık önce anlamsız ve boş gelir sonra da eskiden bulundukları konumlarını tekrar kazanır.
Evrendeki konumumuz belki kumsaldaki bir kum tanesi boyutuyla bile ölçülemez ama kendi dünyamız alabildiğine geniş
. Dönem, dönem dünyamızın merkezine farklı şeyler yerleşir kendiliğinden ve bu resmigeçidi hayretle izlemek düşer bize. Her şeye rağmen içindeki fırtınaların, rüzgarların bir süre sonra dinginleşeceğini bilirsin ve ne hayallerle kurduğumuz yuvalarımızda da bir göz attım sevginin bittiği yerde’’!!!
Oysaki keşke paylaşabilseydik keşke her şeyimizi acık ve net olarak, doğduğumuz andan itibaren bize yakıştırılan bir kimlikle büyüme çabasındayız. Ben" duygusunu belki de daha o ilk saatlerimizde alıyor ve öyle bir içimize sindiriyoruz ki; büyüyüp yetişkin bireyler haline geldiğimizde ne yazık ki toplum içinde yaşadığımızı, bazı şeyleri paylaşmamız gerektiğini unutuveriyoruz.
87 .sayfa
Konuşurken, yürürken, araba kullanırken, yemek yerken, sıraya girerken, sinemada, kefede hep " önce ben " diyoruz. Önce ben konuşmalıyım, en önde ben olmalıyım, en iyisini ben yemeliyim, en güzelini ben giymeliyim, en çok ben sevinmeliyim, en iyi arabaya ben sahip olmalıyım.. Neden?
Çünkü çocukluktan itibaren aldığımız eğitimde bir şeyler yanlış verilmiş çoğumuza. İlk tembihler, ilk uyarılar hep bu yönde olmuş. Önümüzdeki ilk örnekler anne ve babalarımız bize en doğruyu verdiklerini zannederken, bencilliğimizi pekiştirmişler çoğu zaman
. Eşyalarımıza sahip çıkmamız gerektiğini öğretirken belki de dozunu kaçırmışlar bir parça. Sonunda yetişkin bireyler olup da bir hayatı paylaşmaya kalktığımızda (bencilliğimizin önümüze hep bir duvar gibi dikildiğini göremeden) başka şeylerde aramışız suçu, en çok da karşımızdaki insanda. "önce ben, en değerli ben" egomuz öylesine ağır basmış ki, sevgimizi yaşar ve yaşatırken sevdiklerimize,azabın en şiddetlisini t attırıyorduk
oysaki mutlu olmanın yolları ne kadarda basitti ki.. Mutluluk, bakmaktı, saygı duymaktı, dinlemekti, güvenmek ti, sürprizlerdi... Mutluluk hayatta ki küçük sürprizlerdir... Söyle bana eğer her şeyi bilirsen sana nasıl sürpriz yapabilirim? Arada bir kapat gözlerini, hesaplama her adımı, bilme geleceği ne olur... Mutluluk bu günde yaşamaktır... Söyle bana eğer geçmişin tozlu katmanları arasında kalmışsan seni nasıl görebilirim, duyabilirim yada dokunabilirim? Arada bir dön bana, geçmişi bir yana bırakıp şu dakikaları benimle yaşa ne olur..
.
88 .sayfa
Mutluluk oyun oynayabilmektir... Söyle bana her sözümü ciddiye alırsan seninle nasıl şakalaşa bilirim? Arada bir gevşe, sakinleş, umursama kelimelerin altında yatan derin ve büyük anlamları, oyna benimle ne olur... Mutluluk paylaşmaktır... Söyle bana eğer en derin korkularını, sırlarını, utançlarını benden saklıyorsun, senin yaşamını nasıl paylaşabilirim? Arada bir açıl bana, zayıflıklarını da sevmek istiyorum en az güçlü kolların kadar... Mutluluk özgürlüktür... Söyle bana her yaptığıma karışıp beni sevgi zincirler inle bağlarsan nasıl seni sevdiğimi ispatlaya bilirim? Hep içinde bir korku olmaz mı ’ya beni bırakıp giderse bir gün?’ diye... Arada bir güven bana, serbest bırak, risk al, bırak seni özgürce sevebileyim ve her gün seninle kalmaya yeniden karar verebileyim..
. Mutluluk güvene bilmektir... Söyle bana eğer duygularını ve düşüncelerini açık yüreklilikle bana anlatamıyorsun, nasıl kendimi sana yakın hissedebilirim? Nasıl kendimi sana teslim edebilirim? Arada bir kabuğundan sıyrıl ve bana güvenmeye çalış, sana güvenmeme izin ver ne olur... Mutluluk fedakarlıktır...
Söyle bana sürekli benim için yaptıklarını yüzüme vurup durursan, fedakarlıklarının değerini nasıl görebilirim? Arada bir sabret ve bırak yaptıklarını ben göreyim, sana teşekkür edebileyim... Mutluluk dinlemektir...
Söyle bana sürekli kendinden bahsediyorsan seni nasıl dinleyebilirim? Arada bir soru sor bana, gerçekten ilgilen benim söylemek istediklerimle, merak et ne olur... Mutluluk saygı duymaktır... Söyle bana sürekli arkadaşlarımı, dinlediğim müziği, giydiğim kıyafetleri, sözlerimi, tavırlarımı eleştiriyorsan, nasıl kendime saygı duyabilirim? Arada bir beğenmesen bile kabullen benimle ilgili gerçekleri ne olur... Mutluluk bakmaktı..
89 sayfa
. Söyle bana başım ağrıyor dediğimde umarsızca ’ağrı kesici al’ dediğinde nasıl sevildiğimi hissedebilirim? Arada bir yanıma gel, serin elini başıma koy, yatır beni koltuğa, üzerime bir battaniye ört, hatta uzanıver yanıma, bana tatlı bir hikaye anlat ne olur.
.. Diye düşünemeden veya söyleyemeden düşünce ve isteklerine kayıtsız kalmışız çoğu kez. Oysaki paylaşmak, her şeyi, aşkı,sevgiyi, okunulan bir kitabı, müziği, emekle pişirilen bir yemeği, uzun bir kuyruğu, üzüntüyü, beklemeyi,.bilmek..
Ne kadar da önemlidir değilmi bir fark edip anlayabilseydik keşke "ben" egosundan uzakta; sevgiler paylaşıldıkça artacak, üzüntüler paylaşıldıkça azalacaktır. Upuzun kuyruklar paylaşıldıkça kısalacak, güzel bir müzik paylaşıldıkça daha da güzelleşecektir. Düşünsenize bir kez; duygu silsilesi yüklü bir şiiri karşınızdaki kişi ile paylaştığınızı. Mısralardaki her bir sözcük ikinizi birden sarıp sarmalarken sizleri hayal dünyanızın doruklarına ulaştırırdı. O anda gördüğünüz rüyadan uyanmak istemezsiniz.
Önce "ben" değil, önce " biz" dediğimiz sürece dostluklar gerçek dostluğa, aşklar tutkuya, evlilikler ise muhteşem birlikteliklere yelken açacaktı sessizce. Denemek için ne duruyoruz öyleyse, haydi paylaşmaya dedik ama paylaşmasına paylaşırız da burada hiç kendimiz oldunuz mu diye bir soru gelmez mi aklımıza oysa bir bardaktaki cay gibi değişimi, kiminin ki bir dikişte biter, kimininki ise yudum, yudum… dibinde kalan çöpler ise hayattan kalan kalıntılar. Üç şeye dikkat etmek gerekir yaşamda… göz, dil ve gönül… göz ve dile hakim olmak zor ama gönül’e hakimiyet daha güç… gönlü sakınmak lazım; kin nefret ve kıskançlık yatağı olmaktan… tereddütte kalmamak, ne istediğini bilmek veyahut neyi isteyeceğimizi bilmek… küstahlığa düşmek korkusu da var tabi insanın içinde davaya, hayata ve ilme karşı…
övünmek korkusu da var tabi insanın küfre, cisme ve an’a karşı… sanki canavarın esiri gibi bir sağa bir sola çarpıyor, istikrarsız ekonomi gibi bir ileri bir geri gidiyorsun… enflasyonun canavarı olmuşuz haberimiz yok… karanlıkta kaybolan gölge misali silinmiş hayattan, ayrılmak zor ama sonu bilmek daha zor… hazan mevsiminde dökülen yapraklar gibi, tek atımlık kurşunu kalmış kovboy gibi, ölümün soğukluğunu hisseden gladyatör gibi, hızlı adımlarla çıkan ve yine hızlı adımlarla düşen başarısızlıktan korkan, başarınca başarısızlığı unutan, başarısız bir başarılı gibi… ben mutluluk sınırlarını aşıyorum…
90 sayfa
A deminin nesliyiz acıların içinde… acılarımı anıyorum devamlı günbegün… dost görünen düşmanlar, düşman olan dostlar ile… aklımın duru olması zihnimi karmakarışık yapıyor, her bölgesi neden ve niçinler ile dolu… toprakta çürüyen beden ve saç, yoldaş olan kefenle nefis, peşime düşen sessiz gölgeler… karanlık sokaklarda sessiz ve çaresiz şikayetname hazırlamaktalar hakkımda… öldü dersiniz… ölümü hak edecek yeterlilikte de değilim ama medet bekleyecek tek bir kapı, felaha çıkacak bir yol vardır belki… rengarenk hayatın renksiz yaşamı... Sonsuz zamanın ruhsuz ecdadı... Yaşanmış anın yaşanmamış saati... Susuz bahçenin solmuş gülü… hayatın acımasızlığı ile ruhum tevafuklar ile ayakta… gül yüzlülerin hayranlığı var sana… bunu düşün sükut et… et ki en azından adam bilinsin umutsuzlar arasında… arkadaşlık, dostluk önemlidir... Değerini bilmek gerekir..
. Sırrını paylaşabileceğin, derdini anlatabileceğin, üzüntünü dile getirebileceğin, sevincini haykırabileceğin bir kişinin çevrende olması insana hem güven hem de mutluluk verir... Sen de taşın altına elini koyacaksın ama her şeyi başkasından beklememelisin… kılıç üzerinde yürüyeceksin ama kılıç hayatı ve seni kesmeyecek… yok, öyle yağma… kalbini açık tutacaksın hayata… kalbin kör olursa gözler görür mü ki hiç… gözü kör, kalbi kör, yaramaz bir beden… palyaçolara özendim… yüzüm sırıtırken içime kan akıtıyorum… metafizik aleminde takılıyor, patlamaya hazır bombaya dönüşüyorum… saniyeler var patlamaya… iyiler arasında kötülük yüklü bir bombayım… bütün kötülükleri yok etmek adına
… iyiliğin değerini anlamak için bu yapılanlar… kötülük olmasaydı iyiliğin hiçbir özelliği kalmazdı... Onun değerini ortaya çıkarır kötülük… bir bardak çay gibi ömür… kiminin ki bir dikişte biter kimininki ise yudum, yudum… dibinde kalan çöpler ise hayattan kalan kalıntılardı bel kide aradığım ve bulduğumu sandığım şey gerçekten aradığım şey miydi?.zihnim bulanık,alıp götürüyor beni bir oraya bir şuraya....emelimden uzakta yaşıyor.a geçmişte buluyorum onu yada gelecekte.."şimdi"yi yaşayan kim o halde.ben mi ? O zaman ben buradaysam gelecekteki yada geçmişteki o adam kim ki beyin mi beni kullanıyor ben mi beynimi
53.sayfa
? Böyle mi oluyor kendinden uzaklaşmak. Kendim imi kaybettim ben... Onumu arıyorum. Yok diyor içimdeki ses... Tamamda olman gereken yerdesin tıpkı diğerlerinin olduğu gibi iyi-kötü yok doğru-yanlış yok ,güzel-çirkin yok , gerçek göreceli.herkes kendi gerçeğini yaşıyor.sen şimdiyi kaybettin.umutların,geleceğini yaratıyor ama seni de geleceğe hapsetmesine izin verme diyor..sen daima "an"da kal.. An"ı gerektiği şekilde yaşadığın sürece geleceğinin istediğinin dışında olması ne mümkün.
Sen yeter ki burada ol tamamda şimdi olduğu gibi. Yaptığın her şeyin farkında lığı seni gerçek kılar..onun dışında zihninin illüzyonlarından başka bir şey olamazsın..geçmişin bir illüzyon dur,tıpkı geleceğin gibi...gerçek olan tek şey o andır diyor.babam için adam olmuştum annem içim mühendis, çocuklarım için baba ,akraba hısım için kariyerli bir insan siyaset için başkan arkadaşlarım için bulunmaz dost özü sözü doğru mert adamdım.
Param pulum yanımda çalışan bireyler için işveren olmuştum hac çok şeyde yaşamıştım kendimce hani tabiri caizse filimizi yazmıştım hayatın unuttuğum veya unutturmaya çalıştıkları bitek bir şey vardı oda benim kendim için ye yaptığımdır, içimde günden güne büyüyen kapanmayan, bu yara yada açtığın boşlukları dol durabiliyorum, ne de yaşayabiliyorum içinde. Gecenin segahı mesken edindi yüreğim, umut mahsulü saatler bana varmadan ölüyor.
54.sayfa
Bir kapsüle sığmayacak kadar çoğaldı içimde yaralar, yarım bardak uykuyla susturamıyorum kendimi. Dilime acımı bağlayıp haykırıyorum, acım dinmiyor. Haykırışlar yetse de kırılışları anlatmaya, anlattığını dinletmeye yetmiyor. Ruh esir, aşk diri, kalem küskün döndüğüm mahallemde, o bildik yüzü ile alışılmış telaşı ile karşılıyor beni... Sessizce içine alıyor, kucaklıyor. Köfteci köşede, karpuzcu onun karşısında. Pazar sokağı boş; tezgahlar kenarlara savrulmuş, bekliyor. Eksiği yok gibi duruyor; bir benim bildiğim eksiğin eksikliğini çekmesini bekleyemem elbet! Evim az ötede; perdeleri çekili.
İçeride ışık yok , içeride ışığa ihtiyaç duyan yok. Yansa bile boşluğa düşecek huzmeler. Yetim kalmış eşyaları kendileriyle yüzleştirecekler, belki de ağlatacaklar. Işığın vurduğu yerde bana yeni aydınlıklar sunacak yüzler yok. Kapıdayım. Zile basmam gerekmiyor. Zilin sesine ses verecek yok. "kim o?" diyenim yok. Adımın ve sesimin yankılanmasına derinliğini bilemediğim ama varlığından emin olduğum tanımsız bir sevinçle karşılık verecek yok. Kapının arkasında bekleyenim yok. Önünde beklemek ile arkasına geçsek arasında pek fark yok. Kapalı kalsa ne gam! Açmaya değmeyen kapıdan daha büyük duvar var mı ki? Anahtar elimde. Kendim çeviriyorum. Bana açılmıyor kapı.
Ben açıyorum kapıyı. Ben açılıyorum kapıya.sessiz, boş ve loş koridor. Ses yok; tanıdık yüzler eksik, beklediğim gürültü tükenmiş, alıştığım uğultu alıp başını gitmiş. "baba bana ne aldın?" diyen bıktırıcı ses bile terk etmiş kapının arkasını. Ayakkabımı çıkarmama bile fırsat vermeyen, apansız boynuma atılan sabırsızlıkların yerinde yeller esiyor. Mutfağın tıkırtısı kesilmiş. Koku gelmiyor içeriden. Ocak sönmüş; tencereler kenarda bekliyor, tabaklar pek uslu duruyor. İçeride kocaman bir boşluk; sanki ağız olmuş sustukça konuşuyor, konuştukça sus(tur)uyur çöp kutusu boş. Kocaman bir hiçliğin, hep dolu gördüğüm için hesap etmeye fırsat bulamadığım o tuhaf boşluğun sözcüsü olmuş. Konuşuyor boş çöp kutusu.
Dolu, dolu bağırıyor hiç çekilmeyen çekmeceler. Hiç kirlenmeyen tezgah, hiç akıtılmayan musluk, hiç kırışmayan kilim ve yerinden hiç kaymayan sehpa örtüsü, hayatın nabzının çekildiğini haykırıyor dört duvar arasından. Eşyanın ruhu çekilmiş.pencere pervazlarında çocuk bakışının ışıkları eksik. Kapı aralarından aşina kadın sesi sızmıyor. Koridor daha da daralmış. Canı çekilmiş odaların, yastıkların beyin ölümü gerçekleşmiş. Aynaların yüzü solgun; bakanı yok. Hiç dokunulmamış diş fırçası içimin içinde bir yerlere dokunuyor. Hiç erimeyen sabun gizli sızılarımı köpürtüyor
55.sayfa
. Bisikletler köşelerine çekilmişler; boyunları bükük, pedalları suskun. Giyilmeyen küçük terlikler ağlıyor gibi, minik ayakların dokunuşuna hasretler. Buzdolabındaki çikolatalar değecek dudaklar arıyorlar kendilerine.
Derin dondurucuda eriyeceği aşklarını özlüyor
erin dondurucuda eriyeceği aşklarını özlüyor dondurmalar. Ayakkabılık rahatlamışa benziyor, kalabalığı başından savmış, sakinleşmiş. Çok giyilen ayakkabılar alıp başlarını gitmişler. İçindeki ayaklar başka yerlere basıyorlar, uzak yollara koşuyorlar. Bilgisayarın tuşlarına dokunurken omuzlarıma çıkan, "bana yeşim göster baba!" engellemesinden kurtuldum. Bu "kuruluş”un esiriyim şimdi.
Omzuma apansız yaslanan o beklenmedik ağırlığın yokluğu çökertiyor omuzlarımı. Seccademin tam orta yerine uzanıp secdeler imi engellemeye çalışan minik bedenin bıraktığı boşluğa koyuyorum alnımı. Boşluğa düşüyor gözlerim. Sabah ayaklarıma dolanan, kapıdan çıkışımı sonu gelmez bir törene dönüştüren o ses yok. Hiç sırası değilken, "baba, haydi gezmeye gidelim!" diyen ses yok.
56.sayfa
Eşim ve çocuklarım bir süreliğine şehir dışında. Acıyla anlıyorum ki, benim varlığım doldurmaya yetmiyor evi. Eşim ve çocuklarımın çekilmesiyle ortaya çıkan o boşluğun çok az bir kısmına denk geliyor cismim. Varlığım "ev"i "yuva" yapmaya yetmiyor. "ev"i "yuva" yapan o görülmez boşluğun boyutlarını ölçmeye başlıyorum şimdi.
Ölçü biçimim fatih, selin. Ömer Faruk ile elif nas,ikranur.. Onların sıcak yüzleşince ölçüyorum o boşluğun yüz ölçümünü. Onların seslerinin yankılanmasıyla tahmin ediyorum o boşluğun nerelere kadar uzandığını. Onların hayretlerinin göğsümdeki ağırlığı ile tartıyorum o boşluğun havasını. "evim" onlar sız da oluyor ama onların uzak lığınca uzak kalıyorum "yuvamda. "evim" onların yokluğunda da ayakta duruyor ama "yuvam" onların kıyıl arımdan çekilerek açtığı o derin uçurumun dibinde bekliyor.
Tecrübemle sabit olmuş tavsiyemdir: bir gün "ev"iniz boş kaldığında, "yuva"nızı keşfe çıkın. Doğrudur; taştan ve demirden yapılır evler; kolayca da bulunur onlar. Ama yuvalar çocuk cıvıltılarının ninnisiyle, kadın dokunuşunun sıcaklığı ile inşa edilir. Kolayca kaybedilir onlar; kolay, kolay bulunmazlar...
sustum söylesem tesiri yok,sussam gönül razı değil sustum… öylesine… bir nefeste… aheste… varsın güller açılmasın bundan sonra… varsın olsun!
57 sayfa
Eksik olsun… çoklar aza, anlar hiçliğe, canlar ecele devrile dursun… koyar şahinler uçurmam bundan gayrı, turna kanadıyla yaralanmış göklerimde… kıyılmış ne varsa beyhudedir bundan böyle… sustum… dertli kalem… artık sen söyle! Sustum… bu vakte kadar, söz kalesinin burçlarında niçin mahpustu m?
Viran olmanın noksan kıldığı bir tutam acıyla, mürekkep renginde içimi kustum… siyahın üstüne renk tanımakla yapılan hatayı, saçımda an be an artan aklardan öğrendim… ve öğrendim susmayı, akıtmaya kıyamadığım sağanaklar dan… uyan ey zaman!
Bedel iste bitirdiğim yarınlardan, kelamın koridorlarında infilak eden sedamı, yunmuş yıkanmış kızıllıkları yar eyledim… sustum ve nihayet kar eyledim… incecikten bir sızıyla inlerken neyler, son sözümü, sona ermeden evvel suskunluk alfabesiyle söyledim… evet!
ama korkmayın artık… sustum… sustum… cana, canana, zamana, mekana, zekana, korkana, yürek burkana, gökten sarkana, yerle bir olan arkana… tuş oluşunu gördüm, sustum… yaratık mesabesine indirgenmişliğini haliyle sustum!
Tersine açan bir çiçek gibi, topladım yapraklarımı gün ışığından, goncanın içine pustu m… sustum olmayan saygının kaygısını çekerek… bağrımdaki çorak toprağa mecnun’un efkarını ekerek…
bir ceylanın toynaklarıyla ezildim, geçip gitti sekerek… ormanlar uğuldadı gözümdeki son billuru da dökerek… hıçkırmak istedim olmadı, sendeledim olduğum yere çökerek… harman vakti bir başak kesildim, biçmekten imtina etmeyen kader adlı orağın önünde boyun bükerek… sustum… sustum… konuş deseler de…
söz gümüşünü biriktiririm artık yamalı keselerde… özüm her ne kadar kavrulsa da, Leyla menşeli vesveselerden… veya… kısıtlamış hülyalarım, açı ortayını yitirse de lüzumsuz hendesede… söz dedim, ya… hani ağlamalı baktığında kelam kesilen mevzu… işte o artık bundan böyle, sözü geçmez köselerde… sustum… hakikatte susmak dil çeliğini örseler de… neyse… sustum… sustum… gemiler kalkıyordu limandan…
fora yelkenlerin kirlettiği simadan, bir hüzün aksetti sonra
58 .sayfa
… küçük bir çocuk çehresiyle kanadı ufkun derinlikleri… içimdeki ateşler terk ederken o ıtri serinlikleri… yaseminler de bivefa, korkmayınca bu bahar! Hanımeli saltanatını devirince Akdeniz’in rutubet kokan nefesi… ansızın yıkılınca zincirlere hükmeden aslanların kafesi… sustum… sustum… sebepsiz yere… ruhum yara bere… er vahları yollamadan mutebere… biliyor musun ah aziz dostum… ben tam susturmuştum ..iz bırakmış gölgelerle yaşanmıyorken birden aşkı kavradım seninle hem de kırkından sonra…işte
ilk defa kendimi keşfetmenin hazzı ile hayatımı kaleme aldığım bu eserin yazımı için neden deme ,ertelemedim ki hayatı hiçbir duygumu ertelemedim ben. Yaşayacağım hiçbir şeyi sonraya bırakmadım. Sonra diye bir şeyin olmadığını biliyorum çünkü. Hep yarına dair hayaller kurmak, gelmesi mümkün olmayacak zamanları beklemek benim işim değil. Aşk zamana meydan okur ama sen karşı koyamazsın ona. Orada durup öylece bekleyemezsin geleceği. Bir adım atmalısın, bir el uzatmalısın aşka doğru.! Aşkın anahtarı cesaret değil mi yar? Cesur olmak gerekmez mi bir sevdayı yaşamak, büyütmek için? Kaç gece yalnız geçti hesaplasana... Kaç gece bir sonraki günü düşünerek geçti.
Neler yapabilirdik, neler yaşayabilirdik düşünsene..! Her sabahı birlikte karşılamak vardı seninle. Gözünü açar açmaz ilk gördüğün şey ben olurdum ve sen benim yüzümde mutluluğu görürdün. Bu kentin sokaklarında el ele dolaşabilirdik. Girmediğimiz sokak kalmazdı. Bakışlara aldırmadan sokağın ortasında sarılıp öpebilirdim seni. Bir şarkıyı sözlerini bilmesek bile bağıra çağıra söyleyebilirdik.
59 .sayfa
Sonra bir filme gider, bir kitap okur, bir martının bir lokma simit kapabilmek için vapurların peşinden bıkmadan uçuşunu izleyebilirdik. Paylaştığımız her an beynimize bir daha çıkmamak üzere kazınırdı. Özlerdik birbirimizi delicesine. Bir saati yalnız geçirsek, bir sonraki saati iki saatlik yaşardık. Peki, biz ne yaptık. Aşkı bir bekleyişin sırtına yükleyip ona sadece uzaktan bakmakla yetindik.
Her an aşkı yaşamak varken, her gün birbirimizi yeniden keşfetmek varken, bu yolda birer kaşif olmak varken sürgünleri yaşamaya mahkum ettik birbirimizi. Bu sürgünlüğe son vermenin zamanı geldi artık. Sana huzur vaat etmiyorum. Aşkta huzur arayan yanılır. Ben tutkunun, en koyu sevdanın sözcüğüydü. Onlar adına konuşuyorum. Gözlerinin içine bakıp "seni seviyorum" demek istiyorum.
Aşkın akışına kapılıp hiçbir kaygı duymadan gidebildiğim yere kadar gitmek istiyorum. Kokunu içime çekmek, teninin sıcaklığıyla irkilmek istiyorum. Yaşama senin adınla anlam katmak, mutluluğu bulmak ve bir daha kaybetmemek istiyorum. Seni istiyorum ey yar sesin düştüğü an içime, gülüşünle dünyanın sekizinci harikasını keşfe doğru yol alır gözlerim. “sen” düşüncelerini doldururken yürek cebime, aheste bir nefesin ilk adımı atarım sana doğru. Bir şarkı düşer dudaklarıma adın gibi ..ezbere yaşanmış bir ömrü çıkarırken üzerimden, yalın ayak kaçışlarım olursun.
Gecenin ağır düşlerini yüklemekten vazgeçer fırtınalı geçmişim. Ve hıçkırıklarla boğarım tüm yakarışları... Rüzgarlar yorgun düşer, tenha bir sokak başında vurulur ayrılıklar. Gözlerin değer gözlerime, işte o an sobeler hayat. Gecenin rimeli akmış, siyaha çalmıyor artık kendini. Parmak uçlarında yaşlanan umutlar, yeni çocuklar doğuruyor, mutluluk kaf dağının ardında değil gülüşünde saklı. Hiç bir çene kırmıyor artık hevesleri ve hiçbir hayal eskisi kadar ifrit değil kendinden. Gel faali olalım biz bu gecelerin..
Çalalım, gökyüzünün mavilerini. Yağmur insin bu şehre, arınalım tüm acılarımızdan.. Hayatı ıslak bir kaldırım taşı üzerinde temize çekelim. Bak bu gece hüzün dememekten vazgeçtim. Hadi bir kahve ısmarla bana, bir gülüşünün kırk yıllık hatırı kalsın bende! Canıma bir can daha katmak için, ruhumun yalnızlığına, yüreğimin acısına son vermek için, daha mavi bir deniz, daha mavi bir gökyüzü, daha mavi bir sevda için..., yarın, öbür gün, öbür hafta, öbür ay, öbür yıl değil.şimdi…!!!
Eveeeet varım dediğini hissediyorum ve hoş geldin dünyama diyor sana olan duygularımı tüm dünyaya haykırıyorum işte ben seni kocaman bir yürekle sevdim. Gözlerim değil, yüreğimdi seni gören. Sen damarlarımdaki kana karışıp, geldin oturdun yüreğime. Bir başka yerde olamazdın zaten. Sen benim en değerli yerimde, yüreğimde olmalıydın, dar almalıydın ilk kez bir aşka ev sahipliği yapan bu yürek, ilk kez bu kadar kolay kabullendi.
60.sayfa
Seni. Herhangi bir konuk değildin. Bu yüzden ne ağırlama faslı vardı nede uğurlama. O yüreğin gerçek sahibiydin. Simdi sonbahar kışa giriyoruz anlıyorsun değimli, ben dört mevsim baharı bir arada yaşadım seninle, çiçek olup gül açtın yüreğimde. Gök kuşağı zayıf kaldı. Senin renklerin karsısında..açelyaydın pembeliğin le. üzerine çiğ taneleri düşmüş sari güldün. kırmızımsıydı bir ateş gibi.ve maviydin..denizler gibi. En çok bu renkle anmayı sevdim seni. İsmini söylemeye bile korksan da. Denize tutkundum, denizi sensiz, seni denizsiz düşünemedim. Seni sevmeye çalışırken ben dünyayı da sevdim, insanlar da... Kendime bile dar gelirken, içinde herkese olan bir hayatin sahibiydim. Bilmem bu kaçıncı limandı inanıp ta, tanımadan bilmeden sığındığım. Bu yaşıma kadar kaç ülke, kaç il, kaç ilçe, kaç köy, kaç mezraa dolaştım.
Bazen krallar la, bazen de serserilerle beraber oldum.nice insanlar tanıdım ,neler gördüm ,neler duydum ,neler bazen ben bile anlam veremedim. Bir hata yaptım gittiğim her yere beraberimde kendimi de götürdüm. Güneşin batışını en güzel tepeden, yağmurun yağışını iliklerime kadar ıslanarak izledim.
Rüzgarın da es işindeki notaları bile keşfettim, denizin acımasız dalgalarına inat sörf yaptım, kardan insanlar yapıp oyunlar bile oynadım. İhtiyarları sonbaharda sıla özlemi, gençleri ilkbaharda kuytu köşelerde öpüşürken gördüm, orta yaş grubundakileri hayalleri ile geçmişleri arasında gel git oynarken tanıdım.
Ama hiç birine imrenerek bakmadım, ne şakılar nede tutkular beni o kadar etkilemedi. Özelimi bu ana kadar kimse ile paylaşmadım da, ama ihtiyarlığın kapımı çaldığı farkında olmalı idi insan... Bir damlacık sudan nasıl yaratıldığını fark etmeli...anne karnına sığarken, dünyaya nasıl sığamadığını ve en sonunda bir metrekarelik yere sığmak zorunda kalacağını fark etmeli.
Henüz bebekken dünya benim dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu, ölürken de aynı avuçların her şeyi bırakıp gidiyorum işte dercesine apaçık kaldığını fark etmeli... Fark edenlerden olmamız duasıyla...pek tatlı bir nezaket cümlemiz vardır.
61.sayfa
Birisinin yanında bir başkasını övüyor sanız, “senden iyi olmasın!” Dersiniz! Sadık şanlı kardeşimin o incelik dolu anlatısını okuduğumdan beri bu iltifata itiraz ediyorum: “...kapının zili çaldı. Karşımda uzun zamandır görmediğim bir dostum. Selamlaşıp, kucaklaştık. Çay eşliğinde uzun bir sohbet için salona geçtik. Nasıl geçtiği ni anlayamadığımız üç koca saatin ardından misafirim ‘geç oldu, bana müsaade’ diyerek noktayı koydu ve kalktı. Ona eşlik ettim. Sokağın başına vardığımızda ‘şimdi ayrılık vakti. Ben gidiyorum, ta ki benden hayırlısı gelsin inşallah’ diyerek elini uzattı.
Kucaklaşırken, dostumun ettiği duaya alışkanlıkla ‘âmin’ dedim. Eve dönerken, arkadaşımın veda sözleri takıldı aklıma. Düşündüm, düşündükçe ürperdim. Bu bir dua idi. İlk kez duyduğum yaman bir dua. Gayri ihtiyari birkaç kez tekrarladım. Sıcacık duygularla doldum. Bir şey tarafından kuşatılmıştım bütün benliğimi dolduran güzel bir şey. Ertesi gün ilk işim arkadaşımı telefonla aramak oldu. Nedir, nereden duydun diye sordum. Bu özlü duadan çok etkilendiğimi anlayan dostum, ‘h.z. İsa aleyhi is selam’ın, peygamber efendimizin ( a s m) geleceğini müjdelediği sözmüş bu’ dedi. Ne güzel dua imiş! ‘tuttum bu duayı’ dedim. Güldü ve ‘o halde hiç bırakma.’ ben gidiyorum, ta ki benden hayırlısı gelsin inşallah.”
İsa’ya (as) ve o’nun müjdelediği en iyi’ye (a s m) hürmeten: kalktığım koltuğa benden iyisi otursun. Sustuğum anda benden iyisi konuşmaya başlasın. Olmadığım odaları benden iyiler doldursun. Yetişemediğim yerlere benden iyiler yetişsin..senden iyi olmasın!” Diyen dostlarımın bu duasına, isa aleyhisselâmın duasına “amin” deme hatırına “amin” diyemeyeceğimi söylüyorum. Şaka yollu, “bana beddua ediyorsun galiba!” Diyorum. “ya benden iyiler olmasa, ne ederim ben bu dünyada? Kim beni şaştığında uyaracak? Kim beni hüzne düştüğümde teselli edecek ki... Sonra peygamberlerin kavimleriyle yaşadıkları imtihanları hatırlıyorum. O toplulukta o peygamberden iyisi yoktu! Ama nasıl acılar çekti? Ne dayanılmaz sıkıntılara göğüs gerdi? “benden iyi(ler) olsun elbette..
Bende peygamber yalnızlığına sabredecek iyilik yok ki!” Şu son günlerde, hiç bu kadar ağır gelmemişti. Artık yalnızlığı ruhumla birlikte bedenimle de tüm çıplaklığı ile iyiden iyiye hissetmeye başladım yıllarca süren suskunluğumu bozuyorum artı yıllarca susmama neden olan yüklerimi korkularımı utançlarımı paylaşma ve kurtulma zamanı diye düşünüyorum, yıllar önce gençliğin verdiği etki ve tepkilerle kendini beğenmiş ukala sağlık ocağındaki doktor u görebilmek ve sesini duyabilmek için onca yürüdüğüm yolları ve uydurduğum yalan hastalıklardan ve bunun utancı ve vicdan azabından kendimi tanımadan yaptığım bu hatadan yıllarca utandım ve sustum, ama şimdi anlatıp yazabiliyorum.
62 sayfa
Suskunluğum da hep yalnız kaldım onca kalabalıklara rağmen gönlümde ümitler hep bir gölge gibi yaşadı. Oysa yalnızlıklar çaresizlikten değil ümitle bekleyişlerden beslenirlermiş. Onlar ruhunda oluşturdukları güzelliklere aşık olurlar, onların yerini kimse dolduramaz, zamanla adının yalnızlık olduğunu kabul etmek zorunda kalırlar. Ama iş işten çoktan geçmiştir. Sıcacık bir nefes, tatlı bir ses duymak onların artık hayali olur. Tıpkı aşk hikayesindeki gibi
: hikaye: bir adam bir kadına aşık olur. Kadın adama sorar sen İspanyolca bilir misin adam: kendinden emin bilmediği halde böbürlenerek cevap verir evet kadın tekrar sorar emin misin, adam tabii ki der, kadın tamam der başka konular girer gel zaman git zaman sonra kadın ı istemediği bir adam verirler küsüp darılmalar isyanlar fayda etmez, düğüne bir iki hafta kala kadın adama üzerinde İspanyolca ismi yazan bir buket çiçek gönderir. Adam mağrur ve gururlu çiçek ‘e bakmaz bile sevdiği kadın ihanet etmiştir.bulunduğu mekanları terk eder.aradan gecen uzun yıllar sonra kadınla erkek bir garda karşılaşırlar.ikisi de kızgın ve kırgın birbirlerinin yüzüne bakmazlar.kadın yıllarca hiç tanımadığı ve sevmediği bir adama katlanmak zorunda bıraktığı ve ömrünü boşa geçirmesine neden olan sevdiği içinden atamadığı bu adama kızgın olmakta haklı olduğunu düşünür. Adam ise hala sevdiği uğruna vatanı bile terk ettiği, sevmediği bir kadına bunca yıl katladığı için, ihanet düşüncesi ile kızgın ve küskündür. Kadın dayanamaz ve adama sorar.gönderdiğim çiçek’i aldın mı.adam aldım. Üstünde ki notu okudun mu? Adam ne yazıyordu ki? Kadın çiçek ‘in ismi adam.:çiçek in ismi neymiş ?kadın: gel beni al (, kadın adamın İspanyolca bilmediğini anlaşmış)adam: yıkılmış anlamış ki kendi hatası sadece susmuş.
64.sayfa
Hikayeye buya işte: başarılar gelip geçici ama hatalar insanları hiç affetmiyor. Giden geri gelmiyor şimdi bana ait tek şey olduğu için benim hikayem dedim. Kapatılmamış defterlerinin ağrısı volta atıyor şimdi, titreyen kıyılarında hani fırtınadan sonra her taraf gri olur ya, sanki her yer bir olmuştur, birleştirivermişti, her şey bir, her şey gri. Gökyüzü gri toprak gri. İşte öylesine bir grilik tir hüzün. Öylesine..
Tüm duyguların bir rengi kokusu olduğu gibi. Ağlamaksa gri gözyaşları dökmektir. Gözler ne renk olursa olsun hüznün yaşları gridir. Ama ışıksan ve seviyorsan gerçekten onun için kendini feda etmen şarttır her ne kadar gözyaşların masum ve duygusal aksana alışacaksın yokluğuna, tanıyamadığım kalbinden yanaklarına doğru iki damla beli belirsiz yaş süzülürken elinin tersi ile silip, oturduğu yerden kalkarken usulca yüzünü gökyüzüne döndü.
Rüzgar sanki bedenini alıp götürecekmiş gibi esiyordu. Bedeni ise ona inat ayakta durmaya çalışıyormuş gibi hafif sallanarak dimdik ayaktaydı. Gözyaşları gözlerinden hırçınca çıkıyor, yanaklarından hızla süzülüp, yüreğine yavaşça akıyordu. Delip geçiyor du yağmur her yerini. Düşündüğü hatıralar yağmurla bir bir akıp gidiyordu içinden. Bir ara hatıraların birinde düşecekmiş gibi oldu.
Eğer güçlü olmasaydı biliyordu ki o anda yere yığılıp kalacak ve bir daha kalkamayacaktı. Ölmek onun için aslında bir şey ifade etmiyordu. Ölse de olurdu, yaşasa da. Ölümü düşünmek için önünde yıllar varken o yaşa şimdiden girmişti... O zaman neye direniyordu? Ölmeyi istiyorsa neden hala yaşıyordu? Aslında bizim gibi o da bilmiyordu bu sorunun cevabını. Belki de onu yeniden kazanabilirim umudu içindi, yaşamayı seçmesi.
Zor bir ihtimaldi belki de ama her şeye değerdi. Kimse bilmiyordu içinde kopan fırtınaları, yaralandığını, savunmasız olduğunu. Dayanabilir sanıyorlardı oysa o çoktan yenilmişti zamana, gözyaşlarıyağmurla birleşip adeta göl oluşturmuşlardı. Saçlarında ki beyazlar ile anındaki çizgiler geçmiş sinden sanki bir ayrılık ezgisi taşıyordu kimdi? Neden böyleydi? Neler yaşamıştı hayatın ve gerçeğin soğukluğunda...
Sevginin güzelliğini çoktan unutmuştu. Çok denemişti ondan sonra ama olmamıştı. Yapamamıştı. Kimdi onu bu kadar yaralayan? Yakalanamayan bir yüz mü yoksa bir ses mi? Ondan gelecek tek bir haber bile yeterdi yaşamasına. Zaten bunun için yaşamıyor muydu?tek bir ses her şeyi yapmasına yeterdi.gel dese gelir, al dese alırdı.her şeyin düzeleceğini bilse.yağmur bir anda dinince, ilişkiler ininde bir anda böyle nedensiz ansızın bitivermesini hatırladı.?.
Değişik bir duygu idi onunkini. Hem istiyor çocukları için hem de nefret edebiliyordu. Yüreğinde iki zıt duyguyu aynı anda besleye biliyordu,, yoğun duygulardı onun için.
Yıllardır tek başına sürdürüyordu yaşamını. Aslında o bir ölüden hiç bir farkı olmayan bir birinden medet umuyordu. Ölü biriydi çünkü onun ne sesini duyabiliyordu, ne kendisini görebiliyordu ve her şeyden önemlisi bir kalbi yoktu. Güçlü sanıyordu kendini ama her görüşmelerinde yanan bir mum gibi eriyordu yavaş, yavaş. Sonuna kadar yanacağını düşünürken bir rüzgarla söndü mum. Çoktan sönmüştü de nedense dumanı hala daha sürüyordu. Ona yenilmişti ve ona karşı çok zayıftı. Karanlık çoktan çökmüştü ama o hala daha aynı yerdeydi. Bu akşam dolunay vardı gökyüzünde ve yıldızlar her zamankinden daha parlaktı. Oysa o bu güzellikleri göremeyecek kadar yastaydı. Bazen bilmiyordu hiç bir şeyi!!!
65.sayfa
her gece, geçen günle, gelecek günün hesabını yaparak tükenirken, yüzüne yarıştıramadığı maskesiyle yüzleşiyordu geceyi heba ederek. Elleri şakaklarından hesap sorarcasına sıkıştırıyordu başını, çaresizdi.
Boşluğa bakar gibi bakıyordu, hüznün boşluğu ağır geliyordu, doldurulamaz bir boşluğun, hafifle tilemeyen ağırlığı. Görünmez kelepçelerle nikahladığı dünü ve yarınları vardı. Dün yaşamıştı, yarın yaşayacaktı, şimdisi boşluktu. Gri bir gökyüzünde, yağamayan bulut gibi,içini doldurup bir rüzgarla dağılıyordu. Kurduğu mavi hayallere ters düştü önce, kızıla boyalı yarınlarla anlaşamadı, gri de kalmak yetmedi ama, ötesine geçmedi,siyahına ne kadar beyaz katsa sadece gri oldu.yeni bir tablo almalıyım elime, boş olsun, karalamamış ,çizilmemiş,beyaz gibi (boş ve beyaz) başka renkleri de mümkün kılmalıyım,önce boya gerek, paletler,fırçalar,adamlar kadınlar yok onlar olmasın..
68.sayfa
sadece renkler olsun...uçurtmalar ve alabildiğine boş ve yeşil kırlarda koşan bir ben çizsem.sonra uçurtmaya binip yükseltsem,yukarıdan baksam koca boşluğa,küçülür mü acaba o zaman?zamansız olsam yine...ben yazdırsam yağacak olanı ve dağıtsam sonra gri bulutları,üflesem...
Kanımı kurutup ellerimden, kapatsam kurtlanmış yaraları, üfleyerek. Arın sam. Tüm benliğimden bir an ne ifade ederdi. Bunca yıldan sonra kalktı ve ağır yavaş adımlarla kaldığı yerden, o büyük, görkemli sona doğru, ölüm bile anlamını yitirirdi, yaşanılası her şey burada tükenen ömürler, yaşananlar ile en bir yaşam foto rafında gizli idi o foto raf bazen, bir resim ya da fotoğraf her şeyi anlatır anlatılamayan ya da anlatmak için bir sözcük olur dudaklarınızda aralanan ve dokunduğu yerde iz bırakan.
Gözlerinin gördüğü görmek istediğinizdir çok zaman bir dünya hatırlatan. Çizgiler bazen bir yaşamdır tek başına sevinçleri yansıtan. Çığlıkları gönderir kulaklarınızdan ta beyninize ulaşan, bazen de bir anıdır bir yüreği hoplatan yâ da ağlatan. Bir tuvale dökülen kan damlalardır bazen, bazen de tanrının kullarına armağanlarını gösterir hiç uğraştırmadan. Bakana göre değişen renklerdir içinizde yaşayan, resimlerdir bizi bazen huzurlu bazen de huzursuz kılan. Tutan elleri titretir bir resim bazen, bir fotoğraftır yaralarınızı kanatan, saklayandır bir resim kuytu köşelerde gizem taşıyandır kutsaldır her yürekte her zaman
. Düşler kurdurur bir resim renklerine daldığınızda, geçmişe götürür siz istediğiniz zaman bir gece yolculuğudur bir fotoğrafta kalan. Bazen de gelincik tarlasındaki tek bir papatya dır açan. Tazelenir ellerde anılar ısıtır yürekleri bir güneş rengine bürünür sıcak gülümsemelerde yaşayan. fotoğraftır saklanır kıymetlidir her zaman. Koyacak bir yer bulamazsınız bazen yer beğenmezsiniz, mücevherdir sizin için durduğu her yere anlamına göre değer kazandıran. Dünyanızın en güzel yerinde sakladığınız yer yüreğinizdeki en üst çekmecedeydi çok zaman. Resimdir, fotoğraftır aynadır yürekleri yansıtan.
70.sayfa
Ya bir fırça ucunda resmedilir siniz ya da bir deklanşöre parmak ucun uzla dokunur imzanızı atarsınız yaşama. Ya saklanır sız, ya saklarsınız ya bir kederi ya bir sevinci mutluluğu tutarsınız elleriniz bir resimle buluştuğu zaman. "bir resim ya da fotoğraf bir dünyadır her şeyi anlatan". Ve...
Her şeyi anlatır konuşulan, konuşulmayan ya da konuşulamayan, saklar gizlenen sözcükleri anlatılamayanı anlatır bir resim içinizde kalan. Hatıralardır önünde saygıyla hatırlanan bazen bir yürek kanamasıdır kabuğu kaldırılan bir yaradır unutulamayan, unutulmayan. Bir türküdür bir resim, bir ağıt anlatır bir fotoğraf, tutanın elini yakan bir kor’dur kızıllığı ile can yakan. Bir resimdir Mutluğun çizilemediği, bir fotoğraftır ölümün sessizliğine sessiz kalan. Hatırlatandır ‘unuttum’ dediğinizi belleğinize sıfırdan kazıyan.
Unutturmaz kendini resmettiğimiz, ben buradaydım, vardım, yaşadım diye haykıran, sarsar sizi kendinize getirir gözünüzde canlanan.“bir zamanlar yaşadı şimdi yok oldu denenin, yaşadığının ispatı bir resim bir fotoğraftır arkasından kalan. gerisini silin gitsin, <<sevgiye saygıyla eğilmek gerek, o kutsal duyguyu sevene sorun, hiçbir haksızlığa dayanmaz yürek, sevgiye ihanet edeni silin gitsin. İster ağa olsun isterse paşa, bakmayın gözünden döktüğü yaşa, öldürmek
Allah a mahsustur hâşâ, sevgiye ihanet edeni silin gitsin. Böyle dönüyorsa dünyanın çarkı, varımdır insanın hayvandan farkı. fark etmez yaşının otuzu kırkı, sevgiye ihanet edeni silin gitsin,sözümde ciddiyim gayet de sakin ,dürüstlük her yerde dünyaya hakim ,yaşamak herkesin hakkıdır lakin ,sevgiye ihanet edeni silin gitsin.” Vuslat vadisi sorma artık istemem neresi burası, hoş geldin vuslat vadisi burada yaşanır yaşatılır paylaşımların en güzeli en şahanesi
Umutların, acıların, sevinçlerin, keş kelerin, en derini ve güzeli anlamdır ki
yaşam tohumun yetişmesindeki sırda gizli büyük aşklar Ellerde gözlerini kapatıp, yere göğe sığmayan yasladığım başını,
71.sayfa
Burada yaşadığın ve yaşadığın hatıraların en güzeli en şahanesi
Tatlı tebessümde ki gizemi, anlamaktır bu hayat bir sigara içimi
Burada paylaşılır anlam kazanır duygular sorgulamaz geçmişi,
Aşktaki sır, yaşanır yaşatılır su ya aşık hikayedeki çiçek misali
Anlamayana göre vadi ayrıntı dır , ama hayat ayrıntıda gizli
Farkı fark etmektir bizce burada bireylerin kendine olan özeli
Burada yazılır nakış, nakış sevdalar bir tabaktaki bir çekirdeğe
Veyahut bir bardaktaki bir yudum içeceğe, gerçeklerine içindeki
İnançlarının doğrultusundaki en yalın ve en sahici sidir son fikri
Umutların, acıların, sevinçlerin, keş kelerin, en derini ve güzeli
Kendine yakın bir o kadarda uzak yaşarsın işte hayatın özeti
Bulursun kedini, sevdiğini, her şeyin anlamını bir sigara içimi
Rüzgarlar söyler ağustos sıcağındaki gölge hayatının müziğini
Ağaçlar alkış tutarken yapraklar dans eder kelebekler misali
Vuslat vadisi, acılar katlanmaz geçer nisan yağmurları gibi
Acılar erir güneş gören kar misali sevinçler bırakır yerini
Neşelendirsin bahar dahi kırmızı sarı beyaz açan güller gibi
Burada yaşanır yaşatılır paylaşımların en güzeli en şahanesi
Kendin ve içindeki senin olduğun, acık ve net tüm yalın hali
Her ne olursa yaşamak ve yaşatmak kayıtsız şartsız istediklerini
72.sayfa
Bulabileceğin güven saygı, temizlik, sır, seviyeli paylaşımdır zihayat ta hep birileri örnek verilerek yaşadık, komşunun oğlu senden daha akıllı, dayının kızı daha güzel, arkadaşın daha derli toplu, onun karnesi süper,bunun huyları iyi vs...derken kimse bizi gerçekten iyi kabul etmedi hiç, hep görülmek istenilen yerdeydik kimse olduğumuz yeri fark etme di...
İyi sınıfına girmek için bir şeyler yapmakta fayda etmedi..sevişmelerimiz bile hep bir menfaatti, kimi kaşınızın gözümüzün renginde, kimi vücut hatlarında ,kimi parada pulda aradı bizi ve kalbimiz hiiiiç görülmedi...takdirnameli karneler getiremedik hiç, her şeyi istediğimiz gibi yapamadık ama kimsenin utan-cıda olmadık.
. Birileri hep önde durdu, bizim küçük yanlışlarımız felaket onların büyük hataları marifet oldu...ama olsun be kimse görmese de bir gören vardır diye yaşamadık mı hep....yalan dolan olmadık adam gibi sevdik ,adam gibi terk edilmesek de ....her şeyi kuralına göre oynamadık sadece içimizden geleni yaptık işte bu yüzden rahattık..
.neyi ne için yaptığımızı ifade edemedik, fedakarlıklarımızı fark ettiremedik, mühim olan yaptık ve iyi ki de yaptık dedik ancak biz fark et tik.. Bu kadar karmaşanın ve yıldırıcılığı arasında uyandığımız her sabah yeniden mücadele gücünü içimizdeki iyi niyetten aldık, umuttu bizi hayata iten ona doğru götüren...
73. sayfa
Bir gün bir yerde bir ruh eşimiz varsa eğer ve çıkacaksa karşımıza, bu ne yada nasıl olursa olsun, ne durumda karşılaşsak ta bizim içimizi okuyacak tek insandır ve bulursanız kaybetmemek için her bir şeyi yapın...
Ruh eşi denilince bir hayat paylaşmak değildir istenen, zaten aynı ruhla farklı bedenlerde birlikte yaşanmıştır hayat hep aynı duygularla... Uzak yada yakın olması da sorun değildir sadece olması yeter insana...e neredesin ruh eşim? Senle karşılaşmamız ne zaman ne kadar daha düşüp kalkmak gerektirecek hayatta bir başım na, işte burada saklıdır içindeki
75. sayfa
huzurdur Şimdi bir yalanın soğukluğuna yasladım sırtımı..
Üşüyor yüreğim.Bir nefes sıcaklığıydı oysa istediğimiz herkes
oysa Ben;Çocukluğu sesiz sakin uslu ev kedisi,
Gençliğimin hoyrat haylaz üniversitelisi
Ve daha sonraların,Mühendis bozuntusu
mükemmel Aile reisi...Saçsız başlı, hafif göbekli
Tembel kırıkkale ilinin en hızlı şimdilerdeki eskisi,
Torunlarıyla arkadaş, kendi halinde Şai r müsveddesi..
yakmak ve okumakla kayıtsız yozlaşmış olsa da günleri
Bunca yaşım boyunca sırrını öğrendiğim,Ve istediğim her şeyi insanın yapabildiğini,Gizemli bir dünyam daha var mı ki benim;
Eski cumhuriyet meydanın gençlikteki kavgalarımın güzelliğini özlerim bazen;Cahide Sonku’yla birlikte Markize giderim.O, lâcivert şapkasının altından,Altın sarısı saçları dökülmüş,Çayını yudumlarken,Ben,Bir düş âleminde, dalgın,acık hava saray sinamasında, Onu seyrederim...
Bazen,bazen eski dutluk otobus duragında kurulan panayırda dönme
dolaba binerim bazende kızılırmagın kenarında mangal sefasında zahidem türküsünü mırıldanırım.
Alı başimi gider diyar diyar gönül kacamaklarımda :Kadıköy vapurunun ardında,Kanat çırpmadan süzülen,Bembeyaz
martılardan biri oluveririm.Ya da,,Kuğugölü balesinde maystro olur,
Parmakları ucunda yükselirken balerinler,Orkestrayı yönetirim.
Kâh,Bir Hafız Burhan Bey gazeli olurum;Mehtaplı osman gazı mahallesindeki fakir hane villamda bir yaz gecesi,hayalimde
istanbul Boğazını,Bebekten Beylerbeyine,Yıldızlar arasından seyrederek fasıl geçerim.
Kâh,Rindlerin,dünyasında,Rübailer eşliğinde,Hayyam’la beraber içerim.
Bazende kimi zaman olrki,Tertemiz ve buz gibi bir kar suyu olurum;
Coşar, köpürürüm yücelerden akarken,kapulu kaya baranın benlerine dakılan sazan balıgı olurum
Ya da:Lâ Jakond’un tebessümü olurum,gülümserim boşa gecen boşa harcanan günlere yaşanılmiş yaşanıçak sayılan ömürlerde,Dünyaya bakarken...
Bazen, titreyen bir çiğ damlası:Goncalarla dolu bir gül dalında
Bazen yanık bir türkü, kırlangıç köyünün garip bir çobanın kavalında..
Gün olur,paris te Concorde Meydanında başında Şanzelize Caddesinin başında,
Ya da Vistül boyunca,Leh kızlarına mutluluk taşıyan,Akıncıların bir süvarisi,Gün olur,Peşte’de,Tuna kıyılarında,Kulağıma takılıp kalmış
Bir çigan müziğinde,Keman sesi...
Bazen,Dev dalgalar arasında,Fırtına bulutlarına meydan okuyan,Bir ahşap teknenin reisi,Ya da, sbahın saat dokuzunda yorgunluk kahvesi.
Ha unutmadan bazende:Bir deli rüzgâr olurum ,Sevgilisinin saçlarını
Özgürce öpüp okşayan,Hiç bir şeyden çekinmeyen,Ve...Hiç dinmeyen...
Ben,:Saçsız başlı, hafif göbekli,insan emeklisi,Torunlarının arkadaşı
Ve yarınların mutlu dedesi,Sahipsiz kedilerin, köpeklerin,sevgilisi
kırıkkale ilinin nesli tükenmiş kel aynak kuşu şimdilerde eskisi ahti vefa tiryakisi,zaman hızla gelip geçiyor her ne kadar farkında olmasakta ama en önemlisi bir acı kahveyi paylaşabilz olmadı ekmek arası peyniri olmadı selamlaşıp tebessüm edebiliriz birbirimize onca kalabalık içinde ,ön yargısz.beklentisiz çıkarsız olarak herkes uyuduğunda seher vakti kalkıp dua edebiliriz .
en sevdiğimiz ve istediğimiz ne varsa yaşamadair ve sadece bizim gibi uyanıp sıccaık evinde veya bir yalniz odada Ya da acılmasını beklediği cami avlusunda içten ve samimi bir sekilde...ashura kalkanların ışığı yandığında bu kentte, üşüdüğümüzü kendimize belli etmemek için, tüylerimiz diken diken olup, bedenimiz titreyene kadar Yalnız değilsin diye fısıldayan.Kırık dökük de olsa şefkat kelimeleri ara sıra kulağımızı çınlatsada gülümseye biliriz. Bir şair müsveddesi
Ve
kırıkkale ilinin nesli tükenmiş kel aynak kuşu şimdilerde eskisi ahti vefa tiryakisi,zaman hızla gelip geçiyor her ne kadar farkında olmasakta ama en önemlisi bir acı kahveyi paylaşabilz olmadı ekmek arası peyniri olmadı selamlaşıp tebessüm edebiliriz birbirimize onca kalabalık içinde ,ön yargısz.beklentisiz çıkarsız olarak herkes uyuduğunda seher vakti kalkıp dua edebiliriz .
en sevdiğimiz ve istediğimiz ne varsa yaşamadair ve sadece bizim gibi uyanıp sıccaık evinde veya bir yalniz odada Ya da acılmasını beklediği cami avlusunda içten ve samimi bir sekilde...ashura kalkanların ışığı yandığında bu kentte, üşüdüğümüzü kendimize belli etmemek için, tüylerimiz diken diken olup, bedenimiz titreyene kadar Yalnız değilsin diye fısıldayan.Kırık dökük de olsa şefkat kelimeleri ara sıra kulağımızı çınlatsada gülümseye biliriz. Bir şair müsveddesi
Ve
Hayâl dünyasının tek efendisi! ...Ne isterim ki başka: Var mı benim gibisi? ....
76.sayfa
zaman hızla gelip geçiyor her ne kadar farkında olmasakta ama en önemlisi bir acı kahveyi paylaşabilz olmadı ekmek arası peyniri olmadı selamlaşıp tebessüm edebiliriz birbirimize onca kalabalık içinde ,ön yargısz.beklentisiz çıkarsız olarak herkes uyuduğunda seher vakti kalkıp dua edebiliriz .
en sevdiğimiz ve istediğimiz ne varsa yaşamadair ve sadece bizim gibi uyanıp sıccaık evinde veya bir yalniz odada Ya da acılmasını beklediği cami avlusunda içten ve samimi bir sekilde...ashura kalkanların ışığı yandığında bu kentte, üşüdüğümüzü kendimize belli etmemek için, tüylerimiz diken diken olup, bedenimiz titreyene kadar Yalnız değilsin diye fısıldayan.Kırık dökük de olsa şefkat kelimeleri ara sıra kulağımızı çınlatsada gülümseye biliriz.
Kırık dökük yamalı hayatımız hikayesinde delik deşik edilmiş çocukluk hayallerimizi, kimsenin bilmediği kasamızda saklandığımız gülümselerimizi hatırlarız belki.
Dua ve insanlik edepli hayalı olamak bize yakışır mutlaka; sonrasında bir kır bahcesinde ,ince belli bardakta çay içe biliriz sonrasında cay renginde saraı sevda belimizi, içimiz sıcak, dışımız zarif, herkesin özendiği oluruz belkide.
Herkesin bizden alıp götürdüklerini tamamlarıa, düşmanlarımızın el alemin emanetlerini yüreğimizde taşımayız.Öyle dağları yerinden oynatmasına gerek yok.Adı bir bıçak olmasın sırtımda kısacık bir yazı olsun alnımız dilimizde de dua
Sesimiz çıktıgı kadar bağırırdık meselasesizce, soframız buludugumuz kadarını yeriz, sevdamızın bü yüklüğü kadar dere yatagında akan sular gibi sesiz yavaş ve bir okadar hızlı kadar sevişirde veya kanardık Şeytan’a, dünyanın en tatlı günahına sarılırız günün herhangi bir saatinde geceyi beklemeden. Helalim olursan…
Yağmura çıkardım ben sıcaklarda, sen arkamdan gülersin, dudaklarıma değen hayali damlaların altında etrafımda neşeyle dönerken.
Bir bardak kahveyi paylaşabilirdik seninle, acıyı, tatlıyı, karanlığı ve belki bir kahkahayı…Sonra senle ben iyi salih ve saliha bir eş olurduk belki, bizim dışımızda hani dünya olmazdıGüzel bakardın gözlerimin içine, Güzel sevişirdın rüzgarın ahenginde dans eden agaç yaprakları gibi gözbebeklerim,zden başlar inerdik ruhlarımıza
şimdikiler gibi sahte, yalan, içi boş ve çirkin bir sevecenlik taşımazdık. Güzel hikayelermzi olurdu, güzelce birbirimizin sözünü kesmeden dinlerlerdik, birbirimiz dinlerken bile heyecanlanırdık,birbirimiz için okadr değerli, oludukkki anlattıklarımız bizi bize özel kılardı.kendimiz çok degerli gördüğümüz gözbebeklerimize yansırdı.
Benim kalbime kalplerine gözbebeklerimden gidildiğini bilirdin.bende san hep tebesümle güzel bakardım anlardın ki Müşfik, babacan, seven, şefkatli bir erkegimr, sen erirdin. Bilirdinki güzel severim, güzel sevişirim sevişirken anlardın kadınlığını, bir kahkaha patlatırdın bir duble yanında, için kadınlığın çiçek açılırdı gibi…
Boyu kaçmış, kilosu neymiş, kaç para kazanırmış,şım hiç umurunda olmazdı. sadece seni sevmemi istersin.
Saçlarını çekerdim gözüne gelince kapatmasın diye, öyle bir dokunurdum ki; başını koyup omzunda ölmek isterdin. Ve derdinki şimdi bitse hayatım, gözüm açık gitmeyeceğim.allah seni başımızdan eksik etmesin adı olmayan ama
kagıt üstündeki evliliklere inat çok aşina gibi görünüpte gercekte olmayan güzümüz ahir zamanındaki birliktekilrden farklı, hani dilimizin ucunda herdaim dua ve iyilik güzelik her seye ragmen ,mutlu sagliklı afiyette ve bunu çocuk gibi meyvelerle süslüye bilirdik allahını izni ile ,Senin kalbinde demlerdim ben tüm tutkularımı, benim sessizliğimde sabrı pişirirdin sende. Yani, gül gibi geçinip gidebilirdik, egolarımıza yenik düşüp gül gibi solmayı tercih etmeseydik …
,hayatı anlamaya çalışırken, yaşamı anlama derdi de cebinde durmalı. Böyle gelip geç memelisin dünyadan.
İnsana ait olanı, kendine ait olanı sorgulamalısın. Yaşadığın her olayın önünü ve arkasını kazı malısın. Evet, bu biraz beynin limitlerini zorlamayı gerektirecektir ama içinde bir yere ulaşmanı da sağlar.
Neden aşık olduğunu, neden o insanı seçtiğini, neden milyarlarca insan içinden, sadece onun ardından böyle yanıp tutuştuğunu merak etmelisin.
Aklın sana huzur vermemeli ki; yaşadığının farkına vara bilesin. Bir robot gibi, sadece verilen emirlere uyarak, hiç sorgulamadan devam edemez bu yolculuk; etmemeli!
78. sayfa
“Kendini bil!” cümlesini çok beğenmen yetmez, bilmek için çaba göstermelisin. Yüreğinin düşkünlüklerini, zayıf noktalarını, neden kıskandığını, neden öfkelendiğini, neden sevemediğini, neden kendini sevmediğini, acizliklerini, zayıflıklarını, yeteneklerini, nelerin seni mutlu ettiğini bilmelisin. Bilmiyorsan da, merak etmelisin evet yazmak güzel bir şey okumak doldurur insanı yazmak boşaltır. mesela benim tereciye tere satmayacaksın:)))
yaşadığımız .bu hayatta:eş iş, eğitim her alanda her adım atışımızda başarısız oluyorsak, bir yerde hata yapıyoruz demektir. Kadere, karşındakine, zamana ve her ne sebep buluyorsan ona faturayı yüklemek; kendinden başka yerlere baktığının göstergesidir.
“Neden?” diye sormalı insan, cevaplar aramalı. Huzursuz olmalı biraz ruh dediğin, ancak o zaman gerçek anlamda başlar yaşam sanatı.
Sen ancak kendini tanımaya çalışırsan, bir adım ileri gidebilirsin. Sen; sabah işe giden, çocuğuyla ilgilenen, mesleği olan, evinin kadını olan, akşam evine dönen, kuralları uygulayan, yemek yiyen, uyuyan, televizyon izleyenden,daha fazlasısın.en azından benim gözümde.
yaşadın bu dünya üzerinde durduğun yer baktığın acı karakterin senin yaşam biçimi belirlediyse yer kapladığın hacminden başka bir değer kazanmak istiyorsan eğer, içine dönmelisin. Sorgulamalısın, araştırmalısın, düşünmelisin.
düşün bir kez dur da dünya ve Güneş arasındaki çekimi ,suyun kaldırma kuvvetini nasılsa öğrenirsin, bunlar teorik bilgiler çokta bilmen gerekmiyor. fazla bilgi (işe yaramayan)hamallıktır aslında bana göre Sen, her seferinde başarısız olduğun ilişkilere nasıl çekiliyorsun, asıl bunu bilmelisin! Ay gibi, birinin bir olayın yada geçmişinin yörüngesine kapılıp sorgusuz sualsiz altından daha değerli zamanını nasıl teslim edebiliyorsun, bunu bilmelisin. Senin içinde hiç tanımadığın bir sen daha var; biraz düşünsen belki bulabilirsin! unutmamalı her birey bir canlı varlık olup bir değerdir. kendine has anatomik ve sosyal yapısı vardır .üç boyutlu olup ruh ve karakter ve fizikten oluşmaktadır. bana göre başarının sırrı eşini işini hepsinden önemlisi kendini ve yaratanı sevmektir.Yalanlara, hırslara, tüm kötülüklere rağmen iyilik değil mi bizi insan yapan ve mutluluk ile iç dünyamızı pekiştirip zenginleştiren…
80.sayfa
Yalanlarla ve ihtiraslarla dolu kalabalık bir dünya yerine yalnızlığı tercih etmek de bir seçenektir. İkiyüzlü olup sayısız arkadaşınız olacağı yere tek yüzlü tek bir aksimiz olsa aynada yeter de artar bile…özledim işte
Olur da yolun düşerse bu taraflara bil ki; sorgusu suali olmayacak bu ayrılığın
sen ağzında bir şeyler gevele
ben anlarım...
havada taze gün kokusu
kaldırımda volta atan
kırıntı avında bir kaç serçe
fırında konuşan üç beş kadının
sokağa taşan neşeli sesleri
gülümsetecek kadar güzel bir sabah
ne bileyim
fazlaca hayat dolu işte
hele o yavru kedi ve uçuşan tüyleri
kim uzatsa elini fark etmeyecek gibi
çöp toplayan adam
ben gibi erkenci bir kadın
yaramaz bir çocuk ya da
yeter ki sevsin birileri dercesine
masum ve teslim
ya ben öyle miyim ya
canımı canına yamayacağın güne kadar
kör ve sefilim
çünkü sadece senin gözlerin yakışıyor gözlerime
başka hiç kimsenin değil
oysa
közünü de gömmüştüm külünü de
bir de kafa tutmuştum hayata
asılı kalmam demiştim
asılı kalmam işte bir ipin ucunda
ben palavra atmadım ki
neye yaradı onca kavga
ne yana dönersem döneyim yüzümü
hala gölgen düşüyor saçlarıma
elimde değil özlüyorum seni
isyana diye çıktığım yollar
neden zoruma gider ki
neden sitem yazmaz kitabımda
peki kim gelip örtecek
süngüsü düşmüş bu aşkın üstünü
kim söyleyecek çayıma iki kez şeker attığımı
kitabımın neresinde kaldığımı unutmaktan
unutulduğumu düşünüp kendime acımaktan
yoruldum be iki gözüm
şahidim yok
inansan keşke
ne çabuk geldi alaca karanlık
yavru kedi uyumuştur çoktan
serçeler kim bilir nerede tok ve mutlu
bir ben miyim zorba geceye gebe
o halde sıcak ellerin bıraksın beni
hüznün yeni düşmüş göbeğine
söz veriyorum ağlamayacağım
sadece özledim diyorum
özledim işte...
Gördüğünü Herkes Sever
Görmediğini Bulacaksın
Eğer Gerçek Aşk İstiyorsan;
Tene Değil ’Kalbe Dokunacaksın
(Bob Marley)
Ben çocuklar gibi sevdim Devler gibi acı çektim..
Atila İlhan..
81.sayfa
Oysa ;sevmek katlanmak değil birlikte, ortaklaşa yapmaktan keyif aldığın şeylerin sayısını ve kalitesini yükseltmektir.Söz ve davranışlarla ..özür dilemeyi bilmek kendini yüceltmektir
aslında ..Ya da affedici olmak nezaketin özü, asaletin zaferidir.Kadın ya da erkek
tek kişilik oyunda iyi birer oyuncu olmaktan öte üzerine düşen sorumlukları hiç
üşenmeden yerine getirebilmektir. Sevebilmenin ön koşulu olamaz ,olmamalıdır. Kendine yapılmasını istemediğin şeyleri karşımızdaki eş ya da reva görmemeli insan .Sevgiliye sevgi ile yaklaşmalıdır. Bilinçli olup olumlu objektif ’ bir pencereden bakmalıdır.
işte o zaman tek kişilik oyunlar’ çift kişilik gösterilere dönüşebilirler. Ancak bu sayede ortadan kalkabilir aşk ve mutluluklarda ki düş kırıklıkları.
Onur can...
Hayatı uzaktan seyretmeye başladığım gün kendimi içinde buldum
nedense gülen yüzüm kendime her yeni güne ışıktı kitaplar dinlediğim türküler
yol arkadaşımdı hangi elimi nereye kime uzatacağımı hiç bilmedim .insanları tanıdıkça boşluğumda kendimi buldum baktığım gözlerde kendimi gördüm kendime sordum sen fabrikadan üretilen kenara atılan defolu ürün müsün evet defolu üründüm hayata atılmış bir insan ne kadar hayata dik adımlarla öz güvene yürür tek tek insanlar arsında geziniyorum güzel dostluk kardeşlik derken hayatımın elimden uçup gitmesini seyre dalarak yaşadım Çok sorardım anneme ve tartışırdık her konuyu
neden beni "duygusal" yetiştirdin diye..sormuştum birkeresinde
herşeye ağlıyordum.. benim için çok duygulu olan insanlık için duygusuz şeyler idi..
"Canım Annem ..şöyle dedi".büyüyünce zamanı gelince o duyguyu nerde kullanacağını bileceksin demişti..
Önemli olan yıkılsakda ,kalkabilmek. Mücadele etmeniz gereken hayat ideal bir hayat olamaz
82.sayfa
Benimkisi baltayı taşa vurmak. İnsanlar hayatta gösterdikleri mücadele ile onur kazandıklarını söylerken ben mücadele etmemizi gerektiren hayat değersizdir diyorum. E söyleyin o zaman; amacınız yaşamak mı, onur kazanmak mı? Onur kazanmak sizin için yaşamak anlamına mı geliyor?
Ben hayat kolay olmalı; yollar yokuş, hava soğuk/ya da sıcak, gözlerinizde yaş, yüreğinizde ağrı olmamalı diyorum. Sizi özleyen anneniz 2000 km’den sizi görmeye geliyor. Bu durumun kabul edilemez olduğunu düşüneceğinize annenizin sizi ne kadar sevdiğini söylüyorsunuz. Sevmese naspın! 2000 km diyorum; bu kadar uzaktan Allah bile kulunu görmeye gelmez! Bu şimdi hayat mı yani!
Yaşamak değil de mücadele etmek size yetiyorsa doğunca uçurumun kenarına bırakalım, mezara kadar çırpınıp durun! Affedersin b…k gibi yaşayan bile gösterdiği sabır ve mücadele ile övünüyor, mutlu oluyor. Mücadele nedir ya! Mücadele insanı nasıl mutlu edermiş ben onu anlamıyorum! Bedelini ödeyerek her şeyi yapabilirsin; böyle bir şey insanı mutlu eder mi?
83 sayfa
Bir tanıdıkla karşılaştım. Bana evini gösterdi. Vüüüüü 8 kat. Allah versin! “İşte bunu ben yaptım. Yemedim içmedim ömrümü verdim” Evini göstermek için dahi kamburlaşmış belini doğrultamayan adam elinde ilaç torbası Yedikule hastanesinden geliyordu. Aynı yaştaydık ve benim 8 katlı evim yoktu. Ama 60’ında yanaklarımdan kan damlıyordu. İstesem 8 katlı ev ben de yapabilirdim. Ama benim 8 katlı eve ihtiyacım yoktu. Aslında onun da yoktu. “Bak bunu ben yaptım” demek için yapmıştı. İhtimal ki yakında bir kat ev daha yapacaktı; Zincirlikuyu’ya! Üstelik o vücut o akıl kendisine 8 katlı ev yap diye değil “al bunu yaşa” diye verilmişti…
Anladığım kadarıyla sizler hayat zor olsun, diyorsunuz. Niye ki, kolay olsa olmaz mı? E hayat kolay olursa Ayı Kazım nasıl “şunu yaptım, bunu yaptım” diye hava atacak! Hay senin aklına tüküreyim emi, üç kuruşluk itibar için rezillik dağına tırmanacaksın ha! Madem öyle, sürünmek şikâyet edilecek bir durum olamaz. Dünyada zorluklara katlananlara cennetten parsel veriyorlarmış duymadın mı?
Filozoflar, ulemalar, prof’lar, bilim adamları herkes hayatta mücadele etmemiz gerektiğini söylüyor. Ya bende bir sorun var, ya da bunlar delirmiş! Kutsanıyor üstelik böyle bir hayat. Niye, gerekeni yapsam da bacaklarımı uzatıp otursam. Hoçanlı’da geven yolacağıma aklımı kullanıp Nil ovasında ananas tarlası kursam.
Tanrı böyle istiyormuş, Tanrı da ne istediğini bilmiyor tövbe tövbe… Zorluklar, imkânsızlıklar insanın hoşuna gider mi ya! Sırtımda taş taşıyarak cennete gidecekmişim; hadi ya!
Bıktım usandım dünyanın aptallıklarından ya! Kimseyi de ikna edemiyorum ha! Sanki insanlık afyon yutmuş! Yukarıda yazdıklarım için bir kişi bile haklısın demiyor. Ben yoksa inek beyni mi taşıyorum!
Aristo söylemiş; Sokrat da onaylamış. Zaten gerek yokmuş; çünkü Tanrı’nın kitabında yazıyormuş. Aristo maristo yok, ikide bir geriye bakma! Artık dünya ikimize kaldı; Korkut ve sen! Ya ona inanacaksın ya da hiçbir şeye inanmayacaksın. Bıktık usandık bu klişe referanslardan ya! Bu böyle değil diyorsun adam bir Meydan Larus kucaklamış geliyor, “Burada yazıyor” İnsanlığın hücceti de bir yerde yazıyordu ama onunla affedersin şeyimi sildim!
Diyecekler ki “Korkut, biz istemiyoruz, hayat böyle” Pışıııııkkkk külahıma anlatın siz onu! Eğer hayatta illa da bir zorluk varsa kendiniz yaratıyorsunuzdur. Dümdüz ovalar dururken dağın yamacına şehir kurmuşsun; bayırlarda yuvarlanıyorsun,kafan gözün kırılıyor; ovalar ekmek için bayırlar çekmek içinHer karanlığın ardıdan ,dunya batmadıkca güneş doğacak ve ısıtacak bakışlarımızı..
Bir el istersin sana dokunan ellerini tutan güven veren güçlü bir el , içimde zerre kadar hiç kimseye güven duygum yoktu sonra düşündüm kendimde sorun aramaya başladım konuştum olduğu gibi kabul et dedim her gün yeni bir yalana her gün yeni bir yemine inanamaya başladım
84 sayfa
Ne var ki hep denen şuydu ben başkası değilim oysaki oda aynıydı başkası nasıl olunur hiç mi hiç anlamadım dost dedim zaman ilerisinde bir diğerinden farkı yoktu neden kendi mutsuzluklarına tercih ben oldum nereye baksam aynı ailesi oldukları halde başka hayatlarda ne işleri var dı bu kandırmak değil de ne idi bu kadar mı ucuz bir hayattı benim hayatım
Benim bir ailem yoktu ama kendime en büyük aile kendim idim en azından onlar gibi yalana yemine gerek duymuyordum ne kadar kanabilirim ne zaman biter dedim bitmeyince bitmiyor çocukluğumda ne kadar saf duygularla büyümüşüm kendimi merhamet, vicdan, demişim acıma duygusu ise ayrı bir dünyam bende kötü olacağım desem de kalbim izin vermedi bazen istemediğim çocukluğuma zaman makinesi olsa da dönsem diyorum öylesine sek sek oyununda geziniyorsun acı ,keder, hüzün ,yok çünkü derdi bilmiyorsun
Düşünüyorum geceleri ben bu kadar ağır yükleri nasıl taşıdım nasıl mücadele edip okumayı başardım kimseler ön ayak olmadan kimseler yol göstermeden bu taşlı tozlu yolları ihanetleri nasıl sıraya dizdim çalışırken evladım okusun diye başka günlük işi nasıl yaptım bilmek bile istemiyorum
Sonra buldum her acımın sonuna bir tebessüm bırakmışım ne zaman mutsuz olsam gülen resimlerime bakar ayağa tekrar kalkar yoluma devam derim
çünkü gülümsemek güneşe bakışım gibi benim ışığımdı
hani şu siyah takımının içine giyindiğin ’
beyaz gömleğin vardı
her seferinde korkardın üzerine çay damlatmaktan
ve ne hikmetse inatla
mutlaka damlardı bir kaç damla bardağın altından
sonrasında
gülüşürdük, aynı anda göz göze geldiğimizde’
oysa
ne çok göz göze gelmemiz gereken suslarımız vardı
senin duymaktan, benimse bir türlü söylemeye çekindiğim suslardı herbiri
mesela hiç sevmezdim ’ yemek sonrasıı kumandayı alıp, tv. karşısına geçip,
sezonun ne kadar yeniliğiyle bitmiş devasa futbol ’ maçlarını...Reklam arası
dahi vermezdin hani.Bilmesem ’ her seferinde ya üzerime gelme yine yenilmişiz !
Oysa güzel oynadı bizim çocuklar ’ hakemde tek suç:) orada penaltı vardı’
bal gibi de vsvvsv Her seferinde kumandayı koltuğa fırlatıp atmana ne çok alışmıştım
Zavallı kumanda ! Ne çekerdi bir sezon boyunca’:)
En çokta uzun uzun telefon konuşmaların sıkardı canımı.
Hani tahammülsüzlükten değil , bütün gün aynı masada, aynı
iş yerinde birlikte çalıştığın arkadaşlarınla eve gelince de iş konuşman çekilmez gelirdi bana
Eminim ’ tamam hayatım bitiyor işaretlerinin ’ ardından çok daha son sözün
oluyordu .
Ben’ küsüp mutfağa geçmesem ( genelde de ben mutfaktan
salona küsüp geçiyordum :)Sen elinde telefon peşimde dolaşırken..
Birlikte geçireceğimiz ne çok zamanımızı ı çalmıştır o telefonlar..Bir saat fazladan
dizlerinde uyumak gibi..yada birlikte o çok sevdiğimiz şarkıyı, kahvelerimizi karşılıklı
yudumlarken dinlemek gibi ....Ne çok şeye küserdim, susarak..
85 sayfa
Oysa ;sevmek katlanmak değil birlikte, ortaklaşa yapmaktan keyif aldığın şeylerin sayısını ve kalitesini yükseltmektir.
Söz ve davranışlarla ..özür dilemeyi bilmek kendini yüceltmektir
aslında ..Ya da affedici olmak nezaketin özü, asaletin zaferidir.
Kadın ya da erkek
tek kişilik oyunda iyi birer oyuncu olmaktan öte üzerine düşen sorumlukları hiç
üşenmeden yerine getirebilmektir. Sevebilmenin ön koşulu olamaz ,olmamalıdır. Kendine yapılmasını istemediğin şeyleri karşımızdaki eş ya da reva görmemeli insan .Sevgiliye sevgi ile yaklaşmalıdır. Bilinçli olup olumlu objektif ’ bir pencereden bakmalıdır.
işte o zaman tek kişilik oyunlar’ çift kişilik gösterilere dönüşebilirler. Ancak bu sayede ortadan kalkabilir aşk ve mutluluklarda ki düş kırıklıkları.
İstemek kendiliğinden haklı bir
davranıştır;gerekçesi, nedeni olamaz
İstiyorsun ama yok, istiyorsun ama şu, istiyorsun ama bu, denebilir; ancak kişiye neden istiyorsun denemez. Çünkü isteklerimiz bizim planımız değil, içimizin arzusu. Ve istemek suç, günah ya da ayıp da olamaz; çünkü biraz irade dışı.
88 sayfa
İsteklerimize engel olabilir miydik; belki ama bu takdirde de yaşamamızın anlamı kalmazdı. İsteklerimizi sınırlandırmanın da doğru olmadığını düşünüyorum; çünkü bizim için neyin daha iyi olacağından emin değiliz, yasakladığımız şey hayatımızın en önemli isteği olabilir.
İnanç ve tutucu söylemler nefsin düşmanı, nefsi şeytan olarak görüyorlar. Dolayısıyla bunlar için istemek günah işlemek gibi bir şey. Bunlara göre adeta hayatta kalmak için gerekli şeyleri isteyebiliriz, ötesi haram. Bunlara sormak lazım, o halde nefis niye yaratıldı, nimetler neden var?
İnsan istediğini istemeli ve bunu dillendirmelidir. İsteklerinizi yerine getirmezseniz hasta olursunuz. Kimden ne istiyorsanız uygun bir şekilde isteğinizi söyleyiniz (karnım aç, param yok, sizinle yatmak istiyorum gibi) Ne kadar uç olursa olsun istekler masumdur. Masum isteklerimiz dinsel ve ahlaki sınırlara sıkıştırılıp baskı altına alındığı için bize ayıpmış günahmış gibi geliyor.
Nefis kötü şeyleri de isteyebilir ama bunun ayarı bize ait. Zaten kötü şeyleri isteyenlerin yüzünden masum isteklerimiz engelleniyor. Ben İsmail’i öldürmek istiyorum diye bir istek olur mu? İstek meşru haklar içindir, hakkımız olan şeyler içindir. İstekle ahlak uymaz; bu durumda sonucu kişilerin iradesine bırakmak gerekir. Kişi bedelini ödemeyi kabul etmiş ya da göze almışsa çizgi dışı isteklerde de bulunabilir.
İsteğin ahlakı yoktur, namusu, terbiyesi, sınırı yoktur biz kendimiz ayar veririz. Ve zaten böyle olmalı.
90 sayfa
Çünkü isteklerimize din ve ahlak ayar verirse ortada istek diye bir şey kalmaz. İsteklerimizi elde edemiyoruz hiç değilse isteme konusunda özgür olalım. Tutku ve fanteziye dönüşen isteklerimiz hayatı yaşanır kılar. Ve fanatizm isteklerimizi coşkuya dönüştürür.
Çaba zorlama disiplindir; kapasiteyi aşan çaba işkence sayılmalı
Bir işi, bir şeyi yaparken göstereceğiniz gayret kapasitenizi aşarsa bir noktadan sonra iflas edersiniz. Bu konuda sanki bilinenleri tekrar ediyor gibiyim ama çok ciddi yanlışlar yapılıyor. "Herkes kazanıyor sen üniversiteyi niye kazanamıyorsun" Bir kere herkes kazanmıyor da bu kişinin üniversiteyi kazanacak kapasitede olmayabileceğini niye düşünmüyorsun? Çalışırsan olur diyorsun. Hayır, olmaz.
Kişilerin kapasiteleri zorlanamaz. Çaba kutsal olarak gösteriliyor. Zorlama çaba bal gibi işkence. Kişinin yeteneği kapasitesi neyse onunla ilgili çabayı isteyebilirsin. Peki, kişinin bu kapasitesi nedir? Ortada bir kötü niyet ya da tembellik durumu yoksa kendi iradesiyle ortaya koyduğu "daha fazlasını yapamıyorum" durumudur.
Cahil anne babalarımızın ve büyüklerimizin bilinçsiz davranışları yüzünden çaba denilen kamçıyı kı... mıza yiyip duruyoruz , "yapacaksın" Be cahil adamlar yapmak bir şeyi sadece yapmaktan ibaret değil ki! Kapasite var, şartların uygunluğu var, istek var, irade var... Sen bunları bir araya getirmeden o çok güvendiğin çaba denilen kamçıyla bir atı ahırdan bile çıkaramazsın! Yani zorla yaparsın da sonu nolur bilinmez. Çaba maba hikâye; yapabileceklerimiz sahip olduğumuz güç ve yetenek ile sınırlı. Çaba göstersinmiş, pöh!
Çaba zorlama bir disiplindir ve belli bir noktadan sonra insanların daha fazla çaba göstermelerine onların sağlığı açısından izin verilmemelidir. Çaba nedir ya, aslolan yetenektir. Belli bir düzende kurulmuş bir makineyi daha hızlı çalışsın diye zorla bakalım.
İnsanlar göstermeleri gereken çabayı göstermedikleri zaman sorumlu olurlar. Ferhat gibi dağları delemediği için kimseye bir şey diyemezsin. Dünyanın salakları almışlar ellerine çaba denilen kamçıyı evrenin atlarının uçurumlardan geçip dağları aşmasını istiyorlar. Çaba kutsalmış; alın teri, emek... Benim kamçı yediğim yerim kutsal değil mi?
"Gayret edersen olur" Her durum için bunu söylüyorlar... Bunlara göre insan isterse başaramayacağı şey yokmuş. Dediğin olsa bile uğraşmıyorum. Ben standarda ayarlı bir fabrikayım, kapasitemin üzerinde çalışmıyorum. Kapasitemle ne ürettiysem onu kabul edeceksin. "Ha gayret biraz daha çaba göster" diye arkamdan iteklemeyeceksin. Ne yapalım yani motoru mu patlatalım tövbe tövbe!
Yüzerek kıyıya çıkamazsam boğulur ölürüm kardeşim, bu kadar basit. Gücüm yetmiyorsa ben kendimi kurtaramam, birinin beni kurtarması lazım. İnsanın gücü bellidir yani, öyle çabayla, iteklemeyle olur mu?
başarını sırrı?kendimizi hayatın bile akışına bırakamazken,Çevrenize şöyle bir bakın. Kaç kişi gerçekten mutlu ve doğru bir ilişki yaşıyor? Acaba ilişkileri bu kadar zorlaştıran bizler miyiz? Bir yerlerde yanlış yapıyor olabiliriz…ön yargılarımız, gerçekten kırılması en zor ve sert düşüncelerimiz. Einstein bu konuda son derece haklı… ilişkileri hiç bırakmıyoruz. Her şey için bir fikrimiz, yargımız, tavrımız var ve bunları anayasa maddesi gibi değiştirmiyoruz. Oysa insan değişik, gizemli ve farklılaşma özelliğine sahiptir. Ancak bunu anlamamız çok zor!
Son zamanlarda gittikçe kaybolan sadakat hali ise, bizlerin ilişkilerde ne kadar bencilleştiğimizin bir kanıtı haline geliyor. Tek eşli kalmak sanki bize bir yükmüş gibi gelmeye başladığından beri daha mutsuz ve aşksızız. Oysa sadakat ve evcillik ilişkilerin temel taşıdır.
91 .sayfa
Birlikte eğlenmek! İşte bu kavram ilişkilerden yavaş yavaş silinip gitti. Herkesin elinde telefon varken, sosyal medyayla yaşayan ve birbirini ihmal eden çiftler ortalıkta neredeyse sanal olarak el ele tutuşacaklar. Dışarıda yan yana oturan çiftlere bakarsanız, herkesin telefonuyla meşgul olduğunu, bedenen orada ancak ruhen başka yerde olduğunu görürsünüz. İletişimin göz göze olmaktan, söz söze olmaktan çıktığı yerde, ilişki olmaz!
Birlikte gülmek ve eğlenmek fikrine uzaklaşan ve gülmeyi iki nokta ve kesme işaretleriyle tanımlayan bir nesil olmaya doğru sürüklendiğimizde, artık ilişkilerde bir şeyler eksilmiş ve sallanıyor demektir.
Dokunmak, kucaklaşmak, sarılmak, sohbet etmek gibi en değerli şeylere sahip çıkamadığımızda, bilgisayar, televizyon, telefona odaklanarak hayatı kaçırdığımızda, bizi götürdüğü tek yer mutsuzluk odası olacaktır.
Bir ilişkinin temelini oluşturan şeyler saygı, iletişim ve paylaşmaktır. Eğer sevdiğiniz kişiye gülümsemek yerine gülücük işareti yollamaya başladıysanız, kendi mutsuzluk odanızda oturduğunuzu ve hayatınızın temeline dinamit koyduğunuzu fark etmeniz için az zamanınız kalmış demektir.
Yaşamınızı güzelleştirmek, mutlu bir ilişki yaşamak için, hemen ayağa kalkın çünkü geri sayım başladı
her şey daha güzel olacak!Sessizce girer umutlar pencerenden içeri Rüzgar perdelerini havalandırmamıştır henüz odanın güneş sıcak bir öpücük kondurur yanağına ve kulağına sessizce fısıldar:"Haydi kalk,her şey daha güzel olacak".Hep o günü beklemiş sanki bütün sevinçler dünyayı sırtlayıp götüreceğim sanırsın dilediği yere kadar apartman çatılarını deniz belleyen martıların sesiyle sonsuz bir maviliğe kanat çırpar yüreğin.
Bir kez daha anlarsın,her şey daha güzel olacak evet, her şey daha güzel olacak!Güneş parladığı, insan umut ettiği sürece hayat güzel!Benim en güzel umudum İnsanlık adına DÜNYADA HUZUR ve BARIŞ!!! Kendim için ise huzurlu bir AŞK! tı
İnsanlar eşit yaratılmamışlardır; bu nedenle insanın değerini ortaya koyarken bu durum göz önünde bulundurulmalı, varlığının hakkını veren kişi o ölçüde değerli sayılmalıdır. Daha az olumlu özellikle yaratılmış (boyu kısa, zekâsı düşük, güzel değil falan) birinin kendi çabasıyla bu eksilerini ortadan kaldırabileceği öngörüsü temenniden ibarettir. "Ama kedi kedi kadar zıplasa yeter, kaplan gibi olması gerekli değil" yaklaşımı doğrultusunda bunun önemi yoktur.
Yaratılış farkına bakmadan "bu niye aşağıda, ben yukarıdayım" diyenler insanların eşit özellik ve kabiliyette yaratılmadıklarını bilmiyor demektir. "Deve gibi boyu var ama ufacık çocuğu dövemiyor" Olabilir; onun yaratılışı dövüşmeye uygun değildir. "Boyu benden kısa bu nedenle ben daha iyiyim" O, kısa boyunun karşılığını veriyorsa bunu söyleyemezsin.
Özellik ve yetenekleri farklı olduğu için insanların birbirleri karşısındaki (kim daha iyi) değerini ölçmek zor. Böyle bir şey zaten doğru da değil. Ama insanlar birbirleriyle sürekli karşılaştırılıyorlar. Aynı konuda özelliği (güzel, uzun boylu, müzik resim yeteneği var falan) olanlar karşılaştırılsın desek bu bile doğru değil; çünkü aynı konuda olsa bile yeteneğin derecesi farklı. En iyisi herkes kendi bahçesine ekebildiği kadar çiçek eksin. Kiminin az kiminin çok olsun- ki öyle olacak- iyi niyet olmak kaydıyla biz herkesi başarılı sayalım.
İnsanlara bu şekil yaklaşım insanlığın en tepesindeki asalettir. Tanrıyı bilmiyoruz ama yaratılmışların hiçbirinde biz bu olgunluğu görmüyoruz. Adam Ahmet Mehmet’ten iyi diyor. Neye göre iyi, onu da bırak Ahmet’in kolu kısaysa, Mehmet’inki uzunsa Mehmet daha fazla asmadan üzüm alıyorsa Tanrının verdiği avantajı kullanıyordur, niye Ahmet’ten daha iyi olsun ki. Hadi iyi olsun ki gerçekte öyle bu durum var;bu, neden Ahmet’i aşağılamak için kullanılsın "Sen niye daha az üzüm aldın?" Yani kolu kısaysa Ahmet ne yapsın!
İnsanların değerini ortaya koyarken onların durumuna bakmak lazım. Yaratılış değerinin karşılığını verene söyleyecek sözümüz olamaz. İnsanların kapasitelerini görmeden bu başarılı, bu başarısız, bu kötü, bu daha iyi şeklinde değerlendirme yapmak cehalettir. Ama bazen düşük performans kapasiteden ziyade kötü niyet ve tembellikle alakalı oluyor. Bu durum farklı tabii ki.
92 sayfa
Bir de başarılı olup büyük işler yapan kimselerin bunu çalışarak yaptıkları söyleniyor. Başarının %50’si yetenektir, onu da Tanrı verir; yani çok konuşmasınlar.
Bende yetenek yok uzaya gidemiyorum ama gücüm ölçüsünde bahçemi kazıyorsam başarılı olup büyük işler yapanların yanında başka ne şansım var ki. Onlar övülsün ama ben de aşağılanmayım "Eloğlu aya gidiyor, sen otur sümsük" Gerçekten insanın değeri konusunda insanlık hiçbir şey bilmiyor. Benden sadece bende olanı isteyebilirsin. Olanı vermezsem "değersiz" diyebilirsin. Hiç kimseyi birbiriyle kıyaslayamazsın; herkes farklıdır. Herkesi bahçesine ekebildiği çiçek kadar kabul edeceksin.
96 sayfa
oysaki her insan sevdiği işi yapmalı; sadece para kazanmak için çalışılmaz, yaptığımız işten de mutlu olmalıyız
Öteden beri bazılarının basit şekilde dillendirdiği “sevdiği işi yapmak” dışarıdan bakıldığı gibi kolay değil. Öncelikle çalışmak insanların hoşun a gitmiyor. Biz de zaten çalışmanın hayatın içinde olmaması gerektiğini, bizi sıkan yoran, yaşamaktan alı koyan çalışmanın aklımızla ürettiğimiz makine, araç ve gereçlerle yapılabileceğini bunun da hayatımızda bir sürü örneğinin görüldüğünü söyledik. Ben buradan açıklıyorum işte: Bundan 500 yıl sonra insanlar hiç çalışmayacaklar.
Ama şimdi çalışmaya mecbursak hiç değilse(gerçi çalışmanın sevilecek bir yanı olmaz da) hoşlandığımız işlerde canımızın istediği kadar çalışalım. Adamın sırtına çuvalları yükle sabahtan akşama kadar taşısın. Kim hoşlanır bundan? “Mecburuz ama” Mecburiyet diye bir şey yok. Biz dünyaya eşek gibi çalışmak için gelmedik. Ülkeyi yönetenler bunu yapamıyorlarsa bırakıp gidecekler biz yapacağız. Yapmaya da mecburuz; çünkü insan hamal değildir, sırtında çuval taşıyamaz. Cehennem mi lan burası. Orada da ceza olarak sırtımızda taş taşıyacakmışız. Dünyada da bunu yapıyoruz, ne fark etti ki…
Şu anda Türkiye’de insanların yarısı sevmediği işte çalışıyor. Ama bir yandan da insanların sevdiği işi bulmak kolay değil. Hangi işi yapmak istersin diye sorsak herkes rahat ve popüler işleri seçecek; kimse çöpçü olmak, tuvalet bekçisi, hamal, amele falan olmak istemeyecek. Bu işlerin de birileri tarafından yapılması lazım. Bizim sistemlerimizi hatırlayanlar 16 yaşında 10 yıllık TES(temel eğitim sistemi) bittiğinde çocuklarımıza hangi işi/mesleği/sanatı yapmak istediği sorulacak. Ama istediği konuda yeteneği varsa o işi seçebilecek. Değilse yeteneği olan işi yapacak. Olması gereken bu değil mi? Sonra gencimiz seçtiği ya da kendisi için uygun görülen iş/meslek/sanat doğrultusunda kazanırsa üniversiteye gidecek, değilse halk üniversitesi denilen 5 yıl süreli MES (mesleki eğitim sistemi” ne devam edecek. Görüldüğü gibi burada kişi büyük ölçüde sevdiği işi seçiyor. Diyelim pilot olmak istiyor ama yeteneği yoksa ben ne yapayım!
Herkes diyor işte, insan sevdiği işi yapmalı. Ama kimse bunun nasıl olacağını bilmiyor. Herkes en popüler ve rahat meslek hangisiyse onu seçer. Bunun bir ölçüsü/kriteri/sistemi olmak zorunda. Ama yine de bizim sistemimiz gelinceye kadar okul ve mesleki gelişim/hazırlık tercihinde kişilere ne yapmak istedikleri sorulmalı. Maliyeye memur alıyorlar. Vergi Dairesinde işte sen oraya sen buraya rasgele elemanları yerleştiriyorlar. Kişi emekli oluncaya kadar böyle çalışıyor. Yeri değişse bile amir karar veriyor. Kimseye nerede çalışmak istiyorsun diye sormuyorlar. İnsanlara hangi birimde çalışmak istiyorsun diye sorulsa ve çalışma düzeni ona göre kurulsa. Ben de ne konuşuyorum! Böyle kurumları yönetenlerin kapasitesi ne ki bunları düşünsünler!
Çalışmak zaten hoş bir şey değil; bir de sevmediğin işi yapıyorsun, gerisini düşün artık. Zorla bizim eşek oduna gider ama ne kadar gider. Bu konuda devletin bir argümanı yok, zaten beklenmiyor da; ama hiç değilse çalışma alanlarının yetkilileri kendi inisiyatifleriyle bunu bir nebze olsun sağlayabilirler. Zor bir şey mi elemanlara gizlice nerede (hangi birimde) çalışmak istediklerini sormak. Çıkan sonuca göre de bir çalışma düzeni kurarsın. Tabii ki kişilerin zaman içinde ortaya çıkacak yetenekleri doğrultusunda kurulan bu düzende yine elemanların birebir fikrini alarak gerekli ilave düzenlemeler yapılabilinir. Zaten mecbur, istese de istemese de verilen işi görevi yapmak zorunda, dersen o elemandan verim alamazsın. Hem yazık yani insanlara. Bence işverenlerin böyle davranmaları da bir nevi işkence.
93 sayfa
İnsanlar genel olarak çalışmaktan hoşlanmıyorlar ama mecbur olduklarını bilirlerse şurada çalışayım şu işi yapayım diyeceklerdir. Bence kişinin yapacağı işi ve çalışacağı birimi seçme hakkı olmalıdır. Ama elbette yeteneği doğrultusunda.
Asıl sorun insanlarda mevcut algı yanlışı “İnsan para kazanmak için çalışır” Ama çalışmamız “şu işi yap 1000 lira al” şeklinde değil ki. Öyle olsa ne iş olduğuna bakmayız. Çalışma hayatımız 20–30–40 yıl. Neredeyse ömür boyu. Ve üstelik her gün 8–10 hatta 12 saat. Böyle olunca insanın hiç değilse sevdiği işi yapması önemli oluyor. Müziği seven biri sürekli aynı işi yapmaktan bıksa da sonuçta yine de sevdiği iş.
Ya tamam ekmeğimi veriyorsun, sayende kendimin ve ailemin geçimini sağlıyorum ama bu çalışma, senin işin her şey demek değil. “İşini yap paranı al” Öyle yok beyim, ben çalışmaktan, yaptığım işten mutlu da olmalıyım. Bir kişi çalışmayı seviyor ama çalıştığı işte mutsuzsa istemediği bir yerde çalışıyordur. Benim 30–40 yıllık hayatım her gün her gün akşamlara kadar senin işinde geçiyorsa senin de benim mutlu çalışmamı sağlaman lazım. İşimi sevmeliyim ama sevdiğim iş olursa işimi severim. Zaten işe girerken de imkânım olursa mutlaka sevdiğim işte hoşuma gidecek, beğendiğim bir çalışma ortamında çalışmak isterim. Ayrıca iş, meslek ve sanatları insanların hoşuna gitmeyecek ve insanları yoracak eski teknik ve yöntemlerle yaptırma da çalışana zulümdür.
98 sayfa
Sosyal medyada paylaşanların kültürel bir alt yapılarının olmadığını biliyoruz. Hani bazı kimselerin şahsi merakı olsa neyse, ülkede salgın gibi, milyonlarca kişi , bireyler hastası...Atatürk hastası, r.t erdogan…süleyman baba ecevit v.s Geçmişteki ölmüş gitmiş kişilere böyle bağlanılırsa yeni insanların çıkması mümkün olabilir mi?
AKP’liler Erdoğan için 90 yılda böyle biri gelmedi diyorlar. Kendi alanında doğru; Usame Bin Ladin gibi yani. Ama evrensel olarak bu iddianın beş kuruşluk değeri yok. Büyük herkes için her çağda büyüktür. Örneğin Atatürk bile kendi çağında ilahtı; bugün belli kesimlerce itibarı yerlerde… Bugün evrensel olarak krallıklar bile kabul görmüyor. Bunları bazıları çok seviyor, bazıları sevmiyor. Çünkü belli bir alanda etkileri var. Bu arada r.t.e diyenlere valla doğru ama kendisini sevenlerce öyle siyasileştirildi ki yani insan gibi gelmiyor. Ama örneğin Ariso, Sokrat, Eflatun, Konfüçyüs vs böyle değil. Bunları herkes belli bir ölçüde seviyor. Bir toplantıda Sokrat’ın adı geçtiği zaman kimse onun için “Allah belasını versin” demiyor. Çünkü bu değerler evrensel.
Görünüşte bazı insanlarda da böyle… Sevelim sevilelim deyip insan ilişkilerine bir iki filozofik yorum getirmek insanı evrensel değer yapmaz. Bir şeyleri değiştirmek için çaba gösterip bedel ödemek lazım. Sevgili insanları’mız hayatı boyunca dönmüş durmuş. hayatın böyle bir felsefe olmaz. İnsanlarımızın etkilenmesine gelince sevgi masalları çağlar boyu herkesi etkilemiştir.Eğer sen eşini aldatıyorsan eşinin de seni aldatmasına göz yumacaksın
100 sayfa
Aldatmak tatlı; bir taraf bu nimetten yararlanıyor diğeri yararlanamıyor, kıyamet bundan kopuyor. İşin ahlaki boyutu insanlarımızın yarısı için geçerli değil. Tabii ki deşifre olmamak kaydıyla. Bunlar bizim içimizdeki şeyler, içimizdekileri söyleyeceğiz. Böyle aldatmanın, başka kadınlarla/gezmenin tozmanın ahlaksızlık olduğunu dahası ahlakın hiç önemli olmadığını düşünenler de var. Birisi içimizde sakladığımız, korkup çekinip söyleyemediğimiz şeyleri bizim yerimize söylemeli; o birisi de benim. Türkiye’de bunu hiç kimse yapamaz!
Biz her ne kadar ahlak kişiseldir, aldatan kadının ayıbı/günahı sadece kendinedir; kocası çocukları bu ayıptan etkilenmez dediysek de bunu böyle kabul edebilmek için feraset gerekir. Annesi ne halt yemişse yemiş çocuk pırıl pırıldır. Ahlakı toplumsal olarak görmek gerici düşüncedir. Hayat kişisel yaşanır, bana ne başkalarının ne yaptığından ya. Eşimmiş, annemmiş, babamış fark etmez; onların yaptıkları beni bağlamaz. Benim annem öyle olsun bana da birileri… Oğlu/kızı desin öldürürüm valla! Kadının yaptığından bana ne lan!
Zaten yeni düzen kurulduğunda anne baba ile çocukları ayıracağız. Çocuklar anne babalarının kimliklerini taşımayacaklar. Kadın birileriyle geziyor. Oğlu peşine düşmüş. Şu işe bakar mısın? Çocuğa böyle bir algı öğretilmiş. Annem böyle şeyler yapamaz. Yaparsa ben insanların yüzüne nasıl bakarım! Annen bir kadın. Kendinden sorumlu. Aşkları da ilişkileri seni de kimseyi de ilgilendirmez. Sokak sokak kimle ne yapıyor diye annenin peşinden mi koşacaksın! Birisiyle yakaladın, napacaksın öldürecek misin?
İnsanların çaresiz kaldığı durumlar. İnsanlarımız hacıya, Nihat hocaya, Haydar Dümen’e gidiyorlar. Verilen öğüt aynı. “Günahkâr kadın, Allah ıslah etsin” Cehalet tayfasından bu öğüdü alan genç sizce gidip annesinin boynuna mı sarılır yoksa boğazına mı? “Yapmasın” Akılsız bir beyinden çıkıyor bu söz. Çünkü yapmasın diye bir şey yok. İnsanlar her şekilde cinsel ihtiyaçlarını düşünür duygularının karşılığını isterler.
Kadın dul kalmış. Evlenmiyor, evlenemiyor. Biriyle ilişkisi olursa yukarıda anlattığımız gibi oğlu peşine düşüyor. Bu kadın bir şekilde duygularının karşılığını ister. Buna ne anneliği boyu kadar çocuklarının olması ne de ahlak ve namusun kutsallığı engel olabilir. Eski anlayışların temsilcisi Nihat hoca ve Haydar Dümen bu kadının derdine çare olamazlar. Onların diyeceği tek bir şey var, yapma ayıptır. Ya da üstelik ardında üç veletle içkici, kumarcı, işkenceci erkeklerle evlenmesini salık verirler. Doğru bir şeyse siz evlenin o zaman!
101 sayfa
Koca na taşanın koynundan geliyorsa kadın da komşunun oğluna bakar kardeşim. Ben kadın olayım yaparım! Erkeğin kadına taktığı boynuz olmuyor mu? Yasak saadet erkeğe varsa kadına da var, o kadar! Bireylerin ahlak hakkı kadar ahlaksızlık (insanlar böyle isimlendirdikleri için bu tabiri kullanıyorum) hakkı da eşittir. Baba zamparalığa gidiyorsa anne komşunun oğluna bakar. Kız manitasına gider. Oğlan porno seyreder.
Bizim ısrarla anlatmak istediğimiz toplumun bir kesimi ya da bazı guruplar, insanlar bir tarafa kaymışsa eski yobaz anlayışlarınızı bunlara uygulayamazsınız. Ahlak ve namus konusunda anlayışları değişen insanlar size göre değil değişen şekilde yaşayacaklar. Ben onlara zaten diyorum çıkın bunların alanından. Yaptıklarının doğru olduğundan emin değiller. Şöyle şöyle yaparsak ahlaksızlık olur mu acaba diyorlar. Zorla yapmadığınız, 21 yaşının altındakilere yapmadığınız sürece ahlaksızlık olmaz! Adam 20 yaşında dul kalmış bir kadın ölünceye kadar eline erkek eli değmeden yaşasın diyor ya! Özgür ve ilerici kadınlar erkekler, eski kafalılar tarafından size tanımlanan hiçbir ahlaki bağ ile bağlı değilsiniz. Sadece yaptığınızın doğru olduğuna inanın yeter. Doğru tanımımızı biliyorsunuz “insanların istemediği şeyler yanlıştır” o kadar.
Bu konuda insanların yaptıkları her şey doğru. Yalandan ahlaklı ve dürüst görünmeleri, yaptıklarını gizlemeleri, yalan söylemeleri, bu iş için kendilerine bakıp süslenmeleri, para harcamaları… Ahlaki hassasiyetleri olanların öldürme ve işkence gibi haller dışındaki davranışlarını da normal karşılıyoruz. Kişinin anlayışı, inancı böyledir, yaşamını ona göre kurar. Burada başkalarına karışma ve müdahalede sorun var. İsteyen herkes/herkesler kendilerine uygun yaşamların içine girebilirler. Bu yaşamların %50 ortaya çıkmama şansı vardır. Bizler olgun davranırsak hiç ortaya çıkmaz, çıkanlar da sorun olmaz; ortaya çıkıyor da ne oluyor. Yuvalar yıkılıyor, insanlar ölüyor, utanç içinde kalıyorlar. Biliyor musunuz sayın namus manyağı ahlak bekçisi kişiliksiz karaktersiz yobaz haberciler bütün bu yaptıklarınıza rağmen insanların ince işlerinde en küçük bir değişme yok, sizin yaptığınız kötülük size kalıyor, şırfıntımızı tekkede dans etmekten alıkoyamadınız! Aslında neyin ne olduğunu ben biliyorum; bütün bu pislikleri kendiniz de yapamadığınız için kıskançlıktan yapıyorsunuz.
Devlet bir kişi bile olsa dağın tepesine hizmet götürür düşüncesi yanlış
Devlet insanların istediğini değil yapması gerekeni yapar; “her vatandaşın kamu hizmetlerinden yararlanma hakkı vardır” anlayışında istismar var. Devletin/belediyenin “bak ne güzel çalışıyor, dağ başına bile yol su götürmüş” övgüsünü almak için rasyonel olmayan hizmetler yaptığı görülüyor.
Neymiş efendim Hatice nine kuzularına dayanamamış da bağ evinde oturuyormuş, belediye elektrik bağlamalıymış. E madem öyle insanların gittiği her yere yol yapalım, ayakkabıları eskimesin. Ağrı belediyesi Ağrı dağına hat çeksin dağcılar karanlıkta kalmasın. Devlet halkın parasıyla birilerine keyfi hizmet yapamaz. Hatice nine kuzularını o kadar seviyorsa katlansın, gaz lambası yaksın. Adam dağ başına villa yapacak, kamu hizmetlerinden yararlanmak her vatandaşın hakkı diye beyefendinin sırf kendi şahsına elektrik götüreceğim; jeneratör kullansın! Dağın başında üç hane bir köy var, yol yapacağım; üstelik asfalt olacak! İstersen otoban yapayım, duble yol falan. Metro da ister misin?
Halkımız oy çalmak için böyle mantıksız taleplere alıştırılmış. Sen kimin parasını kime dağıtıyorsun ya! E neyapalım karanlıkta mı otursun; yol yok, su yok… Üç kişi be adam, üç kişiden köy olur mu? Gelsin şehirde otursun, değilse başının çaresine baksın! Ben de dağlarda yaşamak istiyorum ama… Birileri devletin, belediyelerin bu zaaflarını öğrenmiş iki çadır bir eşek doğru yaylaya, bağ evine, dağ evine… Belediye mezraamıza yol yapsın, su elektrik getirsin…
Facebook reel arkadaşlıkları
Mutluluk reeldir, facebook ta yazı resim paylaşacağımıza yüz yüze muhabbette sıcak gülüşlerimizi paylaşalım
Güneş sanal doğmaz, bence paylaşım siteleri yalnızlığımızı gideremez. Hatta boş ve aldatılmış duygusu vererek bizleri mutsuz edebilir. Ne kadar güzel şeyler paylaşırsak paylaşalım bunlarda kahveci Rıza’nın boğazda içilen tavşankanı çayının kokusunu, tadını ve sıcaklığını bulamayız.
Arkadaş olmak isteyenler böyle sitelerde kalmak yerine reelde buluşmayı görüşmeyi denemelidirler. Kişiler arasındaki samimiyet ve güvene göre birebir ya da gurup arkadaşlıkları oluşturulabilinir.
102 sayfa
Birbirlerini tanıyor olmak önemli değildir. Arkadaş guruplarımızda elbette yanlış kişiler olabilir. Bizler de yanlış kişi olabiliriz. Kimin ne olduğu bu reel toplantı ve buluşmalarda ortaya çıkar ve o kişiyle görüşülmez.
Fakat elbette bu konudaki tolerans alanı geniş tutulur. Yani en ufak şeyden dolayı ha bu bize uymaz demek mantıklı değil. İnsanlardan duygularını, heyecanlarını, düşünce ve karakterlerini baskılamalarını isteyemeyiz.
Şahsen benim facebook sayfamda yüzü aşkın arkadaştan durumu uygun olup kendisi de isteyenlerle birebir ya da gurup olarak tanışmak, görüşmek, konuşmak isterim. Benim için arkadaş dünyadaki en önemli kişidir. Aile ve akrabaların önemli yeri vardır ama insanlar arkadaşlarıyla yaşarlar. Bu buluşma ve görüşmelerin şartı mutlaka buluşma ve görüşmeye katılacak her iki tarafın da isteğiyle olmasıdır. Kişi oturduğu yerdeki arkadaşlarından birini ya da bir kaçını davet eder. Ya da muhabbet ederken görüşelim diye kararlaştırırlar.
Ya facebookta arkadaşlık olmaz; arkadaşlık yaşayarak olur. Kimse kimseyi yemez, merak etmeyin. Ancak bu tür reelde görüşmeler sanırım zaten bazı kimseler tarafından yapılıyor. Facebook ta arkadaşlar ama yüz yüze de görüşüyorlar. Kimi aile dostu, kimi kanka falan. Lakin sanırım bu görüşülen kişiler seçiliyor. Yani öteden beri zaten tanıdıkları veya siyasi olarak uyuştukları vs. Seçilmese tanıyıp görüşülmeye kişilere de reelde görüşme teklif edilse. Yani ayırım yapmadan. Şartları uygun olanlar tabii ki.
Medeni insanlar birbirleriyle tanışır konuşurlar. Hayatın tadıdır bu. İllaki mecburiyetle hani akrabasınız, aynı okulda, aynı iş yerinde şeklinde falan tanışma konuşma arkadaşlık olmaz. Zaten biz kendi isteğimizle facebooka arkadaş olarak eklemişiz. Bu onları seçtiğimiz anlamına gelir, onlar da bizi seçmişler. Yıllardır konuşuyor, haberleşiyor, yazı resim paylaşıyoruz.
105 sayfa
Adı üzerinde arkadaşız. Bir araya gelmemiz, yeyip içip sohbet etmemiz, gezmemiz, eğlenmemiz çok normal. Yalnız ben bunun bir organizasyon şeklinde olmasına karşıyım. Çünkü bu durumda sanki bir kısıtlama oluyor.
Saçma sapan ahlaki kaygıları aşmamız lazım… Artık bu devirde kimse kimseyi kandıramaz ki öte yandan hani mutlu tanışmalar da olursa o onların bileceği şey… Yalnız arkadaşlık ebedi sözleşme değildir. İnsanların aileleri vardır, başka bağlantıları, başka arkadaşları vardır; kimse kimseye mecbur ve mahkûm değildir. Sizinle benimle istedikleri zaman görüşürler ki bu onların tabii hakkıdır. Bir gün “artık görüşmek istemiyorum” diyebilirler. Bunu söylemeden de gidebilirler.
Biz biliyoruz ki günümüzde insanların arkadaşlıkları bir maddi ya da başka beklentiye dayanıyor. Bu şekilde arkadaşlığın anlamı yok. Böyle bir arkadaşlık gerekli değil. “Hatice çok güzel bir kadın, benim arkadaşım olsun. Belli olmaz gün olur belki etinden sütünden yararlanırım” Hatice çok güzelse arkadaşımız olsun, kim hayır der ki; ama başlangıç niyeti böyle olamaz.
106 sayfa
Ciddi konular da şart değil…sanal reel arkadaşlıkları yani öyle belli bir amacı yok; katılanların isteği doğrultusunda oluşup gelişen doğal bir sosyal ite…”Hadi gezmeye gidelim” bu arkadaşlıkların özeti. Valla kaprisli, işte ben güzelim, mevkim param ve şöhretim var, bilgiliyim, tanımadığım insanla neden buluşayım, siyasi görüşü bana uygun değil, farklı takımı tutuyor, etnik kimliği mezhebi başka, ahlaken doğru bulmuyorum, para harcanır vs durumları olanların bu tür arkadaşlıklarda işi olamaz.
Kuru ekmeğe şükredenlerin ülkesinde ekonomik kriz olmaz
110 sayfa
TV’de Arjantin’in ekonomik göstergelerinin bizden daha iyi olduğu halde battığı anlatılıyordu. Yunanistan’da öyle değil miydi; İspanya, İtalya… ABD bile ekonomik krizle sallandı. Yoksa Türkiye ekonomisi Amerikan ekonomisinden bile daha mı iyiydi?
Dünya krizlerle çalkalanırken Türkiye bundan etkilenmedi, ekonomik kriz hep bizi teğet geçti. Yıllık kişi başına geliri 30 bin dolar olan Yunanistan ekonomik krize sürüklendi de Türkiye’ye bir şey olmadı. Türkiye’nin ekonomik değerleri battığı, iflas ettiği bildirilen Arjantin’den kötü çıktı. Öyle ki cari açık Arjantin’de milli gelirin yaklaşık %1’iyken bizde %8’e yaklaştı.
Cari açığı %1 olan batıyor, %8 olan batmıyor; Allah Allah bu nasıl iş! Bütün dünya ekonomik krizlerle çalkalanıyor ama her nasılsa Türkiye ayakta!
Halk hükumeti alkışlıyor, alkışlaya alkışlaya elleri yarıldı. Aslında hükümletin halkı alkışlaması lazım. Çünkü kuru ekmeğe şükredenlerin ülkesinde ekonomik kriz olmaz.
Türkiye’de insanlar yemiyor, içmiyor. Yunanlı 3000 dolar maaşını alamadığı için sokaklara dökülürken Türkiye halkı 300 lira fakir maaşı için Tayyibe dua ediyor!
Yunanistan, Arjantin sıfıra düşüyor; senin zaten yok, eksidesin daha nerelere düşeceksin! Yunanistan’ı, Arjantin’i, İspanya’sı, İtalya’sı kardan zarar ediyor, var olandan harcıyor. Senin kasa zaten boş, neyi zarar edeceksin, boş kasada kriz mi olur!
Türkiye’deki insanlar dua ile bile yaşarlar. Zaten halkın kriz olacak diye bir korkusu yok. Parası yok, talebi yok. Önüne bir tas çorba koy yeter! Kriz korkusu para babalarında. İnşallah kriz olur, onlar da batar! Halka hiçbir şey olmaz! Paraları yok ki neyi kaybedecekler! Zaten bir tas çorbaya fitler. Kurtlu makarnaya oy vermedi mi? Olmadı dağlarda ot yolar. Çölde bedevinin bir devesi, kriz olursa en fazla yürüyerek gider!
O ülkelerin insanları 30–40 bin dolar yıllık gelirleri biraz aşağı düşmüş, lüks yaşayamıyorlar, onun için bu ekonomik krizler oluyor.
Ne üzülelim ne de sevinelim, Allah dağına göre karını veriyor demek ki. Hani bir şeyler istesek, hakkımız olan şeyleri, insan gibi yaşamak için, bu ülkede ekonomik krizlerin alası olur kan gövdeyi götürürdü.
111 sayfa
İnsanlar Türkiye’de yaşamayı bilmiyorlar, bu da hükümletin işine geliyor. Amerikalı 500 lira bağ kur maaşını adamın suratına fırlatır!
Ve bir de kriz olmadığı için adamlar ekonomide kendilerini başarılı görüyorlar. Şu işe bak ya!
Sen Amerika’yı yöneteceksin,800 lira asgari ücret vereceksin, 500 lira bağ kur maaşı, 300 lira fakire yardım… Sen orada yöneticilik yapabilir misin ya! Bulmuşsun bir paket kurtlu makarnaya razı olan safları…
Zaten her şeyin borç! Borç 700 milyarı aştı. Her yıl 70 milyar lira faiz veriyorsun. Yani hani o haksız yere asıldı dediğiniz Menderes’in ülkeyi Amerika’ya satması gibi siz de memleketi ipotek ediyorsunuz.
Türk milleti hesap bilmeyebilir; ben 700 milyar borcun ne anlama geldiğini biliyorum. 700 milyar borcu istesinler o zaman bak nasıl kriz oluyor.
Niye istesinler ki salak mı onlar; 700 milyarı zaten 10 yılda bir faizden alıyorlar. Resmen koskoca millet, 76 milyon, borçlu olduğumuz kimselere çalışıyor.
Çok açık, devlet batmış; ama kuru ekmekle idare ettiği için millet ayakta. Kuru ekmek yedikleri için kriz olmuyor, pasta istesinler de gör!
Bizim geleceğimiz yok, bu tabloya göre Türkiye’nin geleceği olamaz. Durumu bilen ve durumdan rahatsız olan ekonomiden sorumlu bakan Ali Babacan arada bir endişelerini bizimle paylaşıyor!
Türkiye’de ekonomik kriz olmasına gerek yok ülke zaten batmış!
Gönlü sizde olanı kimse elinizden alamaz; bu nedenle kıskançlık aptallıktır
112 sayfa
Bağlı insan, birine ait insan olmaz; eşimiz de olsa sevgilimiz de olsa kişi bağımsızdır. Kişiler de ülkeler gibidirler; bağımsızlığını elinden alırsanız gerçek özelliklerini size gösteremezler; sizin istediklerinizi verir sizin istediğiniz gibi olurlar. Oysa bir kadının/erkeğin gerçek güzellikleri kendinde saklıdır. Ayrıca aşk siz isteyip alınca değil, karşınızdaki isteyip verince tatlıdır. Sahip olduğunuz, size ait olan kadın/erkek zaten sizin malınızdır, istediğiniz zaman yatağınıza gelmek zorundadır; bu da aşkı öldürür.
Eşimizi, sevgilimizi kıskanırız; bu o kişinin hayatına müdahaledir; ineğin boynuna yular takar gibi kolundan tutup zorla evimize götürürüz, ya da zaten gelmek zorundadır. Artık bu kişinin kendi özgür hayatı bitmiştir; kırlarda çiçektoplarken bile bizden izin almak zorundadır, bizde izin vermiyoruz zaten. Bu, karşılıklı boyunlarına zincir bağlanmış bir nevi köleliktir. Eş, sevgili bu durumda benzetmek gibi olmasın ahırınıza bağladığınız inek gibidir; örneğin pencerenize konmuş kuş gibi değildir.
Sadakat aşkla, size olan ilgiyle mümkündür; gönlü sizde olanı hiç kimse sizden alamaz. Nikâhla, imzayla, sözle de eşinizi sadık yaparsınız ancak bu durumda sizin yatağınızdayken bile başkasıyla beraber olmasını önleyemezsiniz.
Böyle beraberliklerde arada var olduğu düşünülen sevgi ve nikâhın bağlayıcılığı(evliliğin görev ve sorumluluğu nedeniyle) eşlerin isteyerek birbirlerine sadık olacakları söyleniyor. Arada sevgi olduğunu, dahası olsa bile bu sevginin sadık olacak kadar güçlü olduğunu bilemeyiz. Evliler aralarında Aslı Kerem sevdaları var sanıyorlar, evliliklerin nasıl kurulduğunu biliyoruz; görmüş almış, vermiş almış.
100 sayfa
Seni sevdiğinden emin olmadığın eşini kıskanıyorsun. Bu, beni sevmesen de başkasına bakamazsın demektir. Herkes Leyla ile Mecnun gibi âşık olup evlenecek değil, hoşlanma bile varsa beraberlik için yeterli olmalı. Ve sizden hoşlanıyorsa niye başkasına gitsin ki? Ve başkasına bakıyorsa sizden hoşlanmıyor demektir, gideceği yere biletini ben alırım. Bana sevgisi olmayan, benden hoşlanmayan biri karım bile olsa yatağıma giremez.
Özellikle eşlerimizin, sevgililerimizin giyim ve davranışlarıyla güzelliklerini ortaya koymaları kıskançlığa sebep oluyor. Dükkândan şişme kadın almıyorsun, onu nikâhına almış olmakla o güzel kadının senin olduğunu garanti edemezsin; sen daha çekici ol başkasına gitmesin. “Ben kocasıyım zaten istese de gidemez” dersen sen işe gidince gider. Ama onun için dayanılmazsan her akşam kapıda seni bekler.
Seven insan sevgisinden de eşinden de emindir; onu yalnız başına Amerika’ya bile yollar. Kıskananlar kendilerinde eksiklik gördükleri ve ihtimal ki eşlerinin sevgisinden emin olmadıkları (ya da gerçekten ortada bir sevgi olmadığı) için kıskanmaktadırlar. Sen bu kadına/erkeğe layık(uygun) değilsen, yanlış bir beraberlik olmuşsa, onun sevgisinden emin değilsen (hatta belki sevgisi yoksa)- yürek kiralanamaz-o kadın zaten senin değildir, yanında geziyordur, böyle birinin neyini kıskanacaksın.
Eşin senden daha güzelse bu zaten yanlış bir evliliktir, delikanlıysan atarsın yüzüğü gidersin.
111 sayfa
İnsanlık elbisesini giymiş vücut (ihanet yoksa) yatakla kirlenmez. Ve eşin Polat Alemdar gibi ya da Beyonce Kate gibi geziyorsa, karın süper vücudu, baştan çıkarıcı giyimi ve seksi görünüşüyle ortalığı birbirine katıyorsa “Sen çok güzelsin, böyle olmaz, gel seni çuvala sokalım” diyebilir misin? Güzelse güzelliğini göstermek insanların hakkıdır; burada yapacak bir şey göremiyorum. Eğer eşiniz hanımefendi biraz da sizin onurunuzu düşünerek davranırsa ne ala.
Kocasının yanında laf atılan kadına kadın dururken kocasının müdahale etmesi kadının onurunu kişiliğini yok eder. Hem kocası niye her zaman kadının yanındadır ki. Laf atmayı da abartmamak lazım. Terbiyesiz kimseler istisna bir erkeğin evli dahi olsa bir kadına "çok güzelsin" demesi teşekkürle karşılanacak bir şeydir. Ancak işte bu kadar basit bir şey görgüsüz koca ve kişiliğini bulamamış kadın (bulmuş olsa zaten yanında kocasını gezdirmez) için belki bir kavga nedeni olabilir.
Ben şahsen eşimin yanında badi gard gibi dolaşmaktan, kim bakıyor, o kime bakıyor diye eşimin her hareketini kontrol etmekten rahatsız olurum. Böyle bir durum hem sizi hem de içine girdiğiniz toplumu rahatsız eder. Ben eşimle bir topluma girdiğimde kimse onun benim eşim olduğunu anlamaz. Hatta öyle olur ki "Affedersiniz hanımefendi bir dakika" diyerek kendi eşimle yanlışlıkla karşılaştığım olur. Böyle bir atmosferde siz de, eşiniz de, insanlar da rahat olurlar.
112 sayfa:
Eşini korumak gözetmek diye bir olay yoktur. Bu durumu ifade eden her türlü davranış rahatsızlık verir. Tanıştığım bir çiftin erkeği hanımının her hareketinde bana bakıyordu. Rahatsız oldum ve ayrıldım gittim. Aksine böyle ortamlara girdiğinizde eşinize eşiniz gibi davranmayacaksınız. Kimse anlamayacak. Ya sizin derdiniz ne! Onun istediği sizseniz endişe etmenize gerek yok. Onun istediği siz değilseniz zaten bırakın istediğiyle gitsin.
Karısının sahibi gibi davranan erkeklerin yanında kocasının malı gibi hareket eden kişiliksiz kadınlar da var. Kocamsa kocam, ne öyle etrafımda dolaşıyor. Ben kendi ahlaki sınırlarımı kendim koyarım. Özgür ve rahat olmak istiyorum ya! İnsanlar yanımda kocam var diye bana karşı rahat davranamıyorlar. Ben de öyle. Eşimle bir yere gittiğimizde burnumdan geliyor. Aynı durum aslında kocalar için de söz konusu."Yanımdan ayrılmayacaksın, gözünü oyarım" Kadın olsun erkek olsun herkes herkese bakar, konuşur, sohbet eder, yer içer gezer..."Karın İsmail’le konuşuyor" Nolmuş? Ben aksine eşimin rahat olmamasından rahatsız olurum. Yolda bir tanıdığı. Selam verecek gözüme bakıyor. Ya da yanlış anlarım diye selam vermeden geçiyor. Rahat konuşsunlar diye bizzat ben uzaklaşırım.
Valla ben kadın olayım öyle badi gard gibi etrafımda dolaşan, her yere benimle gelmek isteyen, beni yalnız bir yere göndermeyen bir kocam olsun anında bırakırım. Seviyormuş, kıskanıyormuş, gözünden sakınıyormuş... Bunları yatakta göster, benim özgürlüğümü engellemek için niye kullanıyorsun ki... Toplum kurallarıymış umurumda değil, topluma uyan insan az biraz aptaldır. Namusumu ahlakımı ben kendim dizayn ederim. Kocaların karılarını (bazen de kadınların kocalarını) bu denli gözetim altında tutmaları inanın hayatı zehir ediyor. İçinizde böyle bir niyet olmasa bile varlığınız sorun oluyor. Ben rahat etsin, benden sıkılmasın diye genelde eşimle gitmem, onu yalnız gönderirim. Gerçekten günümüzde kadınlar bu konuda rahatsızlar.
Eşinizle arkadaş gibiyseniz gelin. Karı koca şeklinde davrandığınız zaman etraftakilere rahatsızlık verdiğinizi bilmeniz lazım. Hem canım her yere niye birlikte gidiyorsunuz ki. Karı kocanın birlikte olmak zorunda oldukları tek yer yataktır. Hayatın içinde kadın da erkek de bağımsız olarak yaşar. Birisinin karısı/ya da kocası olduğunu anlayamazsınız bile.
113 sayfa:
Her hareketimiz, davranışımız beyinden emir aldığına, beynimiz de aklın merkezi olduğuna göre mantıksız duygu ve davranışları ayırmalıyız. İşte kıskançlık ta böyle bir duygu ve buna bağlı davranış. Ama sanki normal gibi gösteriliyor. Yani kıskanç olmalıymışız. Literatürü taradım, kıskançlığın bilimsel temelleriyle ilgili mantıklı bir argüman bulamadım. Düşünceme göre temelde sahiplenme ve haset etme duyguları var ve ikisi de aynı kapıya çıkıyor. Tek fark ilkinde kendi sahip olduğunu, ikincisinde ise başkalarının sahip olduklarını kıskanıyorsun.
Sen neyin sahibisin? Ya da neyin sahibi olabilirsin, olmalısın? Bu soruya insanların tamamına yakını “ Elde ettiğim, bana kalan, benim olan her şeyin” cevabını verecektir. İşte Kerim Korkut farkı burada ortaya çıkıyor ve hiç istemediğim halde yazılarımın bir yerinde iki de bir gösteri maymunu gibi reklâmımı yapmak zorunda kalıyorum. Buna mecburum çünkü bu farkı insanların görmesi lazım. Mal/mülk/para seninse senindir. Başka sana ait ne var? Yaşadığın dünyada sana ait ne var arkadaşım? Senin adını taşır, senin evinde durur, kucağında oturur… Sen istediğin kadar “benim” de. ”Bu çocuk benim; ben doğurdum.” Yaratan vermese sen nasıl doğuracaksın? Sen mi yarattın ki senin oluyor? Onun o hale gelmesinde emeğin var mı? Yapmış etmişler, hazır çıkarıyorsun. “Bağıra bağıra ben çıkardım” Senin içindeki şeyi ben mi çıkaracaktım?
“Benim karım” Zaten kıyameti koparan, Korkut’u delirten cümle bu. “Karı” lafı başlı başına bir aşağılama ifade ediyor. Şu işe bak.” Benim karım” da aşağılama, ” Benim kocam” sözünde ise tam tersine yüceltme var. ” Benim karım” sözünde kocanızın malı olurken ”Benim kocam” sözünde yine kocanızın malı oluyorsunuz. “Mal” nedir? Kullanmak için alınan şey. Siz eşlerinizi kullanmak için mi alıyorsunuz? Hem sahi ya siz niye eşinizi alıyorsunuz?
“Sayın birey, bunlar eski zaman anlayışları. Şimdi artık okumuş kültürlü insanlar böyle yapmıyor” Hayır, bin defa hayır! Dediğiniz gibi olsa bu yazıyı yazmam zaten. Adam karım demiyor, eşim diyor ama öküzlüğünü yine yapıyor. Sahiplenme duygusunun okumuşlukla ilgisi yok. Adama diyorsun ki ”Sen karının sahibi değilsin” Ordinaryüs prof. Falanca filanca orada, gidin söyleyin bakalım, ne cevap alacaksınız? Evli kadınla erkek iki ayrı insandır. Kadının kocasının yanındaki yeri ve keza kocanın kadının yanındaki yeri aralarındaki evlilik sözleşmesinin onlara yüklediği toplumsal bir rolden ibarettir
Karına ne yapabilirsin?
aslında o istemezse hiçbir şey yapamazsın. Yani onun üzerinde hiç hakkın yok. Verdiklerini alacaksın. Şimdi canını bile alıyorsun; alçak düzenin yüzünden! Elin karısına senin yanında laf atsalar, taciz etseler, ya da elin karısı başkasına baksa kıskanır mısın? Kendi karın olsa kıskanırsın ama. Yapılan hareket aynı. O halde karını güya sana ait olduğu, senin malın olduğunu düşündüğün için kıskanıyorsun. Bu aptalca hareket yerine çık ortaya “ Ulan böyle terbiyesiz hareket yapılır mı” deyip indir yumruğu. Valla iki tane de ben vururum. Yanlışlık yanındakini malın gibi görmekte. Onurunu kurtarmak için yanındaki kadını aşağılıyorsun. “ Karımı neden rahatsız ediyorsun” değil, “ bu kadına neden böyle çirkin davranıyorsun” diyeceksin. Hatta aslında en doğrusu eşinin kendini savunmasını bekleyeceksin. Kadınlarımız bu konuda çok cahil.” Benim herif şimdi hakkından gelir” diyor. Al çantayı indir kafasına, hem kocan saçma kıskançlık gösterisiyle seni aşağılamasın, hem başı belaya girmesin hem de onuru korunmuş olsun.
129 sayfa
Hiç olur mu? Bizim aklı evvel kadınlarımıza göre kocası kendini ne kadar kıskanırsa o kadar seviyormuş. Seven erkek kıskanırmış. Ya bunu abartmadan eşinize bir jest bir hayat güzelliği olarak kıskanır gibi yapın. “Öldürürüm !” Sittir git. Sana karı değil inek bile vermem! Yanlış davranışlara, çirkin davranışlara tepkisiz kalmayın tabii ki. Adamın biri karınıza bir şaplak attı. Bu durumda sessiz kalan kocanın o kadını elinden alın. Böyle bir hödüğe inek yavrusu bile vermem.
Sorun tepki gösterilmesinde değil, tepkinin şeklinde. Sen yanındaki senden hiç aşağı olmayan- onunla evlendiğine göre kendine denk görüyorsun demektir- karını, sevgilini onun bilgisini, gücünü, insani kişiliğini hiçe sayarak köpeğin yavrusunu koruması gibi korumaya kalkışıyorsun. Bırak o kendini korusun, başaramazsa yardımcı olursun. Korumaya ihtiyacı olmayan birini korumaya kalkmak onu aşağılamaktır.
Ve karının sahibi olarak, sahibiymiş gibi bunu yapıyorsun. Kırk yaşında dul bir kadının ağabeyi kadının arkadaşına “o benim kardeşim, onun namusunu koruyorum” diyordu. Adam “ O kendi namusunu koruyamıyor mu” dedi. Ağabey “Ona kalsa çoktan koynuna girmişti” deyince adam “ Onun bileceği şey, sana ne bundan.
Kırk yaşındaki kadın senden mi izin alacak” Ağabey “ Elbette; ben abisiyim” dedi. Ve bu tartışma sizce nasıl bitmiş olabilir? Ağabey kız kardeşini de sevgilisini de oracıkta öldürdü. Türkiye’nin yarısının bu olayda kızın ağabeyini haklı bulduğuna yemin ederim. Bir de “ Kızın ağabeyi haklı ama keşke yapmasaydı” diyen bir acayip güruh var.
Türkiye’ de erkekler bu konuda o kadar geri düşünceliler ki başka erkeklerin, yanlarındaki karılarıyla mecburiyetten bile konuşmasını kabul etmiyorlar. Yanında kocası olan kadınla normal, kibar bir şekilde dahi olsa konuşamıyorsunuz. Adamın içinde hep bir şüphe var.”Acaba karıma göz mü koydu” Olumsuz bir görüntü için karı koca çifte yaklaştım. Nasıl olmuşsa olmuş kadının fistanı yırtılmış içi görünüyordu. Adam “Ne diyeceksen bana söyle” dedi. Yanında başkaları da vardı. Kadın rezil olacaktı. Durumu çaktırmadan ona söylemeliydim. Adam inadına” Karımdan ne istiyorsun, benimle konuşsana be adam” deyip duruyordu.
130 sayfa
İnsanlar nerede olursa olsun eşinizle sizinle konuştukları gibi rahat bir şekilde konuşamıyor, oturup, kalkamıyor, gezip eğlenemiyorlarsa; evinize gelemiyorlar, siz de onların evine gidemiyorsanız siz medeniyetten uzak bir insansınız. Erkekler diyerek suçu tümüyle bir tarafa yıkmayalım; belki kadınlarda da var bu. Bu tür kadın ve erkeklere karşı yapılacak tek şey kendinizden ve hayatınızdan onları uzak tutmak ve saçınızın telini bile onlara göstermemek olacaktır. Adam hem yobazlık yapacak hem de dünya güzeli Ayşe kızı alacak. Hadi be! Ama işte bunların görünüşüne, çalışkanlığına, mesleğine, parasına falan adlanılıyor. Yobazlık temelden bir eksikliktir, hiçbir şeyle giderilemez. Yobaz bir insanla yaşayabilen kendisi de yobazdır.
Nedir yani? Sokakta tanıdığın bir karı koca geliyor. Seni görünce duruyorlar. Yalnızsan ayıp olur diye sadece erkekle konuşuyorsun. Adam yanlış anlamasın diye kadının yüzüne bile bakmıyorsun. Ya da eşin yanındaysa haremlik selamlık usulü kadınlar birbiriyle erkekler de birbiriyle konuşuyor. Bu nedenle ben çağrılsam bile birinin evine gitmek istemiyorum. Bu işin köylüsü, cahili, kültürlüsü, dindarı, serbesti yok. Tamamen kişiler ve yaşadıkları çevreyle ilgili. İmamın karısıyla konuşabiliyorsun da lise öğretmeniyle konuşamıyorsun. Yobaz beş tane üniversite bitirse yine yobaz oluyor.
Nedir yani? Niye böyledir? Bu anlaşılmaz kadın korunmacılığı yüzünden ciddi şekilde gerilim yaşıyoruz. Karı kocanın birlikte gezmesi toplum düzenini bozuyor. Karı kocanın bulunduğu bir toplulukla ben şahsen pikniğe falan gitmek istemem.
114 sayfa
Öyle bir psikolojiye sokmuşlar ki seni, adamın yanında karısına bir şey söylemek zorunda kalsan sanki yatağına girmiş gibi hissediyorsun. Kadın rahatsız olacağına sen rahatsız oluyorsun. Eşini sahiplenir gibi görünen kocalar etrafa rahatsızlık veriyor. Öyle de sarıp sarmalıyor, iyice sokuluyor ki alıp kaçacaklar sanki. Sadece onun eşi var, başkasının karısı yok. Biz evde kuş besliyoruz sanki. Biraz ayrı durun, birbirinizi özgür bırakın ya! Allah Allah! Böyle karısını cebine sokar gibi yanında taşıyanları toplumun içine sokmayacaksın. Sevgiden diyorlar. Biz sevgiyi biliyoruz kardeşim. Adam da kadında sarmaş dolaş insanlarla konuşuyor, etraflarına gülücükler saçıyorlar. Böyle çiftleri görünce saygıyla eğilip “Allahım onları ayırma” diyorum. Bir de hödükler var. Karının elinden tutmuş, etrafa yılan gibi bakarak sürükleyip götürüyor. Göz bu yanlışlıkla takılsa, kanlı gözbebekleriyle seni yiyecek gibi bakıyor. Hayırdır, kesime mi götürüyorsun? Niye çıkardın toplumun içine? “Bu benim karım, yan bakanı öldürürüm” Buna kıskançlık da denmez; hayvanlık gibi bir şey.
Evlilik, akrabalık ve iş ilişkisi hariç telefon numarasıyla başlayıp bitmeyen ilişkiler sorunludur
115 sayfa
Hayatı bilmeyen insanlar evlilik, akrabalık ve iş ilişkisi dışındaki ilişkilerini de bilinçsizce böyle kuruyorlar. Takılıyorlar birilerine, dostum arkadaşım diyorlar, yıllarca kahrını çekiyorlar. Aradığınız her yerde çoktur, bulunmaz Hint kumaşı insan yoktur. Ama bunlar kültürsüz insanlar, ilk takıldığı ya da biraz etkilendiği(kafasına uygun bulduğu) kimseye/kimselere takılıp kalıyorlar, Mehmet amcanın kadim dostu Ahmet amca, sevsinler sizi! Ne buluyorsun? Ne bulduğunu da bilmiyor. Sakın Ahmet amcadan başkasına selam verme ha!
Benim hayatımda karşılaştığım, konuştuğum hiç kimse şu an yanımda değil. Olurlardı, ben müsaade etmedim. Yav be adam dünyada insan kıtlığı mı? Yengeyle evlendin. Piç Rıza ile mecburen akrabasın. Cevdet Bey zoraki patronun. Koca ömür, bunlara ekleye ekleye bir Ahmet amcayı mı buldun? Gerisi tanıdık manıdık.
Benim öyle kapısında yatacağım dostum olmaz. İstemez ya, böyle bir hayat yok. Ben başkalarına yaslanamam, kimse de bana yaslanmasın. pastan eden pizza sipariş eder gibi gezeceğim, konuşacağım kişiyi sipariş ederim. Aramızda tek bağ telefon numarasıdır. Biz bu numarayla onun izin verdiği ve benim razı olduğum her numarayı yaparız. Arkadaşlığımız, dostluğumuz her neyse ikimizin de hoşuna gittiği sürece devam eder. Onun ya da kendimin hoşnutsuzluğunu (ki hoşnut olsa bile ayrılabilir/ayrılabilirim, sevdiğim halde pasta yemeyi bıraktığım gibi) fark ettiğim/hissettiğim, ya da hoşnut olsam bile ayrılmak istediğim anda bir telefon numarasıyla bağlı olduğum ilişki hattını o kişiyi telefonumdan silerek keserim. Tıpkı face den arkadaşınızı silmek gibi. O da bana aynını yapsın. Arkadaşlık/dostluk iki taraf da istediği sürece devam eder. Öyle kırk yıllık dostlukmuş, ekmek tuz hakkıymış, beraber gülmüş beraber ağlamışız… Boş bunlar! İnsan dağ başında çiçektir, ne kadar toplarsan yaşam bahçen o kadar güzelleşir. Saksıda bir kıçı kırık begonyayı bekleyemem!
Herkesin tercihi kendine ait; lakin üzülüyorum. Her zaman için insanın daha iyisi vardır. Bizimkisi sadakatsizlik de sayılmaz; sonuçta sevdiklerimiz yarenlik ettiklerimiz hayatımızın çiçekleriydi ama hayatın/dünyanın başka çiçekleri de var, başka bahçelere de uğramalıyız. Bu anlamda sadakatin/bağlılığın modernizeme entegrasyon ve dinamik hayat bağlamında engel oluşturduğu görülüyorsa da eski kültürler bunlar zaten, değişmesi gerekebilir. Biz elbette Ahmet amcalar için bu yazıyı yazmıyoruz; çünkü onların devri başka; yeni nesillerin yaşam form atı içinde yer alan bir çaba bizimkisi. Bir de kimseye dayatma yapmıyoruz, yazılarımızın öneri olduğu unutulmamalı.
116sayfa
Dediğimiz gibi mecburiyete dayalı evlilik, akrabalık ve iş ilişkisi dışında insanlarla kurduğumuz ilişkilerde telefon numarası dışında bir bağlantıya gerek yok. Zaten telefon numarasını aşan talepler her iki tarafın da yaşamını zora sokabilir. Eşinizden, çocuklarınızdan ve akrabalarınızdan kurtulamazsınız. Hatta belki patronunuzdan da. Bunlar mecburi bağlar. Elbette bunlardan kurtulanlar da olur ama istisna. Bir de yok dostlarım, arkadaşım, tanıdıklar, sevgili… Ve bunlarla kendi isteğine bağlı olmayan, vefa denilen mahkûmiyetin yüklediği saçma bir sorumluluk duygusuyla, ne kadar süreceğine, nasıl devam edeceğine, ne zaman biteceğine karar veremediğiniz sıkıcı bir mahkûm ilişki sizi mutsuz eder. Aramasan niye aramadın. Görmesen başına bir şey mi geldi acaba. Görmek istemiyorsun ama ayıp olur diye görmek zorundasın. Sen onu görmemek için yolunu değiştiriyorsun. O da seni görmemek için yolunu değiştiriyor. İsteksiz istemeden karşılaşmalar.
Kim ne derse desin ilişkilerin bir süresi vardır ve kırk yıllık dostluk aptalcadır. Yani düşün görmek istemediğin bir kişiyi görmek zorundasın, böyle bir şey olur mu ya! Tanımışsın, tanışmışsın bir kere. İnsanlık gereği mahkûmsun artık ona. Yolda görünce konuşmam, selam vermem diyemezsin. Aramam sormam diyemezsin. Oysa görmek de sormak da istemiyorsun. İşte bu nedenle dostun arkadaşın sevgilin nikâhlı eşin değil ki ona mecbur olasın ki bence nikâhlı eşine de mecbur olma; artık hoşuna gitmiyorsa çek kapıyı çık! Kerim Korkut usulü dostluk ve arkadaşlık kurarsan yani telefon numarasıyla bağlanırsan bu durumların hiçbiri olmaz. Dostluk, arkadaşlık, sevgililik ikinizin de hoşuna gidiyorsa (biriniz dahi olsa numara silinir) devam. Değilse silersiniz, güle güle. Ve ertesi gün bir başkasını eklersiniz onun yerine!
116 sayfa
Hiçbir yere gidemiyorsunuz değil mi? Hiçbir hayata yeniden başlayamıyorsunuz. Gereksiz tanıdıklar sürüsü arkanıza takılmış, onlardan kurtulamıyorsunuz. Görmek istediğiniz kişiyi hayatınıza siz sokup çıkaracaksınız. Görmek istediğiniz süre kadar, görmek istediğiniz zamanda göreceksiniz. Ucu açık ilişki olmaz. İlişkiniz (buna evlilik de dâhil) dostluk ve arkadaşlığınız bitirmek istediğiniz yerde biter. Her tanıdığınız kimsenin mezarına gitmek zorunda değilsiniz. En son tanıdığınız belki. Gençler bu yazılarımızı titizlikle okusunlar. Kendilerine dayatılan ilkel yaşamlardan ancak böyle kurtultabilirler.
Hayatta söylenmesi kolay olmayan şeyler var; bu nedenle yalana başvurulması anlayışla karşılanmalı
117 sayfa
YALAN SÖYLEMEMİZİ GEREKTİRMEYEN BİR DÜNYA KURUN BİZ DE SÖYLEMEYELİM!
Doğru yaşamıyoruz ki doğru konuşalım… Dosdoğru konuşan biri emin olun ki hiçbir şey yaşamıyordur, hayatta hiçbir şey yapmıyordur. Çünkü bazı şeyleri yaşamamıza izin verilmiyor, biz de onları gizli gizli yapıyoruz. Bu gerici toplumda hayatı yaşamak için yalan söylemeye mecburuz.
Atalarımız, büyüklerimiz bir sürü nane yemişler ama “ibadet de gizli, kabahat de gizli diyerek” üzerini örtmüşler. Şimdi de her yaptığımızı söyleyemiyoruz ki sanırım söylenemeyecek, başkalarının bilmemesi gereken şeylerimiz de vardır. Uydurma bir ahlak/doğruluk perdesiyle yenilen nanelerin üzerinin örtülmesi ve bu örtenlerin sözde dürüst/doğru/ahlaklı/edepli kabul edilmesi bana göre toplumun hastalığı.
Bir şeyi sorulduğunda hiç olmamış gibi saklamak da yalan söylemektir. Aynı naneyi yiyin, sen sakla dürüst ol, adam saklayamasın ya da saklamasın yalancı olsun! Zaten “kabahat de gizlidir…” anlayışında sorun var. E madem öyle yapalım yapalım atalım köy sandığına.
Yalan söylemeyenlerin yalan söylemelerine gerek yok ki. Ne yapıyorlar ki niye yalan söylesinler. Onların yaşadığı hayat yalan söylemeyi gerektirmiyor. Çünkü onların yaşadığı hayat değil. Onlar bu dünyada sadece varlar. Neyi yalan söyleyecekler. Sizler bizler bize zevk veren çok şeyler yapmak istiyoruz yasak, günah, ayıp… Yasak mı, ben yine de bir yolunu bulur yaparım. Saklayabilirsem saklarım. Saklayamazsam yalan söylerim. Bu olması gereken değil ilkel toplum ve gerici düzenin yarattığı bir duru. Yani yasaklar saçma, yapılanlar ayıp değil, günah değil. Hem ayıpsa günahsa bana, sana ne!
Yani biz yalan söylüyorsak bizi yalana mecbur bırakan düzen suçlu. Din yalan söylemeyin diyor ya çoğu şeyi de onun yüzünden yalan söylüyoruz. Bugün ortada din diye duran(dinin geldiği en son hali) anlayışa göre bir hayat olamaz. Adam diyor ki gülmeyeceksin. Bu referansı belli ki bu dini, anlayıştan alıyor. Bizleri serbest bırak yalan söylemeyelim. Kadın parkta okul arkadaşına rastladı. İki muhabbet etti. Neredeydin? Doğruyu söyleyebilir mi? Lan bunun dahi söylenemediği bir toplumda yalan söylemeyin denir mi?
Bence serbest toplumlarda hiç yalan söylenmiyordur. Niye yalan söylesin ki bir cezası mı var? Ayıbı günahı mı var? Hesap mı sorulacak? Neredeydin? Maria ile yattık… İyi etmişsin! Ve işte yalan en çok dindar/ahlaklı (sözde) toplumlarda söyleniyordur. E bazen ne yaptığını/nerede olduğunu vs söylemen gerekiyor. Yaptığın bu topluma göre kötü; doğru konuşabilir misin?
146 sayfa
Yaptıklarımızı gizlememiz ve yalan söylememiz böyle bir toplum yapısına göre çok normal. Bu konuda insanlar rahat olsunlar. Böyle bir şey yalan bile sayılmaz. Sevgilimle otele gitmemi toplum normal karşılarsa ben de yalan söylemem. Yalanı bize doğrucular söyletiyor. Yaşadıklarınızı ister doğru söyleyin ister yalan; hiç önemli değil. İnanan inanır, inanmasalar da sorun değil. Haber ve önemli bilgi verirken ve de birine kötülük etmek niyetiyle planlayarak yalana başvurmayın diğer tüm yalanlarınızın günahı benim boynuma.
Gizlediğiniz şeylerde de durum aynı,yaptığınız şey kötüyse (yani kendiniz ve birileri zarar görmeyecekse) toplum sizi anlayışla karşılamayacaktır. Suçun/ayıbın/günahın muhatabı olmamak için böyle şeylerinizi yapabildiğiniz kadar gizleyin. Hatta bu konuda herkes birbirine yardım etsin; duysa görse bile duymadım desin. Ben 50 yıllık hayatımda insanlara ait yüzlerce şeye şahit oldum sorarlarsa bilmiyorum hahahahaha!
Günümüzde özgürlük yeraltında, kapalı kapılar ardında… Manitam kolumda, sakallı gözüme bakıyorsa şöyleysem böyleyim derim, o da bakmasın! Yaşamaya hakkım olan (ya da kendim karar vermem gereken) şeyleri yaşarım ben arkadaş. Bu halde yalan da hile de mubahtır. Sen bana denizi yasak et, ben sana denizin mavi olduğunu söyleyeyim; kırmızı derim anasını satayım! Biz doğrucular (gerçekten doğru olsalar yanmayacağım) yalan söylüyoruz.
117 sayfa
Akşam geç gelmişim, neredeydin? Ben nerede olduğumu söylerim de sen normal karşılar mısın? Geç kalabilir, geç gelebiliriz. Sizin onaylamadığınız şeyleri yapabiliriz. Siz sorarsanız biz de yalan söyleriz. Sormazsanız bir şey yok. Oysa normal karşılasanız doğruyu söyleyeceğiz. İşte diyorum ya siz ve toplumunuz/devletiniz bilgili ve medeni hale geldikçe artık yaşanılan şeyleri normal karşılayacaksınız; biz de yalan söylemeyeceğiz! Her insanın hele de böyle bir toplum düzeninde yalan söylemesini gerektiren sebepleri her zaman vardır.
Dünyanın kanunlarını yazan kitapları elimin altında istemiyorum. Hani şu var ya yalan söylemek kötüdür diyen. ”Yalancının mumu yatsıya kadar… Yalandan kim ölmüş. Kuyruklu yalan.” Yalan söylemek iyi midir, kötü mü? Niye kızıyorsunuz ya? Tamam, kötü; ama ne kadar kötü? Söyleyeni asalım mı, keselim mi? Yalanın mavisi var, beyazı var. Kafamı kesseler doğruyu söylerim diyebilecek yiğit var mı içinizde? Hayat adamı dans ettirir. Kıvıra kıvıra dansöz olursun.
155 sayfa
Dul Naciye ablamız İnternet’ten koca arıyor. İlk cümlesi “yalancı olmasın.” Nereden bulacağız? Eskilerden ermiş, derviş falan da kalmadı ki mübarek sakalının yüzü suyu hürmetine inanıp bağlanalım. Deniz olsun ama içinde balık olmasın diyorsun. Yalan söylemeyen erkek olabilir mi? Türkiye’nin en doğru adamı benim. Öyleyken zatı azizimde yalanın bini bir para.
Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış. Madem doğru söyleyince kimse kıymetimizden anlamıyor biz de yalan söyleyelim. Niye kovulalım köyümüzden değil mi?
Bir kısım insanlar konuşmayı dertleşmeyi severler. Yaşadıklarını paylaşmak isterler. Dünyayı dolaşan birisi yalan söylüyorsa meşe odunuyla dövün. Çünkü gezmiş, görmüş, anlatacağı çok şey var. Yalana ihtiyacı yok ki. Ama akşama kadar evinde oturan adam sizinle ne paylaşacak? Sohbet sıkıcı olmasın diye belki araya bir iki uydurma hikâye sıkıştırabilir.
Gerçi şöyle bir şey de var. Yalan söyleyen kişinin yalanını fark ettiğinizde ne anlatırsa anlatsın size ilginç gelmiyor. Ben bir komik hikâye uydurdum.
“Arkadaşımla Beyazıt’ta bir lokantaya girdik. Arkadaşım garsondan iyi ayıklanmış yarım baş istedi. Ben de. Tabak içinde kelle eti kızartılıp pişirilmiş olarak geldi. Açlıktan çatalları kapıp ikimiz birden saldırdık. Biraz sonra ben sanırım insanları iğrendiren bir ses çıkarmış olmalıyım ki yan masalardan kaşığı çatalı bırakan söylene söylene lokantadan çıktı gitti. Şişman garson çok kızdı. Yanımıza gelip bağırmaya başladı. Kelle etinin içinde kapkara bir göz vardı. Adam gözü avuçladı dışarı fırlattı. O sırada caddeden geçen bir adamın yüzüne şap diye yapıştı. Adam ana avrat küfrederken biz arkadaşımla kaçtık.” Tabi ki uydurma öyküyü buraya yazdığım gibi anlatmıyoruz. Replikler, mimikler, hoplayıp zıplamalar, biraz daha argo derken ortaya İsmail Dümbüllü üstadın orta oyunu gibi harika bir şey çıkıyor
İlk anlattığım, doğruluğuna inanan ya da umursamayan gurup kasıkları patlayıncaya kadar güldüler.
118 sayfa
Gıdıklamadan gülmem diyen, espriden ziyade senin doğru söyleyip söylemediğini test eden bir başka grup ise hiç gülmedi. Aynı insanların Cem Yılmaz’ın anlattığı bundan daha az komik hikâyeye saatlerce güldüğüne eminim.
İçimizde gerçekten komik insanlar vardır. Onların her şeyine güleriz. Bizim için neşe kaynağıdırlar. Biz anlattıklarına güldüğümüzden ilgimizi daha çok çekebilmek için bazen uydurmaları, söylediklerine yalan katmaları gerekir.
Bir insanın yalan söylediğini isterseniz anlarsınız. Ama niye bunu öğrenmeye uğraşıyorsunuz? Sizi kahkahalarla güldüren salak suratlı bir tanıdığınızın yalan söylediğini ortaya çıkaracaksınız da ne olacak? Sanki İran’ın uranyum planı hakkında bilgi veriyor?
Kendinizin veya başkalarının kişilik, aile, iş, ilişki ve yaşamları hakkında yani ciddi konularda ama sadece bilgi ve haber verme şeklinde asla yalan söylememelisiniz. Kişi belirtmeden espri amacıyla ya da vakit geçirmek için söylenen şeyler yalan değildir.
Yalan çift yanlı kesen bıçak gibidir. Dilerseniz öldürür; dilerseniz güldürür. Yalanı dünyanın en kötü şeyiymiş gibi göstermek büyük hatadır. Madem öyle söylemeyin o zaman. Doğru söyleyen insanı bulmak için Kuzey Kutbu’na kadar gitmeniz gerekir. Orada da bulduğunuz zaten insan değil belki bir fok balığı olabilir.
Kendi kendinizi teselli etmeyin. Daha az yalan söyleyen daha dürüst değildir. Ben bin yalan söylerim bir tavuk ölür; siz bir yalan söylersiniz bir yığın insan ölür. Hangi konularda, ne zaman nerede yalan söylemeyeceğimizi bilmeliyiz Ablanıza kızdınız. Aile arasında laf ola beri gele düşünmeden namussuzluk yapıyor dediniz. Namus konusu insanların %80’i için ölümcül bir kavramdır. Babanız o sinirle araştırmadan, soruşturmadan vurdu ablanızı öldürdü. Küçük bir yalanın neye mal olduğunu gördünüz mü?
Bütün kötülüklerin anası yalandır. Peki, babası kim? Size öyle mi öğrettiler. Hayatında hiç yalan söylemeyen katiller vardır. Yalan söylemek kötülüğe neden olabilir ama yalan bütün kötülüklerin nedeni değildir. Örneğin planlı cinayetle yalanın ne ilgisi var?
İnternet’e koca arayan dul Naciye karısı evleneceği kişide aradığı özellikleri tek tek saymış.”Yalancı olmasın, saygılı olsun, çalışkan olsun, temiz olsun…” Katilleri ve hırsızları saymamış. O zaman Naciye’ye hiç yalan söylemeyen bir katille saygılı bir hırsız bulalım. Tiplerini beğendiyse kabul etmesi gerekir. Çünkü ona göre katil de olsa olur; hırsız da. Yeter ki yalancı olmasın.
İnsanların hemen tamamına yakını yalan söylerler. Yalanların çoğu ilişkilerde söylenir.
118 bölüm
Evlenirken, arkadaşlık kurarken, tanışırken… Özellikle burada erkekler kadınlara yalan konusunda acayip fark atarlar. İlişkilerde kadın istenen, erkekse isteyen durumunda olduğu için erkek tarafında yalancılık yağcılık, yalakalık gırla gider. Kadının yalana ihtiyacı yoktur. Erkekler aç gözlüdür. Brezilya sahillerindeki bütün üstsüz kadınları verseniz bir tır kiralayıp oraya giderler. İstediklerini alamayınca yalana başvururlar. Gerçekte yedi çocuğu vardır ama sorsan evli bile değildir.
Kadınlar çok saftiriktir ve onları kandırmak çocuk oyuncağıdır. Buna rağmen erkeklerin çoğu eli boş dönerler. Bunun nedeni yalan söylemeleri değil ilişkilerdeki belirli kriterleri taşımamalarıdır. Zenginlik, güç, güzellik ve kariyer bir erkeği kadının gözünde önemli yapan ana kriterlerdir. Erkeklerin yalancılığı da işte burada başlar. Çünkü hiç kimse bu kriterlerin tamamına ya da bir kısmına sahip değildir. Ama varmış gibi yalanlarla kadınları kandırmaya çalışırlar.
Yalan söylemek dünyanın en kolay işidir. Ama çok az kişi yalanlarıyla başkalarını kandırabilir. Yalnız bu kolay kanan insanların ortak bir özelliği vardır. Yalanı ve yalancılığı ortaya çıksa bile aynı kişi başka bir yalanla bunları tekrar kandırabilir.
165 bölüm
Söyledikleri yalanlar yüzünden çok kötü sonuçlara neden olmuş olsalar bile insanlar bunun bedelini ödemezler. Ben Türkiye’de yalan söyledi diye cezalandırılan bir kişi hatırlamıyorum. Oysa yeni çağ düzenimizde yalan söyleyerek başkalarına zarar veren kimseler için hapis cezası vardır. Bazı kötü niyetli kişilerin böyle rahat bir şekilde yalan söyleyerek bizleri maddi ve manevi zarara uğratmaları kabul edilemez.
Yalan söylemek ucuz ve basit kötülüktür. Aslında sadece bir yanlış davranıştır. Katillerin adam öldürmek için yalan söylemekten daha fazlasına ihtiyaçları vardır. Yalan söyleyen her şeyi yapar sözü külliyen yalandır. Herkes her şeyi yapabilir.
Bunun bir kuralı yoktur. İmam adam öldürür, derviş malınızı çalar, rahibe fuhuş yapabilir. Sizi gidi uyanıklar sizi! Bütün kötülüklerinizi üç buçuk yalancının üzerine atın, sırtüstü yatın.
Şüphesiz çocuklarımızı daha küçüklükten yalan söylememeye alıştırmak önemlidir.”Yalan söylersen dilini koparırım” dememek şartıyla. Nasılsa bir gün mutlaka yalan söyleyeceklerdir. Hayat onlara söyletir. Ama hiç değilse ne yaptıklarının bilincinde olacaklar.
İnsanları yalan söylemek zorunda bırakmak da çok önemli. Özellikle kadınlarımız eşlerine ya da sevgililerine o kadar anlamsız yükleniyorlar ki adamlar çaresiz yalan söylemek zorunda kalıyorlar. Erkekler kıskanç ve çapkındırlar. Kadınlarsa kaprisli ve konuşkan. Adam eve geç geliyor. Neredeydin? Biliyorsun. Sormayacaksın işte. Kabullenemiyorsan bırakacaksın. Eve geç geldiğim bir akşam “Asker arkadaşıma uğradım” dedim. Eşim “Bu yalanı daha önce kullandın” demez mi? Hayat uzun. Yalan söylemeyi gerektirecek işler mutlaka yapıyorsun. Yalan uydurmak da kolay değil. Söylediğimiz abuk sabık yalanlara inanır gibi görünün lütfen. Bizleri zor durumda bırakmayın. Anne babaları kötü davranan çocuklar yakalanmamak şartıyla istedikleri yalanı söyleyebilirler. Çünkü doğruyu söyleseler sopa yiyecekler. Ama bu yola sık sık başvurmayın ki alışkanlık yapmasın.
Belki bu sitede bile yüzlercesine rastlayacağımız yalan karşıtı yazıların yanında bir tane de benim naçizane ”yalan söyleyebilirsiniz” şeklinde bir yazım bulunsun. Yalan söyleyen veya söylemek zorunda kalan, çoğu kötü niyetli olmayan insanlarımız kendilerinde bir eksiklik duymasınlar.
119 bölüm
Hayat kişiye özeldir, paylaşılamaz
Tanrı’nın nimetleri nasılsa bende var sende yok, sende varsa onda yok. Zaten ya bir tane ya hiç yok. Bu yüzden seçemiyoruz ki seçmenin zevkini tadalım. Dünyanın yarısı açmış ağzını sana bakarken allame gök pastelleri boğazına diziliyor; paylaşalım ki herkesin olsun.
Birincisi bu dahi olmuyor; elimdeki kuru ekmeği kırk parçaya bölüyorum birileri yine doymuyor. İkincisi biz niye bu duruma mahkûmuz? Salsak insanları evrenin bağlarına, asmalar göklere uzanmış herkese var, var iken uzatıp elini almazlar, birbirlerinin elinden mi alırlar?
Tanrı sonsuz nimetleri olduğunu söylüyor yine de bu insanlar doymuyorsa e biz napalım daha! Elimdeki ekmeğimi komşuyla paylaşacakmışım. Git bozköyün dağlarında ot yol; dünya sana da bana da. Dinlemişsinizdir Bedreddin masallarını "yârin dudağından başka her şeyimiz ortak" İstersen onu da paylaşalım pirim!
İnsanlık dedikleri, kötülüğün bir başka şekli, birbirine yardım eden dünya aptalca tasarım; herkesin olacak kardeşim adam niye benim kapımda dilensin ya! O paylaşımcılar var ya sizden çaldıklarının sadakasını veriyorlar size. Adam sözde paylaşıyor; paylaştığı ben yine açım, onun ambarları dağlar deryalar. Ulan nasıl paylaşmak bu, hiç mi tükenmiyor; paylaştıkça artıyor mu yoksa.
Sizi gidi saftrik dilenciler, elinize bir mecidiye bırakıp dünyada size ayrılmış payınızı alıyorlar. Sizin yüzünüzden biz vicdanlı Sabuhalar hayatımızı güzel hayatımızı özel yaşayamıyoruz. Astragan kürküm varmış, garibin bitli ceketi; bana ne, senin de olsun! Çöp arabasıyla sürüyün dünyanın dilencilerini b...klu dereye!
120 bölüm
Ne kendi çalışır, ne hakkını ister; yardım et, sadaka ver! Bir de bu nanemolla naneyi öven Bedreddin torunları yok mu, parçalayasım geliyor paylaşımlarını! Ben hayatımdan bir kısmını alıp sana veremem, benim hayatımdan kırıntı bile alamazsın; çünkü benim hayatım bana verilmiş, bana göre, benim için. Zaten bir yudum kahkaham var, neyini paylaşayım. Sen de gül, boğazına odun mu soktular, gülemezsen öl, dünya er meydanı hak eden yaşar; hangi yüzle kapımdasın, zalimin yakasında parmak izlerin mi var!
Dünyanın bu gidişini durduracağız dedik, yıllardır haykırıyoruz, yanımızda kim var? Çünkü insanlık üç guruba ayrılmış; ya kötü, ya dilenci ya da dilenci sever. Kötü çalıyor, dilenci alıyor, dilenci sever de bakıyor. Allah ne yapsın, Kerim Korkut ne yapsın! Söylüyoruz işte, bu dünyada herkesin payı ayrılmıştır. Ya gidip payını alacaksın ya da birileri senin payını sana verecek. Ben hesapladım kardeşim; Türkiye’de mevcut kaynaklar doğrultusunda kişi başına olması gereken değer 586 bin lira hazır değer, 3870 lira aylık kazanç. Türkiye’nin kapasitesi bu.
Ben bu ülkeyi yönettiğim zaman 50 yıl sonra( bugünün parasıyla ama çünkü o gün bu miktarlar değişecek elbette) Türkiye’de bir kişinin bunun altında ekonomik durumu olmayacak. Ama dedim ya biriniz çalmaya alışmış, biriniz dilenmeye, kalan koyunlar da hırsız dilenci filmi seyretmeye alışmış. Böyle bir şey olamaz ya, bu ülkede fakirliği seven insanlar var!
Kerim Korkut insanlara hedef gösteriyor. Olmayacak şey mi, dünyada bir sürü örneği var. Japonya örneğin, senin iki katın nüfusu yarın kadar toprağı var; fakiri yok. Almanya örneğin. Hollanda, Singapur, Kore... Yardım ve paylaşmak fakirliğin nedenidir. Paylaşarak asla mutlu olamazsınız. İnsanlığı bu hastalıktan kurtarmak lazım. Paylaşanlar, paylaşımcılar, yardımseverler, insancıllar kapitalizme uşaklık etmektedirler. Sen sana ait olan bir şeyi başkasına veremezsin. Eski ayakkabını verdiğin kişi yeni ayakkabı almaya uğraşmaz.
121 bölüm
Aşk, duygular, sanat, kültür hiçbiri paylaşılamaz; hepsi de kişiye özeldir, aynı resme birlikte bakamazsın. Bu ne saçmalık ya, ayağındaki ayakkabıyı ver, evinin bir köşesini, sofranda otursun… Ben insanlarla bu kadar yakın olmak istemiyorum ya! İyilik, insanlık falan da umurumda değil. Cenneti ver sakallıya. Bu dünyada bana ait olan bana yeter, herkese yeter.
Başındakinin 700 trilyon serveti var, senin cebinde 7 lira yok ve sen bu düzeni destekliyorsun. Yazıklar olsun! Senin de olacak kardeşim, hakkın bu, vermiyorlarsa alacaksın. Hesabını yaptık işte. Şu an 586 bin lira varlığın olmalı ayda da 3870 lira kazancın. Kişi başına bu ha. Bunu sağlamayan bir düzeni kabul etmeyeceksin. Biz 50 yıldan bahsediyoruz. Sen dünya kurulduğundan beri böylesin. Bilmem kaçıncı göbekten deden sanki Karun’du. 50 yıllık bir mücadele sonunda bu hedefe ulaşacağız.
Buna nasıl güveneceğiz, inanacağız dersen her yıl kazancının (paranın değeriyle ilgisi olmayan) arttığını göreceksin. Nasıl yapacaksın dersen hırsızların elini bağlayacağız, dilencileri çalıştıracağız,76 milyonu ülkenin dört bir yanına salacağız. 50 yıl çalışacağız, dünyanın birinci ülkesi olacağız. Türbanmış, Suriyeliymiş, Atatürk’müş hiç kimse kusura bakmasın, bunlarla vakit öldüremeyiz.
121 :bölüm
Takvim yaprakları yine bir yılın sonunu gösteriyordu ne kadarda Uzun zaman olmuştu bu pencerenin kenarına oturup kitap okumayalı okuduğu kitap onu alıp çok uzaklara götürdü.
Gençlik yıllarına beyaz kireç badanalı üç odalı ilk bu köy evlerine, Bomboş bakışlarla izliyordu etrafı. Şimdi bu evin yanı başında,yıllar önce diktikleri ağaçlar güneşi engelliyorlardı, boydan boya uzanan asma üzümler yeni yeşillenmeye başlamıştı ve baharın ilk toprağı ısıtması gibiydi güneş,her yer sanki yeşile boyanmıştı,dedesinden yadigar kalan bu köy evine buraya il kez
Eşiyle balayı niyetine gelmişlerdi ve ilkleri, heyecanları bu evde paylaşmışlardı daha 17 sinde olan eşi, kadınsı duygularla hiç tanışmadığı halde, erkeğini mutlu etmek amacıyla davranışlarına, bakışlarına, cilveleri ,le 40 yıllık tecrübeli kadın süsü vererek; sevgi ve saygısını göstermişti onca yıl.
O yaşlı adam; o masum, tecrübesiz kadınsı bakışları anımsadığında tüyleri diken diken oluverdi. Ürperdi, kendinden tiksindi. Eşinin muhteşem duygularının katili gibi hissetti kendini. Derin derin birkaç kez “Offff” çıktı dudaklarının arasından dalıp gitti koltuğunda elindeki kitap yere düştü gözündeki yakın gözlüğü kitabın üstüne…
Kendine geldiğinde ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu ama ikindi ezanı ile kendine geldiğinde O kadar acıkmıştı ki; köye gelirken yaptığı alış veriş geldi aklına birden. Ayağa kaldı sekinin üzrenine koyduğu poşetlere ulaşmak için ayaklarını zoraki sürükler gibi isteksizce yürüyordu,,
Tava ya da pratik olarak pişirip yiyebileceği birkaç hazır ürün almıştı. Eşi ve üç çocuğunu evde bırakarak bir hafta sonu yalnız kalmayı istemişti. Dinlenmeye çok ihtiyacı olduğunu söylemişti eşine. Sevgi dolu, anlayışlı bir kadındı eşi. “Nasıl istersen hayatım diyerek sen keyfine bak bizi merak etme, biz de çocuklarla annemle re gideriz. Hem senin ,hem çocukların hemde benim için.” değişiklik olur demişti. Birkaç gün uzun zamandan sonra ayrı kalacaklardı.
124 bölüm
Adam düşüncelerinden sıyrılmak istedikçe batıyor, gömülüyordu vicdanının dibine. Karısının bahçeden taze meyveleri toplaması, en güzellerini önce kendine vermesi, kutluluğuyla mutlu olması…geldi bir anda gözünün önüne,İyiden iyiye kendini kötü hissetmeye başlamıştı. Gözleri dolu doluydu yüreği gibi. Aldıklarını yerleştirip fi tarihinden kalma buz dolabına yerleştirip etrafı evi dolaştı. Elektrik, su sorunsuzdu. Uzun süredir gelmeseler de, düzenli olarak faturaları yatırıyorlardı,nede olsa ata yadigarıydı bu ev,birden ürperdi üşüdüğünü hissettirmiyordu.
yinede ufo yu yaktı sedire uzandı Uyumalı, kurtulmalıydı kafasını kemiren onca buz gibi düşüncelerden. Çocukluğunu örttü üzerine ve kapattı gözlerini.
……...........Havlama sesiyle yataktan fırladı adam. Pencerenin mandalını kaldırırken gözleri etrafa bakınıyordu. Neler oluyordu ki? Yoksa sıkıntıları nedeniyle hayal mi görmeye başlamıştı? garip komşularının köpeğiydi. seyyar satıcının arabasının altında ezildiğini öğrendiğinde kendine gelememişti uzun süre. Adam o köpeği çok severdi.garip öldüğüne göre bu havlama sesi nereden geliyordu? Sallanan bir kuyruk gördü. Nasıl olurdu bu sanki garibin ta kendisiydi bu! Hemen üçer beşer atladı merdivenleri, aşağı kata indi. köpekle karşı karşıyaydı. Yanında duran aksakallı tonton dedenin gelen sesiyle irkildi.Oğlum hoş geldin. Nasılsın? Epey zamandır görünmüyordunuz. Dilek de geldi mi? Ya çocuklar? Nasıllar dedi Mehmet emmi ,arkasından Ayşe teyzede belirdi,adam Ayşe teyzeyi de özlemişti, bu sıralı sorularını da. Hoş buldum Ayşe teyze Mehmet emmi Tek geldim deyip Sarıldı öptü ellerini sonra doğruldu sarıldılar uzun zamandır böylesine sevgiyle sarılmamıştı sıcaklığı hissetti buz gibi bedende.
Mehmet emmi sizi iyi gördüm maşallah diyerek bir daha sıkıca Sarıldı, elleriyle sakalını sıvazladı bir an babası annesi gözlerinin önüne geldi sevindi, gözleriyle dokundu geçmişten geleceğe.. -adam!
- biraz işlerim var. Kitabımı bitirmek için buranın sakinliğine ihtiyacım vardı emmi dedi adam pek anlamadı ya
-İyi yapmışsın oğul.
sonra köpeğe takılan gözleri ile köpeği işaret ederken, duyacağı cevap için heyecanlandığı her halinden belliydi. Kadın anladı köpeğin ölen garibe benzerliğini adamı çok etkilediğini. Gülümsedi…
-Ne kadar benziyor değil mi? Oğul ölen garibe bundandır ki görür görmez kanım kaynadı hemen alıp eve getirdim. Aşağı evlerden Hoca keramettin Efendiyi bilirsin; O’nun köpeği yavruladı. Oradan aldık bize şimdilerde yarenlik ediyor sevdik bizde… ha oğul sen yol yorgunsun acıkmışsındır buyur eve geçelim mantı açmıştım tarhana çor basıda var çocukluğunda çok severdin, biri cevizli biri yoğurtlu iki tepsi. Kısmetten öte yol gitmez buyur beraber yiyelim.
adam “Hayır” diyecek oldu; ama Ayşe teyze ısrar edip izin vermedi.
Akşam, Ayşe teyzenin oğlu ali ile gelini dudu hanım ve torunları selbi ile ademde yer sofrasında yerlerini almışlardı. Mantının tepsilerdeki el değmeden öncesi hali ayrı bir güzeldi. tere yağını tavada kızdırıp tabakların üzerinde gezdirirken çıkan ses ve mis gibi koku iştahı daha da kabartmıştı. Yemeklerini anılarla süsleyerek, sohbetin zevkiyle yemişlerdi.
adam da biraz aklındakilerden sıyrılıp değişik konuların içine girerek rahatlamıştı vakit epey geç olmuştu sohbetin keyfi ile gece yarısına yaklaşıyordu vakit ilerleyince her şey için teşekkür ederim emmi ellerine sağlık teyze diyerek izin istedi. Hemen köyü ortasından ikiye bölen cayın üzerine yapılan el yapımı asma köprüden karşıdaki evine geçip, gıcırdayan kapıyı kapattı. Gece kararmıştı iyiden iyiye. Direk olarak üzerini değiştirmeden sedire uzandı. İdare lambasına püf dedi,karanlıkla baş başayken gözlerini kapattı.
Karanlığın sinesinden gizemli bir kadın çıkageldi aniden. Siluet olarak görüntüsü tam bir dişi idi ve çırılçıplaktı. Emreder gibi bir ses tonuyla soyunmasını istedi adamdan. Adam yalnızdı ve bu kadın nasıl gelmişti bu halde odasına? Kadın dokundu adama ve tekrar etti arzulu, kararlı bir ses tonuyla. Kadın ısrar ediyor, adam karşı koyuyordu. Vicdanıyla savaş halindeydi şu an. Bedeni hazırdı her şeye. Vicdanıyla bedeni çığlık çığlığa, kıran kırana çarpışıyordu. İrade ile arzu yer değiştiriyordu sürekli adamın yüreğinde. Kuşlar gibi çırpınıyordu ruhu. Ellerini, kollarını savuruyor; soluğu soluğunu kovalıyordu sanki. Nefessiz kalmıştı.
125.BÖLÜM
İradenin güçlü olduğu bir anda itti kadını üstünden ve “Yeter!” diye haykırdı Genç adam gözlerini açtığında yine kabus gördüğünü anladı. Odada kadın falan yoktu. Anne karnındaki masum bir bebek gibi, dizlerini çenesine doğru bükerek iki büklüm oldu. Arınıp temizlenmeliydi artık kendini yeyip bitiren yaşadıklarından.
Kalktı yatağından. Uykusuzdu; ama uykuyu hissetmiyordu bile artık. Dışarı çıkıyor sabahın ilk saatleri üşütüyordu içeri giriyordu tavan üstüne üstüne geliyordu zaten toprak damdı ağaçlar arasından saman parçaları gözüküyordu ama dışarı içeri arasında mekik dokuyor, hırsını attığı adımlardan alıyordu sanki. Ayak sesleri komşulardan bile duyulacak kadar yoğundu. Avuçlarını ovalıyor, dudaklarını ısırıyor, bilinçsizce adımlıyordu evin içinde. “Banyo yapmalıyım” dedi içinden ve hamamlığa yöneldi.
Sıcak su yoktu kaynatması lazımdı,önemli değil sıcak olması aslında sıcak değil, soğuk suyla yıkanmalı ve ruhundaki tüm pislikleri yok etmeliydi. Normalde dayanılamayacak kadar olan geceden kalan sabah ayazını içine çekmiş soğuk suyu kafasından dökerek duş alıyordu, Hissetmiyordu bile soğuğu. Sular yanaklarından bedenine sızıyor; ama o kıpırdamıyordu bile. Sabit bir noktaya bakıyor ve her zaman olduğu gibi o ana gidiyordu hızla. Artık bedeni duşta olsa da ruhu geçmişteydi. Farkında olmadan yaşıyordu ruhunu tutsak eden o anları. Yine geçmişteydi…
Yıllar önce… pencerenden direk seyrettiği lanetli otel odasında gece yarısından sabaha kadar olan mücadele bitmiş yenik düşmüştü nefsine , Her şey bittiğinde hırsla kadına dönmüş, dişlerini sıkmış, haykırmıştı.
“-Sen bir pislik sin! Pisliğini bana da bulaştırdın.”
O haykırışa kadından gülümseyerek cevap gelmişti.
“-Keşke pislikler bedenlerimizde olsa. Her tür pislik suyla temizleniverir. Ruhun pisliklerini ne yapacağız? Bak! Adam gibi adam dedikleri namus abidesi sen de yenik düştün işte. Artık sen de bir pisliksin benim ve benim gibiler gibi”
Sinir harbi yapıyorlardı olayın sonunda. Söz yarışına girmişlerdi öfkeyle ikisi de.
Tekrar kendine geldi mesut. Duş çıkıp hızla kurulandı. Giyin meliydi; giyinip dışarı çıkmalı, evin önündeki derede su sesinde yürümeliydi. Yürümeli, ruhuyla hesaplaşmalıydı.
Giyindi ve kapıyı da açık bıraktığını fark etmeden deredeki suyun sesine teslim etti adımlarını.
Dereye doğru yürüyordu. Adımları yine sert ve hızlıydı. Bu gece bitmeliydi bu muhasebe. Hesaplaşmalı ruhuyla yıllardır gecelerini mahveden ona uykuyu haram eden bu hesabı bugün bir daha açmamak üzere kapatmalıydı.
Derenin dağdan akan başına gelmişti burasında bir Çınar ağacı büyük bir pınar ve hayvanları sulamak için küçük bir gölet vardı köyden bayı uzaklaşmıştı. Köye uzaktı burası. Çocukken gençken ne zaman köye gelse mutlak buraya uğrardı minik şelale gibi kayalardan süzülen ve gölette toplanan suyun sesindeki güzelliği ve gizemi içine çeker, nane kokusunda nefes alırdı adeta, Her zaman oturduğu, suya en yakın ağacın altındaki çimenlere bıraktı kendini yine.
En başından hatırlamaya başladı yaşadıklarını. Sanki bir beyaz perde vardı önünde ve dereye doğru inerken beyaz perde de önünde gidiyordu. Tüm yaşadıklarını o perdede izliyordu Mesut…
memur olarak ilk ataması Ankara ya, yapıldığında, müthiş bir sevinç duymuştu. Hayatında görebileceği en güzel yer olduğunu düşünmüştü hatta. Hoş şimdi de fikri değişmemişti; halen gördüğü en güzel yaşanabilecek yer Ankara idi dört yabancı ülke 76 vilayet 800 ye yakın ilce ,bir onun iki katı kadar köy mezraa görmüştü. hep ilkleri yaşamış PTT çalıştığında için her köye bir telefon kampanyasında başrol oynamıştı. Anadolu kültürü ,insanlara daha yakın olmak, onlara düşünce olarak ulaşmak, arkadaş olmak, başarılara götürmek, öğretmek,öğrenmek eğitmek eğitilmek, yetiştirmek yetişmek istiyordu. Yaşadığı vatan ve millete faydalı olabilmek için yapamayacağı bir şey yoktu bu konuda kendine güveniyordu henüz yolun başında olmasına rağmen.
4 bölüm
Çok okumuş, çok araştırmıştı. Sıkıntıyla yürüdüğü dere yolunda nice tatlı anıları vardı çocukları ,arkadaşları, eşi dostuyla,an karadaki ikinci yılı idi. Çevresi genişlemişti artık lokallere takılıp sanat eleştirileri bile yapabiliyordu okumanın ve yazmanın güzelliğini, hem de tanımadıkları insanlardan neler öğrenebileceğini belkide ilerde anılarını yazılabileceğini öğrenmişti, okuyarak kelime hazineleri de gelişecekti. Yaparak yaşayarak öğrenmek olacaktı onun için.
Her şey yazar bir arkadaşla tanışmakla adam o zamanlar meşhur olan mektup arkadaşlığını önermişti,tanımadığı bir takım insanların dünyalarına girebilecekti onların tüm yazılarına şahitlik edecek ve onlara gerekirse tecrübelerinden bahsedecekti okuma ve yazma ya böyle başlamıştı işte. Genç adamın alabileceği en büyük dersi başlıyordu. Kimse bilemezdi böyle masum bir mektup arkadaşlıklarını adamın yaşantısını alt üst edeceğini.
Gazeteden tanıştığı birkaç arkadaşa yazıp onların yazdıkları mektupları dikkatle okuyor ,hemen cevaplamak için can atıyordu,Onlardan da cevaplarla sanki o anları yaşıyordu büyük adrenalin pençesine düşmüştü işte yazma hastalığına yakalanmış bundan yazmaktan çok büyük haz alıyordu. Yeni arkadaşlıklar mutlu etmişti kendisini. O sıralar o gruptaki her bireyde bir mektup merakı başlamıştı artık. Yaparak yaşayarak öğretim başarılı olmuştu doğrusu,
Bazen ortak memleket meseleleri hakkında yorumlarda bile bulunanlar oluyordu bu tür mektupları gruba seslice okurdu gelen mektupları adam. O gün yine mektuplar gelmişti grup adresine kendisine gelen zarfı eline aldığında şaşırdı. O mektup da kendisineydi. Göz gezdirdi mektuba genç adam. Okurken gülümsüyordu. Övgü dolu sözler ediyordu Çiğdem kendisi için böyle bir uygulama ya katılımımdan dolayı tebrik ediyordu. Sakıncası yoksa kendilerinin de mektuplaşmasını istiyordu hatta.
Bunları düşünürken pantolonunun paçasına yakın yerde bir acı hissetti mesut Ayağını bir şey ısırmıştı. Canı acıyordu. Aynı anda hav lamayla bir köpek de atıldı hemen yanı başına. El feneriyle taradı etrafı. garipti bu; Ayşe Teyzenin köpeği… Bir yılanla boğuşuyordu. Demek kendisini ısıran bir yılandı. Hem garip, hem kendi için endişeye kapıldı. Dere kenarında ve yalnızdı. Yürümeye çalıştı; yürüyemedi. Başı dönmeye başlamıştı.
El feneri yanık halde oturdu ağaca tutunarak. Acı azdı; ama kendini bir boşlukta hissediyordu garip ise hala havlıyordu. mesudun beyninden neler geçmiyordu ki? “İşte oğlum, şimdi cezanı çekiyorsun” diyordu içinden. Bunca zaman bu köyde, bu derenin başında oturmuştu; ama hiç başına böyle bir iş gelmemişti. Hatta yılan bile görmemişti hiç. Bu yılan kendisini cezalandırıp öldürmesi için yollanmıştı adeta.
Düşüncelerinde kabusu yaşarken havlama sesiyle irkildi. garip önüne gelmiş, havlıyordu. Bir şeyler anlatmak istiyordu belli ki. “Acaba yılanı mı öldürdü?” diye düşündü mesut biran. Fenerle etrafı taradı; ama yılan görünmüyordu. garip derdini anlatamayacağını anlayınca hızla eve doğru koştu. Zaten ev en fazla üç yüz elli adım aşağıdaydı.
Aradan on dakika ancak geçmişti ki; Ayşe Hanım ve eşi Mehmet bey nefes nefese geldiler. Garip de yanlarındaydı. Hala havlıyordu Mehmet Bey telaşla sordu:
-Ne oldu evladım? Sen uyuyacaktın ; ama buradasın.
-Uyuyamadım. Hava alayım dedim. Galiba yılan soktu beni. gariple boğuştular bir süre. Aradım şu an yılan yok. Ne oldu bilemiyorum.
-Daha önce fark etmedin mi yılanı evladım?
-garip hırlıyordu; ama ben uzaklarda sandım. Ağacın dibine oturduğumda yumuşak bir şeye temas ettim sanki. Sonrası malum. Sahi garip nasıl geldi buraya?
Ayşe Hanım söze karıştı…
-Evladım köpekler böyledir işte. Dün ona sarılıp okşayınca seni çok sevdi demek ki… Burada da yılanı görünce onunla boğuşmuştur. Ama yılanın ne ölüsü ne dirisi var evladım. Başka bir şey olmasın sakın.
-Hayır… gariple boğuşurken gördüm. Kaçmıştır…
-Dur şu ısırdığı yere bakalım.
Ayşe Hanım pantolonun paçasını sıyırıp fener tuttu. Sevinçle bağırdı.
-Neyse ki kumaşın üzerinden tam geçirememiş dişini. Hafif bir iz var. Biz yine de bağlayalım ve Mehmet amcan emsin biraz oğlum.
Yaşlı adam tecrübesiyle üzerindeki gömleğini çıkarıp az yukarıdan bağladı ayağı ve yaraya dudaklarını uzatıp emip tükürdü, kan ya da zehri. Görünüşe göre zehirlenme yoktu. Ya Ayşe teyzenin dediği gibi dişini geçirememişti ya da zehirsiz su yıl anıydı.
Bir yandan da Ayşe teyze fenerle her yeri arıyordu. garip kaçırmıştı demek yılanı.
Mehmet amca işini bitirmiş, mesuda omuz vermişti. Dereden eve doğru yürümeye başladılar. Karısına seslendi:
Sen mesut tut da ben arabayı çalıştırayım. Hastaneye götürelim; ne olur ne olmaz.
mesut itiraz etti:
-Hiç gerek yok. Demek psikolojikmiş baş dönmesi. Bir sorun yok.
-Olsun evladım. Emin olalım.
-Yok yok… Dinlenirsem geçer. Siz de yatın. Ben eve gideyim.
-garip yanında kalsın o halde. Bir şey olursa haber verir bize.
Teşekkür etti iki yaşlı ve dost insana. gariple eve geçtiler.
5 bölüm
Aslında midesi hala bulanıyordu.
Yılan sokmuş olsa zaten şimdiye kadar zehir yayılırdı. O halde üşütmüş ya da stres kaynaklı olabilirdi. Eve gelince bir ayran yaptı kendine. Bolca da tuz attı. Bardağı bir hamlede bitirdi.
Sedire kendini attı. Bu kez nedense hemen uyumuştu. garipse ise başında bekliyordu.
horozlar sabah ütmeye başlamıştı. , bu seslerle derin uykusundan gözlerini ovalayarak uyandı. Etrafına baktı mahmur gözlerle. garip dışarı çıkmak istiyordu. Hemen kalktı kapıyı açtı. O anlamasa bile teşekkür etmeyi de ihmal etmedi.
Canı hiç mi hiç kahvaltı yapmak istemiyordu. Hava güzeldi. Bir kahve yapıp dama çıkmalı, gece dere kenarında kaldığı yerden devam etmeliydi geçmişi sorgulamaya.
Kahvesini yapıp çıktı dama… Yine gitti geçmişe…
…………..
Çiğdem, son mektubunda yaza nesinin ve evinin telefonunu vermiş, kendisini aramasını istemişti. mesut tedirgin olmuştu bu istekten. Telefonla görüşebilmesi için şehre, postaneye inmeliydi. PTT’de sıraya girmeli, hatta fazla beklememek için yıldırım arama yazdır malıydı. Az para değildi doğrusu yıldırım görüşmek. Sonuçta eşi ve iki oğluna tek maaşla bakmaya çabalayan biriydi. “Neyse” dedi içinden, “Bir bayan doktur aramamı istemiş. Vardır sebebi. Bir şeyleri eksik alır, yine de gönlünü kırmam. Ayıp olmasın.” diye düşünerek kendini rahatlatmıştı.
Aynı gün postaneye gidip aramıştı Çiğdem’i. Kendisi çok heyecanlanmış; buna karşılık genç kadın, sanki yıllardır tanışıyorlarmış gibi sakin, seri ve yerinde konuşmuştu. Büyülenmiş gibiydi mesut. Nasıl olduğunu anlamadan, Çiğdem’in buluşma teklifine “Evet” deyivermişti.
Eve döndüğünde, eşine ve çocuklarına karşı garip bir mahcubiyet duyduğunu hissetmişti. Oysa iki arkadaşın masum buluşmaydı bu sadece. Yine de içini kemiren bir şeyler vardı. Yanlış yaptığını anlamıştı. Bile bile ladesti davranışı. Küçük oğluna sarılıp uzandı kanepeye.
Sabah evden çıkmadan önce, her zaman olduğu gibi, eşi öperek uğurlamaya gelmişti mesudu. O ise eşinin yüzüne bakmaya cesaret edememiş, ceketinde bir şey arar gibi yapıp, anlamsız bir göz kaçırmayla mırıldanmıştı.
-Canım buğun biraz geç geleceğim, gruptan arkadaşlarla bir toplantımız var. Beni merak etme; gecikebilirim diyebilmişti yüzüne bakmadan.
Adam mutsuzdu. Kalbi deli gibi atıyor, acı çekiyor; ama istiyordu da. Nasıl bir heyecandı bu? Akşamın telaşı kavurmuştu yüreğini.
İş yeri ile buluşacakları mekanın arası yürüyerek kırık beş dakikalık yoldu. Zaten çok para harcamıştı. O nedenle yürüyerek gitmeyi tercih etti.
6 bölüm
Buluşacakları yeri çabucak bulmuştu. Çiğdem, elbisesinin ne renk olacağını ve eline bir kırmızı gül alacağını telefonda daha önce söylemişti zaten. Karşıda, bankta oturuyordu işte. Siyah saçları omuz hizasında ve fönlüydü. Cilveli, şuh bir görüntüsü vardı. Bakışları yarı aralanıp tam açılan farlar gibi ışık ışıktı. Kadın hakkında ilk izlenimi çok olumluydu.
Genç kadın da alttan alttan bakıyordu mesuda. Boyu posu, duruşu bir yana; adamın mahcup hallerine bayılmıştı. “Ne tatlı adam.” diye geçirdi içinden. İyi ki buluşma teklifini gerçi bir bayan olarak onun yapması nın tedirginliğini yaşasa da teklifi yapmıştı bir kere dönüşü yoktu. Keyfi, yanılmamış olmanın verdiği huzurla yerine gelmişti.
Bankta oturamazlardı. Bir yerlere gidip oturtulmalıydı. Erkek olarak kendisinin sormasının gerektiğini düşündü Mesut…
-Nereye gidelim?Dedi
-Eh, bir yemek yeriz sanırım.
Genç adam alışık değildi dışarıda yemeğe çıkmaya. Bu nedenle mekan bilmiyordu. Kadının yönlendirmesiyle kızıl ayda bir lokantaya gittiler. Her haliyle lüks ve pahalı olduğu belliydi. Mesudun ayakları geri geri gitse de içeri girdiler.
Garson siparişi almaya geldiğinde, Çiğdem birkaç çeşit soğuk meze söyledi. Ara sıcağı ve sıcağı daha sonra sipariş edeceklerini de ekledi. Ayrıca beyaz şarap da sipariş etti.
Kadın rahattı; ama adam eşi ve çocuklarını düşünüyordu. Eve birkaç kilo kıyma ,bir aylık erzak ve bir çok sebze meyve alabilirdi ödeyeceği parayla. Kısa sürede düşüncesinden utandı ve ayıpladı kendini. Bir bayana yemek ısmarlayacaktı altı üstü. Ne vardı ki bunda? Kadın da bunca masraf yapmış ta iz mirden gelmişti sonuçta.
Yemek, Çiğdem’in şen kahkahaları ve delici bakışlarıyla genç adamı farklı bir heyecana sürüklemişti. Mektuplarda yazılan sözler, kurulan cümleler konuşuldu genelde. İki üç saat kadar geçince Mesut izin istedi.
-Eşim ve çocuklarım merak ederler. Çiğdem bir kahkaha attı. Çok rahattı.
-Her zaman bir araya gelmiyoruz. Az daha oturabilir; hatta biraz parklarda dolaşabiliriz. Bu kadar kısa mı sürecek ilk tanışmamız?
Genç adamın aklı allak bullak olmuştu. Hemen gitmeliydi buradan. Çok zamanı yoktu. Son araba giderse kırk beş dakikalık yolu karanlık ve soğukta yaya da gidemezdi hele bu saate.
Belli ki, bu gece ya da bu dönem şeytanın işi yoktu. Boş kalıp canı sıkılmış, Mesudun duyguları ve sabrıyla oynuyordu. Çiğdem ise ne istediğini bilir bir halde bakıyordu.
-Sorun değil; bu ilk görüşmemiz. Kısa tutalım ve bu tanışmamız olsun. Diğer görüşeceğimiz güne kadar şimdilik hoşça kal…
Evine gitmek için garsona söyleyip taksi çağırmalarını söyledi. Mesut o kadar harcama yapamaz, taksiyle gidemezdi. Çiğdem’i uğurladıktan sonra evinin yolunu na doğru yürüdü. Evine dönecekti. Tek isteği karısına sarılmaktı şu an. Bu arzuyla bir çırpıda bitmişti yol kahvehaneden çıkan arkadaşlarına rastlayınca mahalle girişinde biraz da onlarla ayak başı sohbet edip vidanını rahatlattı .suç bastır yapmıştı kendince. Geç kalmıştı iyice; eşi ve çocukları uyumuştu. Az sonra kendisi de uykuya daldı.
Bir hafta geçmişti ki, yeni bir mektup geldi Çiğdem’den. Bu kez çılgın bir teklifti mektubun içeriği…
“Hayatında kaç defa çok heyecanlandın hatırlıyor musun? Bilisin ki, kimseye söylenmeden yapılan işler heyecanı arttırır. Madem bize bu heyecanı sen mektup yazarak yaşatmaya başlattın, o halde sen de benim teklifime açık olmalısın. İsteğim zor değil. Haftaya cumartesi akşamı, paris’te bir otelde,dört gece 5 gündüz beraber bir tatil yapacağız. Bunu hiç kimse bilmeyecek. Yaşadıklarımızı ihtiyarlığımızda kaleme alacağız ve birbirimize postal ayacağız , Eminim ki kabul edeceksin; çünkü ben senin mektubuna hiç düşünmeden cevap yazmıştım.” hiç düşünmeden Ankara ya geldim..
Mesudu şaşkın ve o kadar gizem basmıştı, mektubu okurken kararını vermişti; Hayal miydi paris!te beş gün kim istemezdi üstelik tüm masrafları ona aitti
çiğdem adamın gelir durumu ve evli olduğunu biliyordu istiyordu onun bu tatili karşılayacak maddi gücü olmadığınını tereddüt etse de işi sağlama alıyordu çiğdem…
Bu heyecanı yaşamak düşüncesi bile Mesudun günlük hayatını etkilemiş, yapacaklarını unutmaya ya da eksik yapmaya başlamıştı. yakın arkadaşlarının bile dikkatini çekmişti bu durum. Arkadaşlarının hayırdır gibi söylemleri manidardı,onlara sadece gülümsemeye çalışıp hiç derken,- yüzünün kızardığını hissediyordu.
126 bölüm
Kararını vermişti teklife evet demişti bir kıvırmanın bir alemi yoktu her şeye rağmen gidecekti, akıllıca bir plan yapması gerekiyordu sadece ve Çiğdem’le masumca sohbet edecek, o adrenalin yüksekliğini yaşayacaktı gizlice. Sadece bir gece kalmıştı…
Ertesi gün, eşine daha önce söylediği için, eşofman ve çamaşırlarını bir çantada hazır bulmuştu. Bu durum mesudu daha da duygulandırmış ilk kez seminere gidiyorum diye yalan söylemişti eşine,
Kendisinin macera yaşamaya gitmesine karşın eşi bilmeden eşyalarını bile hazırlamıştı. Eşini ve çocuklarını öperek ilk maceraya doğru yola çıktı. Utanıyor kahroluyordu ama “Doğru olmadığını bildiği halde nefsine yenik düşüyordu, bu duyguyu yaşamak istiyorum.” diyordu içinden.
Çiğdem de evliydi ve bir kızı vardı. Kendisi diş doktoru idi maddi ve manevi durumu yerinde varlıklı bir ailenin tek kızı idi,el bebek gül bebek büyültmüş bir dediği iki edilmemişti evlene kadar,Kayın vali-desiyle kayın pederi konuşurken duymuştu.
Eşi, teyzesinin kızına aşıkmış aslında; ama teyze kızı bunu seçmeyip başkasıyla evlendiği için, kendisiyle apar topar ailesinin yakın aile dostlarının kızı çiğdemle evlenmeyi kabul etmişti.
Bunu öğrenmek genç kadına çok acı vermişti. Dile getirmemiş; ama içinde öldürememişti bu duyguyu. O günden sonra da eşine sıcak olamamıştı.
Ankara’dan sonra ikinci kez buluşacakları otele Çiğdem mesuttan önce gelmişti ne yapacaklarına, nereye gideceklerine birlikte karar vermek için lobide oturmayı tercih etti. Kendini bıraktı bir koltuğa…Eşi tarafından beğenilmediği inancı ruhuna baskı yapıyor, kahrediyordu onu içten içe. Eşiyle bir kere bile yüzleşmemişti bu konuyu.
Soramamıştı bu aşkı hala içinde besleyip beslemediğini.
Çiğdem çok daha fazla heyecanlıydı.
Ayrı ayrı yollardan aynı yöne doğru, bin bir düşüncenin kalabalığında, caddelere sığmayan bir ruhla aynı istikamete yürümüşlerdi
Heyecan yaşama isteği, Bazen bol gelir bazen dar gelirdi yer,yer bedenlere...Bir okyanus gibi her fırtınada savrulurdu hiç bilmediği bin bir yere...Bir kelime ile mutlu olur bir kelime ile yıkılırdı insanoğlu
Sevdalar ki; Zamansız gelir ayrılık ölümler gibi kavuşmalar gibi...Yine de yaşayabilene aşk olsun canlılar için ne büyük bir tehlikeydi. Karşı konulamayan, ertelenemeyen, değiştirilemeyen, yaşanması gereken sürükleyici bir duyguydu.
Bunları düşünürken çiğdem
-beklediği mesut Bey geldi…
Genç kadın onu görüp yerinden kalkarken, uzun zamandır cinsel hayatı da dahil, şu anki kadar heyecan duymadığını fark etti.
Giyimine çok dikkatli olan mesut, tüm sempatikliği ile gülümseyerek Çiğdem’e bakıyordu. Önce gözleri selamlaşmış, sonra sesleri buluşmuştu , kırk yıllık eş gibi sarıldılar birbirine hasretle.
128 bölüm
acıktığını hissetti mesut birden :nerelere dalıp gitmişti öne Ankara,şimdi İzmir derken hoca akşam ezanını okuyordu , oturduğu yerden usulca doğruldu. elini yüzünü yıkadı tekrar yaşamak eminim çok keyifli olmazdı bunca yaşananlardan sonra , önceleri tatlı gelen şimdilerde zehir zemberekti iki ayrı oda tutmuşlardı aynı katta fark edilmemek için...
.....odalarına çıkarken mesut, sanki suç işleyen bir çocuk gibiydi. Çiğdem adama hınzır ve cilveli bir gülümsemeyle döndü:
-Çok eğleneceğiz. Gülümseyin hadi! Hadi amaaa!
Çiğdem’in bu sözleri etkili olmuş; mesut, hemen oracıkta bekleyen gülücüğüne yerleştir ivermişti yüzüne. duyguları ve öğrendikleri de Hayatlarına büyük bir tecrübe katacaklardı onlara göre. Öylesine bir gece değildi zaten.
Asansörden çıktılar. Yan yanaydı odaları. Çiğdem önce göz kırptı, sonra en kadınsı gülüşle mesuttun gözlerine bakarak:
-Ben üstümü değişip beş dakikaya kalmaz kapındayım. İzmir güzel, akşamı daha da güzel… Tadını çıkaralım birlikte.
-Peki…
Heyecanı sesine yansımıştı genç ve güzel kadın karşısında.
İkisi de hafif bir rötarla on beş dakika sonra hazırdılar. Otelden çıktıklarında nereye gidebileceklerini sordu mesut
Çiğdem cevaba hazırlıklıydı.
-Önce Kordon’un tadını çıkaralım. Işıl ışıl denizi seyredelim. Haaa hemen belirteyim; bilirsin “İzmir’in kızı denizinden, denizi kızından daha güzeldir” derler. Öyle her güzele bakmak yok…
mesut un karşılığı utangaç bir gülümseme oldu. Çiğdem devam etti:
-Sonra Konak, oradan Varyant’tan kuş bakışı İzmir… Çankaya, basıma ne ve oradan yeniden Kordona gelir, müzikli bir eğlence yerine gideriz.
-Arabamız yok ama…
-Ben arabayla geldim. Merak etme sen…
Otel Kordona yakındı. al sancaktan başladılar yürümeye. Güzel İzmir, cömertliğini hiç kimseden gizlememişti. Yine muhteşemdi…
Mesut uzun zamandır gelmemişti İzmir’e. Birkaç defa gezmişti eşi ve kucaklarında çocuklarıyla. Zamanı işi ve evi arasında geçiyordu. Eşini çok seviyor, yanında huzur buluyordu. Ama bu heyecanı da yaşamayalı uzun zaman olmuştu. “Bir defadan bir şey olmaz” diyordu bi yanı. Unutmuştu sanki Kordon’u. Aklı eşi ve çocuklardaydı. “Nankörlük yapma! Karını elinden tutup getirmeyen sensin! Bu heyecanı onunla da hissederdin!” diyerek kendiyle çatışıyordu. Günah çıkarır gibi suçlu düşünceleriyle savaşıyordu.
Çiğdem bunun farkındaydı. Eşine bağlılığı, sahip çıkışı hoşuna gidiyordu Selçuk’un. Birden üvey babası ve annesi geldi gözünün önüne. Hiçbir benzerliği olmasa da, genç kadının da aklı karışmıştı.
Kordon güzel, etraf renkli, yürümek zevkliydi. İyice acıktıklarını farkına vardılar. Müzikli bir restoran tın önünde durup, sohbetlerine müzik eşliğinde yemek yerken devam etmeye karar verdiler.
İçi muhteşem düzenlenmişti. Küpler ve içindeki görselliğe sunulmuş hazineler… Siparişler verildi. Müzik enfesti. Duyguları zirveye çıkarıyordu.
Müziğin sarhoş eden ritminde sohbet ediyorlardı. Okul yıllarından çocukluğa, öğrencilerden sevdikleri eşyalara kadar her konu dile geldi. Her konu dile geldi de, ikisi de evliliklerinden bahsetmedi, bahsetmedi. Küpün dibine dibine itilmek istenilen bir gerçek gibiydi ikisinin de evliliği o gece.
Saat 22.00 civarı kalkmaya karar verdiler. Bahar kokuyordu hava. Çiğdem, elbise rengine uygun beyaz dantelli hırkasını omuzlarına alırken, tekrar Kordon’a doğru yürümeye başladılar. Bir ara Çiğdem, deniz kenarında oturmak istediğini söyledi Kordon’a ulaştıklarında. mesut o kadar dalgındı ki; cevap vermeyi unutmuştu. Yürümeye devam ettiler…
129 bölüm
Aklından hızla düşünceler gelip geçiyordu ikisinin de. Film şeridi gibi bir sahneden diğerine hızla atlıyorlardı. Tüm taşları doldurmak istiyorlardı heybeye. Kalanlar yollarını görmelerine engeldi çünkü…
Şu an, rüzgarın savurup kokusunu mesut un içine doldurduğu kadın; genç, hayat dolu, heyecanlı bir kadındı. Ne kötülük gelebilirdi ki böyle bir kadından?
Birden aklına Çiğdem’in deniz kenarında oturma arzusu geldi.
-Tabii… Oturalım!Çiğdem yüzüne gülümseyen, muzır bir ifadeyi yerleştirdikten sonra, bacaklarını da içten dışa kıvırıp, komik bir duruşla bir istekte daha bulundu:
-Ama bira da içelim denizi izlerken; olur mu?birde kağıt helva alalım.
-Olur tabi…
Böyle bir durumu hiç beklemiyordu. Çok değer verdiği, çok sevdiği bir hayat tarzı vardı.
Böyle olsun hiç istememişti. Başını diğer yana çevirip gözyaşlarını gizlediğinden Çiğdem biradan bir yudum daha alıp ayaklarını mesut’un bacaklarına uzattı. Eli zaten elindeydi başını hafifçe omuzuna yasladı .rüzgar saclarını savuruyordu mesut un yüzünü kapatan saclar ını ikide bir toplamak zorunda kalıyordu çiğdem.
mesut şu an daha da çok içmek istiyordu. Elini bira şişesine uzatıp sonuna kadar içti. İkisinin de ilk şişeleri bitmişti ve ikişer adet daha vardı. Çiğdem yerden iki şişeyi alıp mesuda verdi.
-Açar mısın şunları canım?
-Açarım; ama senin canın ben değilim, İsmail…
Çiğdem irkil se bile kafaya koymuştu mesut’la macerayı. Adını kendisi de koyamıyordu. Seviyor muydu bu adamı? Emin değildi; ama çok arzuladığı bir gerçekti. Ok yaydan fırlamıştı ve yaydan çıkan oku bir daha tutmak mümkün değildi.
-Boş ver aydını hayatım ya… Şu an biz varız… İkimiz!
-Öyle ama…
-Ama lafını boş ver. Biz varız. Anlamıyor musun? Şu an sadece ikimiz… Sen ve ben!
İkinci biralar artık bitmek üzereydi. mesut’ta hiçbir hareket yoktu; ama Çiğdem çılgınlar gibi adamın avuçlarını okşuyor ve olabildiğince davetkar davranıyordu.
mesut ne yapacağını bilmez haldeydi. Arzuları, tek aşkı, karısı çocukları ve çiğdemin kocası İsmail arasında gezinip duruyordu ruhu.
Kordon boyu sarmıyordu artık ikisinin de geceden beklentisini. Gece ıslak dudaklarını alabildiğince gösteriyordu iki gence. Bu ıslak rıhtımda neydi bu iki gencin başında dönen?
Üçüncü biralar açıldı… Artık düşünme yetenekleri bile yok oluyordu yavaş yavaş. Gece boyu ikisi de beşer şişe içmişlerdi.
Üçüncü biralarını da bitirdikten sonra saat gece yarısını gösteriyordu. Bu güzellikte arayan her şeyi bulurdu. Sahilin, biranın, gecenin sarhoşluğunda ikisi de bulmak bir yana, kayıptılar akan zamana.
Geceler sarhoştu ve fahişeler köşelerde av zamanında, gecenin koynundan çıkamıyordu. İkisi de iyotlu havayı ciğerlerine ciğerlerine çektiler. Desturu yoktu gecenin; her yaşanana tanıktı gece ve karanlık sular. Arsızlaşan yıldız bakışlarda asayiş sağlanıyordu; suskun, delip geçen yerleşmiş kahpe düşüncelere.
Kalkıp yürüdüler geceye ve belki de kaderlerine…
Otel ışıklarının birçok bölümü kapatılmıştı. Resepsiyondan anahtarları aldılar. Odaları yan yanaydı ve “Görüşürüz” diyerek önce Çiğdem geçti odasına. mesut gülümsüyordu kendi odasına geçtiğinde. Nasıl olmuştu da bu sahneye kadar gelebilmişlerdi?
160 bölüm
Sanki ikisi de aynı şeyleri düşünmüşlerdi ayrı odalarda. Bira içmekten hoşnuttular ve resepsiyondan tekrar odalarına istediler. Biralar gelene kadar ikisi de ayrı ayrı, odalarında ılık bir duşa karar verdiler. Garip bir iletişimdi bu.
mesut yeni gelen birası elinde balkona çıktığında, İzmir’e hiç bu kadar yüksekten bakmadığını ve çok güzel göründüğünü hissetti. Bu esnada kapının çalındığını duydu. Burukluk çökmüştü içine. Heyecanların burada kalmasını dilemişti oysa.
Kapıyı açtığında, karşısında duran kadın Çiğdem’den başkası değildi. Diriliğiyle, kadınlığıyla, cilvesiyle baş döndürüyor, kararlılığıyla ise mesut’u ürkütüyordu. İçeri girdi, ayağıyla itti kapıyı.
-Ben geldim… Hadi geceye devam…
Belli ki evden hazırlıklı gelmişti. İçinde minisinin bedenini çok az örttüğü geceliğinin üstünü, uzun tülü tamamlıyordu. Gecelik siyahtı. Çiğdem’in teni bembeyaz ve dipdiriydi. mesut karısını hiç böyle süslü ve kendisi için hazırlanmış olarak görmemişti. Neden böyle yapmamıştı ki? Oysa böyle bir hazırlığın ne kadar güzel olduğunu şimdi görüyordu.
Çiğdem, mesut un hayranlık dolu bakışlarında, içindeki eksik duygularını tamamlamaya, beslenmeye çalışıyordu. Her gece farklı fantezilerle eşinin gecesini süslemiş “Ben herkesten daha arzuluyum ve özeniyorum senin için.” mesajı vermişti. Oysa eşi hep gündüzden kalma yorgundu. Kendisi de bir kadındı ve arzuları vardı. Bunu eşi hiç düşünememişti. Eşine her arzu dolu mırıldanışlarının kendisini ne acılar içinde kıvrandırdığını şimdi daha iyi hissediyordu. mesut bir başkaydı…
Bu gece, bu otel odasına gelinceye kadar, birbirine iki yabancı ten, yürekleriyle sıcak bir sohbette buluşmuşlardı. Buraya kadar her şey normaldi; affedilir bir yanı vardı. Şimdiden sonrasında neler olacaktı? Arzu ve şehveti yüzüne, tenine çizip işlemiş şuh bir kadın bir tarafta duruyor; İçindeki arzuların damarlarına hızlı pompa yapmasına engel olamayan erkek diğer yanda… İkisi de sohbete kaldıkları yerden devam edemiyorlardı. Sohbetin havası değişmişti. Sevişmek vardı ruhlarında… Sabit iki bedenden çıkıp otel odasında dolaşan iki ruh, “Çılgın arzuları mutlu etme zamanı” diye dans ediyordu. Hem de bedenleri donup kalmışken…
Adam güç bela kolunu kımıldattı ve en yakın nesne olan sandalyeye dokundu.
-Buyur tabi… Otur!
130:BÖLÜM
Çiğdem gözlerini mesut’tan ayırmıyordu. Bedeni alevin raksı gibi kıvrılıyordu. Otururken bacaklarının görünen bölümüne özellikle dikkat çekecek hareketler yapmıştı. Mesut, yakaran bakışıyla “Avuçlarının arasına al beni!” diyen bir kuş görüyordu karşısında adeta.
mesut kendini hiç bu kadar aptal ve çaresiz hissetmemişti. Çiğdem’e dokunamazdı. O’na, “Sen benim namusum sun. Bana aitsin.” diye sarılan bir kocası vardı. Tıpkı kendisinin de eşine sarıldığı gibi… Şu an o iki masum insan yataklarında yatarken, mesut ve Çiğdem şeytanın insan kılığına bürünmüş halleri miydi?
Derin bir “Off!” çekti içinden. İzin vermemeliydi bu durumun daha da ilerlemesine. Yerinden kalktı birden…
-Pardon! Lavaboya gitmem lazım.
Kaçmak istiyordu odadan. Nasıl karşı koyabilirdi ki bu güzelliğe? Bedeni kaskatıydı. Acıyla arzunun savaşını yaşıyordu genç adam. Çeşmedeki su yüzünü, düşünceleri de beynini yıkıyordu adeta. Şu an burada olması da çözüm değildi.
.Kapıyı açtığında bir an önce tenine sahip olmak istediği kadın karşısında olacaktı. O da son noktayı koymak için sabırsızlıkla bekliyordu. Bir an önce sabahın olmasını ve bu odadan çıkmayı düşledi adam. Böylece masum insanlara ihanet etmemiş olacklardı.
Kadının alevle dansı devam ediyordu sandalye üzerinde. mesut’un lavaboyla sandalye arasındaki üç adımlık alanı geçmesi ağır çekim gibiydi. Vücudu kıvrılarak, “Hoş geldin…” dedi arzuladığı bedene.
Çiğdem ayağa kalktı, eliyle mesudun yanağına dokundu.
-Seni arzuluyorum ve istiyorum mesut!
Kadının ağzı gibi tüm bedeni de konuşuyordu. Hareket ettikçe bir kadın kokusu yayılıyordu odaya. Donuk bir sesle cevap verdi mesut:
131 bölüm
-Hayır Çiğdem! Bunu yapamam. Bize inanan iki güzel insan var. Zaten onlara yalan söyleyerek bir hata yaptık. Bu hatayı arttırıp uçuruma sürükle yemem. . Yapamam Çiğdem! Yapamam. Hiç karşılaşmadık sayalım.
Son kelimeler yalvaran bir ses tonuyla çıkmıştı ağzından.
Çiğdem olduğu yerden kalkarken, ateşini dişiliğiyle tüm odaya yaydı. Kıvrılarak mesut un yanına oturdu ve ellerindeki alevi mesut un bedeninde söndürmek istercesine dolaştırmaya başladı. genç adam göğsünün ucundan bir yıldırım girmiş gibi irkilerek sıçradı. Yeniliyordu kadına. Canını teslim eder gibiydi şu an. Azrail’in içinde dolaştığını hissediyor, canını alması için yalvarıyordu.
Olanca gücünü topladı ve Çiğdem’i iteleyerek doğrulmaya çalıştı. Çiğdem, bir kadından beklenmeyen güç ve davranış sergiliyordu. Saçlarını bir yana toplayarak, elleriyle mesut un ellerini kavramıştı. Artık solukları bile birbirine değiyordu
mesut genç kadının saçlarından kavrayarak kendine çekmemek için kendisiyle savaşıyordu. Vicdan azabından sıyrılıp beynini ve bedenini rahatlatması an meselesiydi. Bunu fark ediyordu. Kadının teni zehirli sarmaşık gibiydi.
Mesut bir anda gözlerininde beliren Film şeridi gibi gecen ömüründe ne istemişti hayattan sadece bir iş bir eş bir nebze huzur afiyet,eşim diyebileceğim kadından başka mesuda göre bir kadında (eşte) özelikler olmalı idi. Kadın dediğin güzel olacak tı fizikle ruh uyumu ile Şöyle savurdu mu eteğini, ruhun rüzgarına kaydıracaktı. Bacakların, ayakların, bilekten bağlı ayakkabıya tutunan parmakların, seyrine doyamayacaktın. Bakımlı olacak kadın dediğin, bir o kadarda temiz saçları ipek, topukları pembe, boynu ince, salındı mı kuğu gibi zarif olacak ve zarifliğin ortasında bir hanımefendi barındıracak.
Güzel olacak ama kaşı, gözü, bacağı, iki meme ucundan önce, sözü doğru, ruhu aydınlık olacak, güzelliği komple olacak. Korkmayacaksın gecenin bir vakti sol cenahta yüzünü gördüğünde. Yeni bir kabus gibi yaşamayacaksın gerçeği de. Güzel olacak ama aklını evde tutacak kadar da akıllı seni elinin tersiyle değil, avucunun içiyle kavrayacak,bileceksin ki emin ellerdeyim, başkası tutamaz beni böyle.
Rahat olacaksın yanında, çok konuşmayacak, beynini didikleşmeyerek küçük kurtçuklarla. Sıradan ve kabullenir yaşamanın ne demek olduğunu sindirmiş olacak içine. Asla şatafat düşkünü olmayacak. Doğum günlerinde bir sıcacık öpücüğün yerini, tek taş bir yüzüğü alamayacağını algılayacak kadar olgun ,Hatırlaman yetecek özel günleri, pahalı bir hediyeyle savuşturmada.
Sadeliğin içinde fark edilir olabilmeyi, gösterişli kıyafetle bir tutmayacak. Duruşu, oturuşu, yürüyüşü abartılı değil, basit hiç değil, sadelikten oluşacak. Kendini süs bebeği gibi ortaya atıp, fingirdeşmeyecekti başkalarıyla
Ekonomiden, politikadan, milli maçlardan ve kültürel olaylardan haberdar olacak. Bizi kim yönetir, nasıl yönetir, demokrasi, monarşi, oligarşi nedir bilecek, saf hatun numarasıyla cahilliğini güzelliğiyle örtmeye yeltenmeyecek.
Gezip, eğlenmesini bildiği kadar, pazar parasını kozmetiğe yatırmaması gerektiğini, domatesin, ekmeğin, soğanın, kıymanın kaç para olduğunu bilecek. Çak, çak telefonda konuşup, niye böyle fatura geldi hayret tribüne girmeyecek. Eşini dostunu kollayacak ama içi vıcık, vıcık dedikodu yumağının içinde kaybolmayacak. Marka düşkünü, moda düşkünü olmayacak kesinlikle...
Takip edecek ancak yakışanı seçecek. Yeri geldiğinde sökük, paça boyu, fermuar dikmeyi bilecek, her seferinde terzi aranmayacak pırtık, pırtık. Elinden her iş gelecek. Marifetlerini sadece seni elde ederken değil, seni elde tutarken de gösterecek ve tüm bunlar içinden gelecek içinden, göstermelik olmayacak. Adamın siniri bozmayacak, tepesini attırmayacak, cinleri başına toplamayacak, kör olası dilini gerektiğinde yutacak..
Çarşı pazar görmesini, sana don külot almasını, gömlek ayakkabı numaranı bilecek... Ve zevki seni giydirecek kadar yerinde olacak, kendisini giydirmeyi bildiği gibi. Orada burada dedikodu yapmayacak, laf taşımayacak, ayıkla pirincin taşını durumlarına sokmayacak. Ortalık yerde kahkahalarıyla sebepsiz anlamayacaktım.
131 sayfa
Dekoltenin dozunu kaçırmayacak ama sıkı sıkıya da kendini ambalajlamayacak. Açık saçık olan elbisesi değil, sana olan ilgisi olacak ve bunu gösterebilecek medeniyeti... Onu bir kediyi sever gibi seveceksin yanı başında ve huzurla... Öyle ’çağırdım, gelmedin, geç kaldın, aramadın, sormadın, kiminleydin, hesap ver’ yapmayacak. Sana yüreğiyle güvenecek, inançlarıyla sokulacak. Bilmem kimin sözüne aldırmayacak, asla arkadaşlarının arkasından konuşmayacak, hele küfür hiç etmeyecek.
Sınırını zorlamayacak, salya sümük ağlamayacak, kıytırık nedenlerden hır gür çıkarmayacak. Sözü dinlenir, anlaşılır olacak. Bir hatayı allayıp pullayıp abartmayacak. Gömleklerini o ütüleyecek ve o gömleğe hangi pantolon yakışır bilecek. Ama hayatı giyim kuşan üstüne kurulmayacak. Uyum ve uyumsuzluk nedir bilecek. Bir kere, topuklu ayakkabıyla spor ayakkabının ayrımını yapabilecek, Dağa çıkarken rugan ayakkabı giymeyecek. ’Of yoruldum, beni ara, beni al, beni bul, bunu isterim’ değil, ’sence de uygunsa, yanındayım, ben gelirim, merak etme’ olacak lügatinde.
Tereciye tere satmayacak yani. Hissettiğiyle yaptığı şey arasında uçurum olmayacak. Cesur olacak cesur. Seni seviyorum derken korkmayacak, başka şeylerin arkasına gizlenmeyecek ve arkandan laf söyletmeyecek ti tüm bu özellikleri barındırıyordu çiğdem demek ki hayalleri ve duaları kabul olmuştu . Sadece bir farkla gülümsedi peki karşından bunu bekliyorsun ya
sen kimsin dedi kendi içinden.
hayatına kaç kadının girdiği, kaç kadını sevdiğin, kaç kadına aşık olduğun, kaç kadınla seviştiğin mi erkek olmak dedi;
yoksa kaç kadının seni özlediği, kaç kadının sevdiği âşık olduğu, kaç kadının senden vazgeçemediğidir! Acaba sen çiğdemi hak edebilecek misin diye düşündü bir an öyle ya: , geniş bir omuza sahip olmak ; kaç kadına o omuzuna yaslanacak kadar güven ve sıcaklık verdiğinmir
yoksa sadece yatakta iyi olmak ; sevmek sevilmek ve sevişmenin bütün olduğunu bilmektir; yaşamak, yaşatmak mıydı sadece! Anlık paylaşım, kalın bir sese sahip olmak ; nazik duygulu cümleler kurabilmek ! Arife tarif gerekmez demek miydi , vurdu mu oturt tarak, yoksa :dokunuşundaki yumuşaklık! Bir ipek böceğinin ayak izlerindeki ahenk miydi dokunmak. ;yoksa vücutta nasıl bir kalp taşıdığımıydı! Ancak deneyen bilir iş kişinin aynasıdır lafa ne gerek. sözlerin arkasında durmaktır! Bak işte demir atmak kıya buna denir.
Erkek olmak, ağır eşyaları kaldırmak değildi; asıl ağır olan hayatın yükünü taşıyabilmekti ve paylaşabilmekti. yoksa onca kalabalığa kadar neden bu kadar yalnızdı
Var mı ki bu dünyada bir kova suyu hedefe beraber paylaşarak götürecek birey vardı da o mu bulamadı yoksa yoku muydu. Birden haykırmaya başladı?yine bir yolun sonun dasın..sesi rüzgara karışmış, dilin de bir hüznün nakaratı.ile birden kendine geldi
yalnızlığını yumruklayarak.
Yıllar, ağır ağıt tadında geçerken, boşa giden bir ömür kaldı şimdi yüzünü kapattığı ellerinde, ömrünü verdikleri ömrünü almıştı doğal olarak,zaten kendi eliyle vermişti
.şimdi hesap sormanın anlamı yoktu,sustu,ipotekli rüyaların da anlamı yoktu gerçek olan her ne ise yumrukladığı duvarlardan kanayan ellerinden daha gerçek değildi bir öksürükle yıkılan çürük duvarlar sanki ömrünün,deniz suyundan harç yapıp yağmaladığı,iyot kokusunu sindirdiği
67 .sayfa
.şu rüzgarda biraz bu kokuyu anımsadı,deniz kenarına yakın olabilirdi ayakları olsaydı eğer azaldı gitgide,yarılandı,bölündü,bir yanı denizde nefes buldu,duruldu bir yanını maziden getirmeye gitti,bir yanı yağmuru bekledi soğuktu,boynunda ki yara sızlıyordu şimdi,yavaş yavaş tükeniyordu adamcağız.
önce ayakları yok olmuştu,önündeki uzun ince yolu gidemeyecekti artık geldiği yollarda gri bir iz bırakmıştı bir vazgeçişi anımsadı,sessizlikle ve böylesine iki eşit ikiz ruhun buluşmasına ilk tanık oluyordu ,her şeye hazırdı.
Çiğdemle bundan sonra ok yaydan çıkmıştı dönüşü yoktu kocası İsmail’i getirdi. O adam inanmış, Çiğdem’i yollamıştı. Kendi karısı da öyleydi… Bu acı ihaneti bölüşen adam olmak istemiyordu. Ama yıllardır hayal ettiği kadın ve erkek bir arda idi ve mesut inat ederken çiğdem olanca maharetini sergiliyordu,
Tüm gücünü toplayarak elleriyle kavradı ve yana tarafa oturttu Çiğdem’i. Canını yakmamaya özen gösteriyordu. canını acıt mamalıydı. Doğruldu, eliyle saçlarını düzeltti. Başını iki yana salladı…
-Yapamam Çiğdem! Yapamam! Yapamam! Anla beni artık! İki masum insana bunu yapmaya hakkımız yok. Onlar bize inanıp bizi bekliyorlar. Yapamam! Sen kocanı sevmiyor musun? İçin sızlamıyor mu? Neden bu arayış içindesin?
164 bölüm
Hadi… Gece güne kavuşacak. Sabahın dördü! Vazgeç! Zorlama! Beni çok zor durumda bırakıyorsun; yapma lütfen!
Kadın mesudun sözleri karşısında, kendini kamçılanan at gibi hissetmiş, daha hırçın hale gelmişti. Elleriyle tekrar kavradı adamın ellerini. Acayip bir güç oluşmuştu. mesudun mücadelesine karşı koyuyor, ısrar ediyordu hareketleriyle. Adam karşılık vermeden acılar içinde tepkisini sürdürmeye çalışıyordu. Kendini tecavüze uğruyormuş gibi hissetti bir an. Anlatsa kimse inanmazdı.
Çiğdem iyice azgın bir kadın hüviyetine bürünmüştü. Burnundan sık nefes alıp veriyordu
mesut düşüncelerinden sıyrılıp içindeki arzuyu dinlemeye başlamıştı. Kontrolünü dengede tutamıyor, beyni acı çekiyordu. Ne güzel sevişi lirdi şu an… Bu arzu, bu ihtiras belki bir ömür bir daha kapısını çalamayacaktı. Olmalıydı, kadına uymalıydı artık.
mesut bir an dudaklarını ve bedenini hissetmediğini fark etti. Uyuşmuş muydu yoksa artık vücudu pes mi etmişti?
Çiğdem mesudun karısına olan bağlılığını kıskanmıştı aslında. Bu gece birlikte olursa kendisine de sahip çıkardı bundan böyle. Üstüne düşerdi ve en önemlisi kıskanan bir erkeği olurdu. Tek eşli olmak saçmalığı da neydi? Madem istiyorlardı birbirlerini, ne vardı bunda ki? Aykırı değildi Çiğdem’e göre. Kurallar olmamalıydı. Düşünceler özgürdü.
165 bölüm...
mesut ne kadar mücadele etse de, bir kadının ısrarlı ve kararlı haliyle ne isterse yapabileceğini öğrenecekti belki bu gecenin son saatlerinde. Gerçek olan bir şey vardı; odada ne şehvet ne de karşı duruş mücadelesi tadında değildi. Saatler geçtikçe, Çiğdem arzunun kendi tenine işlediği nakışları dokuyordu mesut un tenine de.
Mücadele kızıştıkça şiddet de rol almaya başlamıştı. Çiğdem dayanamayıp mesut un üstündekileri yırtarak çıkartmaya başladı. Genç adam şaşkındı olanlar karşısında. Üst bedeni tamamen açıkta ve tırnak izleriyle doluydu. Yer yer kan bile sızıyordu hafiften. Çiğdem ise tam bir dişi kurt.
-Seninle sevişmek istiyorum. Hepsi bu! Neden karşı koyuyorsun mesut diye bağırmaya başlamıştı korkma ? Sende zevk alacaksın. Gör de bak, çok mutlu edeceğim seni.
-Ondan şüphem yok. Sadece bunu yapmak istemiyorum… Zevk almak da istemiyorum Çiğdem!
-Bir kadına ancak erkekliğinden şüphe duyan bir kişi bu kadar karşı durabilir. Ben senin erkekliğinde sorun olduğuna eminim artık. Gerçek bir erkek olsan çoktan bana sahip olmuştun!
mesut o an titremeye başladı. Bu söz yıkmıştı adamı. Gözünün önünden gitmeyen karısı, çocukları, çiğdemin kocası İsmail siliniverdi. Artık sadece bu odayı ve odadaki kadını görüyordu. İspatlamalıydı kendini. Kadının poker oynar gibi yaptığı blöf tutmuştu. Vücudunun arzuya direnişi, verdiği mücadele o anda bitmişti. Şimdi sadece kendini ispatlamak, tüm hünerlerini göstermek istiyordu bu kadına. Çiğdem zafere adım adım yaklaşıyordu.
Her şeyin tadı kaçmıştı. Şu an bir hırs girmişti odaya, bir acı dolaşıyordu şehvetin kollarında.
Birliktelik neydi şu an? Birbirini seven iki yüreğin ruh ve tenlerini paylaşmak mı yoksa heyecan duyacağın yenilikleri bulup kaçamaklara saklanmak mı?
166 bölüm
.Neydi? Vücudun acıkması mı? Erkeğe “Ben çok dişi bir kadınım” demek mi? Kadının silahı mı? Neden doğru insanlarla bir şölen şekline dönüştürebiliyorlardı ki bu ilişkiyi?
Rimellerin yüzüne tül çektiği kadın, gecenin karasıyla da yüzüne boyamıştı. Sonunda mesutta da erkek olduğunu ispatlamıştı. Çiğdem ilk kez bu kadar mutlu olgunu haykırırken sabahın ilk ışıklarına “Günaydın” diyen iki kahramandılar artık. Bu kahramanlar; yenilginin kahramanı, şehvetin kurbanıydı…
Çiğdem banyoya girdi, suyu açtı. Öylece duruyordu. Duştan vücuda vuran binlerce su damlacığı altında arınmak mı, ayılmak mı, zafer sevinci yaşamak mıydı bu duruş? Kendisi de bilemiyordu. Kendi dünyasında kapalı bir kutuydu artık.
Annesi üvey babasıyla evlendikten sonra başlamıştı Çiğdem’de susmalar. Annesi ve üvey babasının odalarından gelen hoyratça sesler, kendisini evde yok sayıp serbest hareket edişleri bu sonucu yaratmıştı belki. Bu doyumsuzluğu ne idi? Sağlıksız bir düşünce hali olduğunu biliyordu ve su ayıltı-yordu Onu şu an.
Adam ise direnişini bir cümle karşısında terk etmişti. Mahcuptu. Kendine de, erkeklik gururuna da, sevdiklerine de ihanet etmişti.
Çiğdem mesut un gömleğini yırttığı için bir gömlek satın aldı. Bu kara gecenin ödülü müydü ki beyaz gömlek? Siyah anılar kalacaktı bu otel odasında.
Geldiklerinden çok farklı ayrılıyorlardı şimdi otelden. İkisi de durgun ve suskundu olan olmuştu bir kere ok yayadan çıkmıştı
aradan gecen üç ay boyunca hiç konuşmadılar belli ki kendileri ile yüzleştiler.
Haziran ayıydı karşıyak Evet! Sanırım gelmemem ve sizinle balık tutmamam için bir sebep yok. geliyorum verdiği karardan çok mutluydu. Genç kızlığından bu yana hiç böyle bir çılgınlık yapmamıştı. İçi ısındı. mesut ise mutluluktan kanatlanacak gibiydi.
Eve gittiğinde eşi odasına geldi çiğdemin.
-Bu çizim bize çok büyük kâr sağlayacak. Devamı da gelecek güzel bir iş. Belki bu yaz düşündüğümüzden daha güzel bir tatili hak ederiz.
Bunları söyleyip bir de dudağından öptü. Evliliği boyunca taş çatlasa üç defa rastlamıştı bu harekete. Ama sonuçta, her zamanki gibi gitmişti çizim odasına.
Umutlandı çiğdem bu buseden ve yanına gitti kocasının. Sarıldı, vücudunda elini dolaştırdı ve hafif öpücükler kondurdu yüzüne. Amacı tahrik edip, yatak odasına sürüklemekti. Bu şekilde kurtulabilirdi belki mesut un’ müthiş çekim gücünden sonra İsmail ile kafasını kaldırmadan konuştu:
-Bak canım, bak! Şu kocanın çizimlerine bak! Gurur duyacaksın kocanla. Akıllısın oğlum mesut, akıllısın!
Şu an hayal kırıklığı yaşıyordu. Daha önce de direk sevişmek istediğini söylemişti kocasına çiğdem; ama bu defa direk söylemeyip, dokunmalarından anlamasını istedi. Elleri kocasının vücudunda dolaşmaya devam ederken;
-Yarın Ankara ya gideceğim. Sen de gelmek ister misin? “Olmaz” dersen; bir program yapar, gezer, zaman geçiririz birlikte. Gitmeyebilirim. Ne dersin?
çiğdem kocasının cevabı karşısında, yine hüzünle ellerini çekti kocasının bedeninden.
İsmail; “Git sen canım. Ankara’ya gitmek iyi geliyor sana. Selam söyle soranlara da, Ben sıkılırım, duramam. Bilirsin; sevmem Ankara’yı kalamam. Hem bu çizimi bitirmem lazım ki diğer bölüme geçeyim pazartesiye. Çok para kazanacağız çookkk!” deyip aşkla bakmaya devam etti çizim masasındaki eserine.
çiğdem bir mini valiz hazırladı kendine. Balık için bir kıyafet; gece için pijama, yedek çamaşır ve çoraplarını aldı. Bir de spor ayakkabılarını poşetleyip, valizinin kenarına sıkıştırarak fermuarını kapattı. Her zamanki gibi arabasına atladı ve hareket etti.
Bu defa arabasını şirketin park alanına bıraktı. mesut un’ arabasıyla yolculuğa devam ettiler. Sonbahar tüm güzelliğini cömertçe serpiştirmişti ağaçların dallarına. Kahverenginin, yeşil ve kızılın tüm tonları hâkimdi sıralı ağaçlara ve yollar kıvrım kıvrımdı. mesut hareketli, enerjisi yüksek şarkıları seçiyor, sonbaharın güzelliği içlerinin coşkusunu dans ettiriyordu.
Bu yolculuğu birlikte paylaşıyor olmaları ikisine de mutlu etmişti. Sebepli sebepsiz gülüyorlardı. Bir büyük, sürgülü kapının önünde durdu mesut İnip kapıyı açtı. Arabayı içeri alıp, kapattı kapıyı. Az ileride ahşap, iki katlı büyük bir bina tüm ihtişamıyla onlara bakıyordu. İçerisi girdiklerinde şaşırdı çiğdem. Çok temiz ve düzenliydi her yer.
-Arada gelip burada kalmayı seviyorum burası benim çocukluk anılarımın geçtiği köy evimiz deden kalma hoş geldin. Buyur içeri. Gülümseyerek baktı . Bu adamda huzur buluyordu.
Mutfağı, lavaboyu, odaları gezdirdiğimizde kahvenin ve cezvenin yerini gösterdi.
-İstersen birer kahve yapıp içelim; balığa gidelim sonra. Akşamın bu saatleri iyi tutulur.
çiğdem kahve yapmaya hazırlanırken, kendisi de eve aldığı malzemeleri arabadan indirmek için dışarıya giderken göz kırptı mutlulukla. Kadın, etkilenmek bir yana; çok daha yoğun duygular hissetmeye başlamıştı mesuda.
Malzemeleri mesut yerleştirdi yerli yerine. Marul ve sebzeleri suya koydular. Kahvelerini içip üstlerini değiştirdiler. Balık tutmaya hazırdılar artık.
28. BÖLÜM SONU
Deniz durgun ve masmaviydi. Sandalı çözdü bağladığı yerden ve çiğdeme yardımcı olup sandala aldı; motoru çalıştırdı. Açık denizin mavilikler indeydiler artık. Nasıl balık tutacağını gösterirken ellerinin teması, yan yana oturmaları, sallandıkça giysilerinin sürtünme sesi ikisine de keyif veriyordu. Adam da, kadın da; kazara birbirlerine değmek için zemin hazırlıyorlardı sanki. İkisi de düşünce olarak “Balık” ve “Arzu” kavramları arasında gidip geliyorlardı.
çiğdem oltasını atmış, sonra ayağa kalkıp ufku seyre dalmıştı. Ufukta bile mesudu görüyordu adeta. Beyninde sadece bu adam vardı ve bu çekim gücünden kendini çekmeye çabaladıkça aslında yaklaşıyordu. Tıpkı bataklıktaki birinin çırpındıkça batması gibi…
Birden sert bir dalga geldi kendilerine doğru. Beyaz köpükleri son anda fark ettiler ama yapacak şey yoktu.mesut oturduğu için tehlikeyi atlatmış; ancak çiğdem denize yuvarlanmıştı. Neyse ki son anda sandalın kenarına tutunmuş; neye uğradığını şaşırmıştı kadın. Sesi bile çıkmıyordu. Adam telaşla fırladı ve kolunu uzattı. Avuçlarıyla avuçlarını kavradı kadının ve çekti sandala doğru ve kucaklayarak aldı denizden.
Sırılsıklamdı çiğdem Üşümeye başladı. Üşüdüğü, nefes alışının sıklığından belliydi. mesut göğsüne bastırdı çiğdem’i… Yakınlarda ne bulduysa üzerine örttü kadının. Olmuyordu; üşüyordu yine de. Bu kez adam düşüncelerinde med cezirleri yaşamaktaydı. Bir yanda çok arzuladığı kadının ıslak giysilerinin yapışmasıyla görünen teninin verdiği heyecan; diğer yandan, bu tatildeki güzel hayallerinin, kadının hastalanmasıyla son bulacak olması. Arzu fırtınası ile endişe depremi birbiri ile kapışıyordu ruhunda.
Islak giysiler kadını daha çok üşütüyordu. Çıkarması lazımdı giysileri; ama yedekte bir şeyler yoktu. mesut kadını göğsüne bastırırken, iliklerine kadar hissettiklerini bastırma çabasındaydı.
Aynı çatışmalar çigdem’de yok muydu sanki? Fazlasıyla vardı. Çatışma içindeydi. Bir yanda hasta olma korkusu, diğer yanda adamın kollarından hiç kalkmama arzusu. Öyle bir ikilem idi ki… Bir diğer endişe daha vardı ikisinde de. Karısının köye gittiğini sanan İsmail de gerçeği öğrenecekti hasta olursa. Sessizliği mesut bozdu:
-Ben arkamı döneyim; sen de ıslak giysilerini çıkar üzerinden. Hastalanacaksın yoksa.
çiğdem’in dişleri birbirine vuruyordu. “Peki” dedi belli belirsiz. Zaten pantolonu ve bluzunun ince kumaşı tenini belli ediyordu ve sonuçta bu sağlık meselesiydi. Hem adama duyduğu arzu, çıplaklığının çok daha önündeydi
Giysilerini çıkarırken oluşan kumaş sesleri mesut çıldırtıyordu. Arkasını dönmüştü; ama görme isteğiyle ruhu titriyordu. çiğdem’in sesi duyuldu:
-Rüzgardan koru beni. Çok sert esiyor.
Döndü adam. Tüm güzelliğiyle iç çamaşırlarıyla duruyordu kadın. Kucakladı ve sandala oturdu. Bedenini siper etti çıplak kadına. Bir erkek için ne zordu o anı yaşamak… Arzuyla kıvrandığı kadını kucağına alıp dokunamamak, okşa yamamak…
Yaklaşık bir saat sonra çiğdem’in üşümesi de, utangaç hisleri de geçmişti. “Nasıl olsa gördü tüm bedenimi” diyordu içinden. Aşk yoktu ikisinde de; ama adı konmayan bir arzu vardı. Belki bir ihtiyaç, belki bir özlem; adı her ne ise… O halde bile çılgınca balık tutmanın zevkine devam ettiler.
Şansları yaver gitmişti. İstavrit, mezgit epeyce avladılar. Bir süre daha kalıp, birbirlerine belli etmemeye çabalayarak arzuyla kıvranıp geri döndüler. Araba bahçeye kadar girdiği için çiğdem’i etraftan çıplak görmeleri mümkün değildi. Hemen arabadan inip koşarak kapıya yöneldiler. mesut hemen kapıyı açtı ve kadın eve girip koşarak odasına gitti. Yedek çamaşırlarını ve giysilerini alarak banyoya koştu.
29.BÖLÜM SONU
mesut balıkları ayıklarken, banyodan rahatlamış olarak çıkançiğdem de salatayı yapıyordu. Balığı bırakıp sarılmak ve dokunmak geçiyordu ikisinde de birbirlerine karşı.
Masa hazırdı. Balıklar harika kızarmıştı. Nasıl bir telaştı bu? Hayatlarındaki büyük bir eksiği tamamladıklarının farkındaydılar. Gelişmeler ikisini de korkutmuyordu. Aksine her anın hazzını fark ederek yaşıyorlardı. Paylaşıp bölüşüyorlardı arzularını da, zamanı da. Ne özel bir durumdu bu. Birçok kişi bu eksiklikle hayatı yaşıyorum sanıyorlardı oysa.
Rakı ve balık yan yana öyle güzeldi ki… Balıklarını yavaş yavaş yediler. Rakıyı ve yemeği fazla uzatmak istemediler. Hayattan değil; ama yaşadıkları andan bir beklentileri vardı sanki.
Tavşankanı çay demlenmişti. Özellikle alkol almak istemişlerdi balık yerken. Garip bir hazır oluş hali vardı ikisinde de… Çaylarını alıp salona geçtiler mesut anlatmaya başladı:
-Anneannemi ve büyük babamı on yıl önce kaybettim bir trafik kazasında.
Sonra p.t.t başarıyı yakaladım istifa edip Almanya’ya gittim iki yıla yakın, Bu arada Türkiye’den uzakta kaldım. Burayı çok özlemiştim. Bu evde büyüdüm. Anneannemin, büyük babamın anısıyla dolu her yanı bu mekanın… Manevi huzur alıyorum. Bu nedenle fırsat buldukça gelirim. İlk defa eşim dışında biriyle geldim. O da sensin çiğdem.
-Ben de en çok anneannem ve dedemin köyüne gittiğimde kendimi huzurlu ve güvende hissederim. Biliyor musun, eşim beni köyde sanıyor.
mesut yıllar öncesinden köşede duran pikaba, güzel slov bir şarkı koyarak çigdemi’i dansa kaldırdı. Dans ediyorlardı. Ayrı dünyaları yaşamış, ayrı topraklarda büyümüş iki ayrı beden, bir bütün olmanın adımlarını bilinçle ve keyifle atıyorlardı. Ne istediklerini biliyorlardı. Ne “Alkolün etkisiyle ne yaptığımı hatırlamıyorum” diyecek bir kaçamak yol arıyorlardı, ne de “O anda çaresizdim” demeyi… İkisi de aklı başında olarak bütünleşmek istiyorlardı. Birbirlerine dokunmanın tadına varmak, vardıkları tatta kaybolmak… Bu andan sonra başka hiçbir şey, ikisinin de içindeki alevi söndürmeye yetmezdi. Bir insan arzu uyandırmayı başarıyorsa, bu başarısını, uyandırdığı vücut ve bedende yaşamalıydı. Dans eden iki ayrı beden değildi. Ritme ayak uydurmaya çalışan tenlerinin tanışıp, kokularının karışmasıydı. İç erdeki kıpırtıların coşan sellere akmasıydı hatta. Okyanusun çölleri serinletmesine duyulan özlemdi. Bu sadece bir dans değildi. Başkaydı işte. Başka bir âlem gibi, başka bir hülya gibi, rüya ile gerçeğin arası boşlukları doldurma gibi…
30 bölüm
Arzu içindeydiler ve o şehvet dolu anları düşünüyordu ikisi de. O an hissettikleri şey arzu ise, düşündükleri yoğun duygular şehvetti. Vücutlarının bütünlüğünden aldıkları hazla danslarına devam ediyorlardı. İkisi de tutkuyla bakıyorlardı birbirlerine ve tutku iki insan arasındaki kimyasal çekimdi şu an. Gelip giden şiddetli bir fırtına, bedende hissedilen yoğun yağmurlar, nefesinizi kesen ve karşısında çaresiz kaldığınız bir duygu…
Çaresizdiler. Adım adım tadına varıyorlardı, dokunuşlarının beyin ve tenlerinde bıraktığı hazla. Do yumsa yaşananların sonucu, onlar besliyorlardı arzuyla yanan tenlerini.
Adam acele etmiyor; bu an hiç bitmesin istiyordu. Kadın ise adamın sabrıyla daha bir sarhoş oluyor, sonsuza kadar bu dokunuşlarda boğulmak istiyordu. Artık dünyada başka hiç kimse yoktu. Sadece iki bütünleşmeye hazır beden… Beyinleriyle çoktan bütünleşen kadın ve erkek için aşk da yoktu, sevda da. Anı yaşamak isteyen duygular. Başka hiçbir his onları rahatsız etmesin istiyorlardı.
mesut hemen yerde duran, içi silikonlarla dolu, büyük yastıkların üstüne, şehvetle kıvranan bir bedeni uzatmıştı çiğdem’in vücudu titriyordu. Ne hava soğuktu, ne de korkuyordu. Sadece olacakların dozunu hayalinde kurgularken, bedeni büyük tepki veriyordu. Canlılık buysa, duyarlılık buysa; tümü kontrol dışıydı artık. Ne kalp yerindeydi, ne beyin, ne ten… Arzuyla şehveti ayıran her şeyleriyle hazırdılar kavrulmaya.
Gördün ya bir bakışta ol masada gözlerim,in arkasındaki derinliği gözlerinle, bir kere gözlerimde gökyüzünün mavisini fark ettin ya, bir kere şöyle içinden gelerek derin bir nefes çektin ya; sevişmemizin sonunda .göğsüme başını yaslayıp son buseni dudaklarıma memnuniyetini mühürlememişsin gibi; kondurduktan sonra artık hiçbir şeyi eskisi gibi görmeyeceksin.
31.bölüm
Bir kere öğrendin ya güneş sabaha koynumda iken nasıl farklı doğuyor, gece uyumadan nasıl sabaha varıyor, bir kere tan vaktinin o taze halini öğrendin ya, bir daha güneşi görmeden yaşamayacaksın.
Seni çok sevdim ya ben hani, kimsenin kimseyi sevmediği gibi sevdim diyorsun ya artık bundan sonra kimsenin sevgisiyle mutlu olamayacaksın.
Bir sevişmenin en şiddetli yerinde defalarca adımı haykırırken, bir daha hiçbir ismi dudaklarına bu kadar yakıştırmayacak sın.
sevişince kadınlığımın farkına vardım insan olmak böyle bir şeymiş diyorsun ,işte.,Sevildiğinde, yüreğinin içinde açan çiçekleri böyle hissettin ,senin ömrüme nasıl renk kattığını ve hayatı biriyle paylaşmanın aslında ne büyük bir lüks olduğunu öğrendin ve öğrendim sayende anladım ki kadın severse sevdiği adamın elini hiç bırakmazmış. Ve hiçbir el bir sevgilinin o zarif ve küçük elleri kadar güçlü olmuyormuş onun kalbini emanet aldığında, onu kırmamam gerektiğini çünkü kırdığında yine kaybedenin kendimiz olduğunu öğrendim Karşıyaka vapurunda karşılaşana kadar.
ikisi de göz göze geldiklerinde kalpleri duracak gibiydi. yanyan oturdular ,vapur hareket etmişti .mesut Balık tutmayı ve vapuru takip eden martılara simit atmayı çok severdi. Yine vapuru takip eden martılara simit attı, yüzüz kıpkırmızı idi .omuzuna dokunan çiğdem . Mahcup ve davetkar bir biçimde kısık sesle ne oldu hiç aramadın dedi. Mesut Balık tutmaya gidelim mi dedi Çiğdem terettüp etmeden kabuul etti peki dedi hem paris anılarımızı hemde geleceğimiz konuşuruz öyle ya paris harika çiğdem ondan harika idi .,
145 bölüm
Eylülde pariste aşk başkadır...Yaz aşkları yaşanmaz orada ,sonbahar aşkları yakar kavurur yüreğini,her yaprak düşerken canını yakar,vurgun yemiş gibidir...Lapa lapa yağan karın altında ellerine teslim edersiniz ellerinizi,yiğit yüreğine sığınırsınız...Sıcacıktır o ayazlar...Avazınız aşka dairdir...Hasret sarar yüreğinizi...Sonra harlı ocak başlarında gelecek konuşulur, şiirler,şarkılar,düetler dökülür dilinizden... Siz aşıksınızdır,aşk her şeydedir,havaya ayaza karışmıştır...Aşk’ta pariste ve eylülde yaşanmalıdır...Çiğdem mesuttan önce gelmişti hava alanına İstanbul’a ulaşmıştı ikisi de.
ama İstanbul’da Atatürk hava limanında buluşacaklardı onca kalabalığı unutup biran içlerindeki çocuk olmuşlardı,anonsla kendilerine çeki düzen verip kontroller den sonra uçağa geçtiler....
Üç buçuk saatlik bir yolculuğun arkasından sonra ourly hava alanına indiler otelimize geç ipte duş alıp bir iki saat dinlendikten sonra seine nehri üzerindeki keyifli bir gezintimizde ve aşklarını tazeleyen çiftler arasında gençlik yıllarına bir yolculuk yapıp içimizdeki o çocukları azap ediyoruz.
tıpkı karsımıza da ki cifler gibi gezintinin büyüsü daha sönmeden sonra o muhteşem demir yığını mühendislik harikası Eiffel kulesine merak içinde patlamaya hazır bir bomba edasında asansöre biniyoruz 1 kat 2 kat derken nihayet zirveye varıyoruz biz çıktık ça şehir ayaklarımızın altında küçülüyor.en tepede ise ‘thecity of liğh is ‘de denilen Paris in o muhteşem yapılarını katedrallerini maviye çalan koyu yeşil tonundaki yeşilliğini ,efsanevi koruduğu tarihini,gelin arabası gibi süslü caddelerini kuş bakışı izlemenin doyumsuzluğuna varırken içimizde duygular nirvaneye erişiyor. Kule gezisinin sarhoşluğu ve hazzı ile louvre müzesine geçiyoruz sarmaşık gülleri gibi sarılmış ve tek vücut halinde,(da vince şifresini )ni okuyanlar bilirler bizde bir merak uyandırdı ki sormayın gitsin sanki paris masalımızın içinde olmazsa olmazdı gibi.. . mona lisa kimdir,nerededir,kutsal kase ardındaki piramit tin görüntüsü nasıldır tarihi eserler,ressamların paha biçilemeyen tabloları,tarihi kalıntılardaki işçiliklerin muhteşemli ği gözlerimizi kamaştırmıştı .bu arada sakın kafelere cebiniz yoklamadan uğramayın çünki champs_elysees;in sokaklarında bulunan kefelerin pahalılığından söz etmeden Notre done katraline geçmeyeceğimizi hissettim
.Notre done katedrali ise mistik havası altın işlemeleri ,ile Hristiyanların kutsal mekanlarından biri ve her taraf yardım sandıklar ve mumlarla dolu iki adette ben yaktım bir tanesini de kendime aldım dilek mi tuttun diyeceksiniz oda bana kalsın .kağıdımız otelin 33 .katından Eiffel e karşı soğuk içeceğimizi yudumladıktan ve champs_elysees,in renkli sokaklarına son bir kez bakıp hava alanına doğru yol alırken pek çok arkadaşım yılbaşı tatili için Paris‘i, Fransa‘yı tercih etmelerini yaşayarak daha iyi anlıyorduk
Paris, aşkın şehri olarak tanınırmış… Her ne kadar ben aşka dair (her şeyi pariste yaş asamda) hiç bir şey görmemiştim :) ilk görmek istediğim yerlerin başında Paris gelirdi , pek çok insan aynı fikirdeydi benimle bir yanda paris bir yanda çiğ demdi ,ya ben mi hala ara sataydım:))
Paris’in eski şehri (old city) 20 ana bölgeden oluşuyormuş. Bu 20 bölge içinde her 500 metrede bir metro istasyonu olduguna şahitlik ederken Eyfel Kulesini hem gece, hem de gündüz görülmesine dikkat çekmek isterim. Paris’i gece ve gündüz yukarıdan görmüş olursunuz böylece. Yükseklik korkusu olanlar için Eyfel çıkmak için zor bir hedef ama mutlaka denenmeli. Bu arada kulenin dört ayağından birinde asansör yok, yarısına kadar yürüyerek çıkmanız gerekiyor. Kondisyonunuza güveniyorsanız bunu da deneyebilirsiniz.
Eyfel’e gitmişken hemen karşısındaki Grand Palace’ı en azından kuleden kesin göreceksiniz :) ha... unutulurmu paris denince akla , Notre Dame Katedrali,Champs-Élysées (Şanzelize) Bulvarı, Louvre Müzesi,. Sacre Coeur Bazalikası,. Sacre Coeur Bazalikası, Moulin Rouge,Seine Nehrinde Tekne Turu, La Defense, St. Eustache Kilisesi,Forum Les Hallesv.s bir çok yeri gezip görme ve paylaşma fırsatını bulduğum için çok mutluydum,rehber bu ları gezdirip kısa bilgiler verirken bende notlar alıyordum ,yeri gelmişken sizlerle paylaşayım dedim.
Notre Dame‘ın Kamburu’nu bilmeyen yoktur. Notre Dame Kilisesi de bu hikayenin geçtiği yer. Açıkçası bana göre oldukça mütevazi bir yapıydı.
Kiliseden çok Seine Nehri’nin üzerindeki bir adacıkta bulunan kiliseye çıkan yollar daha keyifliydi benim için. Hediyelik eşya satan renkli dükkanlar ve küçük kafelerde bir şey alma sakta oldukça zevkli vakit geçirmenin hazzını yaşamıştık ,Meşhur Şanzelize. Girişindeki Zafer Anıtı ile Paris’in en geniş caddesi. Bu cadde üzerinde dünyanın en pahalı markalarının en lüks mağazalarını görüp Şık resturantlardan birine girmek isteyene kadar .meğer buralara reze vesiz girilmiyormuş , soğuk duş etkisi ile Paris’in sembollerinden biri Louvre Müzesi geçmiştik bu kadar büyük müzeye ilk defa rastlıyorduk :)demek ki her şeyin bir ilki birde sonu varmış bunu gezdikçe ve yaşadıkça öğreniyorduk,Osmanlı’dan tutun uzak doğuya her kültürün dönemin resim ve heykel örneklerine, Batı kültürünün yaşamına dair binlerce eser var içeride. Sacre Coeur Paris’in en yüksek noktası olan Montmartre tepesinin üstüne kurulmuş ihtişamlı bir kilise.isenin merdivenlerine oturup Paris’si seyderken bir sokak şarkıcısının mini konserine rastlamıştı , keyfimize diyecek yoktu Çiğdemle ulu orta dans bile etmiştik,Bu tepenin bir diğer özelliği de sanatçıların mekanı olması. Kilisenin yanındaki sokaktan ilerlediğinizde sokak kafeleri ve bir sürü sokak ressamının eserlerini sergilediği alandı. rivayete göre: Türk Ressam olan Hasan Saygın Paris’e ilk gittiği yıllarda burada sokak ressamlığı yapmış, eşiyle de burada tanışmış…aşkı burada bulmuştu ,eğer yalnızsanız aşkı burada bulma şansınız yüksektir:)) Paris’te yapılacak keyifli aktivitelerden biri de Seine nehrinde yapılacak bir tekne turu. Akşam yemekli müzikli versiyonlarının yanında gündüz klasik şehir turu olanlarına da katılabilirsiniz. ama mutlak denemelisiniz
La Defense Paris’in eski şehrinin surları dışında kalan iş merkezi. “Neden İstanbul’a gelen Maslağı görmeye mi gidecek?” diye sorabilirsiniz. Buranın özelliği kral yolunun üzerinde olması ve Louvre müzesine giden yolun dosdoğru buraya çıkması. Oraya ulaştığınızda arkanızı dönüp bakarsanız Louvre Müzesiyle burun buruna geleceksiniz.
Paris Metrosuda bir hayli ilginçti,Paris’i gezerken şehri yerin altından gezdiğiniz duygusuna kapılabilirsiniz, haksız da değilsiniz. Mesafeler uzun, hava da çoğunlukla serin ise metro en hızlı ve tabii ki en yaygın çözüm. tam bir labirent andırıyordu haritada baktığımız zaman neyse ki tabela lamalar oldukça iyi o yüzden kaybolmadık,
her bir metro durağı ayrı bir konsept ve tasarımda. O yüzden ilk kez metrosunu kullanıyorsanız oldukça keyifli bir yolculuk yaptığınız farkına ve ayrıcalığına erişebilirsiniz ,
Aşkla güzelleşir hayat..aşk hayattır diyerek mesut bozdu yine sessizliği.
17 bölüm
Dört hafta birbirlerine hiç telefon etmediler ,mektup yazmadılar; iletişim kurmadılar. Bir ay kadar sonra, postacı gelen mektupları posta kutusuna bırakırken mesut tam sırada işe gidiyordu, Çiğdem’den gelen mektubu da uzatmıştı postacı mesut a
mektubu cebine koyup iş yerine gitti okuyup okumamak arasında kararsızdı . Korkuyordu
ögele arası oldu ve okumaya kara verdi..
Koyu uçurumların en yüksek tepesinden bakar gibi bakıyordu okuduğu cümlelere mesut Çiğdem mektubu kısa yazmıştı.
“Senden hamileyim Çocuğumuz olacak. Bir an önce buluşup konuşmamız lazım. Bebeğimi nerede dünyaya getireceğime, nasıl etrafımıza söyleyeceğimize birlikte karar vermeliyiz. En yakın zamanda cevabını bekliyorum. Çiğdem”
18:bölüm
Mesut damda sızıp kaldığı sandalyeden gözyaşlarıyla yerinden fırladı. ayşe Teyze’ye anlatsa çözüm bulur muydu acaba? “Yok, yok olmaz! Kadın kadının dostudur. Eşimi, çocuklarımı da pek sever. Ya bir gün derse?” diye düşündü. Söyleyemezdi. Karar vermek için geldiği, dedesine ait, şehirden çok uzak bu köy evinde bir ay önce yaşadıklarını anı anına tekrar yaşamıştı bu gece. Karar vermeliydi artık. Belli ki Çiğdem kendisiyle uğraşmaya devam edecekti. Bir şeyler yapıp, eskiden olduğu gibi okuldan evine gittiğinde huzur içinde, eşi ve çocuklarıyla iki lokma yemek atıştırıp unuttuğu kahvenin tadını hatırlamak istiyordu. Kararını verdi. Güzel bir banyo yapacak, çayını demleyip içecekti dedesinin bu köy evinde. Sonra inandığı tüm güzelliklerin adına Çiğdem’le çocuğu aldırmak için konuşacaktı.
Sabahın ilk ışıklarında avuçlarını ezan sesiyle buluşturup dua etti. Sonra köyden ayrılmak üzere eşyalarıyla evden çıktı. Belki uzun kalırsa diye bolca aldığı tüm erzak poşetleriyle ayşe Teyze’sinin kapısına bırakıp sessizce giderken camdan duyduğu sesle başını kaldırdı.
-Ah hınzır! Allah’a ısmarladık demeden mi kaçıyordun?
-Sabahın çok erken bir saati… Uyuyorsanız rahatsız etmeyeyim diye Zehra teyze. Hiç senin elini öpmeden gider miyim?
Kadın indi aşağıya. Ahşap kapıyı, arkasındaki açılmasın diye sürülen koca taşı gürültüyle çekerek açtı.
-Bekle hele! Çocuklara taze yumurta, taze sebze, bir iki şey koyacağım. Taze taze yesin çocuklar. Biraz da süt, yoğurt… Bekle hele, kaçma sakın!
Az sonra tek tek dediklerini taşıyordu kadın mesut’un önüne.
-Yolda ineceğim, elimde çok ağırlık olamasın diyeceğim amaaa… Neyse… Önce evde iner, bunları bırakır, sonra giderim işime. Zahmet ettin Ayşe Teyze. Ver elini öpeyim de gideyim; geç kalmayayım.Öpüp “Allah’a ısmarladık” deyip, poşetlerini kavradığı gibi yola düştü genç adam.
20 bölüm
İçinde bir huzur vardı. İkna etmeliydi bu çocuğu aldırmaya. Tüm hayatı mahvolurdu yoksa. Karısına neyi, nasıl anlatabilirdi ki? Ya çocuklarına?
mesut, habersiz geldiği evinin kapısında eşinin şaşkın bakışlarıyla karşılaştı. Elindekileri verdi.
-Kararımı değiştirdim. Bir hafta kalmayı planlamıştım; ama geldim evime. Birkaç işim var şehirde halletmem gereken. Az gecikebilirim; merak etmeyin .Ankara’dan gelirken istediğiniz bir şey var mı?
-Bir ihtiyacımız yok. Sütü kaynatır sütlaç yaparım. Gecikmez sen sevinirim.
Güneş bulutların arasından bir göz kırpıyor bir kayboluyordu. Genç adam başını otobüsün camına dayamış, konuşacağı kelimeleri birleştirip düzgün cümleler kurmaya çalışıyordu. Harfler bir yerlere dağılmıştı sanki. Birleşip güzel cümlelere dönüşemiyordu. Gözlerini kaparsa yine kabus göreceğini düşünerek bir hayli zorlanıyordu. Kaldırdı başını bulutlara… Sabah biraz bulutluydu hava. Sanki Ayşe Teyze kapı önündeki çalı süpürgesiyle süpürmüş, duru bir maviliğe ulaştırmıştı gökyüzünü
21 bölüm
Bir dalga sesiyle irkildi mesut Ayakları ıslanmıştı. Ahh yine uykuya dalmış rüya görmüştü. “Şükürler olsun” dedi içinden; “Kabus görmedim. Gördüğüm rüyayı ise çok sevdim. Umarım istediğim sonuca ulaşıp dönerim bu gün.”
Bir bebek vardı ona ait başka bir kadının karnında. Nasıl bu günaha sebep olmuştu? İçine yine sancılar saplandı.
Otogara gelmeden, buluşacakları yerde indi mesut . Etrafına bakınırken Çiğdem arkasından omzuna dokundu. Gözlerine bakıyordu.
-Merhaba mesut Hoş geldin. Nasıl geçti yolculuk?
-Merhaba Çiğdem. İyiydi. Teşekkür ederim. Ne tarafa gidelim?
Yürümeye başlamışlardı
-Nasılsın görmeyeli Çiğdem? Dilerim daha iyisindir. Bana hamile olduğunu yazdığın günden beri çok düşündüm beraberce düştüğümüz hataları. Üzgünüm.
Çiğdem günlerce düşünmüştü. Bu kadar evine bağlı, karısına sadık bu adam onun da erkeği olamaz mıydı? O’nu da kendisini de çok sevip ilgilenebilirdi istese. Kocası da iyi biriydi; ama olsun, hak etmişti bu ihaneti. Kalbini başkasında bırakarak evlenmişti kendisiyle. Ya annesi? Kendisi daha çocukken başka erkekle evlenip yatağını ayırmıştı. Salonda bir tarafı buz gibi duvara yaslı divanda yatırmıştı. Kocasını kızından fazla sevmiş ve ilgilenmişti. Kocasıyla odalarından gelen seslerde hiç sakınmamıştı. Çiğdem hep kafasını kat kat yorganların altına saklamıştı. Sevdiği herkes ihanet etmişti O’na. İçindeki patlamaları hep susturmuştu. Şimdi hastaları ile meşguldü; ama üstünü örttüğü acıları aksediyordu işte her fırtınada. Çift kişilik taşır gibiydi. Hareketlerindeki dengesizliklerin farkındaydı. Doktordan yardım alması gerektiğini bilse de boş vermişti. “Neden Selçuk’la konuşmaya başlamaktan çekiniyorum, neden?” diye geçirdi içinden. Belki de cevabından ya da çizeceği yoldan korkuyordu.
........
22 BÖLÜM SONU
-Şurada güzel bir çay bahçesi var. Oturalım mı?
Başını salladı iki yana Çiğdem “Fark etmez” der gibi. mesut başladı söze…
-Çiğdem, ikimiz bir heyecanı bölüştük. Mektupla başladığımız oyun, bizi hayatımızın tecrübesini kaydedeceğimiz geceye sürükledi. Yoğun duyguların yaşandığı o otel odasından geldiğimiz gibi çıkıp gidemedik maalesef. Hem yaşananlar bir ömür boyu kalacaktı benliğimizde, hem de bir bebek düştü senin rahmine. Bu günahı daha fazla uzatmamalıyız diyorum.
Sustu…mesut karşısındaydı. Neler planlamıştı neler? Neler söylemeyecekti ki? Herkes O’nu çok konuşan, her işin içinden sıyrılabilecek fırıldak zekaya sahip biri olarak tanırdı oysa.
Çiğdem’in annesi de dâhil hiç kimse ulaşamamıştı ruhuna. Dinlememişlerdi bile. Kimse sevmemişti. Çıplak duygularla acısı bundandı ve nerede görse temiz sevgiyi tanır, kıskanırdı.
Mesut iyi bir eş, iyi bir babaydı. Bu nedenle O’nun olmalıydı. Başını kaldırmadan başladı konuşmaya:
-Ben çocuğumuzu dünyaya getireceğim. Sen babası, ben de annesi olarak onu beraber büyüteceğiz. Ayrılıp seni unutmak istemiyorum.
Bunları derken, aslında aradığının bu olmadığının farkındaydı. Tutunmalıydı bir yere. Selçuk’un merhamet dolu yüreğini deşiyordu her konuştuğunda.
Mühürlemişti sevgi dolu yüreğini genç kadın yıllar önce. Belki bu yüzden hüzün vardı nefesinde. Ah bir konuşabilseydi, söyleseydi içindekileri. Belki tek kelime söylese binlerce hece rahatlayacaktı geçmişinden bugüne. Söyleyemedi. Sustu, yutkundu. Hedefi Mesut’tu. Kendine bile itiraf edemediği sevgiye özlemi vardı.
24 bölüm
genç kadının yüzüne baktı ve konuştu
-Senin de benim de bir yuvamız var. Bu bebeği dünyaya getirirsen birçok kişi mutsuz olacak. İkimizi de birer anne dünyaya getirdi. Seçe bilseydin aynı şekilde dünyaya gelmek ister miydin?
Genç kadın yutkundu. Üvey babası hayatlarına girmeden önce annesini ne çok seviyordu. Şaşırdı soru karşısında. Mesut devam etti:
-Farz et ki bu bebeği dünyaya getirdin. Mutsuz ortamda onu büyüttüğümüzde acılar içinde bir birey yetiştirmiş olmayacak mıyız? Çiğdem bunu yapmaya hakkımız yok.
-Ama ben…
Genç kadın adama baktı, yutkundu. mesut devam etti.
-Mutsuzluğumuza yeni bir can daha eklememeliyiz. Biz öğretmeniz Çiğdem. Yeni nesiller yetiştirmek görevimiz. Sorumluluğumuz büyük, mesleğimiz kutsal. Biz karnındaki bebeği büyütürken diğer çocuklarımız, eşlerimiz üzülecek. Buna hakkımız yok. Hadi gidelim ve geç kalmadan bu durumu acı da olsa düzeltelim.
Genç kadın mesut un söylediği her şeyin doğru olduğunu biliyordu. Hem yaşadıklarından hem de bulundukları ruh halinden etkilenerek ağlamaya başladı. Güçlü ve kararlı duruşunu bozmuştu sonunda. Selçuk yaklaştı ve ellerini tutmak istedi. Tutamadı… Genç kadın iki eliyle, yüzünü kapatarak ağlıyordu hıçkıra hıçkıra. Ağlamasıydı… Bir sondu bu. Az sonra bir nokta konacaktı bu yaşananlara. Selçuk’un uzattığı mendille yüzünü, akan burnunu sildi ve nefesini kontrol altına alarak mesut un gözlerine baktı.
-Sen iyi bir arkadaş güzel bir dostsun. İyi bir eş olduğuna eminim. Ama bana ait değilsin ve olamazsın. Haklısın da.
Sonra acı bir mahcubiyetle yüzüne bakarak devam etti konuşmasına…
-Ben hamile değilim. Seni kazanmak için söyledim. Saçmaydı; unut gitsin mesut derin bir nefes almıştı. Hamile olmaması ve bir bebeğin günahına girmeyecekleri düşüncesi içini tarifsiz bir huzurla doldurmuştu.
-Teşekkür ederim Çiğdem. Son zamanlarda duyduğum en güzel haberdi bu elinden tutarak kaldırdı genç kadını mesut
-Hadi yürüyelim biraz. Daha sonra bir yerde yemek yer, sohbet ederiz istersen.
165 bölüm
Sevgi ve güven duygusu kırılmalarının onarımı mümkün değildi. Ruhsal anlamda, güvensizlik ortamında sevgi yerleşilemezdi. Sevgisiz ve güvensiz bir insan yapayalnız kalırdı Çiğdem gibi. Sevgiyi anlamıştı artık. hastalarıyla beraber yeşerecek; hayata, ailesine güvenerek yaşamayı öğrenecekti. Belki mesut bir arkadaşı olarak kalabilirdi. Bu önemli dönüm noktasının kahramanıydı mesuttu ve öyle de kalacaktı.
mesut ve Çiğdem yaramazlık yapmış iki mahcup çocuk gibi bir birlerine baktılar. Yüzleri kızarmıştı yaşadıklarını hatırladıklarında ve adam Çiğdem’e bakmaya devam edip mahcup bakışını bozmadan sessizliği bozdu
-Bilmeni isterim ki, beni o gece çok heyecanlandırdın. İlk defa bu kadar arzuyla yanıp kavrulduğunu hissettim. Sen sağlıklı bir dişi, iyi bir eş, sevgi dolu bir annesin. Sana hayatında başarılar dilerim. İznin olursa ben evime dönmek isterim artık.
Çiğdem gülümsedi ve mesuda bakarak:
-Hiçbir erkek, yapılanların karşısında bu kadar uzun süre, senin direndiğin gibi direnemezdi. İnandığın her şeye saygı duyuyorum. Eşin ve çocuklarınla iyi bir aile reisi, iyi bir baba olacağına da eminim. Belli mi olur; belki yine karşılaşırız bir yerlerde. Belki bir mektubun satır aralarında saklanırız kim bilir…
Yolları ayrıldı mesut baktı ardından ve mırıldandı ikisi için de…
-“Bir musibet bin nasihatten evladır.”
Bunları derken çiğdem’in gözlerine bakıyordu. çiğdem, her şeyi göze alarak “Ne olacak ki?” dedi içinden ve mesut Beye dönerek:
-
Beni ben yapmaktan alıkoyan sayısız belirteç ama yine de diklendiğim tüm o ön yargılar.
Olabildiğince şeffaf olmak bile yetmezken ispatı mümkün olmayan onca göreceli mefhum çoktan sırra kadem basmış. Hal de böyle olunca ne varsa duymazdan ve görmezden geldiğim. İç sesimin sesi çoktan unutmuştum bile..İşe yaramayacağını bilsem de savunmamı yapmak yine bana düşecek belki de. Yığınla dosya dizili masada. Şahitlere de inancım kalmadı. Belli ki çoğu yalancı şahit. Bu kadar mı kolay yargılamak ve karara varmak… Ne sığınmak ne de sığmak olası yere göğe. Kucak açılası ne çok varlık var oysa bir o kadar gereklilik insana dair. Yine de mükemmeli aramak pek de net bir ifade taşımamakta. Mükemmele ulaşmak ya da mükemmel addedilmek bir kenara yakışıksız onca söylem birazı fısıltı çoğu hepten ayyuka çıkmış.
Daha demindi, dakikalar öncesi ama hala kulağım çınlıyor. Zira her ne kadar çıkmazlarda kalsam da bir şekilde yönü tayin ede bilmekteyim. Sık olmasa da pey der pey yaşıyorum bu duyguyu her ne kadar aciz yetim nüksetse de çoğu zaman. Şu ritüel nasıl da değişime direniyor tıpkı benim gibi. Ben ve ben gibiler… Sahi neredesiniz? Bu kadar mı tükendi soyumuz… Hiç mi var olmadık yoksa? Bir sanrı mı şu gördüğüme kani olduğum?
Sonunu bir türlü getiremediğim bir hikaye başı kayıp fazlasıyla es erekli onca tahakküm yalın bir ömrün tezahürü iken çıkmaza girmiş ezelden beri beni ben yapmaktan alıkoyan ne varsa uzağında dursam bile müdahil olduğum…
Ömür dediğin bu serüvende, hiç bilmediklerini öğrendim sevip seçildiğimde, seni severken eğittim belki de… Şimdi sıra sevmeyi öğretmende…diyordu çiğdem içinden . ama mesut onu bulunduğu ortamdan çoktan çıkarmıştı,Hiçbir mevsimin, hiçbir melodinin, hiçbir tadın,hiç bir servetin beraberce paylaşılan hazdan önemli olmadığını, seni seven bir elin başını okşadığında verdiği huzuru vermediğini öğrendim elinizden tutmak sizi dışarı çekmek ,birlikte tüm güzellikleri ön yargısız ve kuşkusuz size yaşatmak geliyor içimden
Gizemli sözcükleri ardından çıkarıp alayım ve gidelim buralardan mavi gökyüzünün çok olduğu bir yere...Söylemeye cesaret edemediğim ne varsa dünden beri zihnimin izbeler inde resmigeçit yapmakta ben dinlerken sessizliğimi ve sessizliğini ve vurdumduymazlığını. Korkularımın tecellisi yıkık ne varsa esaretinde iken pek çok yokluğun hanidir var diye peşine düştüğüm….Çıkalım ,gezelim bakalım ,tevekkül edelim,Şükredelim ve yüreğiniz hiç mutlu olmadığı kadar olsun.
burası vuslat vadisi yaşanmamış olsaydı eğer bu hayat.. ???
xxxxxxxxx düzenlendi
194 Bölüm
Kadın, kendisine doğru bakan gözleri hissetmişçesine omuz üzerinden soluna baktı. Bakışları bir erkeğin bakışlarıyla karşılaştığında yüz ifadesinde hiçbir hareketlenme olmadı.
-- Merhaba Sema.
-- …
İsmiyle hitap edilmesi muhatabının sesinde ve yüzünde aşinalık aramasına sebeb oldu kadının. Adam devam etti:
-- Nasılsın?
-- Tanıyamadım.
Bir an pişmanlık seğirmeleri duydu yüreğinde, hiç karşısına çıkmasa mıydı acaba. Ama yine de ısrarlı bir dilenci gibi, hatırlanmak için kadının gözlerine manidar ve özlem dolu baktı. Göz bebeklerinde geçmişi gördü, belirsiz bir gülümseme yayıldı yüzüne. Aynı şeyin sevdiği kadında da olmasını bekledi birkaç saniye.
-- Hımm.
-- Eskilerden mi tanışıyoruz?
Hayal kırıklığı… Yani bir yalan mıydı her şey. Her şey sadece onun kafasında mıydı? Tereddüde düştü. İçindeki kırılmaları sesine aksettirmemeye çalıştı.
-- Yo, pek öyle mühim biri değilim, hatırlamamanız normal. Hoşça kal, kendine iyi bak.
-- Şey, bi dakka…
-- …
Adam, daha fazla rencide olmamak için uzaklaşmaya başlamıştı bile. Bir konferans salonundan çıkarken görmüştü sevdiği kadını ve aceleyle peşinden koşturmuştu. İlerde, salonun bahçesindeki sabit ahşap masaya oturup arkadaşının gelmesini beklemeye başladı. Bir sigara yakma isteği duydu. “Kendini fasulye gibi nimetten mi sayıyorsun” dedi içinden. “Hiçbir kıymeti harbiyen yokmuş.” Sonra “Ben suçluydum.”, dedi. Ama artık herkes başka başka kollarda olduğuna göre suçlar sıfırlanmıştı hatta her şey sıfırlanmıştı. Kalsaydı, geriye kuru bir “merhaba” kalacaktı. O bile kalmamıştı. Bu başka bir kadındı, sevdiceği o kız mazide kalmıştı.
“Nasıl da fark edemedim aynı mekanda olduğumuzu, nasıl hissedemedim aynı havayı soluduğumuzu” diye hayıflanıyordu.
-- Bu Necdet gelmeyecek galiba, dedi. Her şeye boşverip kalkmaya yeltendi.
-- Mehmet, özür dilerim…
Yıllar öncesindeki, yeni yetme bir kızın afacanlığını saklayan nazenin bir ifade vardı kelimelerinde ya da adama öyle gelmişti. Başını çevirip göz göze geldiklerinde aradığı aşina bakışları bulmuştu. Mutluluk ve hüzün karışımı, hasret ve sitem karışımı bakışlarla konuştular bir an. Azıcık ta o eski kavak yellerinin esintilerinden izler vardı sanki.
-- Oturmaz mısın?
Kadın, cevap vermeden masanın diğer tarafına yavaşça ilişti. Adam, bakışlarına derin bir sevgi, kederli bir saygı ve vazgeçilmez bir samimiyet ekleyerek yeniden sordu:
-- Nasılsın?
-- İyiyim, dedi kadın. Sesinde ılıman iklimlerin nemli havası vardı. Bakışlarını bir an yerden kaldırıp muhatabına çevirdi. Uzun yolculuklardan dönmüşçesine, dingin ve samimi bir nezaketle devam etti:
-- Sen?
-- İyidir.
İkisi de havadan sudan bir konuşma başlatmanın ikiyüzlü bir davranış olacağı hissiyle sustular. Susuyorlardı zira kendilerinden bahsetmenin kurdukları ailelerine ihanet olacağını hissediyorlardı.
Senelerce önce yine böyle bir masada karşılıklı oturmuşlardı. Genç kız “bunu saklayacağım” diyordu. Elinde küçük bir çakıl taşı vardı. Delikanlı, “at gitsin, neden saklayacaksın ki?” diye sormuştu. “Çünkü senden bir hatıra bu” dediğinde, delikanlı bunun biraz abartı olduğunu düşünmüştü. O gün birbirlerinin ellerini dahi tutmaya cesaret edememişlerdi. Tıpkı ondan önceki günlerde ve o ondan sonraki günlerde olduğu gibi.
Karşılıklı bir masada oturdukları başka bir görüntü geldi adamın gözlerinin önüne. Bir mesire alanındaki, kalburüstü bir et lokantasının açık alanında oturuyorlardı. Adam o gün yaşananlara hala inanamıyordu. O zamanki genç haliyle sevdiğine şiirler okuyarak şehrin bir ucundan öbür ucuna yürüyerek bu lokantaya gelmişlerdi. Yemekten sonra yine saatlerce yürümüşlerdi. Genç kızı yürümekten perişan ettiğini sonradan anlamıştı ve bu aptallığı nasıl yapabildiğine halen şaşıyordu.
Aynı hatırada unutamadığı başka bir şey daha vardı adamın. Sevdiğiyle güzel bir yemek yemişlerdi ama hesap için parası çıkışmıyordu. Genç kız hesabı birlikte ödemeyi önermişti. Adam, önce bunu şiddetle reddetmiş sonra mecburiyetten bu katkıya razı olmuştu.
Kısa süren bu karşılıklı suskunluktan sonra:
-- Hoşça kal, dedi kadın, bu sefer sesinde ne o afacanlık ne de o nazeninlik vardı. Yoğun bir hüzün vardı durgun ses tonunda. Geçmişte kalan aşkın bütün ızdıraplarını yeni baştan yaşıyor gibiydi.
Son görüşmelerinden nerdeyse yirmi yıl sonra karşılaşabilmişlerdi bir tesadüf eseri. Gerçi, adam bu tesadüfü yıllardır bekliyordu. İçindeki yap boz parçalarının tamamlandığı hissine kapıldı. Bu son vedaydı belki de.
-- Beni affet, hakkını helal et.
Cevap olarak kadının dudaklarında acı bir tebessüm belirdi. Bir şey söyleyecekmiş gibi duraladı. Her şeyi hazmetmiş ve kabullenmiş bir mimik hareketi yaptı. Sonra dönüp küçük adımlarla uzaklaştı.
Nereden hatırladığını bilemediği “onu bulduğunda kaybedersin” diye bir söz dolaşıyordu zihninde. Sanki yıllarca bakıp büyüttüğü bir evlatlığı annesine teslim etmişti. Uzaklaşan kadının ardından uzun uzun baktı. İçinden taşınılmış bir ev misali bomboş hissediyordu. Sonra, o da yürüyüp caddedeki insan kalabalığına karıştı.
Yapacağını yaptı zira yoksa ne hükmü kalırdı tüm bu çırpınışlarının… Devreye giren ikincil ve üçüncü tekil şahıslar birincil tekil şahsın hükmü dahi kalmazken. Hüküm çoktan verilmiş iken bir şekilde bu dava düşmeli gibi bir yanılsamada bulunmak tam anlamıyla saçmalık. İyi bir avukat bulmalıyım savunması güçlü ve otoriter. İşe yaramayacağını bilsem de savunmamı yapmak yine bana düşecek belki de. Yığınla dosya dizili masada. Şahitlere de inancım kalmadı. Belli ki çoğu yalancı şahit. Bu kadar mı kolay yargılamak ve karara varmak… Ne sığınmak ne de sığmak olası yere göğe. Kucak açılası ne çok varlık var oysa bir o kadar gereklilik insana dair. Yine de mükemmeli aramak pek de net bir ifade taşımamakta. Mükemmele ulaşmak ya da mükemmel addedilmek bir kenara yakışıksız onca söylem birazı fısıltı çoğu hepten ayyuka çıkmış.
Daha demindi, dakikalar öncesi ama hala kulağım çınlıyor. Zira her ne kadar çıkmazlarda kalsam da bir şekilde yönü tayin ede bilmekteyim. Sık olmasa da pey der pey yaşıyorum bu duyguyu her ne kadar aciz yetim nüksetse de çoğu zaman. Şu ritüel nasıl da değişime direniyor tıpkı benim gibi. Ben ve ben gibiler… Sahi neredesiniz? Bu kadar mı tükendi soyumuz… Hiç mi var olmadık yoksa? Bir sanrı mı şu gördüğüme kani olduğum?
Sonunu bir türlü getiremediğim bir hikaye başı kayıp fazlasıyla es erekli onca tahakküm yalın bir ömrün tezahürü iken çıkmaza girmiş ezelden beri beni ben yapmaktan alıkoyan ne varsa uzağında dursam bile müdahil olduğum…
Ömür dediğin bu serüvende, hiç bilmediklerini öğrendim sevip seçildiğimde, seni severken eğittim belki de… Şimdi sıra sevmeyi öğretmende…diyordu çiğdem içinden . ama mesut onu bulunduğu ortamdan çoktan çıkarmıştı,Hiçbir mevsimin, hiçbir melodinin, hiçbir tadın,hiç bir servetin beraberce paylaşılan hazdan önemli olmadığını, seni seven bir elin başını okşadığında verdiği huzuru vermediğini öğrendim elinizden tutmak sizi dışarı çekmek ,birlikte tüm güzellikleri ön yargısız ve kuşkusuz size yaşatmak geliyor içimden
Gizemli sözcükleri ardından çıkarıp alayım ve gidelim buralardan mavi gökyüzünün çok olduğu bir yere...Söylemeye cesaret edemediğim ne varsa dünden beri zihnimin izbeler inde resmigeçit yapmakta ben dinlerken sessizliğimi ve sessizliğini ve vurdumduymazlığını. Korkularımın tecellisi yıkık ne varsa esaretinde iken pek çok yokluğun hanidir var diye peşine düştüğüm….Çıkalım ,gezelim bakalım ,tevekkül edelim,Şükredelim ve yüreğiniz hiç mutlu olmadığı kadar olsun.
burası vuslat vadisi yaşanmamış olsaydı eğer bu hayat.. ???
xxxxxxx ,sayfa
Mihenk taşı ömrün,Geçmiş dünde kaldı, gün bugün iç içe geçmiş sayısız halka
Cümle alem kul köle olmuş şan Şöhret makam uğruna, nefesi emarenin emrinde birbirinin yolunda yolundaysan susar ahvalim kâh boşalır gözyaşım.,,Geçip giden ömür dergahında, bilemez kimse ölüm anını Yaşarken yapmamışsa yaşam muhasebesini,Sürükler götürür rüzgar,Savrulur adeta yaprak yaprak,İnsanız işte kuş misali kah orada kah burada bazen durgun,Bazen hoş bir esinti.
Hafızamızdadır...Kaybolmamak mümkün mü,onca yaşanmışlıklar ve yaşananlar arasında sürüp gidiyor her daim kaderin esareti üzerimizde....
devir değişmiş haya bir gömleğe resmedilmiş , büyük küçük kalmamış
Dengeler bozulmuş artık değişmez kimse değiştiremezsiniz,sadece huzur ekmeğiniz yanında ,Ömrüne katık.
Rahata eremez şu sefil gönül duaların haricinde,Her dem için için kaynayan hüzün.
Yine de tükenmez olur mu çareler çaresiz dert yaratmadım diyen Yaradanın,Nezdinde
Onun yolunda geçmeli ömür dediğin nedir ki , üç beş günlük dünya
17 Nisan 1982 Perşembe 02:34:58 tarih ve saat ömür dediğin yıllığından bir gün ve an söyle
Sevmek yetiyor mu? yaşamak için,hayat !bu :Bir ev lazım bir araba .birazda muhane te ve başkalarına muhtaç olmayacak kadar para ve sağlık olmalı ki içinde yatağı olsun huzurla yat o yatağa ,işte o zaman Yatağında sevdiğinin gözlerinde kaybolursun, rüyalar görürsün ,Aynı düşlerde hırsızlık yaparsın,gündüzlerden zaman çalarak ,Geceye yama yaparsın ,Zamana dana çalarak, diyerek artık mahalli gazetelerde köse yazarlığı yapmaya başlamıştım.. artık gerek şiirlerim gerek makalelerimle .yazılarımla ışık olacaktım
anlayanlara . işte bir kaç yazım o günlerden kalma!!!
xxxxx ,sayfa
Rus ruleti
düşüne yattım sözüne uyandım saat gecenin üçü sokaklar ıslak
korkuyorum zebani ve zemheri bir keder/yağmurca gelip gözlerine dokunacak
oysa hikayemi emanetçi bir dosta mirastır diye öylece bırakmıştım
kaç vapur kaç iskele sensiz ve tensiz uluorta sırılsıklam bir yalnızlıktım
ben ben olalı her aşka bir gurbet her şiire biraz sıla kalmıştım
ve ben her yolculuğa nedense hep ama hep bir başıma çıkmıştım
ellerinin teri gövdeme kurşun / şiirleri bırak / biraz halinden bahset
nereden çakıldı ve nasıl yazıldı bu sırdan da beter/bu kahrolası rivayet
gölgem telsiz uykusu adım kayıp görüntüm ihbara müsait
ve ne yaptıysak kadim dosttan öte şimdi herşey karunun hazinesine ait
bir serüvendik ölüme hazır belaya nazır sevdaya kahır
saat gecenin üçü ay ışığı ve rüzgar sesime değer ellerimi kanatır…
düşüne yattım sözüne uyandım saat gecenin üçü sokaklar ıslak
beladır şimdi sensizlik hangi kahvede bir demli çay için durakla sak
bu minareler bu ezanlar kimi yeni baştan yaratacak/yani seni beni ağlatacak
ve hangi şehir beni ölüme seni bana yeniden bağışlayacak
ve hangi İshak bıçağı eline alıp bu tarihi yeni baştan yazacak
kumarbaz sevişmelerin orgazmı geri tepen bir tüfektir aşkta
ve aşk oyunları bilmez/kız prenses/erkek prens/bir de maça papazı olsa da
aşkın iksiri ne destandır ne de yazılmış bir şiir ya da bir roman
o kendisini yaşar yazılmasın diye kendini kendi halince soluyan
saat gecenin üçü ay ışığı ve rüzgar sesime değer gözlerimi kanatır
yüreğim bana sataşır bu demler de kediler bile oturup köpeklerle ağlaşır
uzaklarda bir ev basılır azrailciler gelir her yer köşe bucak taranır…
saat gecenin üçü işte türbeler sessiz / ağaçlar mevsim inkarı
dolandım ısırgan otu giymiş anıları ve mezarlıkları
ışıkları paslı sokaklar berduş bir karanlık üstüme yaslanıyor
ayazın feri felaket yüzüme ve adımlarıma abanıyor
yağmalanmadık yazım kırılmadık sazım kalmamış
sesim ağzımın içinde hükümlü sensiz söz mü yaşanırmış
ömrümün hazanları serilmiş önümde sarı yüzlü bir barikat
ilk mermiyi alnımın ortasına şimdi hangi acı gelip sıkacak
sönük lambaların enkazına devrilmiş gövdem/bir sen ışığını söndürme
gemiler varsın dinlensin/varsın/sen gel de beni bana sürgün etme
yakılmış bir geçmişim islerim savrulmuş hoyrat bir poyrazda…
yakılmış bir geçmişim islerim savrulmuş hoyrat bir poyrazda
delik deşik kentler yorgunu bir şair kadar suskunum
sabahları bir forsanın küreğinde sızan koyu bir uykusuzluğum
şimdi bu tenhalığı bir de sen gelip / bir de sen ama üstüme devirme
kuşlar gitsin mektup gitsin iklim dönsün sen gitme
bırak gözyaşların içime damlasın fırtınaların gelip beni vursun
karanlık bir hüznün var çekinmeden gelip beni o bulsun
damarımda dolanan kan değil gülüşünün o ılık seheri
bense yokluğuna deli hicranım desen eşkıya bir serseri
sönük lambaların enkazına devrilmiş gövdem/bir sen ışığını söndürme
beni sensizliğe koyup/seni ben sizlikle yoğurup yoğurup gitme
kuşlar gitsin mektup gitsin iklim dönsün
sen gitme...
Kadınımsın..
hangi dağın kaçağısın böyle baktıkça pınar çağlar yüzün
çekiliyor gölgeler peşimden tenha duvarlara çarpar hüznün
ne inip sorulacak bir durak ne varılacak bir mevsim kalmış ceketimden
şiirler eskidi şarkılar sus ve kalmamış adım hiçbir hikayede
o efkarına tütün derleyip yaktığımız patikaları saymazsak
mahşer telaşına düşen korkulu geceler kalır bize
yani yüreğim bir ömrü kendi tekmeyle devirip geçmişim
ve urganımda duruyor hala menekşe açan seherlerin
kayıplara düşen kasabalarda gezdim dolandım da
bir bende bulamadım nerede o meçhul aksak izlerim…
kara turnalar gibi çöktüğümüz gri bulutlar geçiyor üstümden
yağmurda saçların düşüyor avuçlarıma Allah’ım a yalnızım
ayak bileklerine değen yüzümü toplamıyor vitrinler
ve uzaklardan sesleniyor yine bilmediğim kıyı ve şilepler
durup kendime adını soruyorum şaşkın ve şaşı
ki evvelden de önce derme çatma masallarım vardı
oysa her çölün rüyası kendisinde saklı duran bir serapmış
ve yengimden kalan mahzen suskunu bir şişe şarapmış
ağzım boşluğa dökülüyor sözünü görmedikçe
içersek yine bir biz sarhoş oluruz müebbetçe…
xxx ,sayfa
ay perçemini çeksin sen diye göğsüme
bir kez daha kararsın şehirler ne fayda
ulu orta düşüp vurulmaktan usandım
illa ille de öpülesi ellerin soluğunda…
unutulmuş bir adım var beni benle çağırmadığım
sokağını kaybettiğim köpekler kadar avare bir telaşım
sümbüllerle mi seviştin yoksa leylaklar mıydı tenine çapkın
ve gözlerinde seken ceylanları hangi tanrıçalardan çaldın
çaylar geçer düşer ırmağa gün şafağa döner
ve yeniden bir daha doğar gri kederli ölüler
işte o seherlerin hicranların da vedalar sıradan bir şarkıdır
ve alnımızı dağlayan özlemin kızgın kırbaç şakırtısıdır
haydi ben beni bende binlerce yitirdim de
peki yokluğun neden sancıyıp durur hala içerimde…
kaldırımlar çarpıyor düşüme kırılıyor sanki bulvar
avutmuyor ezber bildiğim ezgiler nefesimi
sokak lambalarında kimlik soran kederler
nasıl da demirden hüzzam üstüme gelirler
kirliğinde ıslanmış yağmurların vardır
hicrana işlendiğin belki bir gazel
hiç kapısını çalmadığın bir tenhalığın
ve sunaklara yatırdığın sabrın
geçitler değil gözler indir omuzlarımı yakan
değdikçe durup vurup yokluğunla harlanan…
savrulup duran rüzgarlar eser bendime
sustuğum her yer kör topal bir bilmece
olsaydı hani parmakların şimdi yüzüme
mahpus ne zindan ne hücre ne…
şimdi depreşen ve uğultularla gelen kasvet
kasıklarında doğurgan sevdaya durur
çığlıklarla yarılan ülkemin coğrafyasında
tüm çocuklar ilk önce düşlerinden vurulur
ki bir serçe kadar darısı adına açtır özlemleri
uzak yollarda gördüklerini kahraman beller bilir
ceplerinde sapan bir cinnet türküsü değil
ve bütün maniler onları masuma sayarlar
çiçeklenmiş dallara düştüğünden beri hüznün
hep içimde dolanıp duruyor o ilk bahar yüzün….
olmazı olur kılan yürektir sevdiğim
dağların serin koyaklarında saçların
yaylalardan sökülüp gelen topuğunda
gezip tozar pusulasız yıldızların
ve ben dinlerim sen bir daha söyle
bir daha çal vuslatlar la incinen özlemi
ne vakit kendi aklıma yabancı kalsam
avuçlarında ufaldıkça çoğalan nergis çiçekleri
ki onlar gülüşlerinde tomurcuk gamze
resmine dokunsam yetmiyor gözlerime…
diye diye bir daha çarp yüreğime
ıslah olmazım sen uslanmaz say
kehribar gülüşünle
çökerken zeytin ağaçlarına karanlık
işlenmiş oyalı bir mavzer gibi
tüm anılar bir tek yine bize tanık…
sularından geçtim sessiz değildi
düş değil düşkün değildi
derken şimdi çıkmaz bültenlerden
bil cümle gazete ve bildirilerden
talan yazgı ve yeminlerden...bıktım…bıktım…bıktım…
ben belki de oldum bittim künyeme kazılmış bir zararım…
hırçın bir yanı vardır denizin
ayağının değmediği bir kumsal
yatağına akmayan dereler mahzundur
ve kurbağaları öyle üzgün susar
bütün yazılmış rivayetlerde adın
gece devrildi çoktan sözüm kalsın…
her ihtilal de kapıları kıran bildiğim bir şarkısın
beni şafaklarda assınlar yine
kadınımsın…
xxx
Yağmur Nasıl Küser..
bir yağmur şehre nasıl küser bunu bulut bilir
kaldırımları köpekler tenha lığımızı sazlar
albümlerden bir bir eksilen resimler gibi
gittikçe kükürt soluyor bu iklimde aşklar
veresiye düşler az biraz şairlerin işi
iyisi / senle bölüşecek birkaç dumanım var
baktığımız bu deniz sanki hiç el değmemiş
kıyısına çarpmamış ışık ve şilepler
gözlerine böyle hangi geceyi sürdün
bak / beni he derimden de beter edecekler…
bütün görkemler gördüğün gök etmiyor işte
selamsız kentler ve suskun köy kahveleri
sonrası birinci şahıs cinnet taşıyan otobüsler
kim bilir hangi durakta kimi kimsiz indirecekler
iç çekme / o gidenler artık geri gelmeyecekler...
bir savaşçı kavgasına nasıl küser bunu yemin bilir
nehirler yüzlerine gamsız bakıp dalarken
kırılan şiirler kemancıların ellerine nasır olur
çalarken şarkıları gömlekleri kir dilleri sus solur
o kir ki yönünü şaşırmış atmacalara açıktan bir leş olur
suç bölüşülmez herkesin hakkı anılar eder
derken kapanır perdeler kendisine döner masallar
ki masalların evi olmaz bu annelerin yalanıdır
istasyonda ansızın patlar revolverler anlarsın rengin kırmızı
üşüşür başına demir tetik başlar hikayenin süslü yosması…
bütün ölenler gördüğün mezarlıklar etmiyor işte
serviler kadar sallanıyor ömrümüz döşü müze
sönmüş şarap şişesi bırak ay’la kalsın
nasıl olsa ellerimiz yine yolumuza gölge
ağlama / sevincin hicran açar kirpiğin de…
bir yağmur şehre nasıl küser
incinen ve devrilen hikayeler olmalı
iyisi sen beni senle anla
ben gittim köz kalsın sonrası...
Kimse Yoktu..
RÜYALARDA( Yolculuk)
iliklenir gidişin gözlerime tenha bir sığlığa eklenir im
dumanlara boğulur ciğerim soluğunu koyma önüme
tapınaklarda belirir bakışındaki çığlığın
çatlamış sarı kayalıkların içinde sarma beni
yankılarınken sonra taşlıklar da
tamamlansın istemiyorum uçurumların
kirpiklerini kapayan geceyle
eşsiz bir melodiye dönüyor şimdi ormanın dili
patikaları topluyorum adımlarıma
parıldayan gözlerini yitirmiş yıldızlar
bulutları çekmiş üstüne
uzaklardan geliyor sessizlik
uyuyor olmalısın...
nerede şimdi el çizgilerimizin nasırlaşma yan yüzü
çekilince anımsayışlar özlem körfezinden
hüznün anlamsızlaştırır
oysa sonsuzlukla başlanıyordu gülümsemelere
bir demli çay yetiyordu düşlerde yolculuğa
artık ya silebilecek durgun suları
ya da coşturacak bu yürek
Her şeyin üst ,üste geldiği, tıkandığın, nefes alamadığın zamanlarda omuzlarındaki yüklerden kurtulmak istiyor ya insan.
Taş kaldırımlı sokaklarda geçermiş çocukluğu gelir gözlerinin önüne,Evcilik oynadığı, topaç döndürdüğü, çember çevirdiği,Gülen yüzlerindeki güneş yanıkları, daha fazla ne demektir, bilmezdik
Huzur ve şükür bahçelerinde, kağıttan topumuz, bezden bebeğimiz camdan misk etlerimiz vardı.daha bıyığım yeni terlerken sevda nedir, bilmeden sevdiğimiz.uzaktan uzağa sevgililerimiz.olurdu,hatırlı yorumda,Az mı takıldı yıldız uçurtmalarımız komşunun bahçesindeki dallara, titrerken yüreğimiz..
Şimdi bir yudum sevgin, bir yudum elâ bakış ve bir yudum gülüşün,Bir sohbet dolusu yıllanmış mezelerimiz yaşanmışlıklarımız olsun,Varsın, öylesine sarhoş, geçip gitsin günlerimiz,Gel, şerefe deyip çınlatalım, boşalsın dudaktan kadehlerimiz..
İşte o gün, bugün!
sabah uyandığımızda, sanki boynumuzu birileri çekiştirip nefessiz bırakıyor gibi, yapmak zorunda olduklarımı biliyorum ama bunu hafifletmenin bir yolu yok mu? En azından boğazımı sıkmasa o şey, her neyse…Önce kolumdaki saati fırlattım attım. Zaten her yerde saat var yahu! Metroya binince ekranda, iş yerine gidince duvarda, hiç durmadan elimde tuttuğum ve sanki bırakırsam dünya duracakmış gibi davrandığım cep telefonumda, her yerde zaten saat var,
neden hala saat takıyorum ki dümensiz gemilerle açılmadım mı gençlik yıllarımdan beri yaşam denen uman açık denizlere Ne dalgalar yedik bodoslamadan, ne rüzgarlar uçurmadık mı saçlarımızı,Ne yalancı limanlara sığınmadık mı? fahişelerle dolu. Gün oldu; sevda rüzgarlarına aç kalmadığı yelkenlerimiz,Güneşe hasret günler yaşadık mı?o zamanlar deniz feneriydi yol gösteren, karanlığa ışıktı gözlerimiz.şimdilerde ne oldu,İstersen gel, günü yaşayalım şimdi,
Bırak, öpsün çıplak ayaklarını çapkın dalgacıklar,Bırak, kumsal da sarhoş olsun koklayıp teninin o kadın kokusunu.Bak, gün batışı aksetmiş yüzüne, şimdi saçların kıpkızıl,Varsın kızarsın yanakların, tuttukça ellerini tutuşan yüreğinin ateşiyle,Varsın, bir yandan hüzünde girsin dalgın bakışlarıma,Aldırma, sen,eflatun akşamın eflatun sevgilisi ol, dol avuçlarıma..derken
aynanın yanında takılı siyah beyaz resmine bakıp iç geçirdim .
Sonra şöyle derin bir nefes aldım. Çektiğim oksijenin ne kadar temiz olduğuna falan bakmadım. Bugün kafayı bu saçmalıklara takılmayacaktım Elimdeki şartlar ne olursa olsun! İ yaşam da denen bu kargaşanın ortasında, tüm koşuşturmanın içinde , Çözüm dağ başına gitmek değil! Zaten bu bir seçenek olmadı en azından benim için!Derviş olmak niyetim yok, sadece var olan yaşamın içinde kendime biraz daha yer açmaya çalışıyorum, belki hepsi bu!O derin nefesi alırken, hani şu bir zamanlar öğrenip cebime koyduğum doğru nefes alma tekniğiyle yapıyorum. Öğrendiğin ve biriktirdiğin ne varsa, bir gün işe yarıyor işte…
Hayatın zor olduğunu düşünmüyorum, sadece kendime yeterli alan açamadığımı düşünüyorum. O zaman bunu değiştirmek için hemen şimdi bir şeyler yapmalıyım.
31,sayfa
Tam bu sırada arkadaşım arıyor. Muhtemelen yine yaşadıklarından şikayet edecek ve bu sefer ben onu dinlemeyeceğim. O negatif tavrı, bugünün enerjisini çalamaz. Telefonu açıyorum ve ilk şikayet cümlesinden sonra: “hayatını değiştirmek için harekete geç, yoksa şikayet edip durma, bu sadece beni zehirliyor” senin acılarını tazeliyor diyerek telefonu kapatıyorum.
Oh be, özgürlük!
O sırada çöplerde yemek arayan bir kedi görüyorum. Hemen markete girip birkaç dilim salam kestiriyorum. Birkaç dakika sonra ben ve o pis sokak kedisi iyi arkadaş oluyoruz ama buradan sonra yola devam etmeliyim, o kedi de!
Belki hayat da böyledir işte! Sen aramaya başladığında, yukarıdakiler aradığını görüp gidip marketten sana biraz salam alıyorlardır. O sırada yağmur yağmaya başlıyor. Acaba bu düşündüklerimin doğru olduğunu anlatmak için bir işaret mi?
Her neyse! İşe gidiyorum ve bugün her şey düzgün gidecek, gitmese bile fark etmez, ben boynumdan birilerinin beni çekiştirmesini istemiyorum.Hayat bu, elbette aksilikler olacak ve elbette benim de hayatımda her şey tam olmayacak. Öyle bir yaşam modeli mi var? Sen dışarıdan bakıp tam sanıyorsun başkalarını, oysa herkes eksik, herkes kusurlu, herkes yarım çünkü insanız!
Bugün bir şeyleri değiştiriyorum! Pozitif yanımı gündeme taşıyorum , geniş bakıp olayları net yorumluyorum ,Aha da boğazımdaki daralma hissi yok oldu . Ve iş yerine geldiğimde fark ettim ki; hiç telaş yapmadan, sakin yürümeme, herkese yol vermeme, acele etmeme rağmen, vaktinde buradayım. O zaman bunca yıldır neden gergin ve sinirli yolculuklar yaptım ki diye kendi kendime gülümsüyorum?
Acaba kalbime de bu yöntemi öğretirsem, bugüne kadar yaşadığım o saçma ilişkilerden, beğenmediğim olaylardan bireylerden kurtulmama yardımcı olur diye düşünüp, bakarsın yaşlardakilerine dikkatini çeker de göz ucuyla, cevrimizi ve dünyayı süzüyorum . Bakarsın ki akşam giderken alışveriş merkezine uğrar yeni acılan açılışa özel aşk marketinden bir güzel dilim de pastada bana ikram ederler , kim bilir?her şeye rağmen,
ben değiştim artık !!ya siz?
biçare halden kurtulmak ne güzel olurdu..yaaa
ellerimi açtım sema dualar ettim mevlaya,cemre ile haber saldım,dilek ağacının dallarının altında
bekledim,Biraz rüşvet vereyim dedim bu ağaca ümit bağlanmayanlara; esmeyen lodosa ,yağmayan yağmura içten samimi dualarla
Kaç gün geçmiş yıllarımın içinde?Kaç bahar bitirdim, sonbaharın dilinde. Kaç kışa beyaz örtü örtmüştü ,yaratanın emri ile;Usul usul yaşamanın hazını tatmak lazım tüm insan fan isine.
aşk, ile inanç,sevgi, adalet bizde o Çocuk gülüşü yüzümüzde. Kibir , hainlik ,kötülük,dipte
İnsanoğlu , ,her yaşadığı dönem de,Güzel olana hayal kurama masa ,kuruşsuz ederinde
önce inancını yaşamalı,eksisi ve artısıyla
Büyüklerime olan saygım devam ediyordu ama benim düşüncelerime ve hayat tarzıma da saygı duyulmasını istiyordum. Ben bir gençtim. Aklım, fikrim, bilgim ve düşüncelerim de genç ve tazeydi. Hayat yolunda kimseden yardım almadan yürüyebilirdim. Gençliğimin her anını dolu, dolu yaşamak, hayatın tadını çıkarmak istiyordum. Yürüdüğüm yollar, gezindiğim yerler renk, renk güllerle doluydu. Sanki bir zafer kazanmış kendi ülkemde hızla yol alıyordum.
Gitgide ılık ve güzel günler yerini serin ve kara bulutlarla kaplı bir havaya bırakıyordu. Sararan yaprakların hüzünlü hali ruhuma da aksetmişti. Kabına sığmayan deli yüreğim, sakinleşmeye, daha yavaş ve yorgun atamaya başlamıştı adımlarını tabii ki
buna bağlı duygu ve düşüncelerde değişiyor bedenimle beraber gelişiyordu artık daha farklı düşünebiliyor daha saygın karalar alabilip yorumlar yapıyordum.
Sözümüz er meydanlarını şenlendirirken hitap ve yeteneğimiz gelişiyor davamız içindeki toplulukların gözünde büyüm emenin hazzı ile coşarken bendedir mekan bana emanettir!Şuuruna erecek, Bir gençlik devlete milletinin büyük çaba ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecdi, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ham yobaz elinde denetleyici; son bir asrını da,
Allah’ın kuranında bel hum adam dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, türkü madde planında kurtardıktan sonra ruh planında helak edici tam dört devre bulunduğunu gören... Bu devreleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi. Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik... Gökleri çökertecek ve yeni kurbağa diliyle bütün dik eyleri yatay hale getirecek bir nida kopararak mukaddes emaneti ne yaptınız?
Diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir dininin, dilinin, beynin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, duvarında hakimiyet hakk’ kındır düsturuna hasret çeken, gerçek öcünün davacısı bir gençlik, halka değil hakka inanan, meclisinin adaleti bu inanışta ve halis hürriyeti hak’ka kölelikte bulan bir gençlik ekmekçiye benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıtamaz ve yardımcı olamazsın! ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla,kendi kendine halk’ı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başıboş bırakılamaz sın!kapitaliste ise:Allah buyruğunu vs resul ölçüsünü kalbinin ve kasanın kapısına kızamadıkça serbest nefes bile alamazsın!intiharını edecek...
kökü ezelde ve dalı ebede bir sistemin,aşkına,vecdine,,estetiğine,irfanına,idrakine sahip bir gençlik Bir buçuk asırdır yanıp kavrulan, bunca keşfine ve oyuncağına rağmen buhranını yenemeyen ve kurtuluşu arayan batı adamının bulamadığını,
türkün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını çözecek ve her sistem ve mezhep, ortada ne kadar hastalık varsa tedavisinin ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin İslam da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna,
İslam alemine ve bütün insanlığa numunelik teşkil edecek bir gençlik.
Kim var? Diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert’ben varım! ‘ cevabını verici, her ferdi’denim olmadığım yerde kimse yoktur! ‘ duygusuna sahip bir dava ahlakını parıldatmış bir gençlik..
can taşıma liyakatini, canların canı uğruna can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette strateji ve taktik sahibi
büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle,zifiri karanlıkta,ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin bir gençlik.bu gün komik üniversitesi,hokkabaz profesörü,yalancı ders kitabı,çıkartma kağıdı şehri,müzahrefat kanalı sokağı,fuhuş albümü gazetesi,şaşkına dönmüş ailesi ve daha nesi ve nesi,hasılı,güya kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden silkip atabilecek
kendi öz talim ve terbiyesine,telkin ve temriye sine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek,tek başına onlara karşı durabilecek ve çetinler çetini bu işin destanlık savaşını kazanabilecek bir gençlik...Seksenli yıllar… İhtişamıyla, tüm saflığıyla ve taptaze düşlerin henüz yeşermeye başladığı vazgeçilmezim.
Yaşadığımız çağın soğuk ve kasvetli duvarlarından mı kaynaklanmakta geçmişe duyulan özlem yoksa sahteciliğin tavan yapmasından mı? Bir gerçek daha var ki; ne varsa düşlediğimiz parmağımızın bir tık ucunda. Hele ki; İnternet dünyası dediğimiz sanal yaşam, toplu mesajlarla yapılan kutlamalar ve o gizemli dünyanın görünmeyen, gizemli milyarlarca kahramanı. Evet, ben de onlardan biriyim. Ve her ne kadar yadsı sam da sanal kimliği ve kimliğimi işte, düştüm ben de en sonunda bu dipsiz kuyuya. Ve çoktan sorgulamayı da bıraktım her ne kadar ensemde hissetsem de gizem dolu bakışları. Topu topu iki yıldır yüzmekteyim bu sanal akvaryumda. Kimine göre okyanus kimine göre bir kavanoz. Bozuk para biriktirir gibi hayaller ve sevgiler sığdırıyoruz bu boş kavanoza. Peki, doluyor mu, ne dersiniz? Gerçi ben pek çözemedim. Ama ne yalan söyleyeyim halen bir servet sahibi olma hayali çoktan çöreklendi içime. Hayır, hayır sandığınız gibi maddi bir birikim değil hayalini kurduğum. Zaten ne zaman zengin olmayı becerebildim ki ya da becereceğim ki… Yok, yok iflah olmam ben. Ama mutluyum her halükarda her ne kadar ara sıra görüntü kaysa da.
Ufacık bir tebessüm, bir selam almışsam ötesi yok benim için. Sanal dünyadan bahsederken geldiğim noktaya bakar mısınız… Affola, fakat her halükarda nörotik bağlantı kurmasam olmaz konudan konuya geçerken. Akabinde sorar yakınımdakiler:’’Nereden nereye geldin?’’
Huyum kurusun, hep sevmişimdir kanguruları. Lakin onlar gibi zıp zıp zıplamadım mı bir ömür boyu ve bir yürek dolusu. Tek farkla ama: Onlar ceplerinde minik yavrularını taşırken ben ne varsa biriktirdiğim ve düşlediğim tıkmaktayım torbama. Bu arada, bir konuda anlaşalım. Asla yalan koymadım torbama bu güne değin. Hüznümü de koydum sevincimi de. Yeri geldi mi şen kahkahalarımı ve yeri geldi mi gözyaşlarımı. Duyuyorsunuz değil mi, o küçük ve mızmız kız çocuğunun sesini?
Kendime bile yalan söylemezken nasıl olabilir bir yalan torbam. Varım yoğum, haylaz düşlerim ve aç gözlü yüreğim. Anlamadığım bir nokta var ki; neden gözlerim değil de yüreğim doymak bilmez. Ama her anlamda ve her duygu babında. Ne gelirse aklınıza katın malzemeyi. Ve yoğurun o ufacık yüreğinizi. Bakın nasıl da kabarmakta hamur. Evet, yüreği kocaman yapan sevginin ta kendisi. Tıpkı kabartma tozu kıvamında. Ne kadar bol koyarsanız o kadar enginlere açılıyor yürek. Aklınız varsa bol tutun malzemeyi. Ve geldik duygu katmanlarına. İlla ki pozitif mahiyette olsun, lütfen. Yermeyin de sızlanmayın da hele ki; kin, öfke varsa çıkarın hamurun içinden. İyice çırpın ve koyun güneşin tam da altına. Öyle ki, nasiplensin ışıktan ve aydınlıktan. Gece ya da gündüz aynı etkiyi göstermeye devam edecektir, emin olabilirsiniz.
Seksenler, sanal ortam ve erişilmez nokta: Sevgi…
Bakın yine çıktı karşımıza bu eşsiz mefhum. Nasıl çıkmasın ki. Değil bir gün bir an bile uzağında durmak mümkün mü? Kim kimi ya da neyi sevmek istiyorsa sevsin sevebildiği kadar ama yeter ki bu dürtüyü çıkarmasın hayatından. Zira azar azar kaybetmekteyiz özündeki anlam bütünlüğünü. Oysa ne çok duyguyla paralel seyretmekte. Ve bir o kadar da uzağında tüm menfi duyguların.
Tıkalı bir lavabo nasıl içinde onca atık muhteva ediyorsa tıkalı bir yürek de eninde sonunda yitirecektir mahiyetini. Mümkün mertebe yalıtılmalı ve arıtılmalı ne varsa sevgiye ket vuran. Kim ne derse desin nostalji aşkını doğuran en önemli etmen sevgiye olan açlığımız ve susuzluğumuz. Ve geçmişin ve masumiyetin özlemiyle yanıp tutuşan benliklerimiz.
Ve işte bu yüzden kesişmekte yollarımız özellikle de sanal alemde. Ama yine de temkinli olmakta fayda var. Çoğumuz aç gözlüyüz ama en az ihtiraslarımız, isteklerimiz kadar ruhumuz da öylesine aç ki sevgiye…
Hayır, hayır sahte hiçbir duygudan dem vurmuyorum. İsteyen istediği kadar sahte gülücükler ve sahte mutluluklar saçsın etrafına. Bir bakın bakalım çevrenizdekilere, gözlerinin içi gülüyor mu şen kahkahalarının eşliğinde. O gözlerde ne sahtecilik olmalı ne ön yargı ne kin ne de nefret.
İşte tek formülümüz özellikle içinde bulunduğumuz asrın. Herkes buna vakıf olabilseydi ne kendimize ne de çevremize yabancılaştırdık.
İçten bir gülümsemenin yerini ne tutabilir ki? Bunu başardığımızda ne geçmişi anacağız ne de hayıflanacağız. Eğer ki son sürat devam ettirirsek bu zafiyetimizi korkarım ki anımızı, günümüzü bile özler olacağız.
Haydi, kocaman bir tebessüm yerleştirin yüzünüze ve aynı anda ışıldasın gözleriniz. İnanın ki hiç mi hiç zor değil…
annesi,babası,ninesi,dedesi de içinde olsa,gelmiş ve geçmiş bütün eski nesillerden hiçbirini beğenmeyen,onlara;siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka Müslümanlar ısınız!gerçek Müslüman olsaydınız bu hallerden hiç biri başınıza gelmezdi! Diyecek ve gerçek Müslümanlığın ne idi ünü ve nasılını gösterecek bir gençlik.
Tek cümle ile Allah’ın, kainatı yüzü suyu hürmetine yarattığı sevgilisinin alemleri manto gibi bürüyen eteğine tutunacak, ondan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak, barınak tanımayacak ve o’nun düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye layık görecek bir gençlikti, bu gençliği karşımda görüyordum sanki.
Maya tutması için kırk küsur yıldır, devrim temel kodamanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığı m, kıvrandığım ve akıl ile vicdanımın zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah’a hamdı etme makamındayım.
Bundan böyle senden beklediğim, manevi babanın tabutunu musalla taşına, Anadolu kıt’ası büyüklüğündeki dava taşını da zamanı geldiğinde gediğine i koymamızdır. Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes!ey kahpe rüzgar artık ne yandan esersen es!.diye düşünüp dikte etmeye çalışırken kendi dünyamızdaki büyük hayallerimizde,
böyle olmalı idi bu şeklinde düşünebiliyorduk bana göre zaman küçük yüreğimizde kopan fırtınaları hesaba bile katma gereğini duymuyordum
bu arda küçük erkek kardeşim kaçış olarak askeri okulları tercih etmiş.kız kardeşim hemşirelik yatılı okulunu tercih ettiğini söylüyordu ailem ellerimin arasında su gibi akıp gidecekti esas oğlan kendisi feda etmek zorundaydı bir arada kalmalıydık ayrılık ölümden beterdi biz kardeşten öte birbirimizin hep anası hem babası idik yengem biz( bibi) deriz
son aylarda teyzelerin kümesi ve babama cephe alması ile boşalan boşluğu doldurmaya başlamıştı artık sık, sık bizde görüyordum amca kız gülde bize yardım ediyordu sanki bizim ailenin ferdi gibi ama onunla hiçbir ortak yanımız yoktu ve ona bu ile geldiğimizden beri içim hiç ısınmamıştı son çocuk olması 8 kardeşin en küçüğü ve amcamın şımarık ukala kızı olarak görüp hiç muhatap olmuyor onu yok sayıyordum
bu arada alacaklar gelmiyor işler kötüye gidiyordu dükkanda ben maaşımı anneme ev katkısı olarak veriyordum kardeşim sınavları kazanmış gitmesi kesinleşmişti eve erken geldiğim bir gün aile meclisi amcalarım, babam cenahının hazır olduğu meclisin aldığı kararla artık bende çift kişilik olmuştum benimde yaşayamadığım ve anlamadan gecen çocukluk veya gençlik adını sen koy yıllar bitmiş nişanlı bir gençtim bu iş fazla uzamadı.
8 ay içinde evli bir adamdım, dükkan kapanmış kardeşim gitmiş. Ben işime devam diyor hem ide üniversite hayali ile tutuşuyordum başlayacağım üniversite Ankara da olduğundan. Tekrar Ankara ya taşınacak veya her gün ben gidip gelecektim 1.5 2 saatlik yolu zaman akıp giderken bizde ona ayak uydurup bahane hazırlıyordu adını kader koymuştuk. Burada kazandığım deniz harp okuluna gidememiştim nedeni evli olmamdı.
Ama bizim hayır bildiklerimizde şer, şer bildiklerimizde hayır vardır hadisini hatırlayarak yola devam kararı almıştım. İki karpuz taşımaya alışık olduğumdan ve okulla işin birde evliğin arasında kalmıştım.
İş mutlak Ankara olmalı ya da okulu bırakmalı idim hem bitse ne olacaktı ki daha sonrada okuyabilirdim. Diye düşünürken zamanı tüketip farkına varmadan yırtıp attığımız takvim yaprakları gibi bir iki yılı daha geriye atmıştım.
Devamsızlık ve siyasi olayların gündemden düşmediği 80 yıllar sanki bizim kaderimizdi ve kader ağlarını örmüş bu ağın dışına çıkamıyorduk. Bu ağı parçalamam lazım idi babamın şu sözü kısmetten öte yol gitmez sözü gözümün önünden gitmiyordu.
Bir düzenim olmalı idi askerliğim gelmiş ve ben bir baba adayı idim. Daha hayatı bile anlamamıştım ki. Baba olduğumda tarih 1984. 5 ayı gösteriyordu. Ben baba olmuştum yani çok büyümüş ya hani. Ama beynimde daha yol haritası yok ben hala işçi idim. Sabah kalktım artık ne okul nede işti.
Gelin kayna tartışması ve olaylar beni bunaltmış. Erimeye başlamıştım. Ayrılık zamanı gelmişti ama askerlik ve geleceğim oğlum, anlaşamasak ta eşim birçok sorun vardı beklide herkesten her şeyden kaçmak kurtulmak ve yeni hayat lazımdı. Karar alınmıştı uygulama zamanı idi ve bende öyle yaptım uyguladım.
Neye göre önce ben kimdim ne istiyordum. 5.n.k. inancım neydi ve yaşadıklarım ve yaşayacaklarımı? Yazdım - + olarak benim inancım elhamdülillah Müslümanım.
Ve o öyle bir din ki kimseyi çaresiz koymuyordu kalpten inanın. Okuduğum bir hadiste diyordu ki dünya ve ahirette ki mutluluk afiyet, Salih ve Saliha eşler bağlıdır ama benim bu ana kadar seçme ve seçilme hakkım olmamıştı.
Her şeye yeniden başlaya bilir yaşantıma yol verebilirdim düzen kurabilirdim. İnançlarıma doğrultusunda, gençtim ve kişiliğim artık oturmuş kendimi ve ne istediğimi tartabiliyor azimle bu doğrultuda ilerleme gücünü kendimde görüyordum. En kötü kararın bile karasızlıktan iyi olduğunu düşünüp yaşantımı inançlarım doğrultusunda düzenleme kararı vermiştim.
Beni hiçbir engel yıldırıp korkutmayacaktı. Yine bir hadis eğer yaşmak istiyorsan tedbirini al takdiri yaratanına bırak. Neticede bana yol gözükmüş çareyi bulmuştum. Önce eşimden sonra anne ve babadan ayrılacaktım. Eşimden ayrılmam çok zordu onun bende bulduklarını kaybedersem o zaten beni bırakmış olacaktı gecen 4 sene bana bunu öğretmişti.
Zaten sorunlu ve siyasi görüş nedeni ile sıkıntılı olan okulu yediğim dayak sonrasında kaldığım hastane odasında bırakma kararını verdim, arkasında işi bıraktım planlı olarak. Arkasından da eşimi. Sonra da başımı gittim, giderken de hayallerimi duygularımı düşüncelerimi dahası kendimde yanımda görürdüm ,
32,sayfa
gözlerimi kapattığımda aklımdan geçenlerde şöyle idi bazen kendinizi en kötü hissettiğiniz çok karanlık bir günde bile iki damla gözyaşı, iki güzel söz içinizi aydınlatır tan yeri sabahları gibi bedeninizi veda ya hazırlandığınız içinizden hiç de gelmeyen bir veda yı başlatırken sizi gözden çıkardığını düşündüklerinizin veda zamanını nasıl beklediğini hissettiklerini anlatmaları ve gözlerindeki o sevgi ifadesini yakalamak belki de dünyanın en güzel veya en acı hislerinden biri olup, bir emeğin arkasından terk etmeye hazırlandığınız mekanın başlangıç yıl dönümüne denk gelmesi de ayrı bir acı olarak yer alıyordu içimde.
Bir hesaplaşmadır içinizdeki, Ne zordur yanlış anlaşılmalar ve kendinizi anlatamamak, hatta fırsat verilmezse ne denli acı verir kimse bilemez. Ben buyum bile dedirtmezler kötü kadın müzeyyen ’e bile (müzeyyen bizim mahallenin en dedikoducu kadındır).Bir büyüğün önünde her zaman saygıyla eğilmekten çekinmemek, kibirli olmamak mütevazi olmak lazım.
görünen o ki soğuktan ve açlıktan öldüler, çok uzakta ormanın içinde."
Sergianne Golon, Countess Angelika
Sesler kararabiliyor. Buna müddet imtihanı da denebilir. Belli bir zaman içerisinde kullanılmayan ses kararmaya, sonra da pas tutmaya başlıyor. Bunu yalnızca benim yaşadığıma inanmıyorum ama defalarca aynı gün içerisinde başıma gelebiliyor. Ses çıkarmadan koca bir gün dahi geçirdiğim oluyor. Kendi sesini duymayınca insan korkuyor mu, telaşa mı kapılıyor? Hayır, bunlar gereksiz endişe halleri. İnsan sesi olmayınca daha güzel olacak diye de bir klişe elbette yok. Aslında konuşulacak ne çok şey var derken, hiçbir şeyin olmamasını fark etmenin o değişik hüznüyle ortak olmak da var. Ortak olduğum tek nokta, yer deki uzun minderin üzerine serdiğim battaniyenin ortasında tek başına kalmış çekirdek tanesi. İçi boş mu dolu mu bilemiyorum, sanırım birkaç saat önce birileri çekirdek çitlemiş ve bu tane de oradan kalma. Ağzımdaki garip tuz ve yağ bileşimine sebep çekirdek olabilir mi? Hayır, onu ben düşürmüş olamam, defalarca kontrol ettim gazeteyi yerden toplarken, Tek bir çekirdek tanesi, kabuğu da düşmüş olsa, görürdüm ama ben onu benim düşürmediğime inanacak kadar da inanıyorum kendime. Neye nasıl inandığının önemli olan tarafı, inandığın her neyse gerçekte de doğru olup olmadığı. Filmde adam ‘arkadaşlar güzeldir’ diyordu. Buna inanıyor muyum? Hangi arkadaşım güzel? İnsanları sınadığım müddetçe güzelliğin benden yana olamayacağının da farkındayken, insanları sınayarak ve onların kötü hallerini ortaya çıkarıp, asla onlarla uzun süre beraber bir yerde bulunamayacağına kanaat getirmiş olmanın hangi yakınlığı geçerli kılacak ince ayrıntılara sahip olmanın gururunu uzunca yaşatabilir ki insana? Olmadı, bu cümle olmadı, diğer cümleler gibi, bir önceki cümle hiçbir şeyin olmamış halini ortaya çıkaran kanıt oldu. İyelik eklerinden çoğunlukla nefret edip, benim olanı dahi bir başka şeyi anlatır gibi anlatmanın hazzı değil, daha çok gerekliliği var. Benim olan her şey bir gün gidecek. Sahip olduğumu sandığım bu beden dahi bana ait değil. Ruhtan bahsedersek, işte o benim! Ruhu maddesel olarak bilememenin insana verdiği ayrı bir haz var. Eğer ruhu tanıyor ve biliyor olsaydık, öteki dünyanın bir esprisi kalmazdı. Her şey bir yana, beden nasıl mükemmel bir yaratıma sahipse, aynen, ruhta acayip bir mekanizma. Aslında bedene mekanizma etkisi vermenin hiçbir mahzuru yokken, ruh daha çok doğal bir etmen de diyebiliriz. Öyle ki, tek yaratıcının kendi özünden yansıttığı doğal bir yaratım hali de diyebiliriz. Madde form olarak duruyor ve bu onu biraz daha geçici kalıplar içinde saklıyor. Bazen yatağımda uyurken kalkıp, odalar içinde yürüdüğümü görüyorum. Buna tanım olarak rüya da diyebiliriz ama rüyadan çok içe içe girilmiş mekânlar arasında ne aradığım sorusunu kendime soruyorum. Geçen gece Armağan’ı gördüm. Armağan’la beraber bir arkadaşımda benimle beraberdi. Motosikletimle akşamüzeri ters yola girmiştim. Sitenin açık otoparkına park ettikten sonra motoru, Armağan’ın evine giriyoruz. Rüyadaki Armağan’ın gerçekteki Armağan’la alakası dahi yok. Boy, kilo ve fizik olarak aynı güzellikte tabi ama yüzü tamamen hayal edilesi güzellikte! Bunu Armağan’ın ergenlikte çıkmış ve hâlâ geçmek bitmeyen sivilcelerine yormak lazım. O kadar güzel ki, ona bakınca elimi göğüs kafesimin ortasına yaslıyorum ve nefesimi hissetmek istiyorum. Çok güzel ve uyumak istiyor. Sabah dersinin olduğunu, öğrencilerinin onu beklediğini falan filan… Bir Fin filminden alıntılanmış sahne gibi kanepede oturan ‘where are you going?’ diyor. Nereye gidiyorsun Armağan? Yüzünü değiştiren ben değilim. Eski sevgililerinin hesabını soracak da ben değilim. Okuduğun kitap ya da o kadar iş telaş içerisinde evde kedin olmasına rağmen evin bu kadar temiz olmasına anlam verme uğraşından da vazgeçtim. Armağan uyumaya gidiyor ama en büyük ibneliği yanımdaki arkadaş yapıyor. Onunla konuşuyor, gülüyor ve ben mal gibi onlara bakıyorum. Bu rüyayı gördüğümden beri o arkadaşa olan sinirimin katsayının artmış olmasına katlanamıyorum ama o rüyadan önce daha gerçekçi sebeplerden dolayı sınanma olayında kaybetmişti. Merhaba kaybedenler ve hangi arkadaşlarım güzel ey rüya? Armağan uyuyor ve ben evinin odalarında dolaşıyorum. O kadar çok oda var ki ve işin daha da ilginci hangi odanın kapısını açarsam akrabalarımla karşılaşıyorum. Hepsine kızıyorum, ‘susun’ diyorum, ‘susun Armağan uyumaya çalışıyor.’ Onlar yüzüme bakarken beni garipsiyorlar. Bir iş yerinde daha ben bu rüyayı görürken işçinin biri hayatını kaybediyor ve kimsenin umurunda olmayan otuz saniyelik haber olarak geçmişte kalıyor. Uyanıyorum. Rüyanın gerçek olmadığını bilmek bir yana, rüyada gördüğüm Armağan’ı merak ediyorum. O yüz dünyada bir yerde değilse, ben ruhlar âleminde küçük bir seyahate de kalkışmış olabilirim. Bu hallerin en tatlı yanı, herkesin rüya görebiliyor olması. Gerçek hayatta daha güzel işler de var. Mesela kitabı olmayan okullara kitap kazandırma kampanyasına katılıyorum. Ben sadece bir elçiyim. Kitapları Özlem veriyor. Özlem’in evine gidiyorum ve onları alıp, kargoyla iyi insanlara gönderiyorum. Kirim, kanımla beraber vücudumda akmaya devam ediyor. Kötü bir insanım. Bir hiç olmak istemediğim için kötülüğe devam ediyorum. Son dalgınlığım hayatımla oynayacağım bir kumar da olsa, aile arabasının şoförü soruyor yine de nazik bir şekil de:’ Dalmışsın galiba?’ ‘Daldım, hem de fena daldım!’
Ve yine Alexandra! Onu kelimelerle anlatmak mümkün değil gibi saçmalıklara girmek istemiyorum. Tabi ki mümkün, her nasılsa güzelliğinin ince bir maruzatı var. Eksiklik de denebilir. Ona bakarken Sade’nin romanlarından çıkmış gibi hissediyorum. Bir manastırda tutsak kalmış o genç ve güzel kızın yüzündeki ekşiyen huzura sahip. Çürüyen de denebilir. Vatandaşı olduğu Cioran’ı sevip sevmediğini bilmemek can sıkıcı. Tıp eğitimi alsa da, bazı bakışlarının boşu boşuna olduğunun da farkındayım. Niyeyse bakışlarını hep aynı tarz inceltiyor sağa ve sola. Geometrinin ayrı bir dalı dişlerindeki öne çıkıklık! Koltuk altlarında ve üreme organına en yakın bölgedeki kılları kahverengiye yakın çıkıyor. Renk ayrımı ancak kasıklarında başlayıp, topuklarına kadar uzayan o mukaddes bölgede fark edilebilecek düzeyde kırmızı. Tenini yakan güneşin gözlerini kızartıp, kapkara yaptığı coğrafya da gözyaşlarının manası değerli ama işin en kötü yanı dediklerimi anlamıyor. Ancak ortak bir dil kullanabilirsek mana kazanıyor kelimeler. Ancak onun gelmeyeceğini bilmek garip bir sıkıntı var ediyor. Her şey o an anlamını yitiriyor. Dayanılmaz bir bulantı türünden bahsediyor olmalıyım. Olup bitenin formülleştirmeye ihtiyacı yok. Zaten oluyor, bitiyor ve devam ediyor. En güzel yanı, biten bir şeyin devam ediyor olması. Birey yalnızlığına böylece öz düşümünden ulaşabiliyor. Ortaçağ sonlarına doğru bazı ressamların manastır bahçesinde, yağmurun gelmesine yakın bir zaman resim çizdiklerinden bahsederler. Bu resimlerin çoğunda manastırın pencere kenarlarında keşişlerin mahzun, düşünceli halleri mevcuttur. Oysa ressamlar onların sadece canlarının sıkıldığını biliyorlardır. Chateaubriand tabi bu konu da çok haklı! İnsan var olduğunu canı sıkıldığını anlamaya başlar. Hissetmeye başlamasında en etkili yöntem bir insanın canını sıkmaktır. Sistemler genellikle bunu başarmamak üzerine kurulurlar. Canı sıkılan insanlar üretirler ancak insanların canı sıkılınca yapabileceği hiçbir şey yoktur idesine öyle sıkıca mudilerine inandırmışlardır ki, canı sıkılan, sıkıntısına karşılık ortaya yaratıcı bir düşünce, eser koymaktan ziyade, bir başkasının huzurunu kaçırmaya ya da kafasını sistemin eğlence sektöründe yine belirli düzeylerde belirlediği ilaçlara, uyuşturuculara yöneltir. Sportif aktiviteler, filmler genelde iyi uyuşturucular sınıfına girer. Uyuştururken bazen insan serserilikten kurtulabilir ya da spor yapma uğraşına girip, bedenini yeniden inşa ederken, ruhsal bir yücelmenin de yolunu açmış olurlar.
Or.’un yanına uğradım. Bana çay demledi, oturduk, çikolatalı leblebi de getirdi çorba kâsesi içinde. Yanında az da olsa kabak ve ay çekirdeği vardı. Çitledik durduk. Or.’a son zamanlarda ne üzerine düşünüyorsun diye sorduğumda, bana ‘öpücük’ dedi hemen. ‘Öpücük mü?’ diye şaşkınlıkla cevap verdiğimde, ‘evet, öpücük, çok mu absürt geldi’ dedi. ‘Yo, hayır’ desem de, o bana inanmamıştı. Son zamanlarda hiç kimseyle görüşmediğini, insanlardan sıkıldığını söylüyordu. Böyle bir bunalım içerisinde düşündüğü öpücüğün nasıl bir his verdiğini merak ediyordum. Sanki düşüncelerimi okuyordu ve bana ‘bir konu üzerinde düşünürken o an onu yapman gerekmiyor, eğer böyle olsaydı zaten düşünemezdin’ dedi. Bardağa doldurduğu her çay bir öncekine göre daha acı ve demli oluyordu. Anlattığı şeylerde bir çıkış noktası vardı. Bir yandan insan kafesinden çıkmak isterken, yıllar boyu aynı kafesin pasında ve karbonunda alışkın olduğu hayattan da hemen çıkıp gitmek istemiyor. Buna mana vermek de anlamsız. Öyleyse insan ne bekliyor, neyi arıyor? Daha önceden belirlenmiş bir cevap olsaydı her şey daha kolay olabilirdi ama hiçbir şey sorulmamış ve cevap olarak da düşünülecek sorunun olmaması insanın o anki boşluğunu güzel resmediyor. O an insan işitemiyor. Anlamamak belki de en hafif suç, göremiyor da. Uzaktan aceleci bir ölümün haberi gibi sobanın içerisinde ölenin elbiseleri yakılıyor. Eski bir gelenek bu. Eskide bıraktığın insanlara ait anıları da yakmanın bir yolu olsaydı, bunu düşünmek bile güzel. Evetler ve hayırlar ağız dolusu taşıyor. Karanlığın bir mumu eritip, yok ettiği yer de, sabah uyandığında içini ısıtan şeyin küçücük bir mum olduğuna seni inandıran şeyin aslında halüsinasyondan başka bir şey olmadığını fark ediyorsun. Zaman nasıl da hareketli ve gökyüzünün içinde serbestçe dolaşan bulutların seslerini duymamak ne acı bir yaradılış! Her şeyin bir sesi varken nasıl olur da bulutların sesi olmaz?
Or. bunları düşünme diyor. Bir film açıp da izleyelim diyor. İzleyelim diyorum. Filmi açtı ve sonuna kadar demlikte kalan acı çayı da bitirerek izledik. Filmin yönetmeni yalnızca bir filmini izleyip, onun filmlerinin her zaman güzel olduğuna inandığım Aki Kaurismãki’ydi ve film de onun ünlü üçlemesinin ilki olan kibritçi kızdı. Filmin ismini duyduğumda aklıma Andersen’in kısa öyküsü gelmişti. İnsanın içini donduran, varsa burnundaki sümüğü buz tutturan soğuk bir yılbaşı gecesi insanlardan sımsıkı giyinmiş halde hızla yürüyorlar. Kimisi evine gidiyor, kimi yılbaşı gecesi olduğu için eğlenmek için bir yere gidiyor. Aslında hepsi bu soğuk havadan kurtulacak ve sıcacık mekânlarda olacaklar biraz sonra. Çocuk sesleri geliyor. Kar neredeyse yarım metre olmuş şimdiden ve çocuklar kartopu oynuyorlar. Kahkaha sesleri irili ufaklı şehrin sokakları arasında dağılıyor. Yalnız o kalabalığın içerisinde minnacık yoksul bir kız çocuğu görünüyor. Başı açık, elbisesinde yamalar ve bir kapı önünde çıplak ayaklarıyla beraber oturuyor. Soğuktan morarmış tir tir titriyor. Üzerinde oturduğu kapı basamağının da buzdan farkı yok. Elindekilere bakınca gözleri yaşarıyor. Bu küçük kız çocuğu kibrit satmaya çalışıyor ama şimdiye kadar tek kutu kibrit bile satamamış. Satsa belki kazandığı parayla annesinin yanına gidip, sıcak bir çorba içebilirdi. Soğuktan titrek sesiyle ‘kibrit var, kibrit’ diye bağırıyor. Kimse ona bakıyor. Herkes kendi derdiyle meşgul… Keşke terlikleri ayağında olsaydı, en azından ayakları üşümezdi. Sokakları dolaşırken hızla yanından geçen bir arabanın önünden kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı. Karşıya geçip terliklerine baktığında bir çocuğun terliklerini alarak kaçtığını gördü. Neden onun terliklerini alıp kaçmıştı ki? Parmakları donmuş, sızlıyordu. Bu acıya artık dayanamıyordu. Kibrit kutularından birini açıp, kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuş olduğu için kibri çöpünü güçlükle elinde tutuyordu. Eli titrerken çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı. Tatlı, yumuşacık küçük bir alev. Kibritçi kız kibriti bir elinden diğer eline geçirerek parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir sobanın karşısındaydı. Gözleri aleve dalmış bir halde, rüya görüyor gibiydi. Büyük bir odanın içinde şömine karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka vardı. Ayaklarında kürklü terlikler, içi sımsıcaktı. Parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlayınca tekrar bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgâr esti. Yine bir hayale dalıyordu. Kibritler bitiyordu o ısınmak için tekrar yeni bir tane daha yakıyordu. Yeni bir tane daha, yeni bir tane daha, yeni bir tane daha…
Or. bana sesleniyordu. Duymuyordum onu. Sonra birden omzuma dokunduğunu fark ettim. ‘Hey, daldın’ diyordu. Dalmıştım. Filmin sonu komikti. Kız insanlardan sevgisizliğinin ve yalnızlığının öcünü fare zehriyle alıyordu. Andersen’in kibritçi kızıyla pek alakası yoktu ama yine proletaryanın içine işleyen o sıcak emeğin direttiği bir sevgi yumağı vardı. Direniyordu. İstediği merdivenleri yüksek, asansörleri çok yukarılara çıkaran mekânlarda yaşayan insanların hayatı değil, değer görmek, sevgiyle beslenmekti. İnsan sevgisizliğinin karşılığı olarak istediği kadar maddiyata sahip olabilirdi. Bunu Or. bir gün şöyle açıklamıştı:’ Bazı insanlar biliyorum ki, içlerinde var olan proletaryanın ışığını bazı maddi kaynaklara sahip olduklarında ellerinin tersiyle geri çevirip, beyinlerini ve hislerini uyuşturacak şeylerle uğraşıyorlar. Buna kimi zaman ben de dâhil oluyorum ama inan dostum, uzaklaşabilmek de bizim elimizde.’ Kaçabiliyor musun sorusuna ‘hayır’ diyordu. ‘Sana bir hediyem var’ heyecanlanmıştım. Ayağa kalkıp yan odaya geçti. Elinde bir çantayla dönünde ilk önce garipsemiştim ama az sonra çantanın aslında plakçalar olduğunu öğrendiğimde içim içime sığmayacaktı. ‘Biri verdi bunu. Diyeceksin şimdi yapayalnızken nasıl oluyor da biri sana kalkıp plakçalar veriyor. Denk geldi, güzel bir hikâyesi var aslında ama gerek yok anlatmama. Elimde o güzel hikâyeden bu kaldı. Sana vermek istiyorum. Hep böyle bir şeye sahip olmak istediğini biliyorum.’ Duyduğum minnet duygusu bir yana, Or.’a teşekkür etmeyi unutmuştum. Benden teşekkür bekleyecek biri de değildi. Gözlerimden minnet duygusu anlaşılabiliyordu. Her şey bir yana, plakçaların yanında üç tane 33’lük, iki tanede 45’lik plak vardı. Verdiği hediyenin üzerinde durmak istemiyordu. Ortamın havasını değiştirmek için hemen konuyu kitaplara getirdi. ‘Ne okuyordun en son?’ dedi usulca. Nemlenen gözlerimi silme ihtiyacım vardı. Ellerimi birbirine sürtüp, derin bir nefes aldıktan sonra ‘Cioran’ın Ezeli Mağlubunu okumaya başladım’ dedim. Or. onaylarcasına başını salladı ve ‘güzel bir kitap, özellikle Cioran’ı daha yakından tanımak isteyenler için iyi bir söyleşi kitabı’ dedi. Elektrikli çay makinesinin suyu az kalmıştı. Or. kalan son demi de içecekti. Bana ‘sen de içer misin’ diye sordu. Mideme kramplar giriyordu artık, ‘yok’ dedim. ‘Orada, kitapta Cioran çok güzel bir yere değiniyor’ dedi. ‘Hangi konulara?’ diye sordum. ‘Kitapları konusunda, zamanında Çürümenin kitabını yazdığında ona mektup gönderiyorlar, bu kitap gençlerin de eline geçebilir, siz ne yaptığınızın farkında mısınız diyerek Cioran’ı uyarmışlar. Cioaran buna ‘saçmalık, kitaplar ne işe yarayacak, öğrenmek için mi kitaplar okunur?’ diyor. Bunun ilginç bir tarafı elbette yok, öğrenmek için okullar var. Cioran kitapların yara olmasına, insanların hayatlarını bir şekilde değiştirmesi gerektiğine inanıyor. Okuyucunun gözünü açıp, onu sopalamak istiyor. Gazete okur gibi kitap okunmamalı, kitaplar insanın düşünmesine, sorgulamasına sebep olmalıdır.
Or.’u nefessiz dinliyordum. Çünkü o arada uzattığı sigarayı yakmıştım. Bir süre ikimizde sustuk. Bu sessizliğin biteceği yok gibiydi. ‘Kalkıp, gideyim ben artık’ dediğimde, ‘nasıl istersen’ diyordu. Hediyesi plakçalar bir elimde, diğer elimde poşet içinde plaklar vardı. Her birinin kapağı olduğu için çizilme gibi dertleri yoktu.
Eve döndüğümde plakçaları, plakları mutfağa koymuş, üstümü çıkarıp yatağa girmiştim. Yorgun hissediyordum kendimi. Sabah uyandığımda hatırladığım kadarıyla buzdolabında olan sütü içmek için mutfağa gittim. Hem sütü, hem de plakçalarla plakları alıp odaya döndüm. Plakçaları halının üstüne koydum. Beş plaktan bana en aşina geleni dinlemenin sabah sabah iyi olacağını düşünüyordum. Tam olarak uyanamadığım için sütü bile ağır çekimde içiyordum. İlk defa insan bir işi yapmaya koyulduğunda o anlamlanabilmesi güç heyecanla içi dolar ya, müzik biraz sonra benim heyecanımı alacaktı.
Bir yandan ilk defa bir plakçaların sesine bu kadar yakın olurken, diğer yandan televizyonu açmıştım. Kanalın sesini kısmış, plakçalardan gelen sesin ahengini hiçbir şeyin bozmasını istemiyordum. Bir yandan şarkıyı ben de içimden tekrarlıyordum.
‘Evlerinin önü susam,
Ah su bulsam da gadınım çevremi yuğsam
Açsam yüzünü baksam dursam…’
Perdeyi açıp, yatağımı toparladıktan sonra tekrar oturduğumda televizyona baktım. Plakçalar da müzik çalmaya devam ediyordu. Televizyondaki kanaldan alt yazı olarak haber geçiyordu: ‘Türk Sanat Müziği’nin usta sanatçısı .........., vefat etti.’
Kefen giydirmeye çalışanlara inat, rahmet yağdır-ana şükürler olsun ki umut veren beyaz elbisen ile çok güzelsin kırıkkalem dısaeda kar yagışı hat safadaydı......
Bir umutla başlarsınız yeni bir hayata, dar sokaklar içinde kaybolmuşken bir aydınlık yakalarsınız en sevinçli sinden, bağlanır gidersiniz kaptırırsınız kendinizi yorgun saatlere, anlaşılmaz derdiniz hedef olursunuz kötü sözlere damgalanırdınız kimse görmez kendi feryadından, olanları fark etmezler bile.
Etrafınızın ne denli çukurlar içinde olduğunu görür ve sessiz kalmayı, susma hakkınızı kullanırsınız bir süre, katlanmaktır çaresidir imkansızları yenmenin susmak kimse bilmez.
Bir yazı yazarlar alnınıza silinmez. Sürdürürsünüz bir gün, bir gün daha dersiniz, bir şans daha verirsiniz kendinize ve attıkları her tokadın karşısında bir gül verirsiniz onlara, gülü koklamadan koparıp dikenini verirler elinize ve avucunu sık der kanamalarımızı seyrederler.
Dayanabilirsiniz bir süre gücünüz yettiğince. Hayatın size neler yaşattığını kimse düşünmez çünkü her biri kendi dünyasındaki çiçekler için su doldurur testisine, sizin testiniz çatlakmış kırılmış kimse görmez, görse de aldırmaz kendi telaşından başını kaldırmaz.
yaşarsınız yaşamasına da her gün bir parça kopar içinizden bilirsiniz ve artık ayaklarınız geri, geri gider kurduğunuz düzene. Sabah kalkmaları eza dır geceyi uzatır gündüzden kaçarsınız. Yeni umutlar yeşertmeye çalışırsınız kendinize debelenmeye başlarsınız hayatı idam esinde. Bir kaç tanesini yok sayarsınız ya diğerleri dağlar yüreğinizi. Dalmışken kendinize bir çift göz süzer sizi ve iki damla gözyaşı hediye eder, sizden de o alır sevgisini ve ’ en kötüsü geride kalmak’ der.
Yoklarsanız kendinizi şimdi iyi miyim kötü müyüm, mutlu mu mutsuz muyum diye duygu seli içinde boğulursunuz, okyanusta fırtınaya kapılmış sürüklenen kuru yaprak misali. Her şeye rağmen ve en sonunda duymuşsunuzdur duymak istediklerinizi. İki dudak arasından dökülen o güzel sözleri. Gittiğinize üzülen, sizin kendinizi hiç sevmediğinizi sandığınızın anne ve babanızın kardeşlerinizin tek bir ağızdan çıkmışcasına dudaklarından dökülenlerdir güldüren yüreğinizi
Belki de hata başından beri sizdeydi ve hiç fark etmediniz. Belki de yüreğinizi hiç açmadınız ve hep uzak durdunuz içten içe çok sevdiğiniz sözleri ile sizi uzun zamandır yaralayana, siz yasak koydunuz farkında olmadan.
Oysa ne kadar da yaklaşmak istemiştiniz onlara, nasıl uzaktan sevmiştiniz ve her yanlarına gittiğinizde nasıl da hayal kurmuştunuz ve nasıl da hayal kırıklığı ile geri dönmüştünüz. Anlaşılamamanın derin üzüntüsünü hep kendi başınıza yaşadınız ama hiç yaklaştırmadı ki sizi yanına bunu da gördünüz, başka bir zamanda başka bir boyutta ve başka bir alemde olabilseydiniz belki beni severdi diye düşündünüz,
hep hayal etmekle , Göz açıp kapayıncaya kadar geçti bunca zaman ve hiç anlaşılamadan vazgeçtik,Veda dalardan Hiç kazanamadığınızı düşünürken kazanmışız ve kazandığınızı düşünürken de kaybetmişiz, Ve neyi kazanıp neyi kazanamadığınızı sadece hesaplarken arkanızda gürültülü bir sessizlik bırakmışız.
yaşadıklarımda beni hiç rahat bırakmamış oysaki yalnızlığın tadına vardığımda,
Ne yaşadım ömrümde ne bıraktım geriye bilemez ki, Boyumu uzattım yıldızlara değdirdim elimi gizlice görmedi. Estim fırtınalar koparttım gönlümde hissetmedi, Bağırdım avazım çıktığı kadar bağırdım sağırdı duymadı, Yüzme bilmediğim okyanuslardan kurtarmadı,
Tek başına olmanın yalnızlığa ayak diremenin zanaatını öğrendim yalnız geldim bu dünyadan yalnız göçeceğim olmayacak yanımda, hiçbir şey ve hiç kimse olmayacak düşünceleri içinde ömür verip yaşadığım şehri terk ettim 4 ay gelmedim.
Duydum ki dedemi kaybetmişiz döndüm cenazeye bile yetişemedim arkasından fatihayı şerif ler ile dualar gönderiyorum. Allah ım seni çok seviyorum bizi ve bizim soyumuzu ve bizden gelenleri doğru yola ulaştır; kulaklarım, gözlerim ve zihnimin işgal altına alındığı bir devirde seviyorum
İstem elerim olmasa senin için bir ehemmi yetim olmayacağını bilerek geldim kapına. Ve bunun için bağlıyım adına. Nasıl ki en çok alnım yere değdiğinde hissediyorsam seni, öyle bir anda kapatmak istiyorum gözlerimi. Seni razı edecek bir gün istiyorum senden.
Ey “saltanatında kadim” olan adın düşüyor aklıma. Adın ki kuluna uzak olmayan… Adın, esirgeyen ve bağışlayan, arının karnını yazan kudret ile semaları tanzim eden kudret aynı eldir. Kapkara bir gecede kapkara bir taşın üstündeki kara bir karıncayı gören de o’dur. Varlığın bir sebebi vardır. Sebebin de bir sebebi vardır. Ve her şeyin sebebi de büyük adındır
Sen olmasan, sınırsız sema göz bebeğime nasıl sığardı? Varlığımın sebebi, kalbimin sahibi, musibet imin ümidi sin. Rahle deki kitap, neydeki nefes, içimdeki ses adını fısıldıyor. “ismine sığan her şey kendisinden azdır.”Adın “baki”, adın “kafi”…adın en güzel isimler sahibi…“kimi sevsem, sensin.”Bilirim ki kainata dağılmış bütün sevmeler isimlerine karşı verilmiş bir muhabbettir.
Vaha sandıklarım çöl oluyor, kıyılarıma vurup giden insanlar anlamıyor beni. Kuyularda kalıyorum, yardım eden olmuyor. Bir adın kalıyor her şeyden geriye. Ben kuyuya düşsem sen kovanı sarkıtırsın bilirim. Menzili vefa olan bir bağı var dostluğunun yazın buharlaşma yan, kışın donmayan, sonbaharda yapraklarını dökmeyen bir dostluk dostluğundan cesaretle istiyorum senden: ne olur sana en güzel göründüğüm an, al beni yanına aşk susturduğu oranda büyür, büyüdüğü oranda susturulmuş. Susuyor, seni dinliyorum. Adın için yaşıyorum Adın ki bir emanet dilimde. Adın ki, eksilmeyen tek kelime diye sıkça dua ettiği geldi bir an aklıma.
Allah rahmet etsin. Bu zaman zarfında daha başka ölen ve doğanlar olmuş hayat devam ediyor işte çünkü kıyamet kişinin kendisinin zora girmesi imiş işte. Boşa gecen bir ömrün kesit sayfaları böyle imiş
Gelmemle kor haline dönen ateş alev aldı Babam bana hakkını haram etti eğer yuvama dönmesem, İşte bir hadis daha aklıma geldi (eğer anne ve babası yanında iken cenneti kazanamayan insan kayıptadır)emir büyük yerden ve yine fedakarlık zamanı idi.
Geri kazanım dünyaya ve aileme karşı bana karşı boşa tüketilecek hayata sil baştan başlama zamanı idi, yada birey olan benim kişiliğini unutup kendini tarihe gömdüm başkaları için yaşama zamanı başlamıştı. Eşim gelmişti ve benin eşimden ve aile hayatından beklentilerimde şöyle şekillenmişti .çevremize şöyle bir göz attığımızda hayat herse ye rağmen devam ediyor evlilikler de şöyle şekilleniyordu: ideal bir baba, mükemmel bir kadın olacağını, üstün vasıfları sayesinde baş tacı edileceğini umarak, çoğunlukla da severek-anlaşarak yuvalar kuruluyordu. Kısa sürede nikah masasına oturanlar olduğu gibi, yıllarca karşı arkadaşlık(!)
Ederek birbirini tanıdıktan sonra da evleniliyor. Yada anne ve babasına boyun eğip görücü usulü ile neticede hepsi aynı kapıya çıkıyordu iletişim ve niyetler güzel, başlangıçlar güzel.
Peki ya sonra? Mutluluk coşkusu nasıl oluyor da bir huzursuzluk kabusuna dönüşüyor? Akıl almaz yıpratma senaryoları icat olunuyor, nasıl “aile” olarak adlandırılan ulvi kavram psikolojik bir savaş ortamında katlediliyor?
Eşler birbirine öyle nahoş muamelede bulunabiliyor ki, yıllarca güzel geçinmiş iki insan günün birinde eşine “seni hiç tanıyamamışım” diyebiliyor. Evlilik sürecinde gerçekten de değişime uğruyoruz, yani mecburen değişmek zorunda bırakılıyoruz
Neden? Bırakın başkalarını, Allah rızası diyerek, Peygamber’imizin sünneti diyerek, ibadet niyetiyle kurulan yuvalardan dahi kara dumanlar tütüyor. Umduğunu bulamayanlar, hayal kırıklığına uğrayanlar, sonradan aklı başına gelenler, gözü açılanlar, rahatı sindiremeyenler.oluyordu
olan çocuklara oluyordu peki bu Çocuklar ne olacaktı?
ister kavga-gürültü devam etsin, ister boşanmayla sonuçlansın, nihayetinde olan çocuklara oluyor. Bir denge kuralı vardır, çocuk düşünür: ben annemi seviyorum. (+) ben babamı seviyorum. (+) devamında, anne ile babanın arasındaki bağın yada ilişkinin de (+) pozitif yani olumlu olması gerekir. Sözü edilen ilişkinin yönü olumsuz ise bir tutarsızlık vardır. Anne ile çocuk veya baba ile çocuk arasındaki sorunlar çözülebilir. Ancak, bazı anne-babalar bir çocuk kadar da olsa makul düşünemedikleri için sorunlar çığ gibi çoğalır, gider...
Halbuki çocuklar ne kadar çok seviliyordur! Evde her şey yolunda giderken çocuklar baş tacı, ayrılık söz konusu olunca birer ayak bağıdır. Ayrılık durumunda çocuklar iki şekilde kullanılmaya mahkumdurlar:
çocuğu hangi taraf aldı ise, en kısa zamanda karşı tarafa nefret duymasını temin etmek. İkincisi, yüreği cız etse de çocukları karşı tarafa terk edip, kendi yoksunluğunu hissettirerek kendi kıymetini bildirmeye çalışmak...
bu iki tavrın dengeli ve sağlıklı bir orta noktasını uygulayabilmek ne yazık ki pek mümkün olmuyor. Hangisi yetişkin? Anneler bazen çocuklarına ilişkin sorunları dile getirerek çözüm önerisi bekliyorlar. Okula ilgisizlik, söz dinlememe, başarısızlık, şımarıklık, içe kapanıklık, istenmeyen davranışlar ve benzeri..
. Sohbet biraz derinlere indiğinde ise, maalesef şu kanaat hasıl oluyor: “çocuklar gerçekten dayanıklılar. Hatta bazen öyle olgun bir tavır takılabiliyorlar ki, adeta bir psikolog gibi anne ya da babalarını dinleyip, anlayış gösterip, onları yönlendirip yuvanın dağılmasını önlemeye çabalıyorlar.” Aslında durum çok basittir.
Beş yaşında bir çocuk ne annesinden ayrılmak ister ne de babasından. Kime sözünü dinletebilecek se ona boyun eğer. “anneciğim beni seviyorsan ne olur babamdan ayrılma” diye yalvarır.
ergen olmuş bir evlat, her ikisini de karşısına alıp “siz ayrılacaksanız ikinizin de yüzüne bakmam veya beni yok bilin” diye haykırabilir. Kendini bilen insanlar için evlatlarından bu tür sözler duymak ne utanç vericidir. Ve şüphesiz ve mutlaka karşı taraf suçlu, kendisi masumdur.farkına varmadan bir karar verirler: “boş anmalıyım.
Anam-babam bana sahip çıkar, çocuklarıma onun yokluğunu da hissettirmem.” Erkek ise kısa zamanda ideal eş ve evlilik hayalleri, kadın da bir iş bulup kendi ayakları üzerinde durma, yani bağımsızlığını kazanma fantezileri kurar durur. Süreç artık başlamıştır. Adeta bir bilim adamı gibi ev içinde cereyan eden tüm süreçler, bu tür yargıların desteklenmesi için delil olarak hafızalara kazınır. Ayrılık gerçekleşip murat hâsıl olduğunda(!) İse, ortaya çıkan tablonun insanı mutsuz etmenin çok ötesinde, ciddi ruhi bunalım ve hastalıklar için çok elverişli bir zemin olduğu ve ikinci evliliklere rağmen birinciye ait sorunların kişileri mutsuz etmeye yetip arttığı da tecrübe edilmiş olur. İyi ki “kader” tesellisi var.
Olduğumu hissediyorum bugün uzun zamandır unutmuşum sanki mutluluğun anlamını bile,ama bugün sanki benim için bambaşkaymış gibi içimden bir ses artık hep böyle olacağımı söylüyor.,ve ben bunu duydukça bir şey oluyor sanki ,içim o kadar rahatlıyor ki birdenbire anlayamıyorum bile yarın yepyeni bir hayata başlamaya karar verdim.hatta bugün neden yarını beklememeliyim ki mutluluğumu bozacak hiçbir şey yokken,neden kendimi üzeyim ki benliğimi hissetmeye başladım sanki,kendim için yaşadığımı fark ettim bir an ben üzülünce bazılarının mutlu olduğunun farkına vardım en önemlisi de gerçek dostlarımı anladım sanırım.
ve bu bana o kadar rahatlık verdi ki yalnız olmadığımı hissetmeye başladım .evet ben de mutlu olmaya karar verdim her şeyi unutup yepyeni bir hayata başlamaya,beni sevenlerle olmaya ben üzülünce mutlu olanları yıkmaya,hayata karşı koyabilmeye en önemlisi de hiçbir şeyin kendimden önemli olmadığına,gücümün asla tükenmeyeceğine inandım mutluluğu hissetmeye başladım artık,sonsuza dek kimsenin beni üzmeyeceğine söz veriyor sanki tekrar kucağını açmış beni bekliyor haydi gelsene hala ne duruyorsun dercesine, yoksa insanın başını taştan taşa vurasım gelir. Paylaşa, paylaşa artan dertler.
Tek taraflı da olsa, aile sorunlarına ilişkin görüşmelerde, mesleki manada psikolojik danışma yapılırken şu olgu çok dikkatimi çeker: daha ziyade hanımlar, “dertler paylaşa, paylaşa azalır” zihniyetiyle, pek çok arkadaşıyla bu özel mevzularını konuşurlar. Kendi aile efradı da dâhil olmak üzere, bazı kişilere dayanırlar, “doğru” yaptığına dair kuvvetli destek alırlar. Hatta “o öyle yapıyorsa sen de böyle yap” diye misilleme tavsiyeleri alınır. Yemek tarifi gibi kocaya karşı koyma yöntemleri öğrenilir. Karşı taraf birlikte yargılanır, kesin suçluluğu tescil edilir, onaylanır. Bu arkadaş/sırdaş danışmanlara göre onun hataları incir çekirdeği kadar önemsizdir. Karşıdakinin ise dağlar gibi...
33,sayfa
Bu arkadaş-sırdaş-danışman konusu bizde gerçekten sosyal bir yaraya dönüşmeye başlamıştır. Bir anda onlarca tavsiye sıralayıveren bu insanların çok ama çok büyük çoğunluğu eskilerin bilgelik ve ferasetinden yoksun oldukları için kaş yaparken göz çıkarırlar. Dahası, karşısındakinin acısını, dertlerini kendi yarası için pansuman olarak kullanarak rahatlarlar. Yüzleri buruk olsa da içten içe haz duyarlar yani. Kendi yapmak isteyip yapamadıklarını tavsiye ederler. Bu yüzden genellikle sertlik, saldırganlık yanlısıdırlar. Ya da kendilerinin hep hayalini kurdukları her şeyi bir anda değiştirecek büyü gibi gayri meşru yollara yöneltirler. Böyle hanımların karşılarına gerçekten onlara yardımcı olabilecek profesyonel bir danışman ya da feraset ehli biri çıkarsa işi gerçekten zordur.
Eleştiriye veya hataları ile yüzleştirmeye hafiften başlamalıdır. Yoksa yüzü allak-bullak olur, nihayetinde kendinin anlaşılmadığını düşünerek danışmaktan vazgeçebilir! Bu aşamayı başarılı geçirip, hataların farkına vardırıp, ikna edip, sıra eşi ile ilişkisini yeniden düzenleme önerilerine geldiğinde, aslında sonradan kadının teselli bulma maksadıyla anlatıp, farkına varmadan kendini hapsettiği aşılması güç bir duvar karşısına çıkar.
Bu, “başkaları ne der?” Duvarıdır. Şöyle düşünür: “ben herkese onu öyle kötülerim ki, şimdi geri dönemem. Dönersem aptal olduğumu düşünürler veya onların yüzüne bakamam!” Eşiyle tekrar barışma kararı alan bir hanım şu noktada kilitlenmişti: “bu kararımı babama nasıl söyleyeceğim?” Oysa bir babanın böyle bir karara kızması değil, destek olması gerekmez mi? Bir kez daha denemekten ne kaybedilir ki.
Atalar boşuna dememişler: insan ne çekerse dilinden çeker.karşımıza geçimsizlik kaynağı olarak getirilen sebeplerin içeriğine bakıldığında, çoğunun ne vicdana ne de kitaba uymadığını esefle görürüz. Anlaşmazlık sebebi olarak gösterilen budağının ana maddesi, nefsin bir balon gibi şişirilmiş olmasıdır. Enayilik hissi, benlik duygusu, kendine reva veya layık görülen dünyalık miktarı veya muamele tarzı ..
Sahi, biz tasavvufla ilgilenmiyor muyduk? Arayana bahane çok, başkalarıyla kendini mukayese etmek, başkaları üzerinden kendi ilişkilerimizi yorumlamak ciddi bir mutsuzluk kaynağı olabiliyor. Üzerinden yıllar geçse bile bu sebepler aile tarihi içerisinde dipdiri ayakta tutuluyor.
Yeni doğan çocuğa isim verme meselesi - kocanın bir süre işsiz kalması veya çalışma hayatının düzenli olmaması - doğum yaptığında bilezik alınmaması - eltiye daha ihtişamlı bir düğün yapılıp kaliteli eşyalar alınması - emekli olan kocanın evde ona-buna karışarak varlığını hissettirmesi - bazı kocaların ev işlerine yardım etmesi, kendi eşinin kaytarması - çocukların derslerine yardımcı olmama - gezdirememe - sülaleden herhangi birini eleştirme - tasarrufa zorlama - dilediği eşyaları almasına izin vermeme vs. Vs..
Daha buna benzer birçok konu alt alta toplanıp, çıkan sonuca “şiddetli geçimsizlik” adı veriliyor! Tabii ki çok gezmek, çok tv seyretmek gibi gayrı ciddi olanların yanı sıra, aldatma gibi çok ciddi sebepler de var. İnsan bazı gerekçeleri duyduğunda, içinden “sen tam dayaklık sın!” Veya “seni huzur dürtüyor” diye düşünmekten kendini alamıyor. Sevginin çeşitli maddeler ile sembolleştirilme beklentisi evlilikte muhabbet bağını öylesine örseliyor ki, eşler artık sevilmedikleri kanaatine varıyorlar.
Sevgiyi veya aşkı evlilik için ön şart sayanlar, evlendikten kısa süre sonra sevginin tükendiğini hissediyorlar. Neden acaba? Sevenler hep birlikte olmak istemezler mi? İşten izin alıp, okuldan firar edip sevgilisine koşanlar, sevdiğiyle evlenebilmek için ana-babadan geçip ölümü göze alanlar, evlendikten sonra neden geçinemezler? Yoksa sevgi başka bir şey mi? Sevgililer neden “önce canan sonra can” der de, evlenince bu tabir “önce can sonra canan”a döner? İşte asıl huzursuzluk sebebi budur ,
Sokakta Allah’ın rızası aramak ya da Müslüman feminizmi temel bir yanlışımız var. İyi bir mümin olmanın ve rabbimizin rızasını kazanmanın yegane yolunun çok, çok “ibadet” ve “hizmet-hasenat” olduğunu zannediyor ve aile kavramını önemsemiyoruz. Kadınlar, “erkekleri abartmanın lüzumu yok, kendilerini ne zannediyorlar?” Gibi düşüncelerle, güya “büyük” gayelerin ardına düşüyorlar
.34,sayfa
Allah’ın rızasını aramak üzere kendilerini dışarı koy verip, çoluk-çocuğu da “mallarınız ve evlatlarınız sizleri Allah yolundan alıkoymasın” ayet-i kerimesinin -güya- mucibince başlarından def ediyorlar. Nasıl bir dindarlıktır bu? Kocasına, evine, çoluk-çocuğuna hayrı dokunmayan bir kadın kimi kurtaracak? Kocasına itaat etmeyen hanım Allah’a nasıl itaat edecek? “kulun kula secdesi caiz olsaydı, kadınların kocalarına secde etmesini emrederdim” hadis-i şerifinin yürürlükten kalkmış olabilir mi?
Çok tuhaf, herkes dindar ama herkes başka bir alemde. Bazı hanelerde ise farklı bir durum söz konusudur: eşler -hâşâ- kiram en kâtibin meleklerinin işine müdahale edercesine birbirlerinin hata ve günahlarının takipçisi olur, eleştiri bombardımanına tutarlar. Bir zaaftır, bir insanlık halidir; önemli bir milli maç günü adam kahveden geç gelmiş, sabah namazına uyanamamış .. Vay, sen misin bunu yapan!
Günlerce süren tartışma ve sağa-sola şikayetler... Çeşitli dinî yayın organlarının da ima ve ifadeleriyle örtülü bir feminizm akımının bizi etkilediğini kabul etmeliyiz. Şu örnek hiç aklımızdan çıkmaz: “kadın, doğurduğu çocuğu emzirmeye bile mecbur değildir. İsterse, kocası sütanne bulmaya mecburdur.” (gerçi günümüzde sütanne bulma yerine kimyasal mama parası kazanması gerekiyor). El insaf el merhamet! Hükmü öğreniyoruz ama nerede, hangi şartlarda geçerli olduğunu değil. Bu ve benzeri hükümler, bir yargılama söz konusu olduğunda gerekirse başvurulmak üzere var.
Günlük hayatta ise tabiilik ve itaat esas. Eğer öyle idi ise niye her annenin göğsünde süt yaratıldı? Boşa gitsin veya hormon iğneleriyle süt kesilsin diye mi? Bir annenin bebeğiyle emzirme saatlerindeki sevgi alışverişine paha biçilebilir mi?
Çocukları sevmek ve hakları olan doğal anne sütü ile beslemek sevap değil mi? Onların hayatını dolduramıyorsak geleneksel kültürümüzde erkek çocuklarımızı kızlardan farklı yetiştiriyoruz. Anneler olarak onlara biraz daha esnek davranıp, isteklerini kocalarımızın isteklerinden bile daha çok önemseyip, fedakarca yerine getiriyoruz. Doğal olarak evlendiklerinde de eşlerinden böyle bir tavır umabilirler.
Müslüman feminizmine göre onlara “aşçılık” yapmak zorunda değilmişiz. Fakat insaf edin, sabah işe geç kalma telaşı içinde önüne doğru düzgün bir kahvaltı koymuyorsak, evden çıktığından bazen haberimiz bile olmuyorsa, anne sofrasını aramayıp ne yapacaklar? İşten eve döner dönmez, “akşama kadar ben ilgilendim, hadi şimdi sıra sende” diyerek çocukları gergin ve yorgun bir babanın önüne sürüyorsak ve sonra onu ilgisizlikle suçlu yorsak, doğru mu yapıyoruz?
35,sayfa
Evde özensiz, sallapati, estetik ve çekicilikten fersah fer sah uzak olmaktaki mazeretimiz nedir? Kadın, erkeğin hayatında zarafetin tamamlayıcısıdır. Ne kadar kaba-saba olsa da, her erkek zarafete meftundur, hayrandır. Bunu ondan esirgenince, doğacak sonuçlardan suçlu olan kimdir?
Dindarız ama dinin emrettiğinin zıddını yaparız. Dinimiz, kadın evde süslü-püslü, bakımlı ve zarif; dışarıda ise alabildiğine gösterişsiz olsun diyor. Hem kılık kıyafet olarak, hem de hal ve tavır olarak böyle. Biz ise ısrarla tam tersini yapmaya devam ediyoruz. Müdahaleci, eleştirici ve yargılayıcı kadınlar ne kadar itici oluyor! Unutmamak gerekir, insanlar evlerinde hatalar yapabilecek kadar özgür olmalılar.
Savunma olarak o da sizi eleştirecektir. Evin atmosferi sıcaklığından irtifa kaybetmeye başladığı anda, evdeki “itici” kadına karşın, dışarıda yapmacık da olsa, her ortamda bolca bulunan “çekici” kadınlar devreye girer. Sonuçta “ Mevla’m görelim neyler, neylerse güzel eyler, diyemezsiniz! Öyle eksikler var ki... Siz mümine hanımlar, gerçekten hepiniz birer kristal, birer cevher gibisiniz. Ancak bir kristalin farklı yüzeyleri olur ve tüm yüzeylerinin işlenip parlatılması gerekir. Ta at ve ibadet yönünüz pırıl, pırıl ışıldıyor. Fakat arınması gereken yönlerimiz, törpülenmesi gereken köşelerimiz var. Nefsimiz üzerinde çalışmamız lazım. İtaat, teslimiyet ve adanmışlık, bizim hem imtihanımız, hem mir acımız
. Küçük ve basit işler belki bize büyük sınavlar kazandırır. Büyük bir Allah dostu nefsini kırmak için medresenin tuvaletini temizliyorsa ve bunun çok erdemli bir davranış olduğuna inanıyorsak, niye ev işlerimizin, eşimize-çocuğumuza hizmetin de böyle bir niyetle yapılıp ibadet olmasını düşünmeyelim? Sevaplar sokakta mı satılıyor? Karşı tarafın kendi sorumluluklarını yerine getirmemesi bizi asla alçaltmaz, enayi de sayılmayız
. Bilakis rabbimizin rızası niyetiyle sorumluluklarımız ve hatta sorumlu olmadıklarımızı yerine getirmek önce bizi mutlu eder. Siz olumlu ve yumuşak, yani pozitif oldukça, karşı taraf ne kadar sert ve olumsuz olsa da siz onu kendinize çekersiniz! İşte asıl marifet budur. Kadın cazibesi diye bir şey var.
Ama gözümüz erkekle erkeklik yarışında ise söyleyecek bir şey yok. Hele de eşimizi ona-buna ispiyonlamak veya mahkeme kapılarında “çözülme” aramak Müslüman bir aile için çözüm sayılamaz. Sevginin bittiği yerde: daha doğrusu sevgi zannettiğimiz nefsini beklentilerin ve hedeflerin cazibesini kaybettiği noktada gerçek bir sevgi başlar. Fakat bu emek ve özen isteyen bir şeydir. Hüner ister. Gençlik heyecanlarında kendini hissettiren kul sevgisi, evlilik sürecinde
Allah sevgisi veya rızasına doğru bir yöne meylet meyince, yani zihniyetimiz değişmeyince, aile ortamımız ne bizleri ne de çocuklarımızı mutlu eder. Gençlik çağının coşkulu sevgi ırmağı Allah sevgisi denilen uçsuz bucaksız ummana doğru bir yol bulmalı.
36,sayfa
Ve eşler bu yönde birlikte yol almaya çabalamalı. İyi örneklere yönelelim. Her ailenin kendine özgü bir iç ortamı vardır, başkalarıyla kıyaslayarak eşlerimizi yargılamamız hem yanlıştır hem de vebaldir. Bunu yapınca elimize ne geçiyor kızmaktan, üzülmekten başka. Kocalarınızın kaç pantolonu, sizlerin kaçar tane eşarbı var, hiç saydınız. Nidalarını beynime dikte edip ailede huzur ve mutlu olmak için yapılması gerekenleri şöyle sıralamıştım aciz hane: her şeyden önce iyi bir evlilik yapılması şarttır.
Bazı yanlışlar yapılmışsa zorlamalarla müessese yürütülebilir, fakat huzur ve mutluluk yakalanamaz birincisi, hanımın ve beyin fedakarlığının şart olduğunu bilmesi lazım. Hanım erkeğe karşı beyde hanıma karşı fedakarlığı önceden göze almalı ve razı olmalıdır. İkinci şart sabırdır... Hanım da, bey de önceden sabırlı olmayı kabul etmelidir
Fedakarlık önce sabır işidir.
üçüncü şartımız,belki de ilk sırada yer alması gereken sevgidir.fedakarlığın da,sabrın da kaynağıdır sevgi...sevgi fedakarlık ister,sabır ister...sevmek,vermek demektir...şiddetine göre gönül vermekle başlar,can vermeye kadar gider..şiddet arttıkça fedakarlık artar..bir takım insanlar gönül verirler,gönül verdikleri insana ömür verirler.
.ilk şart sevgidir..sevgiden sonra ancak fedakarlık ve sabır ortaya çıkar. Şartlarımızdan biri de hoşgörüdür.eşler birbirine hoşgörüyle bakmak zorundadır.
.hiç kimse kasten kötü olmak istemez..eşlerin hataları bilmeden husule gelmiştir,tecrübesizlik ve cehaletten doğmuştur..hata sonrası fedakarlık,sabır ve hoşgörü affetmeyi getirir. Her şeyi görmek ama hoş görmek daha gereklidir.hoş görmek görmemek manasına gelmez..hatayı yapan eş veya çocuk görülmediğini anlarsa aynı şeyi tekrar edebilir..görülüp fakat yargılayıcı tavırdan uzak" olabilir bir daha tekrarlanmasın" gözüyle bakıldığını anlarsa biri,daha o hatayı yapmaz.
37,sayfa
. İnsan kendini nasıl hissederse öyle olur..bir bey yada bir hanım kendi ailesini mutsuz görüyorsa,hastalığa yakalanacak demektir..bunun için hep iyimser olmalı,hep polyanacılık oynamalıdır.."benim ailem dünyanın tek ailesi değildir ama dünyanın en iyi ailelerinden biridir.mutlu bir aileyiz,mutluluğu yakalayabilmiş bir aileyiz" denmelidir..duygular bulaşıcıdır.nefret nefreti,mutluluk mutluluğu doğurur..eşlerden biri diğerine mutlu olduğunu söylerse,bir süre sonra öteki de mutlu olduğunu söyleyecektir.
.tabii bu mutluluk çocuklara da sirayet eder..insanın mutlu olduğunu izah etmesi,mutluluk için önemlidir. Diğer bir şartımız,eşlerin ev dışı hayatının ev içine aksettirilmemesidir..yani iş hayatıyla eş hayatının birbirine karışmaması..evin dışında bir takım problemler ve sıkıntılar olabilir..dışarıdan alınan mikrop dışarıda bırakılmalı evin içine taşınıp tıpkı nezle gibi,ailenin diğer fertlerine bulaştırılmamalıdır...
dışarıda ki cehennemi eve sokarsanız cennetiniz cehenneme dönüşür...akşam iş dönüşü eve girildiğinde eşlerin birbirine yapacakları karşılama merasimi de küçük bir ayrıntıdır fakat mutluluk açısından önemlidir..eve gelen eşi,hanımın veya beyin güler yüz ve neşeyle karşılaması yapılacak ilk mutluluk başlangıcıdır Tabi bu şartların hemen hepsi ailenin ortak sevgilisi olmasına bağlıdır..bakıyorsunuz aynı partiyi,aynı spor kulübünü tutan eşler daha iyi geçiniyorlar..inançlı ailede de ortak nokta bizim düşüncemize göre dindir... Ortak sevgili Allah ’tır,peygamberdir ve diğer Müslümanlara dır
.Allah ’ı çok seviyorsunuz,sevgiliniz o’dur..aynı varlığı herkesin sevmesi,aynı sevgi kaynağından istifade etmek demektir..evde ortak sevgi kaynakları ne kadar çok paylaşılıyorsa mutluluk da o kadar çok artar.-ailede meydana gelebilecek sıkıntıların sebepleri nelerdir? Burada önemli olan sıkıntıların meydana gelmesi değildir..sıkıntıları ve problemleri görmemek,olağan kabul etmek önemlidir...her sıkıntının çaresi vardır,kendine güvenen aileler üstesinden gelebilir..ailede mutluluk için bunlarında -insanın iyiliği ve imtihan gayesiyle- var olduğu düşünülmelidir..
Müslüman imtihan karşısında sabır ve dua ile yardım istemeli ve bunun kemal derecesine ulaşmaya bir vasıta olduğunu düşünmelidir..büyükler öyle demişler: "hoş dur bana senden gelen ,yad gonca gül,yahut diken ,ya hil ‘atü,yahut kefen ,lütfün da hoş,kahrın da hoş.." dışardan gelen sıkıntıların böyle bir tavırla karşılanması da mutluluk sebeplerinden biridir. Eşler arası işbirliği de önemlidir..ailede herkes aynı yöne bakmalıdır..
. Sıkıntıların sebeplerinden biri de hanımın veya beyin çilesiz yetişmesi ve en ufak sıkıntıda yılgınlığa düşmesidir...sıkıntı görerek yetişmişse önüne çıkan meşakkatler karşısında huzursuz olmaz,alışmıştır..bir aile, geniş düşünüp kısa yaşamayı kendine zevk etme hünerini biliyorsa mutlu olur..öyle çileler ,öyle dertler vardır ki mutluluk kaynağıdır..insanların onlarla mutsuz olması doğru değildir...evlenirken dikkat edilmesi gereken başlıca hususlar nelerdir?..
Her şeyden önce Allah’ın nasip etmesi ve kişilerin edecekleri dualar bu konuda etkilidir.ikinci olarak evlenecek fertler fedakarlığı baştan göze almalılar..bir başkası ise tedbirdir..tedbir sadedinde iki önemli hususu ele alabiliriz;
birincisi; alacağın eşin yetiştiği toprağa bakması..aile düzeni,nesebi,soyu ,aile ortamının sosyal yapısı çok önemlidir.peygamber efendimiz(s.a.v.) "bataklıktan gül kokla-mayınız" buyuruyor....bir diğeri küfür meselesidir..zannedersem bu mesele biraz dar çevrede ele alınıyor.sadece yaşı,boyu değil; zeka, kültür,dünya görüşü,iktisadi seviye, zevkler birbirine yakın olmalıdır..kazanılmış alışkanlık ve özelliklerin sonradan terbiyeyle değiştirilmesi çok zordur..farklı dünyaların insanları bir araya gelmemelidir...yeri gelince mutfak kültürleri bile çatışır ve bir takım problemler mutlaka doğar...benim kanaatimce tercih edilecek bir genç kızın en az şu konularda eğitilmiş olması şarttır:
38,sayfa
1.evinin kadını olmalısı.yuvayı dişi kuş yapar..ev kadını olmak bir sanattır..kadın bu sanatı en iyi şekilde icra edebilecek kabiliyette yetiştirilmek zorundadır...
2. Beyinin hanımı olmalıdır.pek tabii aynı hususlar beyler hakkında da söylenir fakat evi yapan, yeri geldiğinde erkeği de eğitecek olan kadındır..bu açıdan kadının eğitimi öncelik taşır..eşine nasıl davranacağı,ne gibi şeylere dikkat etmesi gerektiği öğretilmeli,bizzat annesi tarafından gösterilmelidir..bu bir görgü ve sanat meselesidir..
3. Kadın çok iyi bir eğitimci olarak, annelik yapabilecek bilinçte yetiştirilmelidir. Kaliteli insan yetiştirebilecek bilinç verilmelidir
4. Kadının temsil kabiliyeti olması gerekir.bey,hanımıyla dışarı çıkmaktan,gezmeye gitmekten ve ya çocuk, annesinin okula gelip,öğretmeniyle görüşmesinden utan mamalıdır..aynı durum beyler içinde geçerlidir..eşler ve çocuklar birbirinden gurur duymalıdırlar... Deyip görev ve sorumlulukların: ve aile fertlerinin karşılıklı görevleri pedagoji, sosyoloji, hukuk vb. Bilimlerin alanına giren önemli konulardan biridir.
Bu bilimlerin her biri, farklı bir açıdan bu konuya yaklaşmıştır. Biz burada bu yaklaşımların tümüne değinecek durumda değiliz. Sadece konuya bir eğitimci gözüyle bakıp neşeli ve huzurlu bir hayat için gerekli olan hususları açıklamak istiyoruz. Bu amaçla karı kocanın görevlerini üç bölümde ele alıyoruz:
1. Karı kocanın karşılıklı görevleri
2. Kocanın görevleri
3. Kadının görevleri
Hemen belirtelim ki bu bölme, ev ve karı koca ile sınırlı bir bölmedir. Eğer bu çerçevenin dışına çıkacak olursak, başka görevler de gündeme gelir. Eşlerin ailelerinin görevleri, toplumun karı koca karşısındaki görevleri, devletin bu husustaki görevleri vs. Gibi. Ancak bu kısa yazıda onlara değinmemiz mümkün değildir. Dolayısıyla bu üç görevi esas alarak yazımızı üç bölüme ayıra biliriz. Her bölümde kısaca bu görevlerin bir kısmına değineceğiz. A) karı kocanın karşılıklı görevleri:
1. Karşılıklı saygı: karı kocanın birbirine saygı göstermesi ailenin ruh sağlığı, sevginin artması ve aile temelinin sağlamlaşması açısından büyük öneme sahiptir. Bu saygı, karı kocanın birbirinin kişiliğine değer vermesini; birbirinin görüşlerine, düşüncelerine ve zevklerine saygı duymasını kapsar ve hayatlarının tüm alanlarını güzel etkisi altına alır.
2. Karşılıklı sevgi: insanların birçok duygusal ihtiyacı vardır ki en önemlilerinden biri de, sevgiye olan ihtiyaçtır. Karı ve koca, birbirinin sevgisine ve ilgisine mazhar olmayı severler. Sevgisiz yaşamın cazibesi yoktur; insanların çoğu ondan kaçar. Allah’ın elçisi (s.a.a.) buyuruyor ki: "erkeğin, karısına ’seni seviyorum’ demesi, hiçbir zaman onun kalbinden çıkmaz."
3. Affedici ve bağışlayıcı olmak: karı kocanın birbirinin hataları ve yanlışlarını affedip görmezlikten gelmesi, aile ortamında büyük öneme sahiptir. Bu hususa dikkat etmemek, aileye hâkim olan samimiyet ve huzur ortamını huzursuzluk, kötümserlik, asabîlik ve memnuniyetsizlik ortamına dönüştürür.
Ruhun sakinliği, kinin bertaraf olması, izzetin artması, ömrün uzaması vs, hadislerde affedici ve bağışlayıcı olmanın etkilerinden sayılmıştır. Resullullah (a.s.) şöyle buyuruyor: "üç şey dünya ve ahretin yücelikler indendir: sana zulmedeni bağışlaman, seninle ilişkisini kesenle ilişki kurman ve sana karşı cahilce davranana karşı sabırlı ve halim olman."
4. Sorumluluk almak: aile mutluluğunun temininde etkili olan amillerden biri de, eşlerin karşılıklı sorumluluk duygusuna sahip olmasıdır. Kadın ve erkek, müşterek bir yaşamı kabullenmekle, aile kurmadan önce Üzerlerine görev olmayan birtakım sorumluluklar aldıklarını bilmelidirler. Bu sorumluluklar, kadın ve erkeğin yetenekleri, yetkileri ve özel koşulları dikkate alınarak belirlenir Geçimini sağlamak, aileyi idare etmek, eşlik görevlerini yapmak, çocukları eğitmek vs. Gibi. Bu duygunun varlığı, aile bağının güçlenmesine ve ruhun huzurlu olmasına sebep olur..
5.ahlâk: ahlâk, insan hayatında önemli ve belirgin bir niteliktir. İnsanlara, özellikle de eşe ve çocuklara karşı güzel ahlâklı olmak, insanın kişiliğinde derin bir etki bırakır; toplumu ve aile ortamını sefa ve samimiyetle doldurur. Güzel ahlâkın olmayışı da, hayatı karartır ve asabîlik, asık suratlılık, sabırsızlık, bahanecilik vs. Gibi olumsuz yan etkilere neden olur; korku, kaygı, kişilik kaybı vs. Gibi etkileri beraberinde getirir. Tatlı dillilik, insanlara saygı göstermek, alçak gönüllülük, geniş kalplilik, selâm vermek, hâl hatır sormak ve şefkat göstermek, güzel ahlâklılığın tecellilerinden sayılır.
38,sayfa
6.iyimserlik: tarafların birbirine güvenmesi, müşterek hayat için büyük bir sermayedir. Nitekim güvensizliğin de hayatta birçok menfi etkisi vardır. Kötümser bir kimse, negatif ve hasta bir ruha sahiptir. Onun ruh sağlığı ve dengesi bozuktur. Kötümserlik sonucu eşine güveni olmayan bir insan, aile hayatının sefa ve huzurundan mahrum kalır. Böyle bir insan, sosyal ilişkilerde de başarılı olamaz. Çünkü başkaları hakkında kötü zan besleyen biri, dostları ve arkadaşlarını kaybeder ve yalnız kalır. İmam ali (a.s.) buyuruyor ki: "bir insana kötümserlik galip gelirse, onunla hiçbir dostu arasında barış ve huzur kalmaz."
rıfkı ve müdara: eşlerin birbirine karşı görevlerinden biri de, rıfkı ve müdara dır. Şöyle ki; eşimizin kusurları, eksiklikleri ve hoşlanılmayan davranışları karşısında sert bir tepki göstermemeli ve şiddete başvurmamalıyız; tam tersine, şefkat ve samimiyetle yaklaşmalıyız. Çünkü kadının da, erkeğin de sözlerinde ve davranışlarında karşı tarafın hoşlanmayacağı eksikliklerinin olması doğaldır. Ne var ki müdahale etmek, eşimizin kusurları ve eksiklikleri karşısında umursamaz olmamız anlamına gelmez. Müdahalenin anlamı, eşimizin kusuru veya eksikliğini gidermeye çalışırken onun kapasitesini göz önünde bulundurmamız, yapabileceğinden fazlasını ondan beklemememiz ve istenmeyen özellikleri karşısında büyük insanlara yakışan bir davranış sergilemem izdir.
8.iffetli ve namuslu olmak: günümüz toplumunda bu özellik, genellikle kadınlardan beklenir. Ancak hadislerin bu husustaki bakış açısı daha geniştir. Hadislerde, iffetli olmak, karı kocanın karşılıklı görevlerinden biri ve en üstün ibadet olarak sayılmıştır. H.z. âli’nin (a.s.) tabiriyle iffet, şehvetler karşısında direnmektir. Bu da hem kadından ve hem de erkekten istenilen bir şeydir. Hadislerde, karı kocaya, birbiri için süslenerek iffetlerini korumada birbirine yardımcı olmaları tavsiye edilmiştir. İffetli olmak; eşin kirli insanlardan korunması, aile bağının güçlenmesi, eşin güvenini kazanmak vs. Gibi faydaları beraberinde getirir.
9.birbirini anlamak: ailevî sorunların birçoğunun temelinde eşlerin birbirini anlaması yatmaktadır. Eşinin içinde bulunduğu şartları ve yaşadığı sıkıntıları anlayan bir kimse, onun iyiliklerini daha iyi derk eder ve zahmetlerinin kadrini bilir. Eşini anlamayan bir kimse, onun bütün çabalarını görmezlikten gelir, kusurları ve eksiklerini gözünde büyütür; zahmetlerinin kadrini bilmediği ve onu teşvik etmediği gibi, iğneli ve kinayeli sözleriyle de onu incitir ve yaşama sevincini ondan alır. Gurur ve kibirden kurtulmak, birbirinin ruh hâllerini ve sıkıntılarını bilmek, eşlerin birbirini anlaması yolunda atılacak ilk adımlardır.
40,sayfa
B) kocanın görevleri:
1. Ailenin yönetimi: çünkü o, bedenen daha kuvvetlidir ve aileyi idare etmek için daha güçlüdür. Kadın, tıpkı gül gibidir; gül, yakıcı güneşe, rüzgara ve kasırgaya dayanamadığı gibi kadın da, ağır ve yıpratıcı sorumluluklara dayanamaz.
İmam ali (a.s.), oğlu imam müştebaa’ya şöyle vasiyet etmiştir: "kadına, şahsi işlerinden fazlasını yükleme. Çünkü o, reyhandır; kahraman değildir." 1. erkeğin sorumlulukları, sadece ailenin geçimini sağlamakla sınırlı değildir. Aile fertlerine doğru yolu göstermek, eğitim ve terbiyelerine nezaret etmek, onlara iyiliği emretmek, ahlâkî yönden sapmalarına engel olmak vs. Erkeğin önemli vazifelerindendir. Dikkat edilmesi gereken husus ise şudur: erkeğin aile müdüriyetinde başarılı olması, ancak aile fertlerinin gönüllerine taht kurmasıyla mümkündür.
2. Ailenin geçimini sağlamak: evin asıl işlerini idare etmek kadının sorumluluğunda olduğu için, doğal olarak erkek de ailenin geçimini temin etmelidir. Ancak bunu minnetsiz bir şekilde yapmalıdır. Çünkü bu, aile reisliğinden dolayı üzerine düşen bir görevdir.
3. Aileyi rahat yaşatmaya çalışmak: aile bireyleri, geçimlerinin temininin yanında nispî bir refah içinde yaşayabilmeleri için erkeğin cömertliğine muhtaçtırlar. Bu yönden bir kısma ve kısıtlamayla karşı karşıya kalırlarsa, birçok ruhsal ve bedensel darbeye maruz kalırlar. Ancak aileyi rahat yaşatmak, savurganlık yapmak ve israf etmek anlamına gelmemektedir. Bunun anlamı, cimrilik yapmamak ve erkeğin ekonomik imkânlarına uygun biçimde aileyi refah içinde yaşatmaya çalışmaktır. İmam rıza (a.s.) buyuruyor ki: "erkeğin, ailesinin geçimini kısmaması gerekir ki ölümünü arzu etmesinler."
4. Diktatörlükten sakınmak: erkek, her ne kadar ailenin reisi ise de, emir ve nehiyde, de bulunmaktan sakınmalıdır; eşinin ve çocuklarının görüşlerini dikkate almalıdır. Kendini beğenmişlik ve yersiz sıkmalar, ailede diktatörlük düzeninin hakim olmasına sebep olur; sağlıklı aile ilişkilerine ve çocukların doğru biçimde eğitilmesine zarar verir.
41,sayfa
C) kadının görevleri
1. Kocasının sırlarını korumak: kadın, asla kocasının sırlarını ifşa etmemelidir. Aksi halde kocasının güvenini kaybeder. Bazı erkeklerin işleri hakkında hanımına fikir danış mamasının bir nedeni de, hanımının sır saklayacağından emin olmaması ve söylediği şeyin ertesi gün ağızdan ağza dolaşmasından korkmasıdır.
2. Kocasının işine yersiz yere karışmamak: insan, fıtrî olarak özgürlük ve bağımsızlık ister. Bu eğilim, erkeklerde daha güçlüdür. Hanımlar,hayırlılıklarının her zaman kocalarının yararına olacağını zannetmesinler. Bu konu, evlilik hayatında zaman, zaman ciddî krizlere yol açabilir. Bu yüzden erkeğin bağımsızlığına zarar vermemeye çalışın.
3. Evi idare etmek: evi idare etmek ve ev işlerini evirip çevirmek, hukukî olarak kadının sorumluluğunda olmasa da, ahlâkî olarak onun görevlerinden sayılmıştır. Evi idare etmek, oldukça önemli bir iştir. Maalesef yalnızca ev işlerini yapan kadınlar (ev kadınları), kendilerinin ve yaptıkları işin gerçek değerini bilmiyorlar. Gerçek bir ev kadını, önemli bir birimin tüm işlerini tek başına yapan liyakatli bir müdürdür. Hem plânlayıcı, hem uygulayıcıdır. Uluslararası çapta kariyer sahibi olan birçok erkek, bu başarısını "bir ev kadını"nın tedbiri, ahlâkı ve liyakatine borçludur.
4. Ailenin harami yetini ve değerlerini korumak: kadının kocası hakkındaki en büyük vazifesi, erkeğin evdeki namusu ve vekili olarak davranışları ve sözleriyle ailenin harami yet ini ve değerlerini korumaktır. Böyle bir kadın, hem kocasının malını korur, israfa ve lükse kaçarak kocasının servetini zayi etmez; hem tehlikeler karşısında aile haysiyetini ve kocasının şerefini korur; hem de tesettüre riayet ederek namahremle re karşı örtünür. Şöyle yazıp kendisine vermiştim artık ikimizde birlikte bir yaşamı kucaklayıp mutluluk sözü vererek artık iş zamanı idi Allah-tan ki kaybettiğim hiçbir dünyalık sınav yoktu. Polislik merkez bankası, tek. Ptt.v. S birçok kurum sınavla personel alıyordu.bende tüm sınavları kazanmış devlet memuru olmuştum.içlerinden kendime uyanı seçtim.
42,sayfa
Tabii ki en zor olanını mesai merhumu yoktu bu benim işime geliyor gençliğimin dinamiğim izinde vatan millet Sakarya nidaları içinde gece gündüz çalışıyor aldığımız her kuruşu helal ettirmeye çalışıyorduk. Ama taşlar yerine oturmaya başlamıştı. Ama mali sorunlar bir türlü yakamı bırakmıyordu, buna rağmen öyle bir hayat yaşıyorum ki ,, cenneti de görüyor, cehennemi de öyle bir aşk yaşadım ki, tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de yaşam denen denizde kendi teknemi ilerlemeye çalışırken onca dağla ve fırtınalara inat, bazıları seyrederken hayatı en önden, kendime bir sahne buldum oynadım.
Baş rolünü bu hayatın, öyle bir rol vermişler ki, senaryosu yoktu veya ben okudum, okudum anlamadım. Kendi kendime konuştum bazen evimde, bazen işte, bazen bir tepede, bezende bir düzlükte, hem kızdım hem güldüm kendi halime, sonra dedim ki "söz ver oğlum kendine" denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin, sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin, uçmayı istiyorsan, düşmeyi de bileceksin. Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı başkaları gibi kenardan seyredersin. Hayattır bu gerçeği kabul edeceksin. Yaşadıklarını ancak sen bileceksin ve diyeceksin ki.
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım öyle çok değerliymiş ki zaman, hep acele etmem bundandı anlamıştım! Ve artık büyümüştüm eşimi alıp her şeye ve mücadeleye sil baştan başladım. Büyük şehirde ayaklarımın üzerine basıyordum artık, menfaatlerim mi sandalyeye benzetip ayaklarımın altına alıyor kendimi yükseltiyor umdum.
43,sayfa
hem resmi iş hemen artık özel iş yerimde merdiven basamaklarını hızla başlamıştım. Tam rayına girdi derken askerlik geldi çattı. Ve vatan borcu namus borcuydu bay doğru aşığı üstüne düşeni yaptı vatani görevine gitti. Geldiğinde özel işlerinde ve özel hayatında bir enkaz buldu. Ama yediği kazılar onu acıtmıyor yıkmıyor güçlendiriyordu,
Çünkü bir çocuğu daha olmuş ikinci kez baba olmuştu tabii ki mafya babası değil gerçek bir baba oda babalığa yakışanı yapmak istedi her onurlu insan gibi tüm hayatın olumsuzluklarına rağmen,Mücadeleye ortağını ayırarak tek başına daldı dibi görünmeyen sularla nice balıklar vardı onu bir hamlede yutacak parçalayacak,o denizdi her türlü mahlukatın olduğu denizdi veya ummandır.
tercini yapmıştı küçük bit teknesi olsa bile kürek çeken kollarının gücünü yüreğinde hissetti ve dedi ki güçlü ve doğru olabildiğin kadar yol alırsın aldığın yolun hesabını sadece sen Allah’a verirsin deyip rotasını belirledi ona göre kırlangıç misali kimi yerde derinden kimi yerde yüzeyden saygı ve temizlik ilkesine sadık kalarak-tan kendine olan saygını asla yitirmeden mücadeleye kaldığın yerden devam nidalarında kararını verdi. Kendini tanıyıp ne istediğini ve elindeki verilere göre şekillendirecekti hayatın çömleğini: nasılımı önce kendini tanıdı. Ve şu yazısını beynine kazıdı.
44,sayfa
Başarılar gelip geçicidir ama hatalar insanları hiç affetmez. En az hata yapan en başarılı insandır. Tutamayacağı sözleri asla vermedi, adımlarımda ’kim ne der’ diye düşünmemeden karalıkla yürüdü, basit kişilerle uğraşmadı, karıncayı bile inçiltmemeye dikkat etti, şu üç günlük dünyada kimse üzmemek için azami caba sarf etti, acıyı tanıdığın için kimseye çektirmedi. Çaresizliğini ’gurur’ la örtmedi, yalan ve taktikle uğraşmadı, kimsenin arkasından laf etmedi, inançlarından ve inandıklarından asla vazgeçemedi.
Kendine güvendi yaratandan ötürü bunu sorgulayanı sorguladı, Kendinle oyun oynatmadı ve kimse ile oyun oynamadı,konuşacağın zaman insanın dilinin altında saklı olduğunu unutmadı, hayat zordu yaşayarak anladı, ama o da kolay değildi, eğer beni dinlemeyip giden varsa bırak kim olursa olsun çok özleşen de çok sevende asla ve asla gururun önden gitsin mecburiyet takip etsin kesinlikle dön demeyeceksin diye kara aldı.
Her şey bende başlar bende biter..ben varsam her şey vardır yoksam zaten hiçbir şey yoktur dedi ve dökülen süt için ömründe bir kez bile ağlamadı, özel inşa ettiği tabularının yıkılmasına izin veremedi, Güvenmedikçe hiç sevmedi,Dedi senin yolun doğruluktur ve benden önce gelirdeki,.işte benim diyebilmenin mucizesini ruhunun derinliklerinde hissetti .artık dönüşü olmayan bir yolda hedefleri doğrultusunda ilerliyordu,
.başarılar birbiri ardına geliyor nedense toplumun delisi deli olmaktan çıkıp akıllanamıyordum .yıllar öncesine geri dönmüş zaman onu haklı çıkarmıştı .çalışmakla gecen yıllarında iki karpuzu bir koltukta götürmüş zamanı yakalamıştı .tıpkı okumanın insanı doldurduğu gibi yaşayarak dolmuştu şimdi yazma, yazma zamanı idi,yıllar su gibi akıp geçmiş yıl 1994 gösterdiğinde çocuklarına bırakacağı bir yarım kalmış diplomasını da duvara asmanın mutluluğunu yaşıyordu.memurlukta altı ayda aldığı parayı günübirlik kazanıyordu artık çileli sandığı yokluk devri yükseliş devrine geçmiş sosyete olmuştu .çocuklarını en iyi imkanlarla yetiştiriyordu.özel araçlarla okula gönderiyor özel hocalar tutuyordu eşini kendi haline bırakmış her isteğini hizmetkarı içmişcesine eksiksiz yapıyordu
2006 da 41. Senem düştü ömür ağacından. Benden bir şeyler mi götürdü yoksa ekledi mi? Öyle farkındayım ki yaşadığımın, var olduğumun. Tek,tek, gün, gün aklıma kazındı 2006... Geçen her yılı doldurdum heybesinin 2 gözüne kattım, önüme acı vermiyor artık hiç bir şey. Olgunlaşmış, kabuk bağlamış yüreğime..hüzün sarısını, altın sarısı gibi görüyor bu güzel olgunluğa doymuş gözler. Senenin başı ile sonunu yaşadığımız şu günlerin pek bir farkı olmadı aslında, dalgalanma olmayınca ruh dünyamda. Huzurlu bir iklimde yürümüş tünelin sonunu görmüş gibiyim
2007 diğer ucunda… daha ölçülü, daha dikkatli yaşama zorunluluğu getirdi bu yıl bana, içinde sonbaharı barındırıyor ya... Her günü sanki kömürün elmasa dönüşü gibi, midyenin içinde saklanmış bir kum tanesinin inciyi oluşturması gibi geçti bu yıl benim için. Bütün gayretimle yenilendim, etrafıma faydalı olmaya çalıştım. Sevgi verdim her canlıya, çiçeğe, böceğe ardıma dahi bakmadan çekip gideceğim çok uzaklara herkesin beni bıraktığı yerde,kalkacağım ayağa,tüm gücümü tüketmiş olsam bile kimseyi görmeyecek gözüm,savaşarak kazanacağım gene her şeyi,vazgeçmeden bıkmadan yeneceğim herkesi hiçbir zaman kaybetmediğim gibi,kazanacağım gene her şeyi..sende korktun değil mi? Maliyeti sıfır geri dönüşü bol... Ayrıntıları gördüm insan yaratılışında ki.
Kendimi buldum aslında, hep buraya aitmiş im ama bilmiyormuşum. Bana büyük bir kazancı 2006 nın. En sıkıntılı anlarda bile döndüğümde bu sayfalar silindi her şey beynimden. Keşke dememeyi öğrendim 2006 da çünkü keşke hiç bir kapının anahtarı olamazmış... Anahtarsız kapı açmaya uğraşmaktansa yeni kapılar aramaya ömür girdabında...
Bana keyif veren ve ömrümün en güzel geçen 3 haftasını yaşadım bir projeye dahil olmakla, bizde var olan ve hiç farkında olmadığımız okur-yazarlığımızın nasıl ışık olup çaresizlere çare olabileceğini öğrendim bu yılın finalinde… Belki bir 9 yıl daha geçecek böyle sonbahar dahil yaprak dökerek, sonra ömrün 5. Mevsimi başlayacak…
Sonsuza dek sürecek. bu arada amca oğlu aralarında yıllarca onun üstüne yaptığı iş yerleri ve 1 yaş olan kayınçosu ile dostluğu artıyordu artık istemese de ortak olmuşlardı istifa zamanı gelmişti.yıllarca yaptığı memuriyet hayatını bitirmiş
Ankara’daki iş yerini kayınçosuna bırakıp yıllar önce babasının yaptığı gibi memleketine geri dönmüştü.burada küçük bir emlak ve galeri danışmanlık şirketi kurarak yoluna devam ediyordu.Ankara ve kırık kalede iş yapıp bayilik sistemini iç Anadolu ya yaymaya çalışırken ülkenin ,içinde bulundu mali krizle hız kesik küçülerek hayatına devam etmişti tabii ki iki bin bir krizine kadar ikinci krizi atlamadan daha çok sevdiği kardeşinden ayrı görmediği can dost kayınçosu iş ortağı son 10.yılında en çok gördüğü ve güvendiği tüm olumsuzluklarını bildiği halde kaybetmeyi göze alamadığı yegane varlık olarak gördüğü dostunu bir trafik kazasına kurban gidiyordu
46,sayfa
.iki bin bir yılı yaşamında yeni bir kesit olarak yer alıyordu.işlerinin iyi gitmesi ve evde fazla kalması eşi ile sorun yaşaması kardeşinin müdahaleleri ile ulaştığı eşi tekrar bir çocuk istiyordu.ısrarlarını ikna kabiliyeti ile beri taraf dediğini sandığı halde bir akşam hamile kaldığını söyledi üçüncü kez baba olacaktı .sevinç le karışık kızgınlık ve korku vardı onlar amca çocukları 2 çocuk riskli idi ama ok bir kez daha raydan çıkmıştı .dönüşü olmayan bir yola girmiştik. Artık ulaşılan noktaların kifayetsiz ve duyuma bir konu haricinde ulaşmanın hazzını yaşayıp çocuğun ve yıllardır çekilen sıkıntıların aksine evde her şeye daha ılımlı ve geniş bakmaya daha küçülmeye ve hoşgörüyü yakalamaya uğraşıyordum.
Çocuğun doğumu ile bir anda dünyanın kararacağını bilemezdik. Ayrıca hayatın bize ne sunacağını bilemiyorduk ama çocuk diğerlerinden farklı idi durumu öğrenip işte artık gerçeklerle yaşamaya başladık. Ömrü bir mevsimler zincirine benzetirim ben.
0 - 10 yaş arası kayıp mevsim...hiç farkında olamadan geçer her şey, toz pembedir hayat, ailemizin sıcaklığı ve güveniyle korkusuzca harcarız bedava bulmuş gibi
10 - 20 yaş arası kıştır, bembeyaz her yer daha tek karanlık iz görünmez ömür sayfasında, karda yuvarlanır ya da kayar gibi geçer günler. En büyük derdimiz sıkan derslerdir, o yüzden okuldan kurtulacağımız günleri bekler dururuz. Kıymetini ancak yıllar sonra anlarız okul yıllarının.
20 - 30 yaş arası ilkbaharıdır ömrün, ışıl ışıl yaşanır yeşillenirse birde gönüller.
30 - 40 yaş arası yaz, sıcacık ve delidir damarlardaki kanlar. Güneşin etkisiyle olgunlaşmaya yüz tutar aydın beyinler.
40 a gelince ömürde mihenk taşı tekamüle ermiş, olgunlaşmış ne istediğini bilen insandır artık o yani sonbahardır..gelecek ile ilgili fazla planlar yapılmaz çünkü dökülmeye başlar ömür ağacından yapraklar.2006 da
41. Senem düştü ömür ağacından. Benden bir şeyler mi götürdü yoksa ekledi mi? Öyle farkındayım ki yaşadığımın, var olduğumun. Tek tek, gün gün aklıma kazındı 2006..
. Geçen her yılı doldurdum heybesinin 2 gözüne kattım, önüme acı vermiyor artık hiç bir şey. Olgunlaşmış, kabuk bağlamış yüreğime..hüzün sarısını, altın sarısı gibi görüyor bu güzel olgunluğa doymuş gözler. Senenin başı ile sonunu yaşadığımız şu günlerin pek bir farkı olmadı aslında, dalgalanma olmayınca ruh dünyamda. Huzurlu bir iklimde yürümüş tünelin sonunu görmüş gibiyim 2007 diğer ucunda…
daha ölçülü, daha dikkatli yaşama zorunluluğu getirdi bu yıl bana, içinde sonbaharı barındırıyor ya... Her günü sanki kömürün elmasa dönüşü gibi, midyenin içinde saklanmış bir kum tanesinin inciyi oluşturması gibi geçti bu yıl benim için. Bütün gayretimle yenilendim, etrafıma faydalı olmaya çalıştım.
Sevgi verdim her canlıya, çiçeğe, böceğe ardıma dahi bakmadan çekip gideceğim çok uzaklara herkesin beni bıraktığı yerde,kalkacağım ayağa,tüm gücümü tüketmiş olsam bile kimseyi görmeyecek gözüm,savaşarak kazanacağım gene her şeyi,vazgeçmeden bıkmadan yeneceğim herkesi hiçbir zaman kaybetmediğim gibi,kazanacağım gene her şeyi..sende korktun değil mi? Maliyeti sıfır geri dönüşü bol...
Ayrıntıları gördüm insan yaratılışında ki. Kendimi buldum aslında, hep buraya aitmişim ama bilmiyormuşum. Bana büyük bir kazancı 2006 nın. En sıkıntılı anlarda bile döndüğümde bu sayfalar silindi her şey beynimden. Keşke dememeyi öğrendim 2006 da çünkü keşke hiç bir kapının anahtarı olamazmış...
Anahtarsız kapı açmaya uğraşmaktansa yeni kapılar aramaya ömür girdabında... Bana keyif veren ve ömrümün en güzel geçen 3 haftasını yaşadım bir projeye dâhil olmakla, bizde var olan ve hiç farkında olmadığımız okur-yazarlığımızın nasıl ışık olup çaresizlere çare olabileceğini öğrendim bu yılın finalinde,
Belki bir 9 yıl daha geçecek böyle sonbahar dâhil yaprak dökerek, sonra ömrün 5. Mevsimi başlayacak… Sonsuza dek sürecek
Benim hayatım: hep başkaları için fedakarlıklarla geçti. Seçtiğimiz yollarda kaybettiklerimizin bize en büyük kötülüğü kendilerini tekrar, tekrar hatırlatmalarıdır. Bir kere kaybetmekle kurtulamadığımız şeylerdir.
Çay bahçesinde oturan 55–60 yaşlarındaki adam, yanına yeni gelen aynı yaşlarındaki arkadaşına öfkeyle söyleniyordu; -biraz daha gelmeseydin canım, kök salıyordum yavaş, yavaş.—aziz bey, insan arkadaşını böyle mi karşılar. Aziz bey, ayağa kalkıp arkadaşına sarıldıktan sonra sitemli konuşmalarına devam etti.
—Ahmet bey, beni saatlerce belletmen doğru mu?
—aziz bey, iyice yaşlandın. Ne saatlerce si yahu. Beklediğim otobüs geç geldi, sonra da trafiğe takıldı işte,-bir önceki otobüse binseydin.—bak kırmaya başlıyorsun beni. Aziz bey, nazını götürdüğünü bildiği arkadaşına yüklenmeye devam etti; ·-kırmak mı? Asıl kırılan benim yahu. Buluşalım, bir çay-kahve içelim diyen sensin, geç kalan yine sen.—tamam yahu ettik bir kusur. Unut artık.-`unut` muş, hani edebiyat sohbeti yapacaktık, şiirler okuyacaktık. Bu moralle oku okuyabilirsen. Heves mi bıraktın! —azizim aziz, unut moral bozan konuları, kapat artık. Çevrene bak; çiçekler açmış, kuşlar şen-şakrak, bir bahar rüzgarı yüzümüzde. Neşelen, kahveciye rica ederim şimdi, senin sevdiğin bir eski şarkının plağını da çalar. Daha ne istersin şu üç günlük dünyadan.
Sözü biterken kahveciye doğru el salladı. Kahveci, bu iki ihtiyarın hemen, hemen her hafta gelmesine, eski şarkılar dinleyip, şiirler okuyarak sohbet etmesine alışmıştı. Alıştığı işareti alan kahveci, uzaktan onların hafif atışmalı hallerini görünce, kendi kendine mırıldandı; “aziz bey yine öfkeli, uygun bir şarkı çalmalı”. Diyerek plakları karıştırmaya başladı. -…hiç gelmem. Kahvecinin koyduğu plaktan, “sen benim eski değil, eskimeyen dostumsun” şarkısı kulaklarından ruhuna yayılırken, aziz bey yumuşadığını belli eden bir ses tonu takınsa da yine sitemli konuştu;-senin keyfin yerinde, bekletilen sen değilsin.-bak kalbimi kırmaya devam edersen, bir da haki sefer daha da geç gelirim.-aha!..bir de tehdit ha, “daha da geç gelirim ha!...”-kızma canım hemen, şaka yaptım, bir daha geç gelir miyim!-ha şöyle yola gel.-bak bak. Gelme de gör bakalım bir daha yüzüne bile bakmam. Ahmet bey gülümsemeye, aziz beyin öfkesini neşesiyle savuşturmaya devam etti.-neyse azizim, bir öykü yazıyorum. Sanırım bu gece bitiririm.
Seni darıltmak istemem, bir daha ki buluşmamızda yorumlarına ihtiyacım var.-seni gidi seni, zayıf tarafımı biliyorsun değil mi!-öfkenin çabuk geçmesi de olmasa çekilecek adam değilsin.-‘adam değilsin’ den önce virgül mü var?-yok yok, o kadar da değil. Yine kavga mı çıkaracaksın. Aziz bey güldü;-şaka yaptım canım, sen şaka yaparken iyi de ben yapınca mı kötü. Neyse, bu günkü okuyacağımız şiirlere başlamadan kararlaştıralım, çarşamba mı uygun, perşembe mi sana?-çarşamba hastane randevum var, perşembe buluşalım.-hastane mi, yok ya önemli bir şey?
Ahmet Bey, bakışlarını başka tarafa çevirdi.
Önemli bir şey yok canım. İhtiyarladık, bir kontrolden geçeceğiz.-tamam ama sakın gecikme köprüleri atarım ha! Ahmet bey yine güldü;-atarsan at yahu, ben seni kolay bırakmam, yeni köprüler kurarım. Senin gibi aksi ihtiyarın arkadaşsız kalmasına gönlüm razı olmaz.
gül bakalım gül. Öykün kötüyse böyle gülmeyeceksin. En ufak hatanı yüzüne çarpacak, yerden yere vuracağım seni.-yahu eski dostuz insaf et.
-neyse bırak bunları o güne kadar gülsün yüzün. Sen yeni şiirlerini oku bakalım. Ahmet bey, çantasını karıştırdı, bir şiir defteri çıkarıp okumaya başladı; ne kaldı: içimde gençlikten bir ses kaldı,
doymadım dünyaya ah! ... Heves kaldı, neyle sem, ne yapsam nafile, alacak bitti de verecek son nefes kaldı.Birbirlerine şiirler okuyarak vakit geçirdiler. Akşama doğru vedalaşıp ayrıldılar.
**** **** **** **** **** **** **** ****
son edebiyat sohbetinin tadı damağında kalan aziz bey, perşembeyi nerdeyse iple çekmişti. Elinde son dergilerden bir demet, dostuyla okumak için hevesle kahvehanenin bahçesine geldi. Bahçeye geldiğinde yüzü asıldı, arkadaşı henüz gelmemişti. Öfkeli biriydi, yine içinde öfkenin kabardığını hissediyordu;-gelsin bakalım, bu kez gerçekten kırıcı konuşacağım.
Beş dakika, on dakika derken iyice sabırsızlanmıştı;
-yazıklar olsun, geçen o kadar kızdığımı bildiği halde yine gecikti. Eminim yine otobüsü bahane edecektir. Hele bir gelsin, kalp kırmak nasıl oluyormuş göstereceğim. Bekledi, bekledi, saatine baktı, yarım saat geçtiğini görünce yüzü öfkeden kızarmış halde kalktı yürüdü gitti. Eve vardığında öfkesinden kimse yanına yaklaşamadı. Girer girmez yüksek sesle bağırdı;-ben odama geçiyorum, Ahmet’ten telefon gelirse hemen beni çağırın.-arkadaşın Ahmet amcadan mı?—arkadaşım, dostum filan değil artık. Hışımla odasına geçti. Oda da bir aşağı, bir yukarı yürüyor, Ahmet özür dilemek için aradığında söyleyeceği öfkeli sözleri düşünüyordu. Arada bir odadan çıkıp soruyordu;
-Ahmet aradı mı?-hayır, aramadı.-arayınca hemen haber verin. Ne kadar beklese de aramadı, ertesi gün de; önce, aramaya utanıyor diye düşünüyordu ama ertesi gün de aramayınca kalbinde büyük bir hüznün ağırlığını hissetti. İşte perşembeden sonra cuma günü de akşam olmuş, hala aramamıştı.-yazıklar olsun Ahmet, bir arayıp özür bile dilemedin. Köprüleri atan sen oldun, yazıklar olsun, yazıklar olsun. İki gündür öfkesi, söyleyeceği sözler içini bunaltmıştı. Eli telefona uzandı, numaraları çevirmeye başladı. Bir yandan da, eski bir dostluğu bitirişin acısı boğazında düğüm, düğüm düşünüyordu;-son sözümü söyleyeceğim Ahmet, son sözümü ve bir daha yüzüne bile bakmayacağım.
Telefonun açılma sesinden sonra karşıdan genç bir kızın sesi geldi;-alo: genç kıza karşı öfkeli konuşmamaya çalıştı, sesini yumuşattı;-Ahmet beyle görüşecektim kızım, evde mi? Genç kız zor konuştuğunu belli eden bir sesle cevap verdi;-arkadaşı mısınız? Amca uzun süredir kalbinden rahatsızdı, çarşamba günü vefat etti, bu gün de cuma namazından sonra Çankırı’da defnettik. diyordu insan ancak kaybettikten sonra anlıyor kaybettiklerinin değerini. tıpkı şu şarkı da anlatılanlar gibi;
gesi bağlarında dolanıyorum yitirdim ,yitirdim yarimi aman aranıyorum,bir tek selamına güveniyorum gel otur yanıma,hallarımı söyleyeyim derdimden anlamaz ben o yari ney leyim
gesi bağlarında üç top gülüm var hey Allah’tan korkmaz, sana bana ölüm var hey Allah’tan korkmaz sana bana ölüm var, ölüm varsa bu dünyada zulüm var, atma garip anam beni dağlar ardına, kimseler yanmasın anam yansın derdime, yoklukları hayatımızdaki varlıkları haline gelir. Hep ama hep hatırlarız. Ne biçim kaybetmektir bu? Kim gölgesinden kaçabilir ki? Bazen duygularımız bizden erken yaşlanır ve bizden hayatın geri kalanını alır. Hayatın, kendini anlayanları cezalandırmasıdır bu...
Durup, durup ardına bakan insanlar vardır. Geçmişi düşünmekten şimdiyi yaşayamazlar. Her şeyi didikleyip duran mazisinin gölgesinden, anılarının yükünden bir türlü kurtulamayan gözleri ufuk yorgunu insanlar, güçlü, köklü bir biçimde yeni arkadaş edinecek yaşları geride bıraktıysan eğer, hasar görmüş eski arkadaşlıkları onaracak çağı da geride bırakmış oluyorsun. Zaman ilerledikçe birçok şey, daha zor olmaya baslar. Beklentisi yüksek olan insanların yalnızlığı daha koyu oluyor. Büyük lafların gölgesinde geçen hayatlar, bir daha iflah olmuyor, geçip gittiğiyle kalıyor işte.
datcada
Bunları derken Filiz’in gözlerine bakıyordu. Filiz, her şeyi göze alarak “Ne olacak ki?” dedi içinden ve mesut Beye dönerek:
-Evet! Sanırım gelmemem ve sizinle balık tutmamam için bir sebep yok. Geliyorum.
Verdiği karardan çok mutluydu. Genç kızlığından bu yana hiç böyle bir çılgınlık yapmamıştı. İçi ısındı. Serdar ise mutluluktan kanatlanacak gibiydi.
Eve gittiğinde eşi odasına geldi Filiz’in.
-Bu çizim bize çok büyük kâr sağlayacak. Devamı da gelecek güzel bir iş. Belki bu yaz düşündüğümüzden daha güzel bir tatili hak ederiz.
Bunları söyleyip bir de dudağından öptü. Evliliği boyunca taş çatlasa üç defa rastlamıştı bu harekete. Ama sonuçta, her zamanki gibi gitmişti çizim odasına.
Umutlandı Filiz bu buseden ve yanına gitti kocasının. Sarıldı, vücudunda elini dolaştırdı ve hafif öpücükler kondurdu yüzüne. Amacı tahrik edip, yatak odasına sürüklemekti. Bu şekilde kurtulabilirdi belki Serdar’ın müthiş çekim gücünden. Kemal kafasını kaldırmadan konuştu:
-Bak canım, bak! Şu kocanın çizimlerine bak! Gurur duyacaksın kocanla. Akıllısın oğlum Kemal, akıllısın!
Şu an hayal kırıklığı yaşıyordu. Daha önce de direk sevişmek istediğini söylemişti kocasına Filiz; ama bu defa direk söylemeyip, dokunmalarından anlamasını istedi. Elleri kocasının vücudunda dolaşmaya devam ederken;
-Yarın köye gideceğim. Sen de gelmek ister misin? “Olmaz” dersen; bir program yapar, gezer, zaman geçiririz birlikte. Gitmeyebilirim. Ne dersin?
Filiz kocasının cevabı karşısında, yine hüzünle ellerini çekti kocasının bedeninden. Kemal; “Git sen canım. Köye gitmek iyi geliyor sana. Selam söyle. Ben sıkılırım, duramam. Bilirsin; sevmem köyü, kalamam. Hem bu çizimi bitirmem lazım ki diğer bölüme geçeyim pazartesiye. Çok para kazanacağız çookkk!” deyip aşkla bakmaya devam etti çizim masasındaki eserine.
Filiz bir mini valiz hazırladı kendine. Balık için bir kıyafet; gece için pijama, yedek çamaşır ve çoraplarını aldı. Bir de spor ayakkabılarını poşetleyip, valizinin kenarına sıkıştırarak fermuarını kapattı. Her zamanki gibi arabasına atladı ve hareket etti.
Bu defa arabasını şirketin park alanına bıraktı. Mesut’un arabasıyla yolculuğa devam ettiler. Sonbahar tüm güzelliğini cömertçe serpiştirmişti ağaçların dallarına. Kahverenginin, yeşil ve kızılın tüm tonları hâkimdi sıralı ağaçlara ve yollar kıvrım kıvrımdı. Serdar hareketli, enerjisi yüksek şarkıları seçiyor, sonbaharın güzelliği içlerinin coşkusunu dans ettiriyordu.
Bu yolculuğu birlikte paylaşıyor olmaları ikisine de mutlu etmişti. Sebepli sebepsiz gülüyorlardı. Bir büyük, sürgülü kapının önünde durdu mesut. İnip kapıyı açtı. Arabayı içeri alıp, kapattı kapıyı. Az ileride ahşap, iki katlı büyük bir bina tüm ihtişamıyla onlara bakıyordu.
İçerisi girdiklerinde şaşırdı Filiz. Çok temiz ve düzenliydi her yer.
-Arada gelip burada kalmayı seviyorum. Hoş geldin. Buyur içeri.
Gülümseyerek baktı Filiz. Bu adamda huzur buluyordu.
Mutfağı, lavaboyu, odaları gezdirdi. Filiz’e kahvenin ve cezvenin yerini gösterdi.
-İstersen birer kahve yapıp içelim; balığa gidelim sonra. Akşamın bu saatleri iyi tutulur.
Filiz kahve yapmaya hazırlanırken, kendisi de eve aldığı malzemeleri arabadan indirmek için dışarıya giderken göz kırptı mutlulukla. Kadın, etkilenmek bir yana; çok daha yoğun duygular hissetmeye başlamıştı mesutta.
Malzemeleri mesut yerleştirdi yerli yerine. Marul ve sebzeleri suya koydular. Kahvelerini içip üstlerini değiştirdiler. Balık tutmaya hazırdılar artık.
8. BÖLÜM SONU
Datça Mesudiye yörenin en güzel köyüydü deniz durgun ve masmaviydi. Sandalı çözdü bağladığı yerden ve Filiz’e yardımcı olup sandala aldı; motoru çalıştırdı. Açık denizin maviliklerindeydiler artık. Nasıl balık tutacağını gösterirken ellerinin teması, yan yana oturmaları, sallandıkça giysilerinin sürtünme sesi ikisine de keyif veriyordu. Adam da, kadın da; kazara birbirlerine değmek için zemin hazırlıyorlardı sanki. İkisi de düşünce olarak “Balık” ve “Arzu” kavramları arasında gidip geliyorlardı.
Filiz oltasını atmış, sonra ayağa kalkıp ufku seyre dalmıştı. Ufukta bile müdürünü görüyordu adeta. Beyninde sadece bu adam vardı ve bu çekim gücünden kendini çekmeye çabaladıkça aslında yaklaşıyordu. Tıpkı bataklıktaki birinin çırpındıkça batması gibi…
Birden sert bir dalga geldi kendilerine doğru. Beyaz köpükleri son anda fark ettiler ama yapacak şey yoktu. Mesut oturduğu için tehlikeyi atlatmış; ancak Filiz denize yuvarlanmıştı. Neyse ki son anda sandalın kenarına tutunmuş; neye uğradığını şaşırmıştı kadın.
Sesi bile çıkmıyordu. Adam telaşla fırladı ve kolunu uzattı. Avuçlarıyla avuçlarını kavradı kadının ve çekti sandala doğru ve kucaklayarak aldı denizden.
Sırılsıklamdı Filiz. Üşümeye başladı. Üşüdüğü, nefes alışının sıklığından belliydi. Mesut göğsüne bastırdı Filiz’i… Yakınlarda ne bulduysa üzerine örttü kadının. Olmuyordu; üşüyordu yine de. Bu kez adam düşüncelerinde med cezirleri yaşamaktaydı. Bir yanda çok arzuladığı kadının ıslak giysilerinin yapışmasıyla görünen teninin verdiği heyecan; diğer yandan, bu tatildeki güzel hayallerinin, kadının hastalanmasıyla son bulacak olması. Arzu fırtınası ile endişe depremi birbiri ile kapışıyordu ruhunda.
Islak giysiler kadını daha çok üşütüyordu. Çıkarması lazımdı giysileri; ama yedekte bir şeyler yoktu. Mesut kadını göğsüne bastırırken, iliklerine kadar hissettiklerini bastırma çabasındaydı.
Aynı çatışmalar Filiz’de yok muydu sanki? Fazlasıyla vardı. Çatışma içindeydi. Bir yanda hasta olma korkusu, diğer yanda adamın kollarından hiç kalkmama arzusu. Öyle bir ikilem idi ki… Bir diğer endişe daha vardı ikisinde de. Karısının köye gittiğini sanan Kemal de gerçeği öğrenecekti hasta olursa. Sessizliği mesut bozdu:
-Ben arkamı döneyim; sen de ıslak giysilerini çıkar üzerinden. Hastalanacaksın yoksa.
Filiz’in dişleri birbirine vuruyordu. “Peki” dedi belli belirsiz. Zaten girdiği beyaz keten pantolonu ve lacivert dantelli yarı acık bluzunun ince kumaşı tenini belli ediyordu ve sonuçta bu sağlık meselesiydi. Hem adama duyduğu arzu, çıplaklığının çok daha önündeydi.
Giysilerini çıkarırken oluşan kumaş sesleri mesut’u çıldırtıyordu. Arkasını dönmüştü; ama görme isteğiyle ruhu titriyordu. Filiz’in sesi duyuldu:
-Rüzgârdan koru beni. Çok sert esiyor.
Döndü adam. Tüm güzelliğiyle iç çamaşırlarıyla duruyordu kadın. Kucakladı ve sandala oturdu. Bedenini siper etti çıplak kadına. Bir erkek için ne zordu o anı yaşamak… Arzuyla kıvrandığı kadını kucağına alıp dokunamamak, okşayamamak…
Yaklaşık bir saat sonra Filiz’in üşümesi de, utangaç hisleri de geçmişti. “Nasıl olsa gördü tüm bedenimi” diyordu içinden. Aşk yoktu ikisinde de; ama adı konmayan bir arzu vardı. Belki bir ihtiyaç, belki bir özlem; adı her ne ise… O halde bile çılgınca balık tutmanın zevkine devam ettiler.
Şansları yaver gitmişti. İstavrit, mezgit epeyce avladılar. Bir süre daha kalıp, birbirlerine belli etmemeye çabalayarak arzuyla kıvranıp geri döndüler. Araba bahçeye kadar girdiği için Filiz’i etraftan çıplak görmeleri mümkün değildi. Hemen arabadan inip koşarak kapıya yöneldiler. mesut hemen kapıyı açtı ve kadın eve girip koşarak odasına gitti. Yedek çamaşırlarını ve giysilerini alarak banyoya koştu.
9. Mesut balıkları ayıklarken, banyodan rahatlamış olarak çıkan Filiz de salatayı yapıyordu. Balığı bırakıp sarılmak ve dokunmak geçiyordu ikisinde de birbirlerine karşı.
Masa hazırdı. Balıklar harika kızarmıştı. Nasıl bir telaştı bu? Hayatlarındaki büyük bir eksiği tamamladıklarının farkındaydılar. Gelişmeler ikisini de korkutmuyordu.
10. Aksine her anın hazzını fark ederek yaşıyorlardı. Paylaşıp bölüşüyorlardı arzularını da, zamanı da. Ne özel bir durumdu bu. Birçok kişi bu eksiklikle hayatı yaşıyorum sanıyorlardı oysa.
Rakı ve balık yan yana öyle güzeldi ki… Balıklarını yavaş yavaş yediler. Rakıyı ve yemeği fazla uzatmak istemediler. Hayattan değil; ama yaşadıkları andan bir beklentileri vardı sanki.
Tavşankanı çay demlenmişti. Özellikle alkol almak istemişlerdi balık yerken. Garip bir hazır oluş hali vardı ikisinde de… Çaylarını alıp salona geçtiler. Mesut anlatmaya başladı:
-Anneannemi ve büyük babamı on yıl önce kaybettim bir trafik kazasında. Sonra yurt dışında bir şirkette başarıyı yakaladım. Bu arada Türkiye’den uzakta kaldım. Burayı çok özlemiştim. Bu evde büyüdüm. evebeyinimin anısıyla dolu her yanı bu mekânın…
11. Manevi huzur alıyorum. Bu nedenle fırsat buldukça gelirim. İlk defa biriyle geldim. O da sensin Filiz.
-Ben de en çok anneannem ve dedemin köyüne gittiğimde kendimi huzurlu ve güvende hissederim. Biliyor musun, eşim beni köyde sanıyor.
Serdar, yıllar öncesinden köşede duran pikaba, güzel slov bir şarkı koyarak Filiz’i dansa kaldırdı. Dans ediyorlardı. Ayrı dünyaları yaşamış, ayrı topraklarda büyümüş iki ayrı beden, bir bütün olmanın adımlarını bilinçle ve keyifle atıyorlardı.
12. Ne istediklerini biliyorlardı. Ne “Alkolün etkisiyle ne yaptığımı hatırlamıyorum” diyecek bir kaçamak yol arıyorlardı, ne de “O anda çaresizdim” demeyi… İkisi de aklı başında olarak bütünleşmek istiyorlardı. Birbirlerine dokunmanın tadına varmak, vardıkları tatta kaybolmak…
13. Bu andan sonra başka hiçbir şey, ikisinin de içindeki alevi söndürmeye yetmezdi. Bir insan arzu uyandırmayı başarıyorsa, bu başarısını, uyandırdığı vücut ve bedende yaşamalıydı. Dans eden iki ayrı beden değildi. Ritme ayak uydurmaya çalışan tenlerinin tanışıp, kokularının karışmasıydı. İçerideki kıpırtıların coşan sellere akmasıydı hatta. Okyanusun çölleri serinletmesine duyulan özlemdi. Bu sadece bir dans değildi. Başkaydı işte. Başka bir âlem gibi, başka bir hülya gibi, rüya ile gerçeğin arası boşlukları doldurma gibi…
Arzu içindeydiler ve o şehvet dolu anları düşünüyordu ikisi de. O an hissettikleri şey arzu ise, düşündükleri yoğun duygular şehvetti. Vücutlarının bütünlüğünden aldıkları hazla danslarına devam ediyorlardı. İkisi de tutkuyla bakıyorlardı birbirlerine ve tutku iki insan arasındaki kimyasal çekimdi şu an.
14. Gelip giden şiddetli bir fırtına, bedende hissedilen yoğun yağmurlar, nefesinizi kesen ve karşısında çaresiz kaldığınız bir duygu…
Çaresizdiler. Adım adım tadına varıyorlardı, dokunuşlarının beyin ve tenlerinde bıraktığı hazla. Doyumsa yaşananların sonucu, onlar besliyorlardı arzuyla yanan tenlerini.
Adam acele etmiyor; bu an hiç bitmesin istiyordu. Kadın ise adamın sabrıyla daha bir sarhoş oluyor, sonsuza kadar bu dokunuşlarda boğulmak istiyordu. Artık dünyada başka hiç kimse yoktu. Müdürlük ve memurluk da yoktu. Sadece iki bütünleşmeye hazır beden… Beyinleriyle çoktan bütünleşen kadın ve erkek için aşk da yoktu, sevda da.
15. Anı yaşamak isteyen duygular. Başka hiçbir his onları rahatsız etmesin istiyorlardı.
mesut, hemen yerde duran, içi silikonlarla dolu, büyük yastıkların üstüne, şehvetle kıvranan bir bedeni uzatmıştı. Filiz’in vücudu titriyordu. Ne hava soğuktu, ne de korkuyordu. Sadece olacakların dozunu hayalinde kurgularken, bedeni büyük tepki veriyordu. Canlılık buysa, duyarlılık buysa; tümü kontrol dışıydı artık. Ne kalp yerindeydi, ne beyin, ne ten… Arzuyla şehveti ayıran her şeyleriyle hazırdılar kavrulmaya
ruhumun derinliklerinde vaktinin az oluşunun farkındayım. Sevmekten daha büyük güzellik, bereket yoktur sanırdım.
Meğer sevilmek ondan da güzelmiş.”N GÜZEL valsimiz nicedir de esasen sıhhatinin normalleşmesini arzulamaktayım nasıl da üşümüştü yüreğim, bilemezsin! Neden diye sorarsan, bir an içiSZn yüreğine esbabını danış derim Hiç gereği yokken, ben sensizliğinde üzüldüm, sen de benim sana kızmalarım sonrası bensizlik de. Ama şu anda beni rikkate boğup, güzel gözlerine ait birkaç kelimeyi toparlamaya çalışan güç, ağlayışlarından kaynaklanıyor. Seninle vuslatın limanına ulaşamasak bile, çaresiz bir sevginin yamacında tekrardan buluşmamız güzel bir şey!. Ama yabu anı ıskalayıp boşlukta olanlar ve boşluklar boşluklardan bahsetmek için elime kalemi aldım ve andıkça yaşadım yaşadıkça hissettim anılarım tazelendikçe yazdım yazabildiğim kadar en ince noktasına,kadar,coşarak,
16. Tüm nazarlı kıskanç gözlerden gizlice
Uçan kelebekler gibi döndük bütün gece.
Ay ışığı, kumsal ve müzik bize aitti sadece...
Sen her sefer biraz daha hafifleyerek kollarımda
Döndükçe bir kelebeğin kanatları gibi açılıp kırmızı:şalın
Ay ışığında, bilsen ne güzelgörünüryordu bembeyaz sinen çıplak omuzların yıldızların ışığında
Solukların sıklaşmış, derinleşmişti ısının nefesinde yoruldukça,
Önce bir küçük buse kondurup dudağına
Kucağımda taşırken seni, kumsalın en kuytu köşesine
sende yorgunluk bende şehvet :, bırakırdık kendimizi ıslak kumlara.
Azgın dalgalar uzanıp yalarken ayaklarımızı selenimiz yankılanırdı en yak omuzların ışığında bu aşk mabedimiz kumsalda,
Beyaz değil,maviydi köpükleri ay ışığında
Ve sen sıvadıkça ıslanan eteklerini
Elimde olmadan düşündüm, arıları ve bal peteklerini...
Artık bu ân’a özdeşleşmişti gelmiş geçmiş tüm zamanlar,
Huşû içinde sustu bütün kemanlar.
Rüzgarda hışırdayan yapraklar bile sustu,
Duyuluyordu artık yorulmuş dalgaların kumsalda son nefesi
Ve göğsüme savaşı kazanmış komutan edasında göğsümde başın konmuş bülbülün şakıyan sesiydi nefesin...
Şimdi o dişi bülbül, hep aşkı şakıyordu,
Sanki damarlarında kan yerine aşk akıyordu.
Elleri yavaş yavaş ellerimle buluşurken
O an, bütün hasret tenler bir tek vücut olup birbirine kavuştu.
En yüksek yıldızlar, ayaklarının dibindeydiler
Ve ayağın suya değdikçe, arzuyla titrediler.
Dudaklarıma hiç söylenmemiş türküler yerleşti
geçmişe dair tüm anıların izi silindi yaşananlardan
Onlar da hiç öpülmemiş dudaklar yepyeni bembeyaz bir sayfa açtı hayatlarında ,Ve ay:,bir göz kırptı bize, o da anlıyordu...
Şimdi:bir gece daha tertemiz el değmemiş bakir alabildiğince
Valslerin..en,güzelini en şahanesini izliyordu İki çılgın tenden denizin gizemini dinlerken sonra, nasıl oldu bilmem,Bir ateş gölüne döndü deniz,Dalgalar hep alev kesildi ve o köpükler yerine Alevler yaladı çıplak tenimizi derken, dev bir dalga gibi koca alev topu gelip örttü üzerimizi..İşte o andan sonra,Gün ışığı vurup yüzümüze,,
17. Gerçek dünyaya geri getirene kadar bizi,
Bir alev deryasında sürdürdük,En güzelvalsimizi...Sonra inceden bir sabah rüzgarıyla ürperdi,denizin yüzü,Anladık,uzun ve güzel bir rüya gördüğümüzü,Bir rüyaydı belki her şey,Keman seslerinde,gizemli bir âlemde gezdik,Gerçek olan sadece bizdik,Birsen bir ben,yıldızlar ve aşkımıza şahit olan denizşimdi o geceden kalan tek hatıramız işte bu o son valsimiz...
18. Fakat nasıl yazacağımı bilmiyordum. Defalarca aynı cümleleri tekrar etmekten bazen o kadar çok bunalıyorum ki, beni ilgilendirmediğini düşündüğüm konuları deşip, yeni bir ben çıkarmanın ne kadar da beyhude bir emek olduğunu düşünmem, bana hep acı veriyor. Yine de aynı cümleleri telaffuz edip, mahiyetinde deforme olmuş bir duygu boşalımı imha etmemek adına,Her şey susuyordu: Caddedeki uyuyan taş, pencerelere sızan güneş ışığı, esneyen kedi, yaşlı bir kadının kırışmış parmak derisi arasında sımsıkı tutulmuş bastonu, balkonlardaki saksı çiçekler, kırk yıllık çam ağacı, evlerinin dış kapısına yaslanmış genç kız, üç tekerlekli bisiklete binen kız çocuğu, arabanın motorunun ısınmasını bekleyen adam, yer ve gök!
19. Nerden başlamalıydı, başlamamak mı gerekiyordu yoksa susmak mı diğerleri gibi. Mavi ışık, gençler, sihirbazın esrarengiz dumanı, nargile, koyu boş muhabbetler, asılsız binlerce haber…’Biliyor musun o kızın göğsü sarkmıştı.’ ‘Nereden biliyorsun?’ ‘Dünyanın gıkı çıkmış abicim, her şey sarkıyor.’ ‘ Sarkmayan bir şeyim vardı, geçen baktım o da sarkmış.’ ‘Sarkan sarkana desene.’ ‘Olmaz mı tabi, geçen gün aldığım çiçek vardı eve getirdim, iki güne kalmadı yapraklarının hepsi sarktı.’ ‘Susuzluktandır.’ ‘Bence güneş gören bir yere koy.’ ‘Güneş yakar yapraklarını, gölgede sakla.’ ‘Yapraklarını süngerle ıslat.’ ‘Toprağına solucan at. Faydası oluyor.’ Aslında onlar da susuyordu. Susmayan bir şey var mıydı, nereden başlamalıydı. Çabuk kafamın içinde kaynaşan hücrelerin bir hayal ürünü olduklarını kabullenme yoluna gittim. Belli bir zamanı yoktu.
20. Günü olsa saati yoktu, saati olsa anı yoktu. Böylece her şey daha önemsiz gelmeye başlamıştı. Canlılar dünyasıyla aramda olan bağlar koptukça, kendime geliyordum. Diğer bir yandan herkes gibi, benim de isteyeceğim bazı güzellikler vardı. Güzellik? Huzur olmayınca güzelliğin bir manası olabilir miydi? Çocukluk, gençlik, olgun bir çağ, sonra belin bükülmesi yavaş yavaş, gitgide insanı değişik bir mahlûka benzeten, sanki bu dünyada yaşamamış bir canlı gibi onu gösteren yaşlılık… Hiç birinin en ufak farkı yoktu. En azından benim için geçmiş ve gelecek birbirini götürürken, kalemimin yanında bir de kâğıtları toparlayıp, masamın üzerine koydum. Bembeyaz kâğıtlar o kadar çok şık gözüküyorlardı ki, aslında kıyamadım onları kirletmeye. Belirli bir pişmanlık anı sonrası, nihayet yazacağım dedim ve yazmaya başladım.
Uzun bir süredir kendimi enerjisi bitmiş batarya gibi hissetmeme sebep olan duygusuz kalışlarımı düşünüyorum da, nedense bazı insanlar hayatın anlamı için gereksizce kafa yoruyor.
21. Buna dâhil olan zatlardan biri de ben(d)im! Nihayet bulmayacağına kanaat getirdiğim bu arayışıma, kısa ve öz olarak temellendirdiğin cümleler mantıklı bir çıkış kapısı olmuştu. Dediğin gibi ’yaşadıkça kaybetmeli insan’ fikri, ilk başta insanı ürküten bir ejderha tırnağı kadar karşısında dururken, pek çokları gibi olağan bir hal üzerine ikamet ettireceğim silinişlerimden ise bir türlü kurtulmayı başaramadım.
Döndükçe içinde o her yanı buz kesmiş duvarlı odanın, çürüyen ve artık kökmüş kalbini gördüm. İçi kurtlanmış, tıpkı çöpün aktığı bir apartman boşluğu gibi kokan, artık hiçbir işe yaramayan kalbini…
Geçmişin öcünü alma derdini çoktan bitirdim, şimdi sadece yüzünden parçalanarak düşen o maskeye bakıyorum. Sen ağladıkça tüm hainliğinle, o timsah gözyaşların aktıkça, ben büyüyü bozuyorum, tüm niyetimi ömrüme akıtıyorum.
Olmadı ve irkilmelerime sebep olacak tembelliğimi değiştirecek hiçbir çare bulamadım önümde kabuğunu bile koparmadan kalbimdeki yaranın, bir akrep zehrini akıtmadan geceye, yüzüme çarpan rüzgarı gözyaşımla silip, seni kendi kaderine teslim ettim.
Bende durduğun her an, tıpkı bir doğum sancısı gibi, hiç bitmeyecek bir acıyla kıvranırken bedenim, yüzüme o büyük tebessümleri yerleştirmek, artık zor geldi.
Bir kapıdan girdim, sadece kendimi gördüğüm büyük, ağır, derin bir kapıdan elim, kolum, yüreğim dolu girdim. Ne varsa oraya bıraktım, hafifledim, hem seni, hem kendimi sildim.
Döndükçe içinde o her yanı buz kesmiş duvarlı odanın, çürüyen ve artık kökmüş kalbini gördüm. İçi kurtlanmış, tıpkı çöpün aktığı bir apartman boşluğu gibi kokan, artık hiçbir işe yaramayan kalbini…
Geçmişin öcünü alma derdini çoktan bitirdim, şimdi sadece yüzünden parçalanarak düşen o maskeye bakıyorum. Sen ağladıkça tüm hainliğinle, o timsah gözyaşların aktıkça, ben büyüyü bozuyorum, tüm niyetimi ömrüme akıtıyorum.
Ne kaldıysa artık…
Bir gün gelecek ve sen hiç dolduramadığın o kalbin kanında kendini boğacaksın, biliyorum. Ben kendime gülüyorum, acıyorum, üzülüyorum ve geçip giden bir ömre bakıp, keşke annemin sözünü dinleseydim diyorum.
Sonra anneler ve sözlerinin bir zamanlar ne boş geldiğini hatırlıyorum, utanıyorum…
Bu oda ve etrafında dönen bu dünya, en kadar sahteymiş ve ben hayatımı neden senin gibi biri için harcamışım, onu anlamaya çalışıyorum Oysa ömür denilen bu hediyeyi gözüm gibi korumalıydım.
Ölüm var yahu, ölüm ve sonrası hiç, karanlık ve bir daha belki hiç göremeyeceğin bir hayatın damla damla tadını çıkarmak varken, ah gençliğim, ne büyük cehaletmişsin…
Şimdi sana bakıyorum, içimde hiçbir şey olmuyor. Ben geçen günlerin acısını çıkarma telaşındayım, bundan böyle sadece yaşıyorum ve en çok kendimi seviyorum…
Ama artık yeni bir yolun başında bulunuyordum. Hayat yolculuğunun yeni bir safhasına adım atıyordum. Önümde taze bir baharın tatlı ve ılık bir iklimi vardı. Bu iklimde her şey taze, diri ve dinamikti. Nisan yağmurlarını toprağa indirdiği rahmet rayihaları ruhumun genzine yayılıyordu. Gözlerim renklerin güzelliğine, kulaklarım seslerin duruluğuna mest olmuştu Kendime olan güvenim gittikçe artıyordu. Öncelerde her sesten ürken titreyen yüreğim, şimdi cesaretle dolmuştu.
Ne mezarlıklar, ne karanlıklar nede ölüm beni korkutamıyor sadece gideceğim yere ne götüreceğim ve ne yüzle varacağım ilgilendiriyordu. Büyüklerime olan saygım devam ediyordu ama benim düşüncelerime ve hayat tarzıma da saygı duyulmasını istiyordum. Ben olgunlaşmış tim. Aklım, fikrim, bilgim ve düşüncelerim vardı yaşama dair.yollarda yürürken, nisan yağmurlarının çukurlarda meydana getirdiği çamurla su birikintilerine artık aldırmıyordum. Deli dolu yaşama hırsıyla, kopardığım güllerin dikenli olabileceklerini bile hesaba katmıyorum.
Bu güzel bahar mevsimi hiç bitmeyecekmiş gibi kaygısız ve sorumsuz bir şekilde yaşamak istiyordum.
Yaş otuz beşe dayanmıştı acaba yolun yarısı mıydı ki. Yazan şair bile 40. İnde göçüp gitmişti. Yarını kim bilebilirdi ki Allah’tan başka, ne var ki bu tatlı ve zevkli yolculuk fazla uzun sürmedi. Bir müddet sonra dizlerimde bir takım ağrılar hissetmeye başladım. Galiba yoruluyordum. Bir ara sendeledim ve yolun kenarındaki çamurlu suya kapaklandım. Yüzüm gözüm çamur içinde kalmıştı. Ayağa kalkarken suda kendi aksimi gördüm. Yüzüm kan içindeydi. O zaman anladım ki, koparıp kokladığım güllerin dikenleri burnumu ve yüzümü kanatmıştı. Boynumdaki süslü zincirlerin bir ucunun nefsimin ve şeytanın elinde olduğunu anlamıştım. Az evvel beni çamurlu suya düşüren ipi onlar çekmişlerdi.
Gitgide ılık ve güzel günler yerini serin ve kara bulutlarla kaplı bir havaya bırakıyordu. Sararan yaprakların hüzünlü hali ruhuma da aksetmişti. Kabına sığmayan deli yüreğim, sakinleşmeye, daha yavaş ve yorgun atamaya başlamıştı. <Yine bir yolun sonun dasın. Hayat uzun, çakıllı, bazen genişleyen bazen daralan, düzlükler ve engebelerle dolu, iki yanı ağaçlarla kaplı uzayıp giden bir patika.
46.sayfa
Bu patikada genellikle tek başına yol alırsın. Önceden başına gelmiştir, bilirsin kimseye yaslanmadan kendi yolunu kendin çizmem gerektiğini ve sonunda hayal kırıkları yaşayabileceğini.
Ancak yüreğinin derinliklerinde hep, bir şeylerin yokluğunu hissedersin.
Yine de umursamazsın bu duyguları, bir nevi zayıflıktır senin için böyle hissetmek ve bastırırsın. Günlük telaşlara dalıp gidersin. Bazen yaya, bazen bulduğun bir vasıtayla ilerlersin kendi yolunda. Yapmayı tasarladığın ve ertelediğim onca şey önünde yığınla birikir ama bunaltmaz, aksine hayata "bağlanmak" adına bir şeyler bulduğun için memnunsundur hayatından. Kafanın içinde her şey planlı programlıdır, planlarında yer olmayan şeylere kesinlikle kapalıdır kapıların...
Bir gün 40 yaşlarda kapını çalıverir bir sürpriz kendini bulursun bir telefon beklerken hiç ömür aynı mevsimler gibiydi.
0 – 10 yaş arası kayıp mevsim... Hiç farkında olamadan geçer her şey, toz pembedir hayat, ailemizin sıcaklığı ve güveniyle korkusuzca harcarız bedava bulmuş gibi
10 – 20 yaş arası kıştır, bembeyaz her yer daha tek karanlık iz görünmez ömür sayfasında, karda yuvarlanır ya da kayar gibi geçer günler. En büyük derdimiz sıkan derslerdir, o yüzden okuldan kurtulacağımız günleri bekler dururuz. Kıymetini ancak yıllar sonra anlarız okul yıllarının
20 - 30 yaş arası ilkbaharıdır ömrün, ışıl ışıl yaşanır yeşillenirse birde gönüller..30 - 40 yaş arası yaz, sıcacık ve delidir damarlardaki kanlar. Güneşin etkisiyle olgunlaşmaya yüz tutar aydın beyinler
40 a gelince ömürde mihenk taşı tekamüle ermiş, olgunlaşmış ne istediğini bilen insandır artık o yani sonbahardır..gelecek ile ilgili fazla planlar yapılmaz çünkü dökülmeye başlar ömür ağacından yapraklar ummadığın hayatını değiştirecek birisinin yokluğunda, durumu kabul etmezsin ilk başta ve kendini kaptırmama adına donanımlı olduğunu düşünerek kaygı bile duymazsın.
47,sayfa
O’nun, sana özel bir his besleme ihtimali de düşündürür seni bir yandan.
Tüm düşünceleri kafandan uzaklaştırıp reddedersin içinde o’nun ilgisini ya da o’na duyduğun ama kendine bile henüz itiraf etmediğin ilgini. Kendini savunma metotlarının devre dışı kaldığı olaylarla burun buruna geldiğinde her şey kontrolünden çıkmıştır artık.
Çevrende mutlu olmayı başaran tüm çiftleri düşünürsün ve geçmişte yaşadığın hayal kırıklıkları gelir gözünün önüne.
. Riske girmeyi göze almak değil, risk almak boyutuna gelirsin. Artık ne kendini zapt edebilirsin ne zamanı durdurabilirsin ne de o’lunla geçirdiğin her anın anlık olmasını engelleyebilirsin. O’nu hatırlatan bir bakış, bir nükte, bir cümle senin için özel bir anlam kazanır.
Mantığını devre dışı bırakarak duygularının peşinden sonuna kadar gitmeye karar verirsin, sonunda uçurum da olabilir, çölde bir vaha da. İlk önce emin adımlarla ilerlersin.
Duyguların tüm çıplaklığıyla o’nun gözleri önüne, gururun rahatça çiğneyebileceği şekilde o’nun ayakları önüne serilmiştir
O’nu, aslında senin de mutluluğu aradığına, gerçek aşkların arasına zaman ve mesafe girmeyeceğine ikna etmek için tüm benliğinle çırpınırsın, bakışlarınla yalvarırsın adeta, bir umut var mıdır acaba diye gözlerinde o ifadeyi ararsın.
Günlerin beklemekle geçer, ararsa neler söyleyeceğini, nerelere gideceğinizi, neleri açıkça soracağını kurarsın hep kafanda, beklersin, beklersin zaman geçer ve bu beklemenin de bir sonu olacak bilirsin, ama aradan zaman geçtikçe son bir atakta bulunma isteğini bastıramazsın. Her attığın adımda senden biraz daha uzaklaştığını hissedersin.
O hiçbir çaba göstermeyerek sadece seni yargılamış, hep açığını yakalamaya çalışmış ve senin için zerre kadar çaba sarf etmemiştir.
48.sayfa
İlgisiz mi yoksa kafası mı karışık? Çözmek için neleri feda edersin
Sonuçta kapını aşındıran ve düşüncelerini bulandıran o değil miydi? Sanki asırlarca duran eski ve tozlu bir sandıktan, duygularını derinlerde bulup çıkararak uyandıran “o” değil miydi? O’nun acizlikleri, zaafları, sence olumsuz olan yanları ilk tanıştığınız zamanlarda gözüne sürekli çarparken şimdi nereye kayboldular?
Neden bunları düşünüp daha yolun başındayken vazgeçmez insan? Kendimizin de mükemmel olmadığımızın farkında olmamızdan ileri gelir belki bir insanı tüm sıradanlığına ve çarpıklıklarına rağmen içinde büyütebilmek.
Çabasız lığına içerler sin ama içinde kırık dökük bir umut barındırır sın yine de, ta ki o’nun gözlerinde o ışıltının kaybolduğunu görene kadar,
Hayat, aslında nasıl olduğunu tahmin ettiğin ama hep görmek istediğin bakış açısıyla bakmayı tercih ettiğin bir yol.
Hayat yolunda biri uğruna girdiğin ara sokaklardan tekrar asfalta çıktığında, ışıklar ve çevrendeki kalabalık önce anlamsız ve boş gelir sonra da eskiden bulundukları konumlarını tekrar kazanır.
Evrendeki konumumuz belki kumsaldaki bir kum tanesi boyutuyla bile ölçülemez ama kendi dünyamız alabildiğine geniş
. Dönem, dönem dünyamızın merkezine farklı şeyler yerleşir kendiliğinden ve bu resmigeçidi hayretle izlemek düşer bize. Her şeye rağmen içindeki fırtınaların, rüzgarların bir süre sonra dinginleşeceğini bilirsin ve ne hayallerle kurduğumuz yuvalarımızda da bir göz attım sevginin bittiği yerde’’!!!
Oysaki keşke paylaşabilseydik keşke her şeyimizi acık ve net olarak, doğduğumuz andan itibaren bize yakıştırılan bir kimlikle büyüme çabasındayız. Ben" duygusunu belki de daha o ilk saatlerimizde alıyor ve öyle bir içimize sindiriyoruz ki; büyüyüp yetişkin bireyler haline geldiğimizde ne yazık ki toplum içinde yaşadığımızı, bazı şeyleri paylaşmamız gerektiğini unutuveriyoruz.
49.sayfa
Konuşurken, yürürken, araba kullanırken, yemek yerken, sıraya girerken, sinemada, kefede hep " önce ben " diyoruz. Önce ben konuşmalıyım, en önde ben olmalıyım, en iyisini ben yemeliyim, en güzelini ben giymeliyim, en çok ben sevinmeliyim, en iyi arabaya ben sahip olmalıyım.. Neden?
Çünkü çocukluktan itibaren aldığımız eğitimde bir şeyler yanlış verilmiş çoğumuza. İlk tembihler, ilk uyarılar hep bu yönde olmuş. Önümüzdeki ilk örnekler anne ve babalarımız bize en doğruyu verdiklerini zannederken, bencilliğimizi pekiştirmişler çoğu zaman
. Eşyalarımıza sahip çıkmamız gerektiğini öğretirken belki de dozunu kaçırmışlar bir parça. Sonunda yetişkin bireyler olup da bir hayatı paylaşmaya kalktığımızda (bencilliğimizin önümüze hep bir duvar gibi dikildiğini göremeden) başka şeylerde aramışız suçu, en çok da karşımızdaki insanda. "önce ben, en değerli ben" egomuz öylesine ağır basmış ki, sevgimizi yaşar ve yaşatırken sevdiklerimize,azabın en şiddetlisini t attırıyorduk
oysaki mutlu olmanın yolları ne kadarda basitti ki.. Mutluluk, bakmaktı, saygı duymaktı, dinlemekti, güvenmek ti, sürprizlerdi... Mutluluk hayatta ki küçük sürprizlerdir... Söyle bana eğer her şeyi bilirsen sana nasıl sürpriz yapabilirim? Arada bir kapat gözlerini, hesaplama her adımı, bilme geleceği ne olur... Mutluluk bu günde yaşamaktır... Söyle bana eğer geçmişin tozlu katmanları arasında kalmışsan seni nasıl görebilirim, duyabilirim yada dokunabilirim? Arada bir dön bana, geçmişi bir yana bırakıp şu dakikaları benimle yaşa ne olur..
.
50.sayfa
Mutluluk oyun oynayabilmektir... Söyle bana her sözümü ciddiye alırsan seninle nasıl şakalaşa bilirim? Arada bir gevşe, sakinleş, umursama kelimelerin altında yatan derin ve büyük anlamları, oyna benimle ne olur... Mutluluk paylaşmaktır... Söyle bana eğer en derin korkularını, sırlarını, utançlarını benden saklıyorsun, senin yaşamını nasıl paylaşabilirim? Arada bir açıl bana, zayıflıklarını da sevmek istiyorum en az güçlü kolların kadar... Mutluluk özgürlüktür... Söyle bana her yaptığıma karışıp beni sevgi zincirler inle bağlarsan nasıl seni sevdiğimi ispatlaya bilirim? Hep içinde bir korku olmaz mı ’ya beni bırakıp giderse bir gün?’ diye... Arada bir güven bana, serbest bırak, risk al, bırak seni özgürce sevebileyim ve her gün seninle kalmaya yeniden karar verebileyim..
. Mutluluk güvene bilmektir... Söyle bana eğer duygularını ve düşüncelerini açık yüreklilikle bana anlatamıyorsun, nasıl kendimi sana yakın hissedebilirim? Nasıl kendimi sana teslim edebilirim? Arada bir kabuğundan sıyrıl ve bana güvenmeye çalış, sana güvenmeme izin ver ne olur... Mutluluk fedakarlıktır...
Söyle bana sürekli benim için yaptıklarını yüzüme vurup durursan, fedakarlıklarının değerini nasıl görebilirim? Arada bir sabret ve bırak yaptıklarını ben göreyim, sana teşekkür edebileyim... Mutluluk dinlemektir...
Söyle bana sürekli kendinden bahsediyorsan seni nasıl dinleyebilirim? Arada bir soru sor bana, gerçekten ilgilen benim söylemek istediklerimle, merak et ne olur... Mutluluk saygı duymaktır... Söyle bana sürekli arkadaşlarımı, dinlediğim müziği, giydiğim kıyafetleri, sözlerimi, tavırlarımı eleştiriyorsan, nasıl kendime saygı duyabilirim? Arada bir beğenmesen bile kabullen benimle ilgili gerçekleri ne olur... Mutluluk bakmaktı..
51.sayfa
. Söyle bana başım ağrıyor dediğimde umarsızca ’ağrı kesici al’ dediğinde nasıl sevildiğimi hissedebilirim? Arada bir yanıma gel, serin elini başıma koy, yatır beni koltuğa, üzerime bir battaniye ört, hatta uzanıver yanıma, bana tatlı bir hikaye anlat ne olur.
.. Diye düşünemeden veya söyleyemeden düşünce ve isteklerine kayıtsız kalmışız çoğu kez. Oysaki paylaşmak, her şeyi, aşkı,sevgiyi, okunulan bir kitabı, müziği, emekle pişirilen bir yemeği, uzun bir kuyruğu, üzüntüyü, beklemeyi,.bilmek..
Ne kadar da önemlidir değilmi bir fark edip anlayabilseydik keşke "ben" egosundan uzakta; sevgiler paylaşıldıkça artacak, üzüntüler paylaşıldıkça azalacaktır. Upuzun kuyruklar paylaşıldıkça kısalacak, güzel bir müzik paylaşıldıkça daha da güzelleşecektir. Düşünsenize bir kez; duygu silsilesi yüklü bir şiiri karşınızdaki kişi ile paylaştığınızı. Mısralardaki her bir sözcük ikinizi birden sarıp sarmalarken sizleri hayal dünyanızın doruklarına ulaştırırdı. O anda gördüğünüz rüyadan uyanmak istemezsiniz.
Önce "ben" değil, önce " biz" dediğimiz sürece dostluklar gerçek dostluğa, aşklar tutkuya, evlilikler ise muhteşem birlikteliklere yelken açacaktı sessizce. Denemek için ne duruyoruz öyleyse, haydi paylaşmaya dedik ama paylaşmasına paylaşırız da burada hiç kendimiz oldunuz mu diye bir soru gelmez mi aklımıza oysa bir bardaktaki cay gibi değişimi, kiminin ki bir dikişte biter, kimininki ise yudum, yudum… dibinde kalan çöpler ise hayattan kalan kalıntılar. Üç şeye dikkat etmek gerekir yaşamda… göz, dil ve gönül… göz ve dile hakim olmak zor ama gönül’e hakimiyet daha güç… gönlü sakınmak lazım; kin nefret ve kıskançlık yatağı olmaktan… tereddütte kalmamak, ne istediğini bilmek veyahut neyi isteyeceğimizi bilmek… küstahlığa düşmek korkusu da var tabi insanın içinde davaya, hayata ve ilme karşı…
övünmek korkusu da var tabi insanın küfre, cisme ve an’a karşı… sanki canavarın esiri gibi bir sağa bir sola çarpıyor, istikrarsız ekonomi gibi bir ileri bir geri gidiyorsun… enflasyonun canavarı olmuşuz haberimiz yok… karanlıkta kaybolan gölge misali silinmiş hayattan, ayrılmak zor ama sonu bilmek daha zor… hazan mevsiminde dökülen yapraklar gibi, tek atımlık kurşunu kalmış kovboy gibi, ölümün soğukluğunu hisseden gladyatör gibi, hızlı adımlarla çıkan ve yine hızlı adımlarla düşen başarısızlıktan korkan, başarınca başarısızlığı unutan, başarısız bir başarılı gibi… ben mutluluk sınırlarını aşıyorum…
52.sayfa
A deminin nesliyiz acıların içinde… acılarımı anıyorum devamlı günbegün… dost görünen düşmanlar, düşman olan dostlar ile… aklımın duru olması zihnimi karmakarışık yapıyor, her bölgesi neden ve niçinler ile dolu… toprakta çürüyen beden ve saç, yoldaş olan kefenle nefis, peşime düşen sessiz gölgeler… karanlık sokaklarda sessiz ve çaresiz şikayetname hazırlamaktalar hakkımda… öldü dersiniz… ölümü hak edecek yeterlilikte de değilim ama medet bekleyecek tek bir kapı, felaha çıkacak bir yol vardır belki… rengarenk hayatın renksiz yaşamı... Sonsuz zamanın ruhsuz ecdadı... Yaşanmış anın yaşanmamış saati... Susuz bahçenin solmuş gülü… hayatın acımasızlığı ile ruhum tevafuklar ile ayakta… gül yüzlülerin hayranlığı var sana… bunu düşün sükut et… et ki en azından adam bilinsin umutsuzlar arasında… arkadaşlık, dostluk önemlidir... Değerini bilmek gerekir..
. Sırrını paylaşabileceğin, derdini anlatabileceğin, üzüntünü dile getirebileceğin, sevincini haykırabileceğin bir kişinin çevrende olması insana hem güven hem de mutluluk verir... Sen de taşın altına elini koyacaksın ama her şeyi başkasından beklememelisin… kılıç üzerinde yürüyeceksin ama kılıç hayatı ve seni kesmeyecek… yok, öyle yağma… kalbini açık tutacaksın hayata… kalbin kör olursa gözler görür mü ki hiç… gözü kör, kalbi kör, yaramaz bir beden… palyaçolara özendim… yüzüm sırıtırken içime kan akıtıyorum… metafizik aleminde takılıyor, patlamaya hazır bombaya dönüşüyorum… saniyeler var patlamaya… iyiler arasında kötülük yüklü bir bombayım… bütün kötülükleri yok etmek adına
… iyiliğin değerini anlamak için bu yapılanlar… kötülük olmasaydı iyiliğin hiçbir özelliği kalmazdı... Onun değerini ortaya çıkarır kötülük… bir bardak çay gibi ömür… kiminin ki bir dikişte biter kimininki ise yudum, yudum… dibinde kalan çöpler ise hayattan kalan kalıntılardı bel kide aradığım ve bulduğumu sandığım şey gerçekten aradığım şey miydi?.zihnim bulanık,alıp götürüyor beni bir oraya bir şuraya....emelimden uzakta yaşıyor.a geçmişte buluyorum onu yada gelecekte.."şimdi"yi yaşayan kim o halde.ben mi ? O zaman ben buradaysam gelecekteki yada geçmişteki o adam kim ki beyin mi beni kullanıyor ben mi beynimi
53.sayfa
? Böyle mi oluyor kendinden uzaklaşmak. Kendim imi kaybettim ben... Onumu arıyorum. Yok diyor içimdeki ses... Tamamda olman gereken yerdesin tıpkı diğerlerinin olduğu gibi iyi-kötü yok doğru-yanlış yok ,güzel-çirkin yok , gerçek göreceli.herkes kendi gerçeğini yaşıyor.sen şimdiyi kaybettin.umutların,geleceğini yaratıyor ama seni de geleceğe hapsetmesine izin verme diyor..sen daima "an"da kal.. An"ı gerektiği şekilde yaşadığın sürece geleceğinin istediğinin dışında olması ne mümkün.
Sen yeter ki burada ol tamamda şimdi olduğu gibi. Yaptığın her şeyin farkında lığı seni gerçek kılar..onun dışında zihninin illüzyonlarından başka bir şey olamazsın..geçmişin bir illüzyon dur,tıpkı geleceğin gibi...gerçek olan tek şey o andır diyor.babam için adam olmuştum annem içim mühendis, çocuklarım için baba ,akraba hısım için kariyerli bir insan siyaset için başkan arkadaşlarım için bulunmaz dost özü sözü doğru mert adamdım.
Param pulum yanımda çalışan bireyler için işveren olmuştum hac çok şeyde yaşamıştım kendimce hani tabiri caizse filimizi yazmıştım hayatın unuttuğum veya unutturmaya çalıştıkları bitek bir şey vardı oda benim kendim için ye yaptığımdır, içimde günden güne büyüyen kapanmayan, bu yara yada açtığın boşlukları dol durabiliyorum, ne de yaşayabiliyorum içinde. Gecenin segahı mesken edindi yüreğim, umut mahsulü saatler bana varmadan ölüyor.
54.sayfa
Bir kapsüle sığmayacak kadar çoğaldı içimde yaralar, yarım bardak uykuyla susturamıyorum kendimi. Dilime acımı bağlayıp haykırıyorum, acım dinmiyor. Haykırışlar yetse de kırılışları anlatmaya, anlattığını dinletmeye yetmiyor. Ruh esir, aşk diri, kalem küskün döndüğüm mahallemde, o bildik yüzü ile alışılmış telaşı ile karşılıyor beni... Sessizce içine alıyor, kucaklıyor. Köfteci köşede, karpuzcu onun karşısında. Pazar sokağı boş; tezgahlar kenarlara savrulmuş, bekliyor. Eksiği yok gibi duruyor; bir benim bildiğim eksiğin eksikliğini çekmesini bekleyemem elbet! Evim az ötede; perdeleri çekili.
İçeride ışık yok , içeride ışığa ihtiyaç duyan yok. Yansa bile boşluğa düşecek huzmeler. Yetim kalmış eşyaları kendileriyle yüzleştirecekler, belki de ağlatacaklar. Işığın vurduğu yerde bana yeni aydınlıklar sunacak yüzler yok. Kapıdayım. Zile basmam gerekmiyor. Zilin sesine ses verecek yok. "kim o?" diyenim yok. Adımın ve sesimin yankılanmasına derinliğini bilemediğim ama varlığından emin olduğum tanımsız bir sevinçle karşılık verecek yok. Kapının arkasında bekleyenim yok. Önünde beklemek ile arkasına geçsek arasında pek fark yok. Kapalı kalsa ne gam! Açmaya değmeyen kapıdan daha büyük duvar var mı ki? Anahtar elimde. Kendim çeviriyorum. Bana açılmıyor kapı.
Ben açıyorum kapıyı. Ben açılıyorum kapıya.sessiz, boş ve loş koridor. Ses yok; tanıdık yüzler eksik, beklediğim gürültü tükenmiş, alıştığım uğultu alıp başını gitmiş. "baba bana ne aldın?" diyen bıktırıcı ses bile terk etmiş kapının arkasını. Ayakkabımı çıkarmama bile fırsat vermeyen, apansız boynuma atılan sabırsızlıkların yerinde yeller esiyor. Mutfağın tıkırtısı kesilmiş. Koku gelmiyor içeriden. Ocak sönmüş; tencereler kenarda bekliyor, tabaklar pek uslu duruyor. İçeride kocaman bir boşluk; sanki ağız olmuş sustukça konuşuyor, konuştukça sus(tur)uyur çöp kutusu boş. Kocaman bir hiçliğin, hep dolu gördüğüm için hesap etmeye fırsat bulamadığım o tuhaf boşluğun sözcüsü olmuş. Konuşuyor boş çöp kutusu.
Dolu, dolu bağırıyor hiç çekilmeyen çekmeceler. Hiç kirlenmeyen tezgah, hiç akıtılmayan musluk, hiç kırışmayan kilim ve yerinden hiç kaymayan sehpa örtüsü, hayatın nabzının çekildiğini haykırıyor dört duvar arasından. Eşyanın ruhu çekilmiş.pencere pervazlarında çocuk bakışının ışıkları eksik. Kapı aralarından aşina kadın sesi sızmıyor. Koridor daha da daralmış. Canı çekilmiş odaların, yastıkların beyin ölümü gerçekleşmiş. Aynaların yüzü solgun; bakanı yok. Hiç dokunulmamış diş fırçası içimin içinde bir yerlere dokunuyor. Hiç erimeyen sabun gizli sızılarımı köpürtüyor
55.sayfa
. Bisikletler köşelerine çekilmişler; boyunları bükük, pedalları suskun. Giyilmeyen küçük terlikler ağlıyor gibi, minik ayakların dokunuşuna hasretler. Buzdolabındaki çikolatalar değecek dudaklar arıyorlar kendilerine.
Derin dondurucuda eriyeceği aşklarını özlüyor dondurmalar. Ayakkabılık rahatlamışa benziyor, kalabalığı başından savmış, sakinleşmiş. Çok giyilen ayakkabılar alıp başlarını gitmişler. İçindeki ayaklar başka yerlere basıyorlar, uzak yollara koşuyorlar. Bilgisayarın tuşlarına dokunurken omuzlarıma çıkan, "bana yeşim göster baba!" engellemesinden kurtuldum. Bu "kuruluş”un esiriyim şimdi.
Omzuma apansız yaslanan o beklenmedik ağırlığın yokluğu çökertiyor omuzlarımı. Seccademin tam orta yerine uzanıp secdeler imi engellemeye çalışan minik bedenin bıraktığı boşluğa koyuyorum alnımı. Boşluğa düşüyor gözlerim. Sabah ayaklarıma dolanan, kapıdan çıkışımı sonu gelmez bir törene dönüştüren o ses yok. Hiç sırası değilken, "baba, haydi gezmeye gidelim!" diyen ses yok.
56.sayfa
Eşim ve çocuklarım bir süreliğine şehir dışında. Acıyla anlıyorum ki, benim varlığım doldurmaya yetmiyor evi. Eşim ve çocuklarımın çekilmesiyle ortaya çıkan o boşluğun çok az bir kısmına denk geliyor cismim. Varlığım "ev"i "yuva" yapmaya yetmiyor. "ev"i "yuva" yapan o görülmez boşluğun boyutlarını ölçmeye başlıyorum şimdi.
Ölçü biçimim fatih, selin. Ömer Faruk ile elif nas,ikra nur.. Onların sıcak yüzleşince ölçüyorum o boşluğun yüz ölçümünü. Onların seslerinin yankılanmasıyla tahmin ediyorum o boşluğun nerelere kadar uzandığını. Onların hayretlerinin göğsümdeki ağırlığı ile tartıyorum o boşluğun havasını. "evim" onlar sız da oluyor ama onların uzak lığınca uzak kalıyorum "yuvamda. "evim" onların yokluğunda da ayakta duruyor ama "yuvam" onların kıyıl arımdan çekilerek açtığı o derin uçurumun dibinde bekliyor.
Tecrübemle sabit olmuş tavsiyemdir: bir gün "ev"iniz boş kaldığında, "yuva"nızı keşfe çıkın. Doğrudur; taştan ve demirden yapılır evler; kolayca da bulunur onlar. Ama yuvalar çocuk cıvıltılarının ninnisiyle, kadın dokunuşunun sıcaklığı ile inşa edilir. Kolayca kaybedilir onlar; kolay, kolay bulunmazlar...
sustum söylesem tesiri yok,sussam gönül razı değil sustum… öylesine… bir nefeste… aheste… varsın güller açılmasın bundan sonra… varsın olsun!
57 sayfa
Eksik olsun… çoklar aza, anlar hiçliğe, canlar ecele devrile dursun… koyar şahinler uçurmam bundan gayrı, turna kanadıyla yaralanmış göklerimde… kıyılmış ne varsa beyhudedir bundan böyle… sustum… dertli kalem… artık sen söyle! Sustum… bu vakte kadar, söz kalesinin burçlarında niçin mahpustu m?
Viran olmanın noksan kıldığı bir tutam acıyla, mürekkep renginde içimi kustum… siyahın üstüne renk tanımakla yapılan hatayı, saçımda an be an artan aklardan öğrendim… ve öğrendim susmayı, akıtmaya kıyamadığım sağanaklar dan… uyan ey zaman!
Bedel iste bitirdiğim yarınlardan, kelamın koridorlarında infilak eden sedamı, yunmuş yıkanmış kızıllıkları yar eyledim… sustum ve nihayet kar eyledim… incecikten bir sızıyla inlerken neyler, son sözümü, sona ermeden evvel suskunluk alfabesiyle söyledim… evet!
ama korkmayın artık… sustum… sustum… cana, canana, zamana, mekana, zekana, korkana, yürek burkana, gökten sarkana, yerle bir olan arkana… tuş oluşunu gördüm, sustum… yaratık mesabesine indirgenmişliğini haliyle sustum!
Tersine açan bir çiçek gibi, topladım yapraklarımı gün ışığından, goncanın içine pustu m… sustum olmayan saygının kaygısını çekerek… bağrımdaki çorak toprağa mecnun’un efkarını ekerek…
bir ceylanın toynaklarıyla ezildim, geçip gitti sekerek… ormanlar uğuldadı gözümdeki son billuru da dökerek… hıçkırmak istedim olmadı, sendeledim olduğum yere çökerek… harman vakti bir başak kesildim, biçmekten imtina etmeyen kader adlı orağın önünde boyun bükerek… sustum… sustum… konuş deseler de…
söz gümüşünü biriktiririm artık yamalı keselerde… özüm her ne kadar kavrulsa da, Leyla menşeli vesveselerden… veya… kısıtlamış hülyalarım, açı ortayını yitirse de lüzumsuz hendesede… söz dedim, ya… hani ağlamalı baktığında kelam kesilen mevzu… işte o artık bundan böyle, sözü geçmez köselerde… sustum… hakikatte susmak dil çeliğini örseler de… neyse… sustum… sustum… gemiler kalkıyordu limandan…
fora yelkenlerin kirlettiği simadan, bir hüzün aksetti sonra
58 .sayfa
… küçük bir çocuk çehresiyle kanadı ufkun derinlikleri… içimdeki ateşler terk ederken o ıtri serinlikleri… yaseminler de bivefa, korkmayınca bu bahar! Hanımeli saltanatını devirince Akdeniz’in rutubet kokan nefesi… ansızın yıkılınca zincirlere hükmeden aslanların kafesi… sustum… sustum… sebepsiz yere… ruhum yara bere… er vahları yollamadan mutebere… biliyor musun ah aziz dostum… ben tam susturmuştum ..iz bırakmış gölgelerle yaşanmıyorken birden aşkı kavradım seninle hem de kırkından sonra…işte
ilk defa kendimi keşfetmenin hazzı ile hayatımı kaleme aldığım bu eserin yazımı için neden deme ,ertelemedim ki hayatı hiçbir duygumu ertelemedim ben. Yaşayacağım hiçbir şeyi sonraya bırakmadım. Sonra diye bir şeyin olmadığını biliyorum çünkü. Hep yarına dair hayaller kurmak, gelmesi mümkün olmayacak zamanları beklemek benim işim değil. Aşk zamana meydan okur ama sen karşı koyamazsın ona. Orada durup öylece bekleyemezsin geleceği. Bir adım atmalısın, bir el uzatmalısın aşka doğru.! Aşkın anahtarı cesaret değil mi yar? Cesur olmak gerekmez mi bir sevdayı yaşamak, büyütmek için? Kaç gece yalnız geçti hesaplasana... Kaç gece bir sonraki günü düşünerek geçti.
Neler yapabilirdik, neler yaşayabilirdik düşünsene..! Her sabahı birlikte karşılamak vardı seninle. Gözünü açar açmaz ilk gördüğün şey ben olurdum ve sen benim yüzümde mutluluğu görürdün. Bu kentin sokaklarında el ele dolaşabilirdik. Girmediğimiz sokak kalmazdı. Bakışlara aldırmadan sokağın ortasında sarılıp öpebilirdim seni. Bir şarkıyı sözlerini bilmesek bile bağıra çağıra söyleyebilirdik.
59 .sayfa
Sonra bir filme gider, bir kitap okur, bir martının bir lokma simit kapabilmek için vapurların peşinden bıkmadan uçuşunu izleyebilirdik. Paylaştığımız her an beynimize bir daha çıkmamak üzere kazınırdı. Özlerdik birbirimizi delicesine. Bir saati yalnız geçirsek, bir sonraki saati iki saatlik yaşardık. Peki, biz ne yaptık. Aşkı bir bekleyişin sırtına yükleyip ona sadece uzaktan bakmakla yetindik.
Her an aşkı yaşamak varken, her gün birbirimizi yeniden keşfetmek varken, bu yolda birer kaşif olmak varken sürgünleri yaşamaya mahkum ettik birbirimizi. Bu sürgünlüğe son vermenin zamanı geldi artık. Sana huzur vaat etmiyorum. Aşkta huzur arayan yanılır. Ben tutkunun, en koyu sevdanın sözcüğüydü. Onlar adına konuşuyorum. Gözlerinin içine bakıp "seni seviyorum" demek istiyorum.
Aşkın akışına kapılıp hiçbir kaygı duymadan gidebildiğim yere kadar gitmek istiyorum. Kokunu içime çekmek, teninin sıcaklığıyla irkilmek istiyorum. Yaşama senin adınla anlam katmak, mutluluğu bulmak ve bir daha kaybetmemek istiyorum. Seni istiyorum ey yar sesin düştüğü an içime, gülüşünle dünyanın sekizinci harikasını keşfe doğru yol alır gözlerim. “sen” düşüncelerini doldururken yürek cebime, aheste bir nefesin ilk adımı atarım sana doğru. Bir şarkı düşer dudaklarıma adın gibi ..ezbere yaşanmış bir ömrü çıkarırken üzerimden, yalın ayak kaçışlarım olursun.
Gecenin ağır düşlerini yüklemekten vazgeçer fırtınalı geçmişim. Ve hıçkırıklarla boğarım tüm yakarışları... Rüzgarlar yorgun düşer, tenha bir sokak başında vurulur ayrılıklar. Gözlerin değer gözlerime, işte o an sobeler hayat. Gecenin rimeli akmış, siyaha çalmıyor artık kendini. Parmak uçlarında yaşlanan umutlar, yeni çocuklar doğuruyor, mutluluk kaf dağının ardında değil gülüşünde saklı. Hiç bir çene kırmıyor artık hevesleri ve hiçbir hayal eskisi kadar ifrit değil kendinden. Gel faali olalım biz bu gecelerin..
Çalalım, gökyüzünün mavilerini. Yağmur insin bu şehre, arınalım tüm acılarımızdan.. Hayatı ıslak bir kaldırım taşı üzerinde temize çekelim. Bak bu gece hüzün dememekten vazgeçtim. Hadi bir kahve ısmarla bana, bir gülüşünün kırk yıllık hatırı kalsın bende! Canıma bir can daha katmak için, ruhumun yalnızlığına, yüreğimin acısına son vermek için, daha mavi bir deniz, daha mavi bir gökyüzü, daha mavi bir sevda için..., yarın, öbür gün, öbür hafta, öbür ay, öbür yıl değil.şimdi…!!!
Eveeeet varım dediğini hissediyorum ve hoş geldin dünyama diyor sana olan duygularımı tüm dünyaya haykırıyorum işte ben seni kocaman bir yürekle sevdim. Gözlerim değil, yüreğimdi seni gören. Sen damarlarımdaki kana karışıp, geldin oturdun yüreğime. Bir başka yerde olamazdın zaten. Sen benim en değerli yerimde, yüreğimde olmalıydın, dar almalıydın ilk kez bir aşka ev sahipliği yapan bu yürek, ilk kez bu kadar kolay kabullendi.
60.sayfa
Seni. Herhangi bir konuk değildin. Bu yüzden ne ağırlama faslı vardı nede uğurlama. O yüreğin gerçek sahibiydin. Simdi sonbahar kışa giriyoruz anlıyorsun değimli, ben dört mevsim baharı bir arada yaşadım seninle, çiçek olup gül açtın yüreğimde. Gök kuşağı zayıf kaldı. Senin renklerin karsısında..açelyaydın pembeliğin le. üzerine çiğ taneleri düşmüş sari güldün. kırmızımsıydı bir ateş gibi.ve maviydin..denizler gibi. En çok bu renkle anmayı sevdim seni. İsmini söylemeye bile korksan da. Denize tutkundum, denizi sensiz, seni denizsiz düşünemedim. Seni sevmeye çalışırken ben dünyayı da sevdim, insanlar da... Kendime bile dar gelirken, içinde herkese olan bir hayatin sahibiydim. Bilmem bu kaçıncı limandı inanıp ta, tanımadan bilmeden sığındığım. Bu yaşıma kadar kaç ülke, kaç il, kaç ilçe, kaç köy, kaç mezraa dolaştım.
Bazen krallar la, bazen de serserilerle beraber oldum.nice insanlar tanıdım ,neler gördüm ,neler duydum ,neler bazen ben bile anlam veremedim. Bir hata yaptım gittiğim her yere beraberimde kendimi de götürdüm. Güneşin batışını en güzel tepeden, yağmurun yağışını iliklerime kadar ıslanarak izledim.
Rüzgarın da es işindeki notaları bile keşfettim, denizin acımasız dalgalarına inat sörf yaptım, kardan insanlar yapıp oyunlar bile oynadım. İhtiyarları sonbaharda sıla özlemi, gençleri ilkbaharda kuytu köşelerde öpüşürken gördüm, orta yaş grubundakileri hayalleri ile geçmişleri arasında gel git oynarken tanıdım.
Ama hiç birine imrenerek bakmadım, ne şakılar nede tutkular beni o kadar etkilemedi. Özelimi bu ana kadar kimse ile paylaşmadım da, ama ihtiyarlığın kapımı çaldığı farkında olmalı idi insan... Bir damlacık sudan nasıl yaratıldığını fark etmeli...anne karnına sığarken, dünyaya nasıl sığamadığını ve en sonunda bir metrekarelik yere sığmak zorunda kalacağını fark etmeli.
Henüz bebekken dünya benim dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu, ölürken de aynı avuçların her şeyi bırakıp gidiyorum işte dercesine apaçık kaldığını fark etmeli... Fark edenlerden olmamız duasıyla...pek tatlı bir nezaket cümlemiz vardır.
61.sayfa
Birisinin yanında bir başkasını övüyor sanız, “senden iyi olmasın!” Dersiniz! Sadık şanlı kardeşimin o incelik dolu anlatısını okuduğumdan beri bu iltifata itiraz ediyorum: “...kapının zili çaldı. Karşımda uzun zamandır görmediğim bir dostum. Selamlaşıp, kucaklaştık. Çay eşliğinde uzun bir sohbet için salona geçtik. Nasıl geçtiği ni anlayamadığımız üç koca saatin ardından misafirim ‘geç oldu, bana müsaade’ diyerek noktayı koydu ve kalktı. Ona eşlik ettim. Sokağın başına vardığımızda ‘şimdi ayrılık vakti. Ben gidiyorum, ta ki benden hayırlısı gelsin inşallah’ diyerek elini uzattı.
Kucaklaşırken, dostumun ettiği duaya alışkanlıkla ‘âmin’ dedim. Eve dönerken, arkadaşımın veda sözleri takıldı aklıma. Düşündüm, düşündükçe ürperdim. Bu bir dua idi. İlk kez duyduğum yaman bir dua. Gayri ihtiyari birkaç kez tekrarladım. Sıcacık duygularla doldum. Bir şey tarafından kuşatılmıştım bütün benliğimi dolduran güzel bir şey. Ertesi gün ilk işim arkadaşımı telefonla aramak oldu. Nedir, nereden duydun diye sordum. Bu özlü duadan çok etkilendiğimi anlayan dostum, ‘h.z. İsa aleyhi is selam’ın, peygamber efendimizin ( a s m) geleceğini müjdelediği sözmüş bu’ dedi. Ne güzel dua imiş! ‘tuttum bu duayı’ dedim. Güldü ve ‘o halde hiç bırakma.’ ben gidiyorum, ta ki benden hayırlısı gelsin inşallah.”
İsa’ya (as) ve o’nun müjdelediği en iyi’ye (a s m) hürmeten: kalktığım koltuğa benden iyisi otursun. Sustuğum anda benden iyisi konuşmaya başlasın. Olmadığım odaları benden iyiler doldursun. Yetişemediğim yerlere benden iyiler yetişsin..senden iyi olmasın!” Diyen dostlarımın bu duasına, isa aleyhisselâmın duasına “amin” deme hatırına “amin” diyemeyeceğimi söylüyorum. Şaka yollu, “bana beddua ediyorsun galiba!” Diyorum. “ya benden iyiler olmasa, ne ederim ben bu dünyada? Kim beni şaştığında uyaracak? Kim beni hüzne düştüğümde teselli edecek ki... Sonra peygamberlerin kavimleriyle yaşadıkları imtihanları hatırlıyorum. O toplulukta o peygamberden iyisi yoktu! Ama nasıl acılar çekti? Ne dayanılmaz sıkıntılara göğüs gerdi? “benden iyi(ler) olsun elbette..
Bende peygamber yalnızlığına sabredecek iyilik yok ki!” Şu son günlerde, hiç bu kadar ağır gelmemişti. Artık yalnızlığı ruhumla birlikte bedenimle de tüm çıplaklığı ile iyiden iyiye hissetmeye başladım yıllarca süren suskunluğumu bozuyorum artı yıllarca susmama neden olan yüklerimi korkularımı utançlarımı paylaşma ve kurtulma zamanı diye düşünüyorum, yıllar önce gençliğin verdiği etki ve tepkilerle kendini beğenmiş ukala sağlık ocağındaki doktor u görebilmek ve sesini duyabilmek için onca yürüdüğüm yolları ve uydurduğum yalan hastalıklardan ve bunun utancı ve vicdan azabından kendimi tanımadan yaptığım bu hatadan yıllarca utandım ve sustum, ama şimdi anlatıp yazabiliyorum.
62 sayfa
Suskunluğum da hep yalnız kaldım onca kalabalıklara rağmen gönlümde ümitler hep bir gölge gibi yaşadı. Oysa yalnızlıklar çaresizlikten değil ümitle bekleyişlerden beslenirlermiş. Onlar ruhunda oluşturdukları güzelliklere aşık olurlar, onların yerini kimse dolduramaz, zamanla adının yalnızlık olduğunu kabul etmek zorunda kalırlar. Ama iş işten çoktan geçmiştir. Sıcacık bir nefes, tatlı bir ses duymak onların artık hayali olur. Tıpkı aşk hikayesindeki gibi
: hikaye: bir adam bir kadına aşık olur. Kadın adama sorar sen İspanyolca bilir misin adam: kendinden emin bilmediği halde böbürlenerek cevap verir evet kadın tekrar sorar emin misin, adam tabii ki der, kadın tamam der başka konular girer gel zaman git zaman sonra kadın ı istemediği bir adam verirler küsüp darılmalar isyanlar fayda etmez, düğüne bir iki hafta kala kadın adama üzerinde İspanyolca ismi yazan bir buket çiçek gönderir. Adam mağrur ve gururlu çiçek ‘e bakmaz bile sevdiği kadın ihanet etmiştir.bulunduğu mekanları terk eder.aradan gecen uzun yıllar sonra kadınla erkek bir garda karşılaşırlar.ikisi de kızgın ve kırgın birbirlerinin yüzüne bakmazlar.kadın yıllarca hiç tanımadığı ve sevmediği bir adama katlanmak zorunda bıraktığı ve ömrünü boşa geçirmesine neden olan sevdiği içinden atamadığı bu adama kızgın olmakta haklı olduğunu düşünür. Adam ise hala sevdiği uğruna vatanı bile terk ettiği, sevmediği bir kadına bunca yıl katladığı için, ihanet düşüncesi ile kızgın ve küskündür. Kadın dayanamaz ve adama sorar.gönderdiğim çiçek’i aldın mı.adam aldım. Üstünde ki notu okudun mu? Adam ne yazıyordu ki? Kadın çiçek ‘in ismi adam.:çiçek in ismi neymiş ?kadın: gel beni al (, kadın adamın İspanyolca bilmediğini anlaşmış)adam: yıkılmış anlamış ki kendi hatası sadece susmuş.
64.sayfa
Hikayeye buya işte: başarılar gelip geçici ama hatalar insanları hiç affetmiyor. Giden geri gelmiyor şimdi bana ait tek şey olduğu için benim hikayem dedim. Kapatılmamış defterlerinin ağrısı volta atıyor şimdi, titreyen kıyılarında hani fırtınadan sonra her taraf gri olur ya, sanki her yer bir olmuştur, birleştirivermişti, her şey bir, her şey gri. Gökyüzü gri toprak gri. İşte öylesine bir grilik tir hüzün. Öylesine..
Tüm duyguların bir rengi kokusu olduğu gibi. Ağlamaksa gri gözyaşları dökmektir. Gözler ne renk olursa olsun hüznün yaşları gridir. Ama ışıksan ve seviyorsan gerçekten onun için kendini feda etmen şarttır her ne kadar gözyaşların masum ve duygusal aksana alışacaksın yokluğuna, tanıyamadığım kalbinden yanaklarına doğru iki damla beli belirsiz yaş süzülürken elinin tersi ile silip, oturduğu yerden kalkarken usulca yüzünü gökyüzüne döndü.
Rüzgar sanki bedenini alıp götürecekmiş gibi esiyordu. Bedeni ise ona inat ayakta durmaya çalışıyormuş gibi hafif sallanarak dimdik ayaktaydı. Gözyaşları gözlerinden hırçınca çıkıyor, yanaklarından hızla süzülüp, yüreğine yavaşça akıyordu. Delip geçiyor du yağmur her yerini. Düşündüğü hatıralar yağmurla bir bir akıp gidiyordu içinden. Bir ara hatıraların birinde düşecekmiş gibi oldu.
Eğer güçlü olmasaydı biliyordu ki o anda yere yığılıp kalacak ve bir daha kalkamayacaktı. Ölmek onun için aslında bir şey ifade etmiyordu. Ölse de olurdu, yaşasa da. Ölümü düşünmek için önünde yıllar varken o yaşa şimdiden girmişti... O zaman neye direniyordu? Ölmeyi istiyorsa neden hala yaşıyordu? Aslında bizim gibi o da bilmiyordu bu sorunun cevabını. Belki de onu yeniden kazanabilirim umudu içindi, yaşamayı seçmesi.
Zor bir ihtimaldi belki de ama her şeye değerdi. Kimse bilmiyordu içinde kopan fırtınaları, yaralandığını, savunmasız olduğunu. Dayanabilir sanıyorlardı oysa o çoktan yenilmişti zamana, gözyaşları yağmurla birleşip adeta göl oluşturmuşlardı. Saçlarında ki beyazlar ile anındaki çizgiler geçmiş sinden sanki bir ayrılık ezgisi taşıyordu kimdi? Neden böyleydi? Neler yaşamıştı hayatın ve gerçeğin soğukluğunda...
Sevginin güzelliğini çoktan unutmuştu. Çok denemişti ondan sonra ama olmamıştı. Yapamamıştı. Kimdi onu bu kadar yaralayan? Yakalanamayan bir yüz mü yoksa bir ses mi? Ondan gelecek tek bir haber bile yeterdi yaşamasına. Zaten bunun için yaşamıyor muydu?tek bir ses her şeyi yapmasına yeterdi.gel dese gelir, al dese alırdı.her şeyin düzeleceğini bilse.yağmur bir anda dinince, ilişkiler ininde bir anda böyle nedensiz ansızın bitivermesini hatırladı.?.
Değişik bir duygu idi onunkini. Hem istiyor çocukları için hem de nefret edebiliyordu. Yüreğinde iki zıt duyguyu aynı anda besleye biliyordu,, yoğun duygulardı onun için. Yıllardır tek başına sürdürüyordu yaşamını. Aslında o bir ölüden hiç bir farkı olmayan bir birinden medet umuyordu. Ölü biriydi çünkü onun ne sesini duyabiliyordu, ne kendisini görebiliyordu ve her şeyden önemlisi bir kalbi yoktu. Güçlü sanıyordu kendini ama her görüşmelerinde yanan bir mum gibi eriyordu yavaş, yavaş. Sonuna kadar yanacağını düşünürken bir rüzgarla söndü mum. Çoktan sönmüştü de nedense dumanı hala daha sürüyordu. Ona yenilmişti ve ona karşı çok zayıftı. Karanlık çoktan çökmüştü ama o hala daha aynı yerdeydi. Bu akşam dolunay vardı gökyüzünde ve yıldızlar her zamankinden daha parlaktı. Oysa o bu güzellikleri göremeyecek kadar yastaydı. Bazen bilmiyordu hiç bir şeyi!!!
65.sayfa
Ne istemişti hayattan sadece bir iş bir eş bir nebze huzur afiyet.bana göre kadın eşte bu özelikler bulunmalı idi. Kadın dediğin güzel olacak arkadaş fizikle ruh uyumu. Şöyle savurdu mu eteğini, ruhun rüzgarına kayacak. Bacakların, ayakların, bilekten bağlı ayakkabıya tutunan parmakların, seyrine doyamayacaksın. Bakımlı olacak kadın dediğin, bir o kadarda temiz saçları ipek, topukları pembe, boynu ince, salındı mı kuğu gibi zarif olacak ve zarifliğin ortasında bir hanımefendi barındıracak.
Güzel olacak ama kaşı, gözü, bacağı, iki meme ucundan önce, sözü doğru, ruhu aydınlık olacak, güzelliği komple olacak. Korkmayacaksın gecenin bir vakti sol cenahta yüzünü gördüğünde. Yeni bir kabus gibi yaşamayacaksın gerçeği de. Güzel olacak ama aklını evde tutacak kadar da akıllı.seni elinin tersiyle değil, avucunun içiyle kavrayacak,bileceksin ki emin ellerdeyim, başkası tutamaz beni böyle.
Rahat olacaksın yanında, çok konuşmayacak, beynini didikleşmeyerek küçük kurtçuklarla. Sıradan ve kabullenir yaşamanın ne demek olduğunu sindirmiş olacak içine. Asla şatafat düşkünü olmayacak. Doğum günlerinde bir sıcacık öpücüğün yerini, tek taş bir yüzüğü alamayacağını algılayacak kadar olgun olacak. Hatırlaman yetecek özel günleri, pahalı bir hediyeyle savuşturmada.
Sadeliğin içinde fark edilir olabilmeyi, gösterişli kıyafetle bir tutmayacak. Duruşu, oturuşu, yürüyüşü abartılı değil, basit hiç değil, sadelikten oluşacak. Kendini süs bebeği gibi ortaya atıp, fingir fingir düşmeyecek başkalarıyla.
Ekonomiden, politikadan, milli maçlardan ve kültürel olaylardan haberi olacak. Bizi kim yönetir, nasıl yönetir, demokrasi, monarşi, oligarşi nedir bilecek, saf hatun numarasıyla cahilliğini güzelliğiyle örtmeye yeltenmeyecek.
Gezip, eğlenmesini bildiği kadar, pazar parasını kozmetiğe yatırmaması gerektiğini, domatesin, ekmeğin, soğanın, kıymanın kaç para olduğunu bilecek. Çak, çak telefonda konuşup, niye böyle fatura geldi hayret tribüne girmeyecek. Eşini dostunu kollayacak ama içi vıcık, vıcık dedikodu yumağının içinde kaybolmayacak. Marka düşkünü, moda düşkünü olmayacak kesinlikle...
Takip edecek ancak yakışanı seçecek. Sökük, paça boyu, fermuar dikmeyi bilecek, her seferinde terzi aranmayacak pırtık, pırtık. Elinden her iş gelecek. Marifetlerini sadece seni elde ederken değil, seni elde tutarken de gösterecek ve tüm bunlar içinden gelecek içinden, göstermelik olmayacak. Adamın siniri bozmayacak, tepesini attırmayacak, cinleri başına toplamayacak, kör olası dilini gerektiğinde yutacak..
Çarşı pazar görmesini, sana don külot almasını, gömlek ayakkabı numaranı bilecek... Ve zevki seni giydirecek kadar yerinde olacak, kendisini giydirmeyi bildiği gibi. Orada burada dedikodu yapmayacak, laf taşımayacak, ayıkla pirincin taşını durumlarına sokmayacak. Ortalık yerde kahkahalarıyla sebepsiz anlamayacaktım.
66.sayfa
Dekoltenin dozunu kaçırmayacak ama sıkı sıkıya da kendini ambalajlamayacak. Açık saçık olan elbisesi değil, sana olan ilgisi olacak ve bunu gösterebilecek medeniyeti... Onu bir kediyi sever gibi seveceksin yanı başında ve huzurla... Öyle ’çağırdım, gelmedin, geç kaldın, aramadın, sormadın, kiminleydin, hesap ver’ yapmayacak. Sana yüreğiyle güvenecek, inançlarıyla sokulacak. Bilmem kimin sözüne aldırmayacak, asla arkadaşlarının arkasından konuşmayacak, hele küfür hiç etmeyecek.
Sınırını zorlamayacak, salya sümük ağlamayacak, kıytırık nedenlerden hır gür çıkarmayacak. Sözü dinlenir, anlaşılır olacak. Bir hatayı allayıp pullayıp abartmayacak. Gömleklerini o ütüleyecek ve o gömleğe hangi pantolon yakışır bilecek. Ama hayatı giyim kuşam üstüne kurulmayacak. Uyum ve uyumsuzluk nedir bilecek. Bir kere, topuklu ayakkabıyla spor ayakkabının ayrımını yapabilecek arkadaş. Dağa çıkarken rugan ayakkabı giymeyecek. ’Of yoruldum, beni ara, beni al, beni bul, bunu isterim’ değil, ’sence de uygunsa, yanındayım, ben gelirim, merak etme’ olacak lügatinde.
Tereciye tere satmayacak yani. Hissettiğiyle yaptığı şey arasında uçurum olmayacak. Cesur olacak cesur. Seni seviyorum derken korkmayacak, başka şeylerin arkasına gizlenmeyecek ve arkandan laf söyletmeyecek ti.
Tıpkı erkek olmayı başarmış erkek gibi o nasılımı işte erkekte böyle olmalıydı: hayatına kaç kadının girdiği, kaç kadını sevdiğin, kaç kadına aşık olduğun, kaç kadınla seviştiğin değildir;
kaç kadının seni özlediği, kaç kadının sevdiği âşık olduğu, kaç kadının senden vazgeçemediğidir! Erkek olmak, geniş bir omuza sahip olmak değildir; kaç kadına o omuzlara yaslanacak kadar güven ve sıcaklık verdiğimdir!
Erkek olmak, sadece yatakta iyi olmak değildir; sevmek sevilmek ve sevişmenin bütün olduğunu bilmektir; yaşamak, yaşatmaktır! Paylaşımdır, erkek olmak, kalın bir sese sahip olmak değildir; nazik duygulu cümleler kurabilmektir! Arife tarif gerekmez. Erkek olmak, vurdu mu oturtmak değildir, dokunuşundaki yumuşaklıktır! Bir ipek böceğinin ayak izlerindeki ahenktir bende dokunmak. Erkek olmak, kıllı bir vücuda sahip olmak değildir; o vücutta nasıl bir kalp taşıdığıdır! Ancak deneyen bilir iş kişinin aynasıdır lafa ne gerek. Erkek olmak, romantik bir ortamda güzel sözler söylemek değildir; o sözlerin arkasında durmaktır! Bak işte demir atmak kıya buna denir.
Erkek olmak, ağır eşyaları kaldırmak değildir; asıl ağır olan hayatın yükünü taşıyabilmektir ve paylaşabilmektir. Neden hala yalnız sanıyorsun. Var mı ki bu dünyada bir kova suyu hedefe beraber paylaşarak götürecek birey vardı da o mu bulamadı yoksa yoku muydu. Birden haykırmaya başladı?yine bir yolun sonun dasın..sesi rüzgara karışmış, dilin de bir hüznün nakaratı.
Bir hazan mevsimi, çıplak ağaçların arasında bir bankta,yağmur bekliyordu rüzgara karşı.kırmızıya çalan şapkası,saçlarının yüzüne tokat gibi çarpmasını engellemiyordu,elleriyle yüzünü kapatmıştı adamcağız ve ayaklarını hissetmiyordu artık.gözlerini hafif aralayıp yola baktı,yorgundu,tekrar kapattı sonra yüzünü.boynunda üç keskin harf arası,yalnızlığını yumruklayarak.Yıllar, ağır ağıt tadında geçerken, boşa giden bir ömür kaldı şimdi yüzünü kapattığı ellerinde, ömrünü verdikleri ömrünü almıştı doğal olarak,zaten kendi eliyle vermişti
.şimdi hesap sormanın anlamı yoktu,sustu,ipotekli rüyaların da anlamı yoktu.gerçek olan her ne ise yumrukladığı duvarlardan kanayan ellerinden daha gerçek değildi.bir öksürükle yıkılan çürük duvarları da oldu ömrünün,deniz suyundan harç yapıp yağmaladığı,iyot kokusunu sindirdiği
67 .sayfa
.şu rüzgarda biraz bu kokuyu anımsadı,deniz kenarına yakın olabilirdi ayakları olsaydı eğer.azaldı gitgide,yarılandı,bölündü,bir yanı denizde nefes buldu,duruldu.bir yanını maziden getirmeye gitti,bir yanı yağmuru bekledi.soğuktu,boynunda ki yara sızlıyordu şimdi,yavaş yavaş tükeniyordu adamcağız.önce ayakları yok olmuştu,önündeki uzun ince yolu gidemeyecekti artık.geldiği yollarda gri bir iz bırakmıştı.bir vazgeçişi anımsadı,sessizlikle ilk tanışmasıydı.kandırılmanın bıraktığı iz hiç gri değildi.
Her gece, geçen günle, gelecek günün hesabını yaparak tükenirken, yüzüne yarıştıramadığı maskesiyle yüzleşiyordu geceyi heba ederek. Elleri şakaklarından hesap sorarcasına sıkıştırıyordu başını, çaresizdi.
Boşluğa bakar gibi bakıyordu, hüznün boşluğu ağır geliyordu, doldurulamaz bir boşluğun, hafifle tilemeyen ağırlığı. Görünmez kelepçelerle nikahladığı dünü ve yarınları vardı. Dün yaşamıştı, yarın yaşayacaktı, şimdisi boşluktu. Gri bir gökyüzünde, yağamayan bulut gibi,içini doldurup bir rüzgarla dağılıyordu. Kurduğu mavi hayallere ters düştü önce, kızıla boyalı yarınlarla anlaşamadı, gri de kalmak yetmedi ama, ötesine geçmedi,siyahına ne kadar beyaz katsa sadece gri oldu.yeni bir tablo almalıyım elime, boş olsun, karalamamış ,çizilmemiş,beyaz gibi (boş ve beyaz) başka renkleri de mümkün kılmalıyım,önce boya gerek, paletler,fırçalar,adamlar kadınlar yok onlar olmasın..
69.sayfa
.sadece renkler olsun...uçurtmalar ve alabildiğine boş ve yeşil kırlarda koşan bir ben çizsem.sonra uçurtmaya binip yükseltsem,yukarıdan baksam koca boşluğa,küçülür mü acaba o zaman?zamansız olsam yine...ben yazdırsam yağacak olanı ve dağıtsam sonra gri bulutları,üflesem...
Kanımı kurutup ellerimden, kapatsam kurtlanmış yaraları, üfleyerek. Arın sam. Tüm benliğimden bir an ne ifade ederdi. Bunca yıldan sonra kalktı ve ağır yavaş adımlarla kaldığı yerden, o büyük, görkemli sona doğru, ölüm bile anlamını yitirirdi, yaşanılası her şey burada tükenen ömürler, yaşananlar ile en bir yaşam foto rafında gizli idi o foto raf bazen, bir resim ya da fotoğraf her şeyi anlatır anlatılamayan ya da anlatmak için bir sözcük olur dudaklarınızda aralanan ve dokunduğu yerde iz bırakan.
Gözlerinin gördüğü görmek istediğinizdir çok zaman bir dünya hatırlatan. Çizgiler bazen bir yaşamdır tek başına sevinçleri yansıtan. Çığlıkları gönderir kulaklarınızdan ta beyninize ulaşan, bazen de bir anıdır bir yüreği hoplatan yâ da ağlatan. Bir tuvale dökülen kan damlalardır bazen, bazen de tanrının kullarına armağanlarını gösterir hiç uğraştırmadan. Bakana göre değişen renklerdir içinizde yaşayan, resimlerdir bizi bazen huzurlu bazen de huzursuz kılan. Tutan elleri titretir bir resim bazen, bir fotoğraftır yaralarınızı kanatan, saklayandır bir resim kuytu köşelerde gizem taşıyandır kutsaldır her yürekte her zaman
. Düşler kurdurur bir resim renklerine daldığınızda, geçmişe götürür siz istediğiniz zaman bir gece yolculuğudur bir fotoğrafta kalan. Bazen de gelincik tarlasındaki tek bir papatya dır açan. Tazelenir ellerde anılar ısıtır yürekleri bir güneş rengine bürünür sıcak gülümsemelerde yaşayan. fotoğraftır saklanır kıymetlidir her zaman. Koyacak bir yer bulamazsınız bazen yer beğenmezsiniz, mücevherdir sizin için durduğu her yere anlamına göre değer kazandıran. Dünyanızın en güzel yerinde sakladığınız yer yüreğinizdeki en üst çekmecedeydi çok zaman. Resimdir, fotoğraftır aynadır yürekleri yansıtan.
70.sayfa
Ya bir fırça ucunda resmedilir siniz ya da bir deklanşöre parmak ucun uzla dokunur imzanızı atarsınız yaşama. Ya saklanır sız, ya saklarsınız ya bir kederi ya bir sevinci mutluluğu tutarsınız elleriniz bir resimle buluştuğu zaman. "bir resim ya da fotoğraf bir dünyadır her şeyi anlatan". Ve...
Her şeyi anlatır konuşulan, konuşulmayan ya da konuşulamayan, saklar gizlenen sözcükleri anlatılamayanı anlatır bir resim içinizde kalan. Hatıralardır önünde saygıyla hatırlanan bazen bir yürek kanamasıdır kabuğu kaldırılan bir yaradır unutulamayan, unutulmayan. Bir türküdür bir resim, bir ağıt anlatır bir fotoğraf, tutanın elini yakan bir kor’dur kızıllığı ile can yakan. Bir resimdir Mutluğun çizilemediği, bir fotoğraftır ölümün sessizliğine sessiz kalan. Hatırlatandır ‘unuttum’ dediğinizi belleğinize sıfırdan kazıyan.
Unutturmaz kendini resmettiğimiz, ben buradaydım, vardım, yaşadım diye haykıran, sarsar sizi kendinize getirir gözünüzde canlanan.“bir zamanlar yaşadı şimdi yok oldu denenin, yaşadığının ispatı bir resim bir fotoğraftır arkasından kalan. gerisini silin gitsin, <<sevgiye saygıyla eğilmek gerek, o kutsal duyguyu sevene sorun, hiçbir haksızlığa dayanmaz yürek, sevgiye ihanet edeni silin gitsin. İster ağa olsun isterse paşa, bakmayın gözünden döktüğü yaşa, öldürmek
Allah a mahsustur hâşâ, sevgiye ihanet edeni silin gitsin. Böyle dönüyorsa dünyanın çarkı, varımdır insanın hayvandan farkı. fark etmez yaşının otuzu kırkı, sevgiye ihanet edeni silin gitsin,sözümde ciddiyim gayet de sakin ,dürüstlük her yerde dünyaya hakim ,yaşamak herkesin hakkıdır lakin ,sevgiye ihanet edeni silin gitsin.” Vuslat vadisi sorma artık istemem neresi burası, hoş geldin vuslat vadisi burada yaşanır yaşatılır paylaşımların en güzeli en şahanesi
Umutların, acıların, sevinçlerin, keş kelerin, en derini ve güzeli anlamdır ki
yaşam tohumun yetişmesindeki sırda gizli büyük aşklar Ellerde gözlerini kapatıp, yere göğe sığmayan yasladığım başını,
71.sayfa
Burada yaşadığın ve yaşadığın hatıraların en güzeli en şahanesi
Tatlı tebessümde ki gizemi, anlamaktır bu hayat bir sigara içimi
Burada paylaşılır anlam kazanır duygular sorgulamaz geçmişi,
Aşktaki sır, yaşanır yaşatılır su ya aşık hikayedeki çiçek misali
Anlamayana göre vadi ayrıntı dır , ama hayat ayrıntıda gizli
Farkı fark etmektir bizce burada bireylerin kendine olan özeli
Burada yazılır nakış, nakış sevdalar bir tabaktaki bir çekirdeğe
Veyahut bir bardaktaki bir yudum içeceğe, gerçeklerine içindeki
İnançlarının doğrultusundaki en yalın ve en sahici sidir son fikri
Umutların, acıların, sevinçlerin, keş kelerin, en derini ve güzeli
Kendine yakın bir o kadarda uzak yaşarsın işte hayatın özeti
Bulursun kedini, sevdiğini, her şeyin anlamını bir sigara içimi
Rüzgarlar söyler ağustos sıcağındaki gölge hayatının müziğini
Ağaçlar alkış tutarken yapraklar dans eder kelebekler misali
Vuslat vadisi, acılar katlanmaz geçer nisan yağmurları gibi
Acılar erir güneş gören kar misali sevinçler bırakır yerini
Neşelendirsin bahar dahi kırmızı sarı beyaz açan güller gibi
Burada yaşanır yaşatılır paylaşımların en güzeli en şahanesi
Kendin ve içindeki senin olduğun, acık ve net tüm yalın hali
Her ne olursa yaşamak ve yaşatmak kayıtsız şartsız istediklerini
72.sayfa
Bulabileceğin güven saygı, temizlik, sır, seviyeli paylaşımdır zihayat ta hep birileri örnek verilerek yaşadık, komşunun oğlu senden daha akıllı, dayının kızı daha güzel, arkadaşın daha derli toplu, onun karnesi süper,bunun huyları iyi vs...derken kimse bizi gerçekten iyi kabul etmedi hiç, hep görülmek istenilen yerdeydik kimse olduğumuz yeri fark etme di...
İyi sınıfına girmek için bir şeyler yapmakta fayda etmedi..sevişmelerimiz bile hep bir menfaatti, kimi kaşınızın gözümüzün renginde, kimi vücut hatlarında ,kimi parada pulda aradı bizi ve kalbimiz hiiiiç görülmedi...takdirnameli karneler getiremedik hiç, her şeyi istediğimiz gibi yapamadık ama kimsenin utan-cıda olmadık.
. Birileri hep önde durdu, bizim küçük yanlışlarımız felaket onların büyük hataları marifet oldu...ama olsun be kimse görmese de bir gören vardır diye yaşamadık mı hep....yalan dolan olmadık adam gibi sevdik ,adam gibi terk edilmesek de ....her şeyi kuralına göre oynamadık sadece içimizden geleni yaptık işte bu yüzden rahattık..
.neyi ne için yaptığımızı ifade edemedik, fedakarlıklarımızı fark ettiremedik, mühim olan yaptık ve iyi ki de yaptık dedik ancak biz fark et tik.. Bu kadar karmaşanın ve yıldırıcılığı arasında uyandığımız her sabah yeniden mücadele gücünü içimizdeki iyi niyetten aldık, umuttu bizi hayata iten ona doğru götüren...
73. sayfa
Bir gün bir yerde bir ruh eşimiz varsa eğer ve çıkacaksa karşımıza, bu ne yada nasıl olursa olsun, ne durumda karşılaşsak ta bizim içimizi okuyacak tek insandır ve bulursanız kaybetmemek için her bir şeyi yapın...
Ruh eşi denilince bir hayat paylaşmak değildir istenen, zaten aynı ruhla farklı bedenlerde birlikte yaşanmıştır hayat hep aynı duygularla... Uzak yada yakın olması da sorun değildir sadece olması yeter insana...e neredesin ruh eşim? Senle karşılaşmamız ne zaman ne kadar daha düşüp kalkmak gerektirecek hayatta bir başım na, işte burada saklıdır içindeki
75. sayfa
huzurdur Şimdi bir yalanın soğukluğuna yasladım sırtımı..
Üşüyor yüreğim.Bir nefes sıcaklığıydı oysa istediğimiz herkes
oysa Ben;Çocukluğu sesiz sakin uslu ev kedisi,
Gençliğimin hoyrat haylaz üniversitelisi
Ve daha sonraların,Mühendis bozuntusu
mükemmel Aile reisi...Saçsız başlı, hafif göbekli
Tembel kırıkkale ilinin en hızlı şimdilerdeki eskisi,
Torunlarıyla arkadaş, kendi halinde Şai r müsveddesi..
yakmak ve okumakla kayıtsız yozlaşmış olsa da günleri
Bunca yaşım boyunca sırrını öğrendiğim,Ve istediğim her şeyi insanın yapabildiğini,Gizemli bir dünyam daha var mı ki benim;
Eski cumhuriyet meydanın gençlikteki kavgalarımın güzelliğini özlerim bazen;Cahide Sonku’yla birlikte Markize giderim.O, lâcivert şapkasının altından,Altın sarısı saçları dökülmüş,Çayını yudumlarken,Ben,Bir düş âleminde, dalgın,acık hava saray sinamasında, Onu seyrederim...
Bazen,bazen eski dutluk otobus duragında kurulan panayırda dönme
dolaba binerim bazende kızılırmagın kenarında mangal sefasında zahidem türküsünü mırıldanırım.
Alı başimi gider diyar diyar gönül kacamaklarımda :Kadıköy vapurunun ardında,Kanat çırpmadan süzülen,Bembeyaz
martılardan biri oluveririm.Ya da,,Kuğugölü balesinde maystro olur,
Parmakları ucunda yükselirken balerinler,Orkestrayı yönetirim.
Kâh,Bir Hafız Burhan Bey gazeli olurum;Mehtaplı osman gazı mahallesindeki fakir hane villamda bir yaz gecesi,hayalimde
istanbul Boğazını,Bebekten Beylerbeyine,Yıldızlar arasından seyrederek fasıl geçerim.
Kâh,Rindlerin,dünyasında,Rübailer eşliğinde,Hayyam’la beraber içerim.
Bazende kimi zaman olrki,Tertemiz ve buz gibi bir kar suyu olurum;
Coşar, köpürürüm yücelerden akarken,kapulu kaya baranın benlerine dakılan sazan balıgı olurum
Ya da:Lâ Jakond’un tebessümü olurum,gülümserim boşa gecen boşa harcanan günlere yaşanılmiş yaşanıçak sayılan ömürlerde,Dünyaya bakarken...
Bazen, titreyen bir çiğ damlası:Goncalarla dolu bir gül dalında
Bazen yanık bir türkü, kırlangıç köyünün garip bir çobanın kavalında..
Gün olur,paris te Concorde Meydanında başında Şanzelize Caddesinin başında,
Ya da Vistül boyunca,Leh kızlarına mutluluk taşıyan,Akıncıların bir süvarisi,Gün olur,Peşte’de,Tuna kıyılarında,Kulağıma takılıp kalmış
Bir çigan müziğinde,Keman sesi...
Bazen,Dev dalgalar arasında,Fırtına bulutlarına meydan okuyan,Bir ahşap teknenin reisi,Ya da, sbahın saat dokuzunda yorgunluk kahvesi.
Ha unutmadan bazende:Bir deli rüzgâr olurum ,Sevgilisinin saçlarını
Özgürce öpüp okşayan,Hiç bir şeyden çekinmeyen,Ve...Hiç dinmeyen...
Ben,:Saçsız başlı, hafif göbekli,insan emeklisi,Torunlarının arkadaşı
Ve yarınların mutlu dedesi,Sahipsiz kedilerin, köpeklerin,sevgilisi
Kırıkkale ilinin nesli tükenmiş kelaynak kuşu şimdilerde eskisi ahti vefa tiryakisi,zaman hızla gelip geçiyor her ne kadar farkında olmasak ta ama en önemlisi bir acı kahveyi paylaşabilz olmadı ekmek arası peyniri olmadı selamlaşıp tebessüm edebiliriz birbirimize onca kalabalık içinde ,ön yargısız beklentisiz çıkarsız olarak herkes uyuduğunda seher vakti kalkıp dua edebiliriz .
en sevdiğimiz ve istediğimiz ne varsa yaşam adair ve sadece bizim gibi uyanıp sıcacık evinde veya bir yalnız odada Ya da açılmasını beklediği cami avlusunda içten ve samimi bir şekilde...sahura kalkanların ışığı yandığında bu kentte, üşüdüğümüzü kendimize belli etmemek için, tüylerimiz diken diken olup, bedenimiz titreyene kadar Yalnız değilsin diye fısıldayan kırık dökük de olsa şefkat kelimeleri ara sıra kulağımızı çınlatsa da gülümseye biliriz bir şair müsveddesi
Ve
Hayâl dünyasının tek efendisi! ...Ne isterim ki başka: Var mı benim gibisi? ...
76.sayfa
zaman hızla gelip geçiyor her ne kadar farkında olma sakta ama en önemlisi bir acı kahveyi paylaşabiliriz olmadı ekmek arası peyniri olmadı selamlaşıp tebessüm edebiliriz birbirimize onca kalabalık içinde ,ön yargısız beklentisiz çıkarsız olarak herkes uyuduğunda seher vakti kalkıp dua edebiliriz .
en sevdiğimiz ve istediğimiz ne varsa yaşama dair ve sadece bizim gibi uyanıp sıcacık evinde veya bir yalnız odada Ya da açılmasını beklediği cami avlusunda içten ve samimi bir şekilde...ashura kalkanların ışığı yandığında bu kentte, üşüdüğümüzü kendimize belli etmemek için, tüylerimiz diken diken olup, bedenimiz titreyene kadar Yalnız değilsin diye fısıldayan kırık dökük de olsa şefkat kelimeleri ara sıra kulağımızı çınlatsa da gülümseye biliriz.
Kırık dökük yamalı hayatımız hikayesinde delik deşik edilmiş çocukluk hayallerimizi, kimsenin bilmediği kasamızda saklandığımız gülümsülerimizi hatırlarız belki.
Dua ve insanlık edepli hayalı olamak bize yakışır mutlaka; sonrasında bir kır Bahçe’sinde ,ince belli bardakta çay içe biliriz sonrasında cay renginde sarı sevda belimizi, içimiz sıcak, dışımız zarif, herkesin özendiği oluruz belkide.
Herkesin bizden alıp götürdüklerini tamamların, düşmanlarımızın el alemin emanetlerini yüreğimizde taşımayız öyle dağları yerinden oynatmasına gerek yok.
Adı bir bıçak olmasın sırtımda kısacık bir yazı olsun alnımız dilimizde de dua
Sesimiz çıktığı kadar bağırırdık mesela sesizce, soframız buludugumuz kadarını yeriz, sevdamızın büyüklüğü kadar dere yatağında akan sular gibi sesiz yavaş ve bir o kadar hızlı kadar sevişirdi veya kanardık Şeytan’a, dünyanın en tatlı günahına sarılırız günün herhangi bir saatinde geceyi beklemeden. Helalim olursan…
Yağmura çıkardım ben sıcaklarda, sen arkamdan gülersin, dudaklarıma değen hayali damlaların altında etrafımda neşeyle dönerken.
Bir bardak kahveyi paylaşabilirdik seninle, acıyı, tatlıyı, karanlığı ve belki bir kahkahayı…Sonra senle ben iyi Salih ve Saliha’ bir eş olurduk belki, bizim dışımızda hani dünya olmazdı güzel bakardın gözlerimin içine, Güzel sevişirdin rüzgarın ahenginde dans eden ağaç yaprakları gibi göz bebeklerimizden başlar inerdik ruhlarımıza
şimdikiler gibi sahte, yalan, içi boş ve çirkin bir sevecenlik taşımazdık. Güzel hikayelerimizi olurdu, güzelce birbirimizin sözünü kesmeden dinlerlerdik, birbirimiz dinlerken bile heyecanlanırdık,birbirimiz için o kadar değerli, olduk ki anlattıklarımız bizi bize özel kılardı kendimiz çok değerli gördüğümüz göz bebeklerimize yansırdı.
Benim kalbime kalplerine göz bebeklerimden gidildiğini bilirdin Bende san hep tebessümle güzel bakardım anlardın ki Müşfik, babacan, seven, şefkatli bir erkeğimdir, sen erirdin. bilirdin ki güzel severim, güzel sevişirim sevişirken anlardın kadınlığını, bir kahkaha patlatırdın bir duble yanında, için kadınlığın çiçek açılırdı gibi…
Boyu kaçmış, kilosu neymiş, kaç para kazanırmış,şım hiç umurunda olmazdı. sadece seni sevmemi istersin.
Saçlarını çekerdim gözüne gelince kapatmasın diye, öyle bir dokunurdum ki; başını koyup omzunda ölmek isterdin. Ve derdinki şimdi bitse hayatım, gözüm açık gitmeyeceğim Allah seni başımızdan eksik etmesin adı olmayan ama
kağıt üstündeki evliliklere inat çok aşina gibi görünüşte gerçekte olmayan güzümüz ahir zamanındaki birliktekilerden farklı, hani dilimizin ucunda her daim dua ve iyilik güzellik her şeye rağmen ,mutlu sağlıklı afiyette ve bunu çocuk gibi meyvelerle süslüye bilirdik Allah’ın izni ile ,Senin kalbinde demlerdim ben tüm tutkularımı, benim sessizliğimde sabrı pişirirdin sende. Yani, gül gibi geçinip gidebilirdik, egolarımıza yenik düşüp gül gibi solmayı tercih etmeseydik …
,hayatı anlamaya çalışırken, yaşamı anlama derdi de cebinde durmalı. Böyle gelip geç memelisin dünyadan.
İnsana ait olanı, kendine ait olanı sorgulamalısın. Yaşadığın her olayın önünü ve arkasını kazı malısın. Evet, bu biraz beynin limitlerini zorlamayı gerektirecektir ama içinde bir yere ulaşmanı da sağlar.
Neden aşık olduğunu, neden o insanı seçtiğini, neden milyarlarca insan içinden, sadece onun ardından böyle yanıp tutuştuğunu merak etmelisin.
Aklın sana huzur vermemeli ki; yaşadığının farkına vara bilesin. Bir robot gibi, sadece verilen emirlere uyarak, hiç sorgulamadan devam edemez bu yolculuk; etmemeli!
78. sayfa
“Kendini bil!” cümlesini çok beğenmen yetmez, bilmek için çaba göstermelisin. Yüreğinin düşkünlüklerini, zayıf noktalarını, neden kıskandığını, neden öfkelendiğini, neden sevemediğini, neden kendini sevmediğini, acizliklerini, zayıflıklarını, yeteneklerini, nelerin seni mutlu ettiğini bilmelisin. Bilmiyorsan da, merak etmelisin evet yazmak güzel bir şey okumak doldurur insanı yazmak boşaltır. mesela benim tereciye tere satmayacaksın:)))
yaşadığımız .bu hayatta:eş iş, eğitim her alanda her adım atışımızda başarısız oluyorsak, bir yerde hata yapıyoruz demektir. Kadere, karşındakine, zamana ve her ne sebep buluyorsan ona faturayı yüklemek; kendinden başka yerlere baktığının göstergesidir.
“Neden?” diye sormalı insan, cevaplar aramalı. Huzursuz olmalı biraz ruh dediğin, ancak o zaman gerçek anlamda başlar yaşam sanatı.
Sen ancak kendini tanımaya çalışırsan, bir adım ileri gidebilirsin. Sen; sabah işe giden, çocuğuyla ilgilenen, mesleği olan, evinin kadını olan, akşam evine dönen, kuralları uygulayan, yemek yiyen, uyuyan, televizyon izleyenden,daha fazlasısın.en azından benim gözümde.
yaşadın bu dünya üzerinde durduğun yer baktığın acı karakterin senin yaşam biçimi belirlediyse yer kapladığın hacminden başka bir değer kazanmak istiyorsan eğer, içine dönmelisin. Sorgulamalısın, araştırmalısın, düşünmelisin.
düşün bir kez dur da dünya ve Güneş arasındaki çekimi ,suyun kaldırma kuvvetini nasılsa öğrenirsin, bunlar teorik bilgiler çokta bilmen gerekmiyor. fazla bilgi (işe yaramayan)hamallıktır aslında bana göre Sen, her seferinde başarısız olduğun ilişkilere nasıl çekiliyorsun, asıl bunu bilmelisin! Ay gibi, birinin bir olayın yada geçmişinin yörüngesine kapılıp sorgusuz sualsiz altından daha değerli zamanını nasıl teslim edebiliyorsun, bunu bilmelisin. Senin içinde hiç tanımadığın bir sen daha var; biraz düşünsen belki bulabilirsin! unutmamalı her birey bir canlı varlık olup bir değerdir. kendine has anatomik ve sosyal yapısı vardır .üç boyutlu olup ruh ve karakter ve fizikten oluşmaktadır. bana göre başarının sırrı eşini işini hepsinden önemlisi kendini ve yaratanı sevmektir yalanlara, hırslara, tüm kötülüklere rağmen iyilik değil mi bizi insan yapan ve mutluluk ile iç dünyamızı pekiştirip zenginleştiren…
80.sayfa
Yalanlarla ve ihtiraslarla dolu kalabalık bir dünya yerine yalnızlığı tercih etmek de bir seçenektir. İkiyüzlü olup sayısız arkadaşınız olacağı yere tek yüzlü tek bir aksimiz olsa aynada yeter de artar bile…özledim işte
Olur da yolun düşerse bu taraflara bil ki; sorgusu suali olmayacak bu ayrılığın
sen ağzında bir şeyler gevele
ben anlarım...
havada taze gün kokusu
kaldırımda volta atan
kırıntı avında bir kaç serçe
fırında konuşan üç beş kadının
sokağa taşan neşeli sesleri
gülümsetecek kadar güzel bir sabah
ne bileyim
fazlaca hayat dolu işte
hele o yavru kedi ve uçuşan tüyleri
kim uzatsa elini fark etmeyecek gibi
çöp toplayan adam
ben gibi erkenci bir kadın
yaramaz bir çocuk ya da
yeter ki sevsin birileri dercesine
masum ve teslim
ya ben öyle miyim ya
canımı canına yamayacağın güne kadar
kör ve sefilim
çünkü sadece senin gözlerin yakışıyor gözlerime
başka hiç kimsenin değil
oysa
közünü de gömmüştüm külünü de
bir de kafa tutmuştum hayata
asılı kalmam demiştim
asılı kalmam işte bir ipin ucunda
ben palavra atmadım ki
neye yaradı onca kavga
ne yana dönersem döneyim yüzümü
hala gölgen düşüyor saçlarıma
elimde değil özlüyorum seni
isyana diye çıktığım yollar
neden zoruma gider ki
neden sitem yazmaz kitabımda
peki kim gelip örtecek
süngüsü düşmüş bu aşkın üstünü
kim söyleyecek çayıma iki kez şeker attığımı
kitabımın neresinde kaldığımı unutmaktan
unutulduğumu düşünüp kendime acımaktan
yoruldum be iki gözüm
şahidim yok
inansan keşke
ne çabuk geldi alaca karanlık
yavru kedi uyumuştur çoktan
serçeler kim bilir nerede tok ve mutlu
bir ben miyim zorba geceye gebe
o halde sıcak ellerin bıraksın beni
hüznün yeni düşmüş göbeğine
söz veriyorum ağlamayacağım
sadece özledim diyorum
özledim işte...
Gördüğünü Herkes Sever
Görmediğini Bulacaksın
Eğer Gerçek Aşk İstiyorsan;
Tene Değil ’Kalbe Dokunacaksın
(Bob Marley)
Ben çocuklar gibi sevdim Devler gibi acı çektim..
Atila İlhan..
81.sayfa
Oysa ;sevmek katlanmak değil birlikte, ortaklaşa yapmaktan keyif aldığın şeylerin sayısını ve kalitesini yükseltmektir.Söz ve davranışlarla ..özür dilemeyi bilmek kendini yüceltmektir
aslında ..Ya da affedici olmak nezaketin özü, asaletin zaferidir.Kadın ya da erkek
tek kişilik oyunda iyi birer oyuncu olmaktan öte üzerine düşen sorumlukları hiç
üşenmeden yerine getirebilmektir. Sevebilmenin ön koşulu olamaz ,olmamalıdır. Kendine yapılmasını istemediğin şeyleri karşımızdaki eş ya da reva görmemeli insan .Sevgiliye sevgi ile yaklaşmalıdır. Bilinçli olup olumlu objektif ’ bir pencereden bakmalıdır.
işte o zaman tek kişilik oyunlar’ çift kişilik gösterilere dönüşebilirler. Ancak bu sayede ortadan kalkabilir aşk ve mutluluklarda ki düş kırıklıkları.
Onur can...
Hayatı uzaktan seyretmeye başladığım gün kendimi içinde buldum
nedense gülen yüzüm kendime her yeni güne ışıktı kitaplar dinlediğim türküler
yol arkadaşımdı hangi elimi nereye kime uzatacağımı hiç bilmedim .insanları tanıdıkça boşluğumda kendimi buldum baktığım gözlerde kendimi gördüm kendime sordum sen fabrikadan üretilen kenara atılan defolu ürün müsün evet defolu üründüm hayata atılmış bir insan ne kadar hayata dik adımlarla öz güvene yürür tek tek insanlar arsında geziniyorum güzel dostluk kardeşlik derken hayatımın elimden uçup gitmesini seyre dalarak yaşadım Çok sorardım anneme ve tartışırdık her konuyu
neden beni "duygusal" yetiştirdin diye..sormuştum birkeresinde
her şeye ağlıyordum.. benim için çok duygulu olan insanlık için duygusuz şeyler idi..
"Canım Annem ..şöyle dedi".büyüyünce zamanı gelince o duyguyu nerede kullanacağını bileceksin demişti..
Önemli olan yıkılsak da ,kalkabilmek. Mücadele etmeniz gereken hayat ideal bir hayat olamaz
82.sayfa
benimki si baltayı taşa vurmak. İnsanlar hayatta gösterdikleri mücadele ile onur kazandıklarını söylerken ben mücadele etmemizi gerektiren hayat değersizdir diyorum. E söyleyin o zaman; amacınız yaşamak mı, onur kazanmak mı? Onur kazanmak sizin için yaşamak anlamına mı geliyor?
Ben hayat kolay olmalı; yollar yokuş, hava soğuk/ya da sıcak, gözlerinizde yaş, yüreğinizde ağrı olmamalı diyorum. Sizi özleyen anneniz 2000 km’den sizi görmeye geliyor. Bu durumun kabul edilemez olduğunu düşüneceğinize annenizin sizi ne kadar sevdiğini söylüyorsunuz. Sevmese ne yaspın! 2000 km diyorum; bu kadar uzaktan Allah bile kulunu görmeye gelmez! Bu şimdi hayat mı yani!
Yaşamak değil de mücadele etmek size yetiyorsa doğunca uçurumun kenarına bırakalım, mezara kadar çırpınıp durun! Affedersin b…k gibi yaşayan bile gösterdiği sabır ve mücadele ile övünüyor, mutlu oluyor. Mücadele nedir ya! Mücadele insanı nasıl mutlu edermiş ben onu anlamıyorum! Bedelini ödeyerek her şeyi yapabilirsin; böyle bir şey insanı mutlu eder mi?
83 sayfa
Bir tanıdık la karşılaştım. Bana evini gösterdi. Vüüüüü 8 kat. Allah versin! “İşte bunu ben yaptım. Yemedim içmedim ömrümü verdim” Evini göstermek için dahi kamburlaşmış belini doğrultamayan adam elinde ilaç torbası yedi kule hastanesinden geliyordu. Aynı yaştaydık ve benim 8 katlı evim yoktu. Ama 60’ında yanaklarımdan kan damlıyordu. İstesem 8 katlı ev ben de yapabilirdim. Ama benim 8 katlı eve ihtiyacım yoktu. Aslında onun da yoktu. “Bak bunu ben yaptım” demek için yapmıştı. İhtimal ki yakında bir kat ev daha yapacaktı; zincirlik uyuya! Üstelik o vücut o akıl kendisine 8 katlı ev yap diye değil “al bunu yaşa” diye verilmişti…
Anladığım kadarıyla sizler hayat zor olsun, diyorsunuz. Niye ki, kolay olsa olmaz mı? E hayat kolay olursa Ayı Kazım nasıl “şunu yaptım, bunu yaptım” diye hava atacak! Hay senin aklına tüküreyim emi, üç kuruşluk itibar için rezillik dağına tırmanacaksın ha! Madem öyle, sürünmek şikâyet edilecek bir durum olamaz. Dünyada zorluklara katlananlara cennetten parsel veriyorlarmış duymadın mı?
Filozoflar, ulemalar, prof’lar, bilim adamları herkes hayatta mücadele etmemiz gerektiğini söylüyor. Ya bende bir sorun var, ya da bunlar delirmiş! Kutsanıyor üstelik böyle bir hayat. Niye, gerekeni yapsam da bacaklarımı uzatıp otursam. Hoçanlı’da geven yolacağıma aklımı kullanıp Nil ovasında ananas tarlası kursam.
Tanrı böyle istiyormuş, Tanrı da ne istediğini bilmiyor tövbe tövbe… Zorluklar, imkânsızlıklar insanın hoşuna gider mi ya! Sırtımda taş taşıyarak cennete gidecekmişim; hadi ya!
Bıktım usandım dünyanın aptallıklarından ya! Kimseyi de ikna edemiyorum ha! Sanki insanlık afyon yutmuş! Yukarıda yazdıklarım için bir kişi bile haklısın demiyor. Ben yoksa inek beyni mi taşıyorum!
Aristo söylemiş; Sokrat da onaylamış. Zaten gerek yokmuş; çünkü Tanrı’nın kitabında yazıyormuş. Aristo maristo yok, ikide bir geriye bakma! Artık dünya ikimize kaldı; Korkut ve sen! Ya ona inanacaksın ya da hiçbir şeye inanmayacaksın. Bıktık usandık bu klişe referanslardan ya! Bu böyle değil diyorsun adam bir Meydan Larus kucaklamış geliyor, “Burada yazıyor” İnsanlığın hücceti de bir yerde yazıyordu ama onunla affedersin şeyimi sildim!
Diyecekler ki “Korkut, biz istemiyoruz, hayat böyle” Pışıııııkkkk külahıma anlatın siz onu! Eğer hayatta illa da bir zorluk varsa kendiniz yaratıyorsunuzdur. Dümdüz ovalar dururken dağın yamacına şehir kurmuşsun; bayırlarda yuvarlanıyorsun,kafan gözün kırılıyor; ovalar ekmek için bayırlar çekmek içinHer karanlığın ardıdan ,dunya batmadıkca güneş doğacak ve ısıtacak bakışlarımızı..
Bir el istersin sana dokunan ellerini tutan güven veren güçlü bir el , içimde zerre kadar hiç kimseye güven duygum yoktu sonra düşündüm kendimde sorun aramaya başladım konuştum olduğu gibi kabul et dedim her gün yeni bir yalana her gün yeni bir yemine inanamaya başladım
84 sayfa
Ne var ki hep denen şuydu ben başkası değilim oysaki oda aynıydı başkası nasıl olunur hiç mi hiç anlamadım dost dedim zaman ilerisinde bir diğerinden farkı yoktu neden kendi mutsuzluklarına tercih ben oldum nereye baksam aynı ailesi oldukları halde başka hayatlarda ne işleri var dı bu kandırmak değil de ne idi bu kadar mı ucuz bir hayattı benim hayatım
Benim bir ailem yoktu ama kendime en büyük aile kendim idim en azından onlar gibi yalana yemine gerek duymuyordum ne kadar kanabilirim ne zaman biter dedim bitmeyince bitmiyor çocukluğumda ne kadar saf duygularla büyümüşüm kendimi merhamet, vicdan, demişim acıma duygusu ise ayrı bir dünyam bende kötü olacağım desem de kalbim izin vermedi bazen istemediğim çocukluğuma zaman makinesi olsa da dönsem diyorum öylesine sek sek oyununda geziniyorsun acı ,keder, hüzün ,yok çünkü derdi bilmiyorsun
Düşünüyorum geceleri ben bu kadar ağır yükleri nasıl taşıdım nasıl mücadele edip okumayı başardım kimseler ön ayak olmadan kimseler yol göstermeden bu taşlı tozlu yolları ihanetleri nasıl sıraya dizdim çalışırken evladım okusun diye başka günlük işi nasıl yaptım bilmek bile istemiyorum
Sonra buldum her acımın sonuna bir tebessüm bırakmışım ne zaman mutsuz olsam gülen resimlerime bakar ayağa tekrar kalkar yoluma devam derim
çünkü gülümsemek güneşe bakışım gibi benim ışığımdı
hani şu siyah takımının içine giyindiğin ’
beyaz gömleğin vardı
her seferinde korkardın üzerine çay damlatmaktan
ve ne hikmetse inatla
mutlaka damlardı bir kaç damla bardağın altından
sonrasında
gülüşürdük, aynı anda göz göze geldiğimizde’
oysa
ne çok göz göze gelmemiz gereken suslarımız vardı
senin duymaktan, benimse bir türlü söylemeye çekindiğim suslardı herbiri
mesela hiç sevmezdim ’ yemek sonrasıı kumandayı alıp, tv. karşısına geçip,
sezonun ne kadar yeniliğiyle bitmiş devasa futbol ’ maçlarını...Reklam arası
dahi vermezdin hani.Bilmesem ’ her seferinde ya üzerime gelme yine yenilmişiz !
Oysa güzel oynadı bizim çocuklar ’ hakemde tek suç:) orada penaltı vardı’
bal gibi de vsvvsv Her seferinde kumandayı koltuğa fırlatıp atmana ne çok alışmıştım
Zavallı kumanda ! Ne çekerdi bir sezon boyunca’:)
En çokta uzun uzun telefon konuşmaların sıkardı canımı.
Hani tahammülsüzlükten değil , bütün gün aynı masada, aynı
iş yerinde birlikte çalıştığın arkadaşlarınla eve gelince de iş konuşman çekilmez gelirdi bana
Eminim ’ tamam hayatım bitiyor işaretlerinin ’ ardından çok daha son sözün
oluyordu .
Ben’ küsüp mutfağa geçmesem ( genelde de ben mutfaktan
salona küsüp geçiyordum :)Sen elinde telefon peşimde dolaşırken..
Birlikte geçireceğimiz ne çok zamanımızı ı çalmıştır o telefonlar..Bir saat fazladan
dizlerinde uyumak gibi..yada birlikte o çok sevdiğimiz şarkıyı, kahvelerimizi karşılıklı
yudumlarken dinlemek gibi ....Ne çok şeye küserdim, susarak..
85 sayfa
Oysa ;sevmek katlanmak değil birlikte, ortaklaşa yapmaktan keyif aldığın şeylerin sayısını ve kalitesini yükseltmektir.Söz ve davranışlarla ..özür dilemeyi bilmek kendini yüceltmektir
aslında ..Ya da affedici olmak nezaketin özü, asaletin zaferidir.Kadın ya da erkek
tek kişilik oyunda iyi birer oyuncu olmaktan öte üzerine düşen sorumlukları hiç
üşenmeden yerine getirebilmektir. Sevebilmenin ön koşulu olamaz ,olmamalıdır. Kendine yapılmasını istemediğin şeyleri karşımızdaki eş ya da reva görmemeli insan .Sevgiliye sevgi ile yaklaşmalıdır. Bilinçli olup olumlu objektif ’ bir pencereden bakmalıdır.
işte o zaman tek kişilik oyunlar’ çift kişilik gösterilere dönüşebilirler. Ancak bu sayede ortadan kalkabilir aşk ve mutluluklarda ki düş kırıklıkları.
İstemek kendiliğinden haklı bir
davranıştır;gerekçesi, nedeni olamaz
İstiyorsun ama yok, istiyorsun ama şu, istiyorsun ama bu, denebilir; ancak kişiye neden istiyorsun denemez. Çünkü isteklerimiz bizim planımız değil, içimizin arzusu. Ve istemek suç, günah ya da ayıp da olamaz; çünkü biraz irade dışı.
88 sayfa
İsteklerimize engel olabilir miydik; belki ama bu takdirde de yaşamamızın anlamı kalmazdı. İsteklerimizi sınırlandırmanın da doğru olmadığını düşünüyorum; çünkü bizim için neyin daha iyi olacağından emin değiliz, yasakladığımız şey hayatımızın en önemli isteği olabilir.
İnanç ve tutucu söylemler nefsin düşmanı, nefsi şeytan olarak görüyorlar. Dolayısıyla bunlar için istemek günah işlemek gibi bir şey. Bunlara göre adeta hayatta kalmak için gerekli şeyleri isteyebiliriz, ötesi haram. Bunlara sormak lazım, o halde nefis niye yaratıldı, nimetler neden var?
İnsan istediğini istemeli ve bunu dillendirmelidir. İsteklerinizi yerine getirmezseniz hasta olursunuz. Kimden ne istiyorsanız uygun bir şekilde isteğinizi söyleyiniz (karnım aç, param yok, sizinle yatmak istiyorum gibi) Ne kadar uç olursa olsun istekler masumdur. Masum isteklerimiz dinsel ve ahlaki sınırlara sıkıştırılıp baskı altına alındığı için bize ayıpmış günahmış gibi geliyor.
Nefis kötü şeyleri de isteyebilir ama bunun ayarı bize ait. Zaten kötü şeyleri isteyenlerin yüzünden masum isteklerimiz engelleniyor. Ben İsmail’i öldürmek istiyorum diye bir istek olur mu? İstek meşru haklar içindir, hakkımız olan şeyler içindir. İstekle ahlak uymaz; bu durumda sonucu kişilerin iradesine bırakmak gerekir. Kişi bedelini ödemeyi kabul etmiş ya da göze almışsa çizgi dışı isteklerde de bulunabilir.
İsteğin ahlakı yoktur, namusu, terbiyesi, sınırı yoktur biz kendimiz ayar veririz. Ve zaten böyle olmalı.
90 sayfa
Çünkü isteklerimize din ve ahlak ayar verirse ortada istek diye bir şey kalmaz. İsteklerimizi elde edemiyoruz hiç değilse isteme konusunda özgür olalım. Tutku ve fanteziye dönüşen isteklerimiz hayatı yaşanır kılar. Ve fanatizm isteklerimizi coşkuya dönüştürür.
Çaba zorlama disiplindir; kapasiteyi aşan çaba işkence sayılmalı
Bir işi, bir şeyi yaparken göstereceğiniz gayret kapasitenizi aşarsa bir noktadan sonra iflas edersiniz. Bu konuda sanki bilinenleri tekrar ediyor gibiyim ama çok ciddi yanlışlar yapılıyor. "Herkes kazanıyor sen üniversiteyi niye kazanamıyorsun" Bir kere herkes kazanmıyor da bu kişinin üniversiteyi kazanacak kapasitede olmayabileceğini niye düşünmüyorsun? Çalışırsan olur diyorsun. Hayır, olmaz.
Kişilerin kapasiteleri zorlanamaz. Çaba kutsal olarak gösteriliyor. Zorlama çaba bal gibi işkence. Kişinin yeteneği kapasitesi neyse onunla ilgili çabayı isteyebilirsin. Peki, kişinin bu kapasitesi nedir? Ortada bir kötü niyet ya da tembellik durumu yoksa kendi iradesiyle ortaya koyduğu "daha fazlasını yapamıyorum" durumudur.
Cahil anne babalarımızın ve büyüklerimizin bilinçsiz davranışları yüzünden çaba denilen kamçıyı kı... mıza yiyip duruyoruz , "yapacaksın" Be cahil adamlar yapmak bir şeyi sadece yapmaktan ibaret değil ki! Kapasite var, şartların uygunluğu var, istek var, irade var... Sen bunları bir araya getirmeden o çok güvendiğin çaba denilen kamçıyla bir atı ahırdan bile çıkaramazsın! Yani zorla yaparsın da sonu ne olur bilinmez. Çaba maba hikâye; yapabileceklerimiz sahip olduğumuz güç ve yetenek ile sınırlı.
çaba göster sinmiş, pöh!
Çaba zorlama bir disiplindir ve belli bir noktadan sonra insanların daha fazla çaba göstermelerine onların sağlığı açısından izin verilmemelidir. Çaba nedir ya, aslolan yetenektir. Belli bir düzende kurulmuş bir makineyi daha hızlı çalışsın diye zorla bakalım.
İnsanlar göstermeleri gereken çabayı göstermedikleri zaman sorumlu olurlar. Ferhat gibi dağları delemediği için kimseye bir şey diyemezsin. Dünyanın salakları almışlar ellerine çaba denilen kamçıyı evrenin atlarının uçurumlardan geçip dağları aşmasını istiyorlar. Çaba kutsalmış; alın teri, emek... Benim kamçı yediğim yerim kutsal değil mi?
"Gayret edersen olur" Her durum için bunu söylüyorlar... Bunlara göre insan isterse başaramayacağı şey yokmuş. Dediğin olsa bile uğraşmıyorum. Ben standarda ayarlı bir fabrikayım, kapasitemin üzerinde çalışmıyorum. Kapasitemle ne ürettiysem onu kabul edeceksin. "Ha gayret biraz daha çaba göster" diye arkamdan iteklemeyeceksin. Ne yapalım yani motoru mu patlatalım tövbe tövbe!
Yüzerek kıyıya çıkamazsam boğulur ölürüm kardeşim, bu kadar basit. Gücüm yetmiyorsa ben kendimi kurtaramam, birinin beni kurtarması lazım. İnsanın gücü bellidir yani, öyle çabayla, iteklemeyle olur mu?
başarını sırrı?kendimizi hayatın bile akışına bırakamazken,Çevrenize şöyle bir bakın. Kaç kişi gerçekten mutlu ve doğru bir ilişki yaşıyor? Acaba ilişkileri bu kadar zorlaştıran bizler miyiz? Bir yerlerde yanlış yapıyor olabiliriz…
ön yargılarımız, gerçekten kırılması en zor ve sert düşüncelerimiz. Einstein bu konuda son derece haklı… ilişkileri hiç bırakmıyoruz. Her şey için bir fikrimiz, yargımız, tavrımız var ve bunları anayasa maddesi gibi değiştirmiyoruz. Oysa insan değişik, gizemli ve farklılaşma özelliğine sahiptir. Ancak bunu anlamamız çok zor!
Son zamanlarda gittikçe kaybolan sadakat hali ise, bizlerin ilişkilerde ne kadar bencilleştiğimizin bir kanıtı haline geliyor. Tek eşli kalmak sanki bize bir yükmüş gibi gelmeye başladığından beri daha mutsuz ve aşksızız. Oysa sadakat ve evcillik ilişkilerin temel taşıdır.
91 .sayfa
Birlikte eğlenmek! İşte bu kavram ilişkilerden yavaş yavaş silinip gitti. Herkesin elinde telefon varken, sosyal medyayla yaşayan ve birbirini ihmal eden çiftler ortalıkta neredeyse sanal olarak el ele tutuşacaklar. Dışarıda yan yana oturan çiftlere bakarsanız, herkesin telefonuyla meşgul olduğunu, bedenen orada ancak ruhen başka yerde olduğunu görürsünüz. İletişimin göz göze olmaktan, söz söze olmaktan çıktığı yerde, ilişki olmaz!
Birlikte gülmek ve eğlenmek fikrine uzaklaşan ve gülmeyi iki nokta ve kesme işaretleriyle tanımlayan bir nesil olmaya doğru sürüklendiğimizde, artık ilişkilerde bir şeyler eksilmiş ve sallanıyor demektir.
Dokunmak, kucaklaşmak, sarılmak, sohbet etmek gibi en değerli şeylere sahip çıkamadığımızda, bilgisayar, televizyon, telefona odaklanarak hayatı kaçırdığımızda, bizi götürdüğü tek yer mutsuzluk odası olacaktır.
Bir ilişkinin temelini oluşturan şeyler saygı, iletişim ve paylaşmaktır. Eğer sevdiğiniz kişiye gülümsemek yerine gülücük işareti yollamaya başladıysanız, kendi mutsuzluk odanızda oturduğunuzu ve hayatınızın temeline dinamit koyduğunuzu fark etmeniz için az zamanınız kalmış demektir.
Yaşamınızı güzelleştirmek, mutlu bir ilişki yaşamak için, hemen ayağa kalkın çünkü geri sayım başladı.
her şey daha güzel olacak!Sessizce girer umutlar pencerenden içeri Rüzgar perdelerini havalandırmamıştır henüz odanın güneş sıcak bir öpücük kondurur yanağına ve kulağına sessizce fısıldar:"Haydi kalk,her şey daha güzel olacak".Hep o günü beklemiş sanki bütün sevinçler.
Dünyayı sırtlayıp götüreceğim sanırsın dilediği yere kadar.
Apartman çatılarını deniz belleyen martıların sesiyle sonsuz bir maviliğe kanat çırpar yüreğin.
Bir kez daha anlarsın,her şey daha güzel olacak evet, her şey daha güzel olacak!Güneş parladığı, insan umut ettiği sürece hayat güzel!Benim en güzel umudum İnsanlık adına DÜNYADA HUZUR ve BARIŞ!!! Kendim için ise huzurlu bir AŞK! ,
92 sayfa
İnsanın değeri
İnsanlar eşit yaratılmamışlardır; bu nedenle insanın değerini ortaya koyarken bu durum göz önünde bulundurulmalı, varlığının hakkını veren kişi o ölçüde değerli sayılmalıdır. Daha az olumlu özellikle yaratılmış (boyu kısa, zekâsı düşük, güzel değil falan) birinin kendi çabasıyla bu eksilerini ortadan kaldırabileceği öngörüsü temenniden ibarettir. "Ama kedi kedi kadar zıplasa yeter, kaplan gibi olması gerekli değil" yaklaşımı doğrultusunda bunun önemi yoktur.
Yaratılış farkına bakmadan "bu niye aşağıda, ben yukarıdayım" diyenler insanların eşit özellik ve kabiliyette yaratılmadıklarını bilmiyor demektir. "Deve gibi boyu var ama ufacık çocuğu dövemiyor" Olabilir; onun yaratılışı dövüşmeye uygun değildir. "Boyu benden kısa bu nedenle ben daha iyiyim" O, kısa boyunun karşılığını veriyorsa bunu söyleyemezsin.
Özellik ve yetenekleri farklı olduğu için insanların birbirleri karşısındaki (kim daha iyi) değerini ölçmek zor. Böyle bir şey zaten doğru da değil. Ama insanlar birbirleriyle sürekli karşılaştırılıyorlar. Aynı konuda özelliği (güzel, uzun boylu, müzik resim yeteneği var falan) olanlar karşılaştırılsın desek bu bile doğru değil; çünkü aynı konuda olsa bile yeteneğin derecesi farklı. En iyisi herkes kendi bahçesine ekebildiği kadar çiçeksin. Kiminin az kiminin çok olsun- ki öyle olacak- iyi niyet olmak kaydıyla biz herkesi başarılı sayalım.
İnsanlara bu şekil yaklaşım insanlığın en tepesindeki asalettir. Tanrıyı bilmiyoruz ama yaratılmışların hiçbirinde biz bu olgunluğu görmüyoruz. Adam Ahmet Mehmet’ten iyi diyor. Neye göre iyi, onu da bırak Ahmet’in kolu kısaysa, Mehmet’inki uzunsa Mehmet daha fazla ,asmadan üzüm alıyorsa Tanrının verdiği avantajı kullanıyordur, niye Ahmet’ten daha iyi olsun ki. Hadi iyi olsun ki gerçekte öyle bu durum var; bu, neden Ahmet’i aşağılamak için kullanılsın "Sen niye daha az üzüm aldın?" Yani kolu kısaysa Ahmet ne yapsın!
İnsanların değerini ortaya koyarken onların durumuna bakmak lazım. Yaratılış değerinin karşılığını verene söyleyecek sözümüz olamaz. İnsanların kapasitelerini görmeden bu başarılı, bu başarısız, bu kötü, bu daha iyi şeklinde değerlendirme yapmak cehalettir. Ama bazen düşük performans kapasiteden ziyade kötü niyet ve tembellikle alakalı oluyor. Bu durum farklı tabii ki.
93 sayfa
Bir de başarılı olup büyük işler yapan kimselerin bunu çalışarak yaptıkları söyleniyor. Başarının %50’si yetenektir, onu da Tanrı verir; yani çok konuşmasınlar. Bende yetenek yok uzaya gidemiyorum ama gücüm ölçüsünde bahçemi kazıyorsam başarılı olup büyük işler yapanların yanında başka ne şansım var ki. Onlar övülsün ama ben de aşağılanmayım "Eloğlu aya gidiyor, sen otur sümsük" Gerçekten insanın değeri konusunda insanlık hiçbir şey bilmiyor. Benden sadece bende olanı isteyebilirsin. Olanı vermezsem "değersiz" diyebilirsin. Hiç kimseyi birbiriyle kıyaslayamazsın; herkes farklıdır. Herkesi bahçesine ekebildiği çiçek kadar kabul edeceksin.
"herkes öldürür sevdiğini"
meğer bütün fallar doğru çıkarmış
o çingene kız hep haklıymış
pöhh deyip geçmiştik
oysa ayrılık bir nefes ötesiymiş
ah benim deli gönlüm
işte yine başım başında
yine başımız belada
o son sigarayı içmeyecektik dün
şimdi hem tütünsüz hem de üzgünüz
boş ver
takma kafaya
sen zıkkım gibi bir hüzün sararsın şimdi bana
filtresi hükümsüz
bir de ufak açarsın
emektar radyonun sesini
biz geberip gidecez diye
rahatsız etmeyelim kimseleri
hem gelip tükürmesinler
üç kuruşluk keyfimizin içine
hep keyif aldım
bilmezmiş gibi şaşırma
biz severiz bu alaturka havaları
ama bir şey olmaz korkma
meşin gibi oldu dizlerimiz
öper yeri kalkarız
hem
azıcık üzüldük diye ne zaman öldük
hatırla bir önceki aşkımızı
kalbe zarar o güzel kara yağız adamı
aklımıza arka sokaklarda tur attırır
bir de tehdit ederdi utanmaz
sen gelmezsen ben gelip alırım diye
nasıl da zil çalardı eteklerimiz
koşa koşa giderdik
sahte dudak bükmelerle
zalim
kıskandırır ağlatırdı bizi
sonra almıştık intikamımıızı
bir gece o uyurken taşınmıştık mahalleden
duydum,hala sürermiş izimizi
o bir başka yakışıklıydı da
sahi
sevmek için
neden bu bacaksız adamı seçtik ki
hep senin işlerin deli gönül
bak şimdi sen Mecnun’sun ben Leyla
ama yapma böyle
dik tut şu omuzlarını
başım bedenimden ağır bu gece
dilim suskun ağır abi
içimde yılkı atlarının çığlıkları
sabah nazlanarak gelecek bu defa belli
boş ver kim gelirse gelsin
sen aç şu zımbırtının sesini
belki güzel bir şarkı çalar
eski mi eski
sözlerini hatırlamasak da
mırıldanır gideriz
gideriz gitmesine de
söndürsek mi şu ışıkları diyorum
bilirsin gölgeyi sever gözlerim
hüzün pınarlarımda pusu kurarsa
sobelenir nazarımdaki çocuk
o ağlamaktan utanır
ben mahcup olurum
haydi
son kez yaz gözlerimin buğusuna
o sefilin adını
sonra sıvazlayıp yüzümüzü
şaire bırakalım son sözü
ne demişti hatırla
bir gün herkes öldürür sevdiğini...
94 sayfa
insan sevdiği işi yapmalı; sadece para kazanmak için çalışılmaz, yaptığımız işten de mutlu olmalıyız
Öteden beri bazılarının basit şekilde dillendirdiği “sevdiği işi yapmak” dışarıdan bakıldığı gibi kolay değil. Öncelikle çalışmak insanların hoşun a gitmiyor. Biz de zaten çalışmanın hayatın içinde olmaması gerektiğini, bizi sıkan yoran, yaşamaktan alı koyan çalışmanın aklımızla ürettiğimiz makine, araç ve gereçlerle yapılabileceğini bunun da hayatımızda bir sürü örneğinin görüldüğünü söyledik. Ben buradan açıklıyorum işte: Bundan 500 yıl sonra insanlar hiç çalışmayacaklar.
Ama şimdi çalışmaya mecbursak hiç değilse(gerçi çalışmanın sevilecek bir yanı olmaz da) hoşlandığımız işlerde canımızın istediği kadar çalışalım. Adamın sırtına çuvalları yükle sabahtan akşama kadar taşısın. Kim hoşlanır bundan? “Mecburuz ama” Mecburiyet diye bir şey yok. Biz dünyaya eşek gibi çalışmak için gelmedik. Ülkeyi yönetenler bunu yapamıyorlarsa bırakıp gidecekler biz yapacağız. Yapmaya da mecburuz; çünkü insan hamal değildir, sırtında çuval taşıyamaz. Cehennem mi lan burası. Orada da ceza olarak sırtımızda taş taşıyacakmışız. Dünyada da bunu yapıyoruz, ne fark etti ki…
95 sayfa
Şu anda Türkiye’de insanların yarısı sevmediği işte çalışıyor. Ama bir yandan da insanların sevdiği işi bulmak kolay değil. Hangi işi yapmak istersin diye sorsak herkes rahat ve popüler işleri seçecek; kimse çöpçü olmak, tuvalet bekçisi, hamal, amele falan olmak istemeyecek. Bu işlerin de birileri tarafından yapılması lazım. Bizim sistemlerimizi hatırlayanlar 16 yaşında 10 yıllık TES(temel eğitim sistemi) bittiğinde çocuklarımıza hangi işi/mesleği/sanatı yapmak istediği sorulacak. Ama istediği konuda yeteneği varsa o işi seçebilecek. Değilse yeteneği olan işi yapacak. Olması gereken bu değil mi? Sonra gencimiz seçtiği ya da kendisi için uygun görülen iş/meslek/sanat doğrultusunda kazanırsa üniversiteye gidecek, değilse halk üniversitesi denilen 5 yıl süreli MES (mesleki eğitim sistemi” ne devam edecek. Görüldüğü gibi burada kişi büyük ölçüde sevdiği işi seçiyor. Diyelim pilot olmak istiyor ama yeteneği yoksa ben ne yapayım!
Herkes diyor işte, insan sevdiği işi yapmalı. Ama kimse bunun nasıl olacağını bilmiyor. Herkes en popüler ve rahat meslek hangisiyse onu seçer. Bunun bir ölçüsü/kriteri/sistemi olmak zorunda. Ama yine de bizim sistemimiz gelinceye kadar okul ve mesleki gelişim/hazırlık tercihinde kişilere ne yapmak istedikleri sorulmalı. Maliyeye memur alıyorlar. Vergi Dairesinde işte sen oraya sen buraya rasgele elemanları yerleştiriyorlar. Kişi emekli oluncaya kadar böyle çalışıyor. Yeri değişse bile amir karar veriyor. Kimseye nerede çalışmak istiyorsun diye sormuyorlar. İnsanlara hangi birimde çalışmak istiyorsun diye sorulsa ve çalışma düzeni ona göre kurulsa. Ben de ne konuşuyorum! Böyle kurumları yönetenlerin kapasitesi ne ki bunları düşünsünler!
Çalışmak zaten hoş bir şey değil; bir de sevmediğin işi yapıyorsun, gerisini düşün artık. Zorla bizim eşek oduna gider ama ne kadar gider. Bu konuda devletin bir argümanı yok, zaten beklenmiyor da; ama hiç değilse çalışma alanlarının yetkilileri kendi inisiyatifleriyle bunu bir nebze olsun sağlayabilirler. Zor bir şey mi elemanlara gizlice nerede (hangi birimde) çalışmak istediklerini sormak. Çıkan sonuca göre de bir çalışma düzeni kurarsın. Tabii ki kişilerin zaman içinde ortaya çıkacak yetenekleri doğrultusunda kurulan bu düzende yine elemanların birebir fikrini alarak gerekli ilave düzenlemeler yapılabilinir. Zaten mecbur, istese de istemese de verilen işi görevi yapmak zorunda, dersen o elemandan verim alamazsın. Hem yazık yani insanlara. Bence işverenlerin böyle davranmaları da bir nevi işkence.
96 sayfa
İnsanlar genel olarak çalışmaktan hoşlanmıyorlar ama mecbur olduklarını bilirlerse şurada çalışayım şu işi yapayım diyeceklerdir. Bence kişinin yapacağı işi ve çalışacağı birimi seçme hakkı olmalıdır. Ama elbette yeteneği doğrultusunda.
Asıl sorun insanlarda mevcut algı yanlışı “İnsan para kazanmak için çalışır” Ama çalışmamız “şu işi yap 1000 lira al” şeklinde değil ki. Öyle olsa ne iş olduğuna bakmayız. Çalışma hayatımız 20–30–40 yıl. Neredeyse ömür boyu. Ve üstelik her gün 8–10 hatta 12 saat. Böyle olunca insanın hiç değilse sevdiği işi yapması önemli oluyor. Müziği seven biri sürekli aynı işi yapmaktan bıksa da sonuçta yine de sevdiği iş.
Ya tamam ekmeğimi veriyorsun, sayende kendimin ve ailemin geçimini sağlıyorum ama bu çalışma, senin işin her şey demek değil. “İşini yap paranı al” Öyle yok beyim, ben çalışmaktan, yaptığım işten mutlu da olmalıyım. Bir kişi çalışmayı seviyor ama çalıştığı işte mutsuzsa istemediği bir yerde çalışıyordur. Benim 30–40 yıllık hayatım her gün her gün akşamlara kadar senin işinde geçiyorsa senin de benim mutlu çalışmamı sağlaman lazım. İşimi sevmeliyim ama sevdiğim iş olursa işimi severim. Zaten işe girerken de imkânım olursa mutlaka sevdiğim işte hoşuma gidecek, beğendiğim bir çalışma ortamında çalışmak isterim. Ayrıca iş, meslek ve sanatları insanların hoşuna gitmeyecek ve insanları yoracak eski teknik ve yöntemlerle yaptırma da çalışana zulümdür.
97 sayfa
Sosyal medyada paylaşanların kültürel bir alt yapılarının olmadığını biliyoruz. Hani bazı kimselerin şahsi merakı olsa neyse, ülkede salgın gibi, milyonlarca kişi , bireyler hastası...Atatürk hastası, r.t erdogan…süleyman baba ecevit v.s Geçmişteki ölmüş gitmiş kişilere böyle bağlanılırsa yeni insanların çıkması mümkün olabilir mi?
AKP’liler Erdoğan için 90 yılda böyle biri gelmedi diyorlar. Kendi alanında doğru; Usame Bin Ladin gibi yani. Ama evrensel olarak bu iddianın beş kuruşluk değeri yok. Büyük herkes için her çağda büyüktür. Örneğin Atatürk bile kendi çağında ilahtı; bugün belli kesimlerce itibarı yerlerde… Bugün evrensel olarak krallıklar bile kabul görmüyor. Bunları bazıları çok seviyor, bazıları sevmiyor. Çünkü belli bir alanda etkileri var. Bu arada r.t.e diyenlere valla doğru ama kendisini sevenlerce öyle siyasileştirildi ki yani insan gibi gelmiyor. Ama örneğin Ariso, Sokrat, Eflatun, Konfüçyüs vs böyle değil. Bunları herkes belli bir ölçüde seviyor. Bir toplantıda Sokrat’ın adı geçtiği zaman kimse onun için “Allah belasını versin” demiyor. Çünkü bu değerler evrensel.
Görünüşte bazı insanlarda da böyle… Sevelim sevilelim deyip insan ilişkilerine bir iki filozofik yorum getirmek insanı evrensel değer yapmaz. Bir şeyleri değiştirmek için çaba gösterip bedel ödemek lazım. Sevgili insanları’mız hayatı boyunca dönmüş durmuş. hayatın böyle bir felsefe olmaz. İnsanlarımızın etkilenmesine gelince sevgi masalları çağlar boyu herkesi etkilemiştir.Eğer sen eşini aldatıyorsan eşinin de seni aldatmasına göz yumacaksın
98 sayfa.
Aldatmak tatlı; bir taraf bu nimetten yararlanıyor diğeri yararlanamıyor, kıyamet bundan kopuyor. İşin ahlaki boyutu insanlarımızın yarısı için geçerli değil. Tabii ki deşifre olmamak kaydıyla. Bunlar bizim içimizdeki şeyler, içimizdekileri söyleyeceğiz. Böyle aldatmanın, başka kadınlarla/gezmenin tozmanın ahlaksızlık olduğunu dahası ahlakın hiç önemli olmadığını düşünenler de var. Birisi içimizde sakladığımız, korkup çekinip söyleyemediğimiz şeyleri bizim yerimize söylemeli; o birisi de benim. Türkiye’de bunu hiç kimse yapamaz!
Biz her ne kadar ahlak kişiseldir, aldatan kadının ayıbı/günahı sadece kendinedir; kocası çocukları bu ayıptan etkilenmez dediysek de bunu böyle kabul edebilmek için feraset gerekir. Annesi ne halt yemişse yemiş çocuk pırıl pırıldır. Ahlakı toplumsal olarak görmek gerici düşüncedir. Hayat kişisel yaşanır, bana ne başkalarının ne yaptığından ya. Eşimmiş, annemmiş, babamış fark etmez; onların yaptıkları beni bağlamaz. Benim annem öyle olsun bana da birileri… Oğlu/kızı desin öldürürüm valla! Kadının yaptığından bana ne lan!
Zaten yeni düzen kurulduğunda anne baba ile çocukları ayıracağız. Çocuklar anne babalarının kimliklerini taşımayacaklar. Kadın birileriyle geziyor. Oğlu peşine düşmüş. Şu işe bakar mısın? Çocuğa böyle bir algı öğretilmiş. Annem böyle şeyler yapamaz. Yaparsa ben insanların yüzüne nasıl bakarım! Annen bir kadın. Kendinden sorumlu. Aşkları da ilişkileri seni de kimseyi de ilgilendirmez. Sokak sokak kimle ne yapıyor diye annenin peşinden mi koşacaksın! Birisiyle yakaladın, napacaksın öldürecek misin?
İnsanların çaresiz kaldığı durumlar. İnsanlarımız hacıya, Nihat hocaya, Haydar Dümen’e gidiyorlar. Verilen öğüt aynı. “Günahkâr kadın, Allah ıslah etsin” Cehalet tayfasından bu öğüdü alan genç sizce gidip annesinin boynuna mı sarılır yoksa boğazına mı? “Yapmasın” Akılsız bir beyinden çıkıyor bu söz. Çünkü yapmasın diye bir şey yok. İnsanlar her şekilde cinsel ihtiyaçlarını düşünür duygularının karşılığını isterler.
Kadın dul kalmış. Evlenmiyor, evlenemiyor. Biriyle ilişkisi olursa yukarıda anlattığımız gibi oğlu peşine düşüyor. Bu kadın bir şekilde duygularının karşılığını ister. Buna ne anneliği boyu kadar çocuklarının olması ne de ahlak ve namusun kutsallığı engel olabilir. Eski anlayışların temsilcisi Nihat hoca ve Haydar Dümen bu kadının derdine çare olamazlar. Onların diyeceği tek bir şey var, yapma ayıptır. Ya da üstelik ardında üç veletle içkici, kumarcı, işkenceci erkeklerle evlenmesini salık verirler. Doğru bir şeyse siz evlenin o zaman!
99 sayfa
Kocanataşanın koynundan geliyorsa kadın da komşunun oğluna bakar kardeşim. Ben kadın olayım yaparım! Erkeğin kadına taktığı boynuz olmuyor mu? Yasak saadet erkeğe varsa kadına da var, o kadar! Bireylerin ahlak hakkı kadar ahlaksızlık (insanlar böyle isimlendirdikleri için bu tabiri kullanıyorum) hakkı da eşittir. Baba zamparalığa gidiyorsa anne komşunun oğluna bakar. Kız manitasına gider. Oğlan porno seyreder.
Bizim ısrarla anlatmak istediğimiz toplumun bir kesimi ya da bazı guruplar, insanlar bir tarafa kaymışsa eski yobaz anlayışlarınızı bunlara uygulayamazsınız. Ahlak ve namus konusunda anlayışları değişen insanlar size göre değil değişen şekilde yaşayacaklar. Ben onlara zaten diyorum çıkın bunların alanından. Yaptıklarının doğru olduğundan emin değiller. Şöyle şöyle yaparsak ahlaksızlık olur mu acaba diyorlar. Zorla yapmadığınız, 21 yaşının altındakilere yapmadığınız sürece ahlaksızlık olmaz! Adam 20 yaşında dul kalmış bir kadın ölünceye kadar eline erkek eli değmeden yaşasın diyor ya! Özgür ve ilerici kadınlar erkekler, eski kafalılar tarafından size tanımlanan hiçbir ahlaki bağ ile bağlı değilsiniz. Sadece yaptığınızın doğru olduğuna inanın yeter. Doğru tanımımızı biliyorsunuz “insanların istemediği şeyler yanlıştır” o kadar.
Bu konuda insanların yaptıkları her şey doğru. Yalandan ahlaklı ve dürüst görünmeleri, yaptıklarını gizlemeleri, yalan söylemeleri, bu iş için kendilerine bakıp süslenmeleri, para harcamaları… Ahlaki hassasiyetleri olanların öldürme ve işkence gibi haller dışındaki davranışlarını da normal karşılıyoruz. Kişinin anlayışı, inancı böyledir, yaşamını ona göre kurar. Burada başkalarına karışma ve müdahalede sorun var. İsteyen herkes/herkesler kendilerine uygun yaşamların içine girebilirler. Bu yaşamların %50 ortaya çıkmama şansı vardır. Bizler olgun davranırsak hiç ortaya çıkmaz, çıkanlar da sorun olmaz; ortaya çıkıyor da noluyor. Yuvalar yıkılıyor, insanlar ölüyor, utanç içinde kalıyorlar. Biliyor musunuz sayın namus manyağı ahlak bekçisi kişiliksiz karaktersiz yobaz haberciler bütün bu yaptıklarınıza rağmen insanların ince işlerinde en küçük bir değişme yok, sizin yaptığınız kötülük size kalıyor, şırfıntımızı tekkede dans etmekten alıkoyamadınız! Aslında neyin ne olduğunu ben biliyorum; bütün bu pislikleri kendiniz de yapamadığınız için kıskançlıktan yapıyorsunuz.
100 sayfa
Devlet bir kişi bile olsa dağın tepesine hizmet götürür düşüncesi yanlış
Devlet insanların istediğini değil yapması gerekeni yapar; “her vatandaşın kamu hizmetlerinden yararlanma hakkı vardır” anlayışında istismar var. Devletin/belediyenin “bak ne güzel çalışıyor, dağ başına bile yol su götürmüş” övgüsünü almak için rasyonel olmayan hizmetler yaptığı görülüyor.
Neymiş efendim Hatice nine kuzularına dayanamamış da bağ evinde oturuyormuş, belediye elektrik bağlamalıymış. E madem öyle insanların gittiği her yere yol yapalım, ayakkabıları eskimesin. Ağrı belediyesi Ağrı dağına hat çeksin dağcılar karanlıkta kalmasın. Devlet halkın parasıyla birilerine keyfi hizmet yapamaz. Hatice nine kuzularını o kadar seviyorsa katlansın, gaz lambası yaksın. Adam dağ başına villa yapacak, kamu hizmetlerinden yararlanmak her vatandaşın hakkı diye beyefendinin sırf kendi şahsına elektrik götüreceğim; jeneratör kullansın! Dağın başında üç hane bir köy var, yol yapacağım; üstelik asfalt olacak! İstersen otoban yapayım, duble yol falan. Metro da ister misin?
Halkımız oy çalmak için böyle mantıksız taleplere alıştırılmış. Sen kimin parasını kime dağıtıyorsun ya! E ne yapalım karanlıkta mı otursun; yol yok, su yok… Üç kişi be adam, üç kişiden köy olur mu? Gelsin şehirde otursun, değilse başının çaresine baksın! Ben de dağlarda yaşamak istiyorum ama… Birileri devletin, belediyelerin bu zaaflarını öğrenmiş iki çadır bir eşek doğru yaylaya, bağ evine, dağ evine… Belediye meramıza yol yapsın, su elektrik getirsin…
Facebook reel arkadaşlıkları
Mutluluk reeldir, facebook ta yazı resim paylaşacağımıza yüz yüze muhabbette sıcak gülüşlerimizi paylaşalım
Güneş sanal doğmaz, bence paylaşım siteleri yalnızlığımızı gideremez. Hatta boş ve aldatılmış duygusu vererek bizleri mutsuz edebilir. Ne kadar güzel şeyler paylaşırsak paylaşalım bunlarda kahveci Rıza’nın boğazda içilen tavşankanı çayının kokusunu, tadını ve sıcaklığını bulamayız.
Arkadaş olmak isteyenler böyle sitelerde kalmak yerine reelde buluşmayı görüşmeyi denemelidirler. Kişiler arasındaki samimiyet ve güvene göre birebir ya da gurup arkadaşlıkları oluşturulabilinir.
101 sayfa
Birbirlerini tanıyor olmak önemli değildir. Arkadaş guruplarımızda elbette yanlış kişiler olabilir. Bizler de yanlış kişi olabiliriz. Kimin ne olduğu bu reel toplantı ve buluşmalarda ortaya çıkar ve o kişiyle görüşülmez.
Fakat elbette bu konudaki tolerans alanı geniş tutulur. Yani en ufak şeyden dolayı ha bu bize uymaz demek mantıklı değil. İnsanlardan duygularını, heyecanlarını, düşünce ve karakterlerini baskılamalarını isteyemeyiz.
Şahsen benim facebook sayfamda yüzü aşkın arkadaştan durumu uygun olup kendisi de isteyenlerle birebir ya da gurup olarak tanışmak, görüşmek, konuşmak isterim. Benim için arkadaş dünyadaki en önemli kişidir. Aile ve akrabaların önemli yeri vardır ama insanlar arkadaşlarıyla yaşarlar. Bu buluşma ve görüşmelerin şartı mutlaka buluşma ve görüşmeye katılacak her iki tarafın da isteğiyle olmasıdır. Kişi oturduğu yerdeki arkadaşlarından birini ya da bir kaçını davet eder. Ya da muhabbet ederken görüşelim diye kararlaştırırlar.
Ya facebookta arkadaşlık olmaz; arkadaşlık yaşayarak olur. Kimse kimseyi yemez, merak etmeyin. Ancak bu tür reelde görüşmeler sanırım zaten bazı kimseler tarafından yapılıyor. Facebook ta arkadaşlar ama yüz yüze de görüşüyorlar. Kimi aile dostu, kimi kanka falan. Lakin sanırım bu görüşülen kişiler seçiliyor. Yani öteden beri zaten tanıdıkları veya siyasi olarak uyuştukları vs. Seçilmese tanıyıp görüşülmeye kişilere de reelde görüşme teklif edilse. Yani ayırım yapmadan. Şartları uygun olanlar tabii ki.
Medeni insanlar birbirleriyle tanışır konuşurlar. Hayatın tadıdır bu. İllaki mecburiyetle hani akrabasınız, aynı okulda, aynı işyerinde şeklinde falan tanışma konuşma arkadaşlık olmaz. Zaten biz kendi isteğimizle facebooka arkadaş olarak eklemişiz. Bu onları seçtiğimiz anlamına gelir, onlar da bizi seçmişler. Yıllardır konuşuyor, haberleşiyor, yazı resim paylaşıyoruz.
102 sayfa
Adı üzerinde arkadaşız. Bir araya gelmemiz, yiyip içip sohbet etmemiz, gezmemiz, eğlenmemiz çok normal. Yalnız ben bunun bir organizasyon şeklinde olmasına karşıyım. Çünkü bu durumda sanki bir kısıtlama oluyor.
Saçma sapan ahlaki kaygıları aşmamız lazım… Artık bu devirde kimse kimseyi kandıramaz ki öte yandan hani mutlu tanışmalar da olursa o onların bileceği şey… Yalnız arkadaşlık ebedi sözleşme değildir. İnsanların aileleri vardır, başka bağlantıları, başka arkadaşları vardır; kimse kimseye mecbur ve mahkûm değildir. Sizinle benimle istedikleri zaman görüşürler ki bu onların tabii hakkıdır. Bir gün “artık görüşmek istemiyorum” diyebilirler. Bunu söylemeden de gidebilirler.
Biz biliyoruz ki günümüzde insanların arkadaşlıkları bir maddi ya da başka beklentiye dayanıyor. Bu şekilde arkadaşlığın anlamı yok. Böyle bir arkadaşlık gerekli değil. “Hatice çok güzel bir kadın, benim arkadaşım olsun. Belli olmaz gün olur belki etinden sütünden yararlanırım” Hatice çok güzelse arkadaşımız olsun, kim hayır der ki; ama başlangıç niyeti böyle olamaz.
103 sayfa
Ciddi konular da şart değil…sanal reel arkadaşlıkları yani öyle belli bir amacı yok; katılanların isteği doğrultusunda oluşup gelişen doğal bir sosyalite…”Hadi gezmeye gidelim” bu arkadaşlıkların özeti. Valla kaprisli, işte ben güzelim, mevkim param ve şöhretim var, bilgiliyim, tanımadığım insanla neden buluşayım, siyasi görüşü bana uygun değil, farklı takımı tutuyor, etnik kimliği mezhebi başka, ahlaken doğru bulmuyorum, para harcanır vs durumları olanların bu tür arkadaşlıklarda işi olamaz kuru ekmeğe şükredenlerin ülkesinde ekonomik kriz olmaz,TV’nde Arjantin’in ekonomik göstergelerinin bizden daha iyi olduğu halde battığı anlatılıyordu. Yunanistan’da öyle değil miydi; İspanya, İtalya… ABD bile ekonomik krizle sallandı. Yoksa Türkiye ekonomisi Amerikan ekonomisinden bile daha mı iyiydi?
Dünya krizlerle çalkalanırken Türkiye bundan etkilenmedi, ekonomik kriz hep bizi teğet geçti. Yıllık kişi başına geliri 30 bin dolar olan Yunanistan ekonomik krize sürüklendi de Türkiye’ye bir şey olmadı. Türkiye’nin ekonomik değerleri battığı, iflas ettiği bildirilen Arjantin’den kötü çıktı. Öyle ki cari açık Arjantin’de milli gelirin yaklaşık %1’iyken bizde %8’e yaklaştı.
Cari açığı %1 olan batıyor, %8 olan batmıyor; Allah Allah bu nasıl iş! Bütün dünya ekonomik krizlerle çalkalanıyor ama her nasılsa Türkiye ayakta!
Halk hükumeti alkışlıyor, alkışlaya alkışlaya elleri yarıldı. Aslında hükümletin halkı alkışlaması lazım. Çünkü kuru ekmeğe şükredenlerin ülkesinde ekonomik kriz olmaz.
Türkiye’de insanlar yemiyor, içmiyor. Yunanlı 3000 dolar maaşını alamadığı için sokaklara dökülürken Türkiye halkı 300 lira fakir maaşı için Tayyibe dua ediyor!
Yunanistan, Arjantin sıfıra düşüyor; senin zaten yok, eksidesin daha nerelere düşeceksin! Yunanistan’ı, Arjantin’i, İspanya’sı, İtalya’sı kardan zarar ediyor, var olandan harcıyor. Senin kasa zaten boş, neyi zarar edeceksin, boş kasada kriz mi olur!
103 sayfa
Türkiye’deki insanlar dua ile bile yaşarlar. Zaten halkın kriz olacak diye bir korkusu yok. Parası yok, talebi yok. Önüne bir tas çorba koy yeter! Kriz korkusu para babalarında. İnşallah kriz olur, onlar da batar! Halka hiçbir şey olmaz! Paraları yok ki neyi kaybedecekler! Zaten bir tas çorbaya fitler. Kurtlu makarnaya oy vermedi mi? Olmadı dağlarda ot yolar. Çölde bedevinin bir devesi, kriz olursa en fazla yürüyerek gider!
O ülkelerin insanları 30–40 bin dolar yıllık gelirleri biraz aşağı düşmüş, lüks yaşayamıyorlar, onun için bu ekonomik krizler oluyor.
Ne üzülelim ne de sevinelim, Allah dağına göre karını veriyor demek ki. Hani bir şeyler istesek, hakkımız olan şeyleri, insan gibi yaşamak için, bu ülkede ekonomik krizlerin alası olur kan gövdeyi götürürdü,
İnsanlar Türkiye’de yaşamayı bilmiyorlar, bu da hükümletin işine geliyor. Amerikalı 500 lira bağ kur maaşını adamın suratına fırlatır!
Ve bir de kriz olmadığı için adamlar ekonomide kendilerini başarılı görüyorlar. Şu işe bak ya!
Sen Amerika’yı yöneteceksin,800 lira asgari ücret vereceksin, 500 lira bağ kur maaşı, 300 lira fakire yardım… Sen orada yöneticilik yapabilir misin ya! Bulmuşsun bir paket kurtlu makarnaya razı olan safları…
Zaten her şeyin borç! Borç 700 milyarı aştı. Her yıl 70 milyar lira faiz veriyorsun. Yani hani o haksız yere asıldı dediğiniz Menderes’in ülkeyi Amerika’ya satması gibi siz de memleketi ipotek ediyorsunuz.
Türk milleti hesap bilmeyebilir; ben 700 milyar borcun ne anlama geldiğini biliyorum. 700 milyar borcu istesinler o zaman bak nasıl kriz oluyor.
Niye istesinler ki salak mı onlar; 700 milyarı zaten 10 yılda bir faizden alıyorlar. Resmen koskoca millet, 76 milyon, borçlu olduğumuz kimselere çalışıyor.
Çok açık, devlet batmış; ama kuru ekmekle idare ettiği için millet ayakta. Kuru ekmek yedikleri için kriz olmuyor, pasta istesinler de gör!
Bizim geleceğimiz yok, bu tabloya göre Türkiye’nin geleceği olamaz. Durumu bilen ve durumdan rahatsız olan ekonomiden sorumlu bakan Ali Babacan arada bir endişelerini bizimle paylaşıyor!
Türkiye’de ekonomik kriz olmasına gerek yok ülke zaten batmış!
Gönlü sizde olanı kimse elinizden alamaz; bu nedenle kıskançlık aptallıktır
104 sayfa,
Bağlı insan, birine ait insan olmaz; eşimiz de olsa sevgilimiz de olsa kişi bağımsızdır. Kişiler de ülkeler gibidirler; bağımsızlığını elinden alırsanız gerçek özelliklerini size gösteremezler; sizin istediklerinizi verir sizin istediğiniz gibi olurlar. Oysa bir kadının/erkeğin gerçek güzellikleri kendinde saklıdır. Ayrıca aşk siz isteyip alınca değil, karşınızdaki isteyip verince tatlıdır. Sahip olduğunuz, size ait olan kadın/erkek zaten sizin malınızdır, istediğiniz zaman yatağınıza gelmek zorundadır; bu da aşkı öldürür.
Eşimizi, sevgilimizi kıskanırız; bu o kişinin hayatına müdahaledir; ineğin boynuna yular takar gibi kolundan tutup zorla evimize götürürüz, ya da zaten gelmek zorundadır. Artık bu kişinin kendi özgür hayatı bitmiştir; kırlarda çiçek toplarken bile bizden izin almak zorundadır, bizde izin vermiyoruz zaten. Bu, karşılıklı boyunlarına zincir bağlanmış bir nevi köleliktir. Eş, sevgili bu durumda benzetmek gibi olmasın ahırınıza bağladığınız inek gibidir; örneğin pencerenize konmuş kuş gibi değildir.
Sadakat aşkla, size olan ilgiyle mümkündür; gönlü sizde olanı hiç kimse sizden alamaz. Nikâhla, imzayla, sözle de eşinizi sadık yaparsınız ancak bu durumda sizin yatağınızdayken bile başkasıyla beraber olmasını önleyemezsiniz.
Böyle beraberliklerde arada var olduğu düşünülen sevgi ve nikâhın bağlayıcılığı(evliliğin görev ve sorumluluğu nedeniyle) eşlerin isteyerek birbirlerine sadık olacakları söyleniyor. Arada sevgi olduğunu, dahası olsa bile bu sevginin sadık olacak kadar güçlü olduğunu bilemeyiz. Evliler aralarında Aslı Kerem sevdaları var sanıyorlar, evliliklerin nasıl kurulduğunu biliyoruz; görmüş almış, vermiş almış.
105 sayfa
Seni sevdiğinden emin olmadığın eşini kıskanıyorsun. Bu, beni sevmesen de başkasına bakamazsın demektir. Herkes Leyla ile Mecnun gibi âşık olup evlenecek değil, hoşlanma bile varsa beraberlik için yeterli olmalı. Ve sizden hoşlanıyorsa niye başkasına gitsin ki? Ve başkasına bakıyorsa sizden hoşlanmıyor demektir, gideceği yere biletini ben alırım. Bana sevgisi olmayan, benden hoşlanmayan biri karım bile olsa yatağıma giremez.
Özellikle eşlerimizin, sevgililerimizin giyim ve davranışlarıyla güzelliklerini ortaya koymaları kıskançlığa sebep oluyor. Dükkândan şişme kadın almıyorsun, onu nikâhına almış olmakla o güzel kadının senin olduğunu garanti edemezsin; sen daha çekici ol başkasına gitmesin. “Ben kocasıyım zaten istese de gidemez” dersen sen işe gidince gider. Ama onun için dayanılmazsan her akşam kapıda seni bekler.
Seven insan sevgisinden de eşinden de emindir; onu yalnız başına Amerika’ya bile yollar. Kıskananlar kendilerinde eksiklik gördükleri ve ihtimal ki eşlerinin sevgisinden emin olmadıkları (ya da gerçekten ortada bir sevgi olmadığı) için kıskanmaktadırlar. Sen bu kadına/erkeğe layık(uygun) değilsen, yanlış bir beraberlik olmuşsa, onun sevgisinden emin değilsen (hatta belki sevgisi yoksa)- yürek kiralanamaz-o kadın zaten senin değildir, yanında geziyordur, böyle birinin neyini kıskanacaksın.
Eşin senden daha güzelse bu zaten yanlış bir evliliktir, delikanlıysan atarsın yüzüğü gidersin.
106 sayfa
İnsanlık elbisesini giymiş vücut (ihanet yoksa) yatakla kirlenmez. Ve eşin Polat Alemdar gibi ya da Beyonce Kate gibi geziyorsa, karın süper vücudu, baştan çıkarıcı giyimi ve seksi görünüşüyle ortalığı birbirine katıyorsa “Sen çok güzelsin, böyle olmaz, gel seni çuvala sokalım” diyebilir misin? Güzelse güzelliğini göstermek insanların hakkıdır; burada yapacak bir şey göremiyorum. Eğer eşiniz hanımefendi biraz da sizin onurunuzu düşünerek davranırsa ne ala.
Kocasının yanında laf atılan kadına kadın dururken kocasının müdahale etmesi kadının onurunu kişiliğini yok eder. Hem kocası niye her zaman kadının yanındadır ki. Laf atmayı da abartmamak lazım. Terbiyesiz kimseler istisna bir erkeğin evli dahi olsa bir kadına "çok güzelsin" demesi teşekkürle karşılanacak bir şeydir. Ancak işte bu kadar basit bir şey görgüsüz koca ve kişiliğini bulamamış kadın (bulmuş olsa zaten yanında kocasını gezdirmez) için belki bir kavga nedeni olabilir.
Ben şahsen eşimin yanında badi gard gibi dolaşmaktan, kim bakıyor, o kime bakıyor diye eşimin her hareketini kontrol etmekten rahatsız olurum. Böyle bir durum hem sizi hem de içine girdiğiniz toplumu rahatsız eder. Ben eşimle bir topluma girdiğimde kimse onun benim eşim olduğunu anlamaz. Hatta öyle olur ki "Affedersiniz hanımefendi bir dakika" diyerek kendi eşimle yanlışlıkla karşılaştığım olur. Böyle bir atmosferde siz de, eşiniz de, insanlar da rahat olurlar.
107 sayfa:
Eşini korumak gözetmek diye bir olay yoktur. Bu durumu ifade eden her türlü davranış rahatsızlık verir. Tanıştığım bir çiftin erkeği hanımının her hareketinde bana bakıyordu. Rahatsız oldum ve ayrıldım gittim. Aksine böyle ortamlara girdiğinizde eşinize eşiniz gibi davranmayacaksınız. Kimse anlamayacak. Ya sizin derdiniz ne! Onun istediği sizseniz endişe etmenize gerek yok. Onun istediği siz değilseniz zaten bırakın istediğiyle gitsin.
Karısının sahibi gibi davranan erkeklerin yanında kocasının malı gibi hareket eden kişiliksiz kadınlar da var. Kocamsa kocam, ne öyle etrafımda dolaşıyor. Ben kendi ahlaki sınırlarımı kendim koyarım. Özgür ve rahat olmak istiyorum ya! İnsanlar yanımda kocam var diye bana karşı rahat davranamıyorlar. Ben de öyle. Eşimle bir yere gittiğimizde burnumdan geliyor. Aynı durum aslında kocalar için de söz konusu."Yanımdan ayrılmayacaksın, gözünü oyarım" Kadın olsun erkek olsun herkes herkese bakar, konuşur, sohbet eder, yer içer gezer..."Karın İsmail’le konuşuyor" Ne olmuş? Ben aksine eşimin rahat olmamasından rahatsız olurum. Yolda bir tanıdığı. Selam verecek gözüme bakıyor. Ya da yanlış anlarım diye selam vermeden geçiyor. Rahat konuşsunlar diye bizzat ben uzaklaşırım.
Valla ben kadın olayım öyle badi gard gibi etrafımda dolaşan, her yere benimle gelmek isteyen, beni yalnız bir yere göndermeyen bir kocam olsun anında bırakırım. Seviyormuş, kıskanıyormuş, gözünden sakınıyormuş... Bunları yatakta göster, benim özgürlüğümü engellemek için niye kullanıyorsun ki... Toplum kurallarıymış umurumda değil, topluma uyan insan az biraz aptaldır. Namusumu ahlakımı ben kendim dizayn ederim. Kocaların karılarını (bazen de kadınların kocalarını) bu denli gözetim altında tutmaları inanın hayatı zehir ediyor. İçinizde böyle bir niyet olmasa bile varlığınız sorun oluyor. Ben rahat etsin, benden sıkılmasın diye genelde eşimle gitmem, onu yalnız gönderirim. Gerçekten günümüzde kadınlar bu konuda rahatsızlar.
Eşinizle arkadaş gibiyseniz gelin. Karı koca şeklinde davrandığınız zaman etraftakilere rahatsızlık verdiğinizi bilmeniz lazım. Hem canım her yere niye birlikte gidiyorsunuz ki. Karı kocanın birlikte olmak zorunda oldukları tek yer yataktır. Hayatın içinde kadın da erkek de bağımsız olarak yaşar. Birisinin karısı/ya da kocası olduğunu anlayamazsınız bile.
108 sayfa:
Her hareketimiz, davranışımız beyinden emir aldığına, beynimiz de aklın merkezi olduğuna göre mantıksız duygu ve davranışları ayırmalıyız. İşte kıskançlık ta böyle bir duygu ve buna bağlı davranış. Ama sanki normal gibi gösteriliyor. Yani kıskanç olmalıymışız. Literatürü taradım, kıskançlığın bilimsel temelleriyle ilgili mantıklı bir argüman bulamadım. Düşünceme göre temelde sahiplenme ve haset etme duyguları var ve ikisi de aynı kapıya çıkıyor. Tek fark ilkinde kendi sahip olduğunu, ikincisinde ise başkalarının sahip olduklarını kıskanıyorsun.
Sen neyin sahibisin? Ya da neyin sahibi olabilirsin, olmalısın? Bu soruya insanların tamamına yakını “ Elde ettiğim, bana kalan, benim olan her şeyin” cevabını verecektir. İşte Kerim Korkut farkı burada ortaya çıkıyor ve hiç istemediğim halde yazılarımın bir yerinde iki de bir gösteri maymunu gibi reklâmımı yapmak zorunda kalıyorum. Buna mecburum çünkü bu farkı insanların görmesi lazım. Mal/mülk/para seninse senindir. Başka sana ait ne var? Yaşadığın dünyada sana ait ne var arkadaşım? Senin adını taşır, senin evinde durur, kucağında oturur… Sen istediğin kadar “benim” de. ”Bu çocuk benim; ben doğurdum.” Yaratan vermese sen nasıl doğuracaksın? Sen mi yarattın ki senin oluyor? Onun o hale gelmesinde emeğin var mı? Yapmış etmişler, hazır çıkarıyorsun. “Bağıra bağıra ben çıkardım” Senin içindeki şeyi ben mi çıkaracaktım?
“Benim karım” Zaten kıyameti koparan, Korkut’u delirten cümle bu. “Karı” lafı başlı başına bir aşağılama ifade ediyor. Şu işe bak.” Benim karım” da aşağılama, ” Benim kocam” sözünde ise tam tersine yüceltme var. ” Benim karım” sözünde kocanızın malı olurken ”Benim kocam” sözünde yine kocanızın malı oluyorsunuz. “Mal” nedir? Kullanmak için alınan şey. Siz eşlerinizi kullanmak için mi alıyorsunuz? Hem sahi ya siz niye eşinizi alıyorsunuz?
“Sayın birey, bunlar eski zaman anlayışları. Şimdi artık okumuş kültürlü insanlar böyle yapmıyor” Hayır, bin defa hayır! Dediğiniz gibi olsa bu yazıyı yazmam zaten. Adam karım demiyor, eşim diyor ama öküzlüğünü yine yapıyor. Sahiplenme duygusunun okumuşlukla ilgisi yok. Adama diyorsun ki ”Sen karının sahibi değilsin” Ordinaryüs prof. orada, gidin söyleyin bakalım, ne cevap alacaksınız? Evli kadınla erkek iki ayrı insandır. Kadının kocasının yanındaki yeri ve keza kocanın kadının yanındaki yeri aralarındaki evlilik sözleşmesinin onlara yüklediği toplumsal bir rolden ibarettir.
Karına ne yapabilirsin? aslında o istemezse hiçbir şey yapamazsın. Yani onun üzerinde hiç hakkın yok. Verdiklerini alacaksın. Şimdi canını bile alıyorsun; alçak düzenin yüzünden! Elin karısına senin yanında laf atsalar, taciz etseler, ya da elin karısı başkasına baksa kıskanır mısın? Kendi karın olsa kıskanırsın ama. Yapılan hareket aynı. O halde karını güya sana ait olduğu, senin malın olduğunu düşündüğün için kıskanıyorsun. Bu aptalca hareket yerine çık ortaya “ Ulan böyle terbiyesiz hareket yapılır mı” deyip indir yumruğu. Valla iki tane de ben vururum. Yanlışlık yanındakini malın gibi görmekte. Onurunu kurtarmak için yanındaki kadını aşağılıyorsun. “ Karımı neden rahatsız ediyorsun” değil, “ bu kadına neden böyle çirkin davranıyorsun” diyeceksin. Hatta aslında en doğrusu eşinin kendini savunmasını bekleyeceksin. Kadınlarımız bu konuda çok cahil.” Benim herif şimdi hakkından gelir” diyor. Al çantayı indir kafasına, hem kocan saçma kıskançlık gösterisiyle seni aşağılamasın, hem başı belaya girmesin hem de onuru korunmuş olsun.
109: SAYFA
Hiç olur mu? Bizim aklı evvel kadınlarımıza göre kocası kendini ne kadar kıskanırsa o kadar seviyormuş. Seven erkek kıskanırmış. Ya bunu abartmadan eşinize bir jest bir hayat güzelliği olarak kıskanır gibi yapın. “Öldürürüm !” Sittir git. Sana karı değil inek bile vermem! Yanlış davranışlara, çirkin davranışlara tepkisiz kalmayın tabii ki. Adamın biri karınıza bir şaplak attı. Bu durumda sessiz kalan kocanın o kadını elinden alın. Böyle bir hödüğe inek yavrusu bile vermem.
Sorun tepki gösterilmesinde değil, tepkinin şeklinde. Sen yanındaki senden hiç aşağı olmayan- onunla evlendiğine göre kendine denk görüyorsun demektir- karını, sevgilini onun bilgisini, gücünü, insani kişiliğini hiçe sayarak köpeğin yavrusunu koruması gibi korumaya kalkışıyorsun. Bırak o kendini korusun, başaramazsa yardımcı olursun. Korumaya ihtiyacı olmayan birini korumaya kalkmak onu aşağılamaktır.
Ve karının sahibi olarak, sahibiymiş gibi bunu yapıyorsun. Kırk yaşında dul bir kadının ağabeyi kadının arkadaşına “o benim kardeşim, onun namusunu koruyorum” diyordu. Adam “ O kendi namusunu koruyamıyor mu” dedi. Ağabey “Ona kalsa çoktan koynuna girmişti” deyince adam “ Onun bileceği şey, sana ne bundan. Kırk yaşındaki kadın senden mi izin alacak” Ağabey “ Elbette; ben abisiyim” dedi. Ve bu tartışma sizce nasıl bitmiş olabilir? Ağabey kız kardeşini de sevgilisini de oracıkta öldürdü. Türkiye’nin yarısının bu olayda kızın ağabeyini haklı bulduğuna yemin ederim. Bir de “ Kızın ağabeyi haklı ama keşke yapmasaydı” diyen bir acayip güruh var.
Türkiye’ de erkekler bu konuda o kadar geri düşünceliler ki başka erkeklerin, yanlarındaki karılarıyla mecburiyetten bile konuşmasını kabul etmiyorlar. Yanında kocası olan kadınla normal, kibar bir şekilde dahi olsa konuşamıyorsunuz. Adamın içinde hep bir şüphe var.”Acaba karıma göz mü koydu” Olumsuz bir görüntü için karı koca çifte yaklaştım. Nasıl olmuşsa olmuş kadının fistanı yırtılmış içi görünüyordu. Adam “Ne diyeceksen bana söyle” dedi. Yanında başkaları da vardı. Kadın rezil olacaktı. Durumu çaktırmadan ona söylemeliydim. Adam inadına” Karımdan ne istiyorsun, benimle konuşsana be adam” deyip duruyordu.
110 sayfa
İnsanlar nerede olursa olsun eşinizle sizinle konuştukları gibi rahat bir şekilde konuşamıyor, oturup, kalkamıyor, gezip eğlenemiyorlarsa; evinize gelemiyorlar, siz de onların evine gidemiyorsanız siz medeniyetten uzak bir insansınız. Erkekler diyerek suçu tümüyle bir tarafa yıkmayalım; belki kadınlarda da var bu. Bu tür kadın ve erkeklere karşı yapılacak tek şey kendinizden ve hayatınızdan onları uzak tutmak ve saçınızın telini bile onlara göstermemek olacaktır. Adam hem yobazlık yapacak hem de dünya güzeli Ayşe kızı alacak. Hadi be! Ama işte bunların görünüşüne, çalışkanlığına, mesleğine, parasına falan adlanılıyor. Yobazlık temelden bir eksikliktir, hiçbir şeyle giderilemez. Yobaz bir insanla yaşayabilen kendisi de yobazdır.
Nedir yani? Sokakta tanıdığın bir karı koca geliyor. Seni görünce duruyorlar. Yalnızsan ayıp olur diye sadece erkekle konuşuyorsun. Adam yanlış anlamasın diye kadının yüzüne bile bakmıyorsun. Ya da eşin yanındaysa haremlik selamlık usulü kadınlar birbiriyle erkekler de birbiriyle konuşuyor. Bu nedenle ben çağrılsam bile birinin evine gitmek istemiyorum. Bu işin köylüsü, cahili, kültürlüsü, dindarı, serbesti yok. Tamamen kişiler ve yaşadıkları çevreyle ilgili. İmamın karısıyla konuşabiliyorsun da lise öğretmeniyle konuşamıyorsun. Yobaz beş tane üniversite bitirse yine yobaz oluyor.
Nedir yani? Niye böyledir? Bu anlaşılmaz kadın korunmacılığı yüzünden ciddi şekilde gerilim yaşıyoruz. Karı kocanın birlikte gezmesi toplum düzenini bozuyor. Karı kocanın bulunduğu bir toplulukla ben şahsen pikniğe falan gitmek istemem.
111 sayfa
Öyle bir psikolojiye sokmuşlar ki seni, adamın yanında karısına bir şey söylemek zorunda kalsan sanki yatağına girmiş gibi hissediyorsun. Kadın rahatsız olacağına sen rahatsız oluyorsun. Eşini sahiplenir gibi görünen kocalar etrafa rahatsızlık veriyor. Öyle de sarıp sarmalıyor, iyice sokuluyor ki alıp kaçacaklar sanki. Sadece onun eşi var, başkasının karısı yok. Biz evde kuş besliyoruz sanki. Biraz ayrı durun, birbirinizi özgür bırakın ya! Allah Allah! Böyle karısını cebine sokar gibi yanında taşıyanları toplumun içine sokmayacaksın. Sevgiden diyorlar. Biz sevgiyi biliyoruz kardeşim. Adam da kadında sarmaş dolaş insanlarla konuşuyor, etraflarına gülücükler saçıyorlar. Böyle çiftleri görünce saygıyla eğilip “Allahım onları ayırma” diyorum. Bir de hödükler var. Karının elinden tutmuş, etrafa yılan gibi bakarak sürükleyip götürüyor. Göz bu yanlışlıkla takılsa, kanlı gözbebekleriyle seni yiyecek gibi bakıyor. Hayırdır, kesime mi götürüyorsun? Niye çıkardın toplumun içine? “Bu benim karım, yan bakanı öldürürüm” Buna kıskançlık da denmez; hayvanlık gibi bir şey.
Evlilik, akrabalık ve iş ilişkisi hariç telefon numarasıyla başlayıp bitmeyen ilişkiler sorunludur
112 sayfa
Hayatı bilmeyen insanlar evlilik, akrabalık ve iş ilişkisi dışındaki ilişkilerini de bilinçsizce böyle kuruyorlar. Takılıyorlar birilerine, dostum arkadaşım diyorlar, yıllarca kahrını çekiyorlar. Aradığınız her yerde çoktur, bulunmaz Hint kumaşı insan yoktur. Ama bunlar kültürsüz insanlar, ilk takıldığı ya da biraz etkilendiği(kafasına uygun bulduğu) kimseye/kimselere takılıp kalıyorlar, Mehmet amcanın kadim dostu Ahmet amca, sevsinler sizi! Ne buluyorsun? Ne bulduğunu da bilmiyor. Sakın Ahmet amcadan başkasına selam verme ha!
Benim hayatımda karşılaştığım, konuştuğum hiç kimse şu an yanımda değil. Olurlardı, ben müsaade etmedim. Yav be adam dünyada insan kıtlığı mı? Yengeyle evlendin. Piç Rıza ile mecburen akrabasın. Cevdet Bey zoraki patronun. Koca ömür, bunlara ekleye ekleye bir Ahmet amcayı mı buldun? Gerisi tanıdıkmanıdık.
Benim öyle kapısında yatacağım dostum olmaz. İstemez ya, böyle bir hayat yok. Ben başkalarına yaslanamam, kimse de bana yaslanmasın. pasta neden pizza sipariş eder gibi gezeceğim, konuşacağım kişiyi sipariş ederim. Aramızda tek bağ telefon numarasıdır. Biz bu numarayla onun izin verdiği ve benim razı olduğum her numarayı yaparız. Arkadaşlığımız, dostluğumuz her neyse ikimizin de hoşuna gittiği sürece devam eder. Onun ya da kendimin hoşnutsuzluğunu (ki hoşnut olsa bile ayrılabilir/ayrılabilirim, sevdiğim halde pasta yemeyi bıraktığım gibi) fark ettiğim/hissettiğim, ya da hoşnut olsam bile ayrılmak istediğim anda bir telefon numarasıyla bağlı olduğum ilişki hattını o kişiyi telefonumdan silerek keserim. Tıpkı faceden arkadaşınızı silmek gibi. O da bana aynını yapsın. Arkadaşlık/dostluk iki taraf da istediği sürece devam eder. Öyle kırk yıllık dostlukmuş, ekmek tuz hakkıymış, beraber gülmüş beraber ağlamışız… Boş bunlar! İnsan dağ başında çiçektir, ne kadar toplarsan yaşam bahçen o kadar güzelleşir. Saksıda bir kıçı kırık begonyayı bekleyemem!
Herkesin tercihi kendine ait; lakin üzülüyorum. Her zaman için insanın daha iyisi vardır. Bizimkisi sadakatsizlik de sayılmaz; sonuçta sevdiklerimiz yarenlik ettiklerimiz hayatımızın çiçekleriydi ama hayatın/dünyanın başka çiçekleri de var, başka bahçelere de uğramalıyız. Bu anlamda sadakatin/bağlılığın modernizeme entegrasyon ve dinamik hayat bağlamında engel oluşturduğu görülüyorsa da eski kültürler bunlar zaten, değişmesi gerekebilir. Biz elbette Ahmet amcalar için bu yazıyı yazmıyoruz; çünkü onların devri başka; yeni nesillerin yaşam form atı içinde yer alan bir çaba bizimkisi. Bir de kimseye dayatma yapmıyoruz, yazılarımızın öneri olduğu unutulmamalı.
113 sayfa
Dediğimiz gibi mecburiyete dayalı evlilik, akrabalık ve iş ilişkisi dışında insanlarla kurduğumuz ilişkilerde telefon numarası dışında bir bağlantıya gerek yok. Zaten telefon numarasını aşan talepler her iki tarafın da yaşamını zora sokabilir. Eşinizden, çocuklarınızdan ve akrabalarınızdan kurtulamazsınız. Hatta belki patronunuzdan da. Bunlar mecburi bağlar. Elbette bunlardan kurtulanlar da olur ama istisna. Bir de yok dostlarım, arkadaşım, tanıdıklar, sevgili… Ve bunlarla kendi isteğine bağlı olmayan, vefa denilen mahkûmiyetin yüklediği saçma bir sorumluluk duygusuyla, ne kadar süreceğine, nasıl devam edeceğine, ne zaman biteceğine karar veremediğiniz sıkıcı bir mahkûm ilişki sizi mutsuz eder. Aramasan niye aramadın. Görmesen başına bir şey mi geldi acaba. Görmek istemiyorsun ama ayıp olur diye görmek zorundasın. Sen onu görmemek için yolunu değiştiriyorsun. O da seni görmemek için yolunu değiştiriyor. İsteksiz istemeden karşılaşmalar.
Kim ne derse desin ilişkilerin bir süresi vardır ve kırk yıllık dostluk aptalcadır. Yani düşün görmek istemediğin bir kişiyi görmek zorundasın, böyle bir şey olur mu ya! Tanımışsın, tanışmışsın bir kere. İnsanlık gereği mahkûmsun artık ona. Yolda görünce konuşmam, selam vermem diyemezsin. Aramam sormam diyemezsin. Oysa görmek de sormak da istemiyorsun. İşte bu nedenle dostun arkadaşın sevgilin nikâhlı eşin değil ki ona mecbur olasın ki bence nikâhlı eşine de mecbur olma; artık hoşuna gitmiyorsa çek kapıyı çık! Kerim Korkut usulü dostluk ve arkadaşlık kurarsan yani telefon numarasıyla bağlanırsan bu durumların hiçbiri olmaz. Dostluk, arkadaşlık, sevgililik ikinizin de hoşuna gidiyorsa (biriniz dahi olsa numara silinir) devam. Değilse silersiniz, güle güle. Ve ertesi gün bir başkasını eklersiniz onun yerine!
114 sayfa
Hiçbir yere gidemiyorsunuz değil mi? Hiçbir hayata yeniden başlayamıyorsunuz. Gereksiz tanıdıklar sürüsü arkanıza takılmış, onlardan kurtulamıyorsunuz. Görmek istediğiniz kişiyi hayatınıza siz sokup çıkaracaksınız. Görmek istediğiniz süre kadar, görmek istediğiniz zamanda göreceksiniz. Ucu açık ilişki olmaz. İlişkiniz (buna evlilik de dâhil) dostluk ve arkadaşlığınız bitirmek istediğiniz yerde biter. Her tanıdığınız kimsenin mezarına gitmek zorunda değilsiniz. En son tanıdığınız belki. Gençler bu yazılarımızı titizlikle okusunlar. Kendilerine dayatılan ilkel yaşamlardan ancak böyle kurtulabilirler.
Hayatta söylenmesi kolay olmayan şeyler var; bu nedenle yalana başvurulması anlayışla karşılanmalı
YALAN SÖYLEMEMİZİ GEREKTİRMEYEN BİR DÜNYA KURUN BİZ DE SÖYLEMEYELİM!
Doğru yaşamıyoruz ki doğru konuşalım… Dosdoğru konuşan biri emin olun ki hiçbir şey yaşamıyordur, hayatta hiçbir şey yapmıyordur. Çünkü bazı şeyleri yaşamamıza izin verilmiyor, biz de onları gizli gizli yapıyoruz. Bu gerici toplumda hayatı yaşamak için yalan söylemeye mecburuz.
Atalarımız, büyüklerimiz bir sürü nane yemişler ama “ibadet de gizli, kabahat de gizli diyerek” üzerini örtmüşler. Şimdi de her yaptığımızı söyleyemiyoruz ki sanırım söylenemeyecek, başkalarının bilmemesi gereken şeylerimiz de vardır. Uydurma bir ahlak/doğruluk perdesiyle yenilen nanelerin üzerinin örtülmesi ve bu örtenlerin sözde dürüst/doğru/ahlaklı/edepli kabul edilmesi bana göre toplumun hastalığı.
Bir şeyi sorulduğunda hiç olmamış gibi saklamak da yalan söylemektir. Aynı naneyi yiyin, sen sakla dürüst ol, adam saklayamasın ya da saklamasın yalancı olsun! Zaten “kabahat de gizlidir…” anlayışında sorun var. E madem öyle yapalım yapalım atalım köy sandığına.
Yalan söylemeyicilerin yalan söylemelerine gerek yok ki. Ne yapıyorlar ki neyi yalan söylesinler. Onların yaşadığı hayat yalan söylemeyi gerektirmiyor. Çünkü onların yaşadığı hayat değil. Onlar bu dünyada sadece varlar. Neyi yalan söyleyecekler. Sizler bizler bize zevk veren çok şeyler yapmak istiyoruz yasak, günah, ayıp… Yasak mı, ben yine de bir yolunu bulur yaparım. Saklayabilirsem saklarım. Saklayamazsam yalan söylerim. Bu olması gereken değil ilkel toplum ve gerici düzenin yarattığı bir duru. Yani yasaklar saçma, yapılanlar ayıp değil, günah değil.
Hem ayıpsa günahsa bana, sana ne!
Yani biz yalan söylüyorsak bizi yalana mecbur bırakan düzen suçlu. Din yalan söylemeyin diyor ya çoğu şeyi de onun yüzünden yalan söylüyoruz. Bugün ortada din diye duran(dinin geldiği en son hali) anlayışa göre bir hayat olamaz. Adam diyor ki gülmeyeceksin. Bu referansı belli ki bu dini, anlayıştan alıyor. Bizleri serbest bırak yalan söylemeyelim. Kadın parkta okul arkadaşına rastladı. İki muhabbet etti. Neredeydin? Doğruyu söyleyebilir mi? Lan bunun dahi söylenemediği bir toplumda yalan söylemeyin denir mi?
Bence serbest toplumlarda hiç yalan söylenmiyordur. Niye yalan söylesin ki bir cezası mı var? Ayıbı günahı mı var? Hesap mı sorulacak? Neredeydin? Marya ile yattık… İyi etmişsin! Ve işte yalan en çok dindar/ahlaklı (sözde) toplumlarda söyleniyordur. E bazen ne yaptığını/nerede olduğunu vs söylemen gerekiyor. Yaptığın bu topluma göre kötü; doğru konuşabilir misin?
115sayfa
Yaptıklarımızı gizlememiz ve yalan söylememiz böyle bir toplum yapısına göre çok normal. Bu konuda insanlar rahat olsunlar. Böyle bir şey yalan bile sayılmaz. Sevgilimle otele gitmemi toplum normal karşılarsa ben de yalan söylemem. Yalanı bize doğrucular söyletiyor. Yaşadıklarınızı ister doğru söyleyin ister yalan; hiç önemli değil. İnanan inanır, inanmasalar da sorun değil. Haber ve önemli bilgi verirken ve de birine kötülük etmek niyetiyle planlayarak yalana başvurmayın diğer tüm yalanlarınızın günahı benim boynuma.
Gizlediğiniz şeylerde de durum aynı, yaptığınız şey kötüyse (yani kendiniz ve birileri zarar görmeyecekse) toplum sizi anlayışla karşılamayacaktır. Suçun/ayıbın/günahın muhatabı olmamak için böyle şeylerinizi yapabildiğiniz kadar gizleyin. Hatta bu konuda herkes birbirine yardım etsin; duysa görse bile duymadım desin. Ben 50 yıllık hayatımda insanlara ait yüzlerce şeye şahit oldum sorarlarsa bilmiyorum hahahahaha!
Günümüzde özgürlük yeraltında, kapalı kapılar ardında… Manitam kolumda, sakallı gözüme bakıyorsa şöyleysem böyleyim derim, o da bakmasın! Yaşamaya hakkım olan (ya da kendim karar vermem gereken) şeyleri yaşarım ben arkadaş. Bu halde yalan da hile de mubahtır. Sen bana denizi yasak et, ben sana denizin mavi olduğunu söyleyeyim; kırmızı derim anasını satayım! Biz doğrucular (gerçekten doğru olsalar yanmayacağım) yalan söylüyoruz.
117 sayfa
Akşam geç gelmişim, neredeydin? Ben nerede olduğumu söylerim de sen normal karşılar mısın? Geç kalabilir, geç gelebiliriz. Sizin onaylamadığınız şeyleri yapabiliriz. Siz sorarsanız biz de yalan söyleriz. Sormazsanız bir şey yok. Oysa normal karşılasanız doğruyu söyleyeceğiz. İşte diyorum ya siz ve toplumunuz/devletiniz bilgili ve medeni hale geldikçe artık yaşanılan şeyleri normal karşılayacaksınız; biz de yalan söylemeyeceğiz! Her insanın hele de böyle bir toplum düzeninde yalan söylemesini gerektiren sebepleri her zaman vardır.
Dünyanın kanunlarını yazan kitapları elimin altında istemiyorum. Hani şu var ya yalan söylemek kötüdür diyen. ”Yalancının mumu yatsıya kadar… Yalandan kim ölmüş. Kuyruklu yalan.” Yalan söylemek iyi midir, kötü mü? Niye kızıyorsunuz ya? Tamam, kötü; ama ne kadar kötü? Söyleyeni asalım mı, keselim mi? Yalanın mavisi var, beyazı var. Kafamı kesseler doğruyu söylerim diyebilecek yiğit var mı içinizde? Hayat adamı dans ettirir. Kıvıra kıvıra dansöz olursun.
155 sayfa
Dul Naciye ablamız İnternet’ten koca arıyor. İlk cümlesi “yalancı olmasın.” Nereden bulacağız? Eskilerden ermiş, derviş falan da kalmadı ki mübarek sakalının yüzü suyu hürmetine inanıp bağlanalım. Deniz olsun ama içinde balık olmasın diyorsun. Yalan söylemeyen erkek olabilir mi? Türkiye’nin en doğru adamı benim. Öyleyken zatı azizimde yalanın bini bir para.Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış. Madem doğru söyleyince kimse kıymetimizden anlamıyor biz de yalan söyleyelim. Niye kovulalım köyümüzden değil mi?
Bir kısım insanlar konuşmayı dertleşmeyi severler. Yaşadıklarını paylaşmak isterler. Dünyayı dolaşan birisi yalan söylüyorsa meşe odunuyla dövün. Çünkü gezmiş, görmüş, anlatacağı çok şey var. Yalana ihtiyacı yok ki. Ama akşama kadar evinde oturan adam sizinle ne paylaşacak? Sohbet sıkıcı olmasın diye belki araya bir iki uydurma hikâye sıkıştırabilir.
Gerçi şöyle bir şey de var. Yalan söyleyen kişinin yalanını fark ettiğinizde ne anlatırsa anlatsın size ilginç gelmiyor. Ben bir komik hikâye uydurdum.
“Arkadaşımla Beyazıt’ta bir lokantaya girdik. Arkadaşım garsondan iyi ayıklanmış yarım baş istedi. Ben de. Tabak içinde kelle eti kızartılıp pişirilmiş olarak geldi. Açlıktan çatalları kapıp ikimiz birden saldırdık. Biraz sonra ben sanırım insanları iğrendiren bir ses çıkarmış olmalıyım ki yan masalardan kaşığı çatalı bırakan söylene söylene lokantadan çıktı gitti. Şişman garson çok kızdı. Yanımıza gelip bağırmaya başladı. Kelle etinin içinde kapkara bir göz vardı. Adam gözü avuçladı dışarı fırlattı. O sırada caddeden geçen bir adamın yüzüne şap diye yapıştı. Adam ana avrat küfrederken biz arkadaşımla kaçtık.” Tabi ki uydurma öyküyü buraya yazdığım gibi anlatmıyoruz. Replikler, mimikler, hoplayıp zıplamalar, biraz daha argo derken ortaya İsmail Dümbüllü üstadın orta oyunu gibi harika bir şey çıkıyor.
İlk anlattığım, doğruluğuna inanan ya da umursamayan gurup kasıkları patlayıncaya kadar güldüler.
116 sayfa
Gıdıklamadan gülmem diyen, espriden ziyade senin doğru söyleyip söylemediğini test eden bir başka grup ise hiç gülmedi. Aynı insanların Cem Yılmaz’ın anlattığı bundan daha az komik hikâyeye saatlerce güldüğüne eminim.
İçimizde gerçekten komik insanlar vardır. Onların her şeyine güleriz. Bizim için neşe kaynağıdırlar. Biz anlattıklarına güldüğümüzden ilgimizi daha çok çekebilmek için bazen uydurmaları, söylediklerine yalan katmaları gerekir.
Bir insanın yalan söylediğini isterseniz anlarsınız. Ama niye bunu öğrenmeye uğraşıyorsunuz? Sizi kahkahalarla güldüren salak suratlı bir tanıdığınızın yalan söylediğini ortaya çıkaracaksınız da ne olacak? Sanki İran’ın uranyum planı hakkında bilgi veriyor?
Kendinizin veya başkalarının kişilik, aile, iş, ilişki ve yaşamları hakkında yani ciddi konularda ama sadece bilgi ve haber verme şeklinde asla yalan söylememelisiniz. Kişi belirtmeden espri amacıyla ya da vakit geçirmek için söylenen şeyler yalan değildir.
Yalan çift yanlı kesen bıçak gibidir. Dilerseniz öldürür; dilerseniz güldürür. Yalanı dünyanın en kötü şeyiymiş gibi göstermek büyük hatadır. Madem öyle söylemeyin o zaman. Doğru söyleyen insanı bulmak için Kuzey Kutbu’na kadar gitmeniz gerekir. Orada da bulduğunuz zaten insan değil belki bir fok balığı olabilir.
Kendi kendinizi teselli etmeyin. Daha az yalan söyleyen daha dürüst değildir. Ben bin yalan söylerim bir tavuk ölür; siz bir yalan söylersiniz bir yığın insan ölür. Hangi konularda, ne zaman nerede yalan söylemeyeceğimizi bilmeliyiz Ablanıza kızdınız. Aile arasında laf ola beri gele düşünmeden namussuzluk yapıyor dediniz. Namus konusu insanların %80’i için ölümcül bir kavramdır. Babanız o sinirle araştırmadan, soruşturmadan vurdu ablanızı öldürdü. Küçük bir yalanın neye mal olduğunu gördünüz mü?
118 SAYFA
Bütün kötülüklerin anası yalandır. Peki, babası kim? Size öyle mi öğrettiler. Hayatında hiç yalan söylemeyen katiller vardır. Yalan söylemek kötülüğe neden olabilir ama yalan bütün kötülüklerin nedeni değildir. Örneğin planlı cinayetle yalanın ne ilgisi var?
İnternet’te koca arayan dul Naciye karısı evleneceği kişide aradığı özellikleri tek tek saymış.”Yalancı olmasın, saygılı olsun, çalışkan olsun, temiz olsun…” Katilleri ve hırsızları saymamış. O zaman Naciye’ye hiç yalan söylemeyen bir katille saygılı bir hırsız bulalım. Tiplerini beğendiyse kabul etmesi gerekir. Çünkü ona göre katil de olsa olur; hırsız da. Yeter ki yalancı olmasın.
İnsanların hemen tamamına yakını yalan söylerler. Yalanların çoğu ilişkilerde söylenir.
119 bölüm
Evlenirken, arkadaşlık kurarken, tanışırken… Özellikle burada erkekler kadınlara yalan konusunda acayip fark atarlar. İlişkilerde kadın istenen, erkekse isteyen durumunda olduğu için erkek tarafında yalancılık yağcılık, yalakalık gırla gider. Kadının yalana ihtiyacı yoktur. Erkekler aç gözlüdür. Brezilya sahillerindeki bütün üstsüz kadınları verseniz bir tır kiralayıp oraya giderler. İstediklerini alamayınca yalana başvururlar. Gerçekte yedi çocuğu vardır ama sorsan evli bile değildir.
Kadınlar çok saftriktir ve onları kandırmak çocuk oyuncağıdır. Buna rağmen erkeklerin çoğu eli boş dönerler. Bunun nedeni yalan söylemeleri değil ilişkilerdeki belirli kriterleri taşımamalarıdır. Zenginlik, güç, güzellik ve kariyer bir erkeği kadının gözünde önemli yapan ana kriterlerdir. Erkeklerin yalancılığı da işte burada başlar. Çünkü hiç kimse bu kriterlerin tamamına ya da bir kısmına sahip değildir. Ama varmış gibi yalanlarla kadınları kandırmaya çalışırlar.
Yalan söylemek dünyanın en kolay işidir. Ama çok az kişi yalanlarıyla başkalarını kandırabilir. Yalnız bu kolay kanan insanların ortak bir özelliği vardır. Yalanı ve yalancılığı ortaya çıksa bile aynı kişi başka bir yalanla bunları tekrar kandırabilir.
117 bölüm
Söyledikleri yalanlar yüzünden çok kötü sonuçlara neden olmuş olsalar bile insanlar bunun bedelini ödemezler. Ben Türkiye’de yalan söyledi diye cezalandırılan bir kişi hatırlamıyorum. Oysa Yeniçağa düzenimizde yalan söyleyerek başkalarına zarar veren kimseler için hapis cezası vardır. Bazı kötü niyetli kişilerin böyle rahat bir şekilde yalan söyleyerek bizleri maddi ve manevi zarara uğratmaları kabul edilemez.
Yalan söylemek ucuz ve basit kötülüktür. Aslında sadece bir yanlış davranıştır. Katillerin adam öldürmek için yalan söylemekten daha fazlasına ihtiyaçları vardır. Yalan söyleyen her şeyi yapar sözü külliyen yalandır. Herkes her şeyi yapabilir. Bunun bir kuralı yoktur. İmam adam öldürür, derviş malınızı çalar, rahibe fuhuş yapabilir. Sizi gidi uyanıklar sizi! Bütün kötülüklerinizi üç buçuk yalancının üzerine atın, sırtüstü yatın.
Şüphesiz çocuklarımızı daha küçüklükten yalan söylememeye alıştırmak önemlidir.”Yalan söylersen dilini koparırım” dememek şartıyla. Nasılsa bir gün mutlaka yalan söyleyeceklerdir. Hayat onlara söyletir. Ama hiç değilse ne yaptıklarının bilincinde olacaklar.
İnsanları yalan söylemek zorunda bırakmak da çok önemli. Özellikle kadınlarımız eşlerine ya da sevgililerine o kadar anlamsız yükleniyorlar ki adamlar çaresiz yalan söylemek zorunda kalıyorlar. Erkekler kıskanç ve çapkındırlar. Kadınlarsa kaprisli ve konuşkan. Adam eve geç geliyor. Neydeydin? Biliyorsun. Sormayacaksın işte. Kabullenemiyorsan bırakacaksın. Eve geç geldiğim bir akşam “Asker arkadaşıma uğradım” dedim. Eşim “Bu yalanı daha önce kullandın” demez mi? Hayat uzun. Yalan söylemeyi gerektirecek işler mutlaka yapıyorsun. Yalan uydurmak da kolay değil. Söylediğimiz abuk subuk yalanlara inanır gibi görünün lütfen. Bizleri zor durumda bırakmayın. Anne babaları kötü davranan çocuklar yakalanmamak şartıyla istedikleri yalanı söyleyebilirler. Çünkü doğruyu söyleseler sopa yiyecekler. Ama bu yola sık sık başvurmayın ki alışkanlık yapmasın
Belki bu sitede bile yüzlercesine rastlayacağımız yalan karşıtı yazıların yanında bir tane de benim naçizane ”yalan söyleyebilirsiniz” şeklinde bir yazım bulunsun. Yalan söyleyen veya söylemek zorunda kalan, çoğu kötü niyetli olmayan insanlarımız kendilerinde bir eksiklik duymasınlar.
118 bölüm
Hayat kişiye özeldir, paylaşılamaz
Tanrı’nın nimetleri nasılsa bende var sende yok, sende varsa onda yok. Zaten ya bir tane ya hiç yok. Bu yüzden seçemiyoruz ki seçmenin zevkini tadalım. Dünyanın yarısı açmış ağzını sana bakarken allame gök pastesleri boğazına diziliyor; paylaşalım ki herkesin olsun.
Birincisi bu dahi olmuyor; elimdeki kuru ekmeği kırk parçaya bölüyorum birileri yine doymuyor. İkincisi biz niye bu duruma mahkûmuz? Salsak insanları evrenin bağlarına, asmalar göklere uzanmış herkese var, var iken uzatıp elini almazlar, birbirlerinin elinden mi alırlar?
Allah sonsuz nimetleri olduğunu söylüyor yine de bu insanlar doymuyorsa e biz napalım daha! Elimdeki ekmeğimi komşuyla paylaşacakmışım. Git Kamçatka’nın dağlarında ot yol; dünya sana da bana da. Dinlemişsinizdir Bedreddin masallarını "yârin dudağından başka her şeyimiz ortak" İstersen onu da paylaşalım pirim!
İnsanlık dedikleri, kötülüğün bir başka şekli, birbirine yardım eden dünya aptalca tasarım; herkesin olacak kardeşim adam niye benim kapımda dilensin ya! O paylaşımcılar var ya sizden çaldıklarının sadakasını veriyorlar size. Adam sözde paylaşıyor; paylaştığı ben yine açım, onun ambarları dağlar deryalar. Ulan nasıl paylaşmak bu, hiç mi tükenmiyor; paylaştıkça artıyor mu yoksa.
Sizi gidi saftrik dilenciler, elinize bir mecidiye bırakıp dünyada size ayrılmış payınızı alıyorlar. Sizin yüzünüzden biz vicdanlı Sabuhalar hayatımızı güzel hayatımızı özel yaşayamıyoruz. Astragan kürküm varmış, garibin bitli ceketi; bana ne, senin de olsun! Çöp arabasıyla sürüyün dünyanın dilencilerini b...klu dereye!
118 bölüm
Ne kendi çalışır, ne hakkını ister; yardım et, sadaka ver! Bir de bu nanemolla naneyi öven Bedreddin torunları yok mu, parçalayasım geliyor paylaşımlarını! Ben hayatımdan bir kısmını alıp sana veremem, benim hayatımdan kırıntı bile alamazsın; çünkü benim hayatım bana verilmiş, bana göre, benim için. Zaten bir yudum kahkaham var, neyini paylaşayım. Sen de gül, boğazına odun mu soktular, gülemezsen öl, dünya er meydanı hak eden yaşar; hangi yüzle kapımdasın, zalimin yakasında parmak izlerin mi var!
Dünyanın bu gidişini durduracağız dedik, yıllardır haykırıyoruz, yanımızda kim var? Çünkü insanlık üç guruba ayrılmış; ya kötü, ya dilenci ya da dilenci sever. Kötü çalıyor, dilenci alıyor, dilenci sever de bakıyor. Allah ne yapsın, Kerim Korkut ne yapsın! Söylüyoruz işte, bu dünyada herkesin payı ayrılmıştır. Ya gidip payını alacaksın ya da birileri senin payını sana verecek. Ben hesapladım kardeşim; Türkiye’de mevcut kaynaklar doğrultusunda kişi başına olması gereken değer 586 bin lira hazır değer, 3870 lira aylık kazanç. Türkiye’nin kapasitesi bu.
Ben bu ülkeyi yönettiğim zaman 50 yıl sonra( bugünün parasıyla ama çünkü o gün bu miktarlar değişecek elbette) Türkiye’de bir kişinin bunun altında ekonomik durumu olmayacak. Ama dedim ya biriniz çalmaya alışmış, biriniz dilenmeye, kalan koyunlar da hırsız dilenci filmi seyretmeye alışmış. Böyle bir şey olamaz ya, bu ülkede fakirliği seven insanlar var!
Kerim Korkut insanlara hedef gösteriyor. Olmayacak şey mi, dünyada bir sürü örneği var. Japonya örneğin, senin iki katın nüfusu yarın kadar toprağı var; fakiri yok. Almanya örneğin. Hollanda, Singapur, Kore... Yardım ve paylaşmak fakirliğin nedenidir. Paylaşarak asla mutlu olamazsınız. İnsanlığı bu hastalıktan kurtarmak lazım. Paylaşanlar, paylaşımcılar, yardımseverler, insancıllar kapitalizme uşaklık etmektedirler. Sen sana ait olan bir şeyi başkasına veremezsin. Eski ayakkabını verdiğin kişi yeni ayakkabı almaya uğraşmaz.Öküz altında buzağı aramak; öz güven eksikliği,hasetlik ve fesatlığın tezahürüdür.
119 bölüm,
**** Tutarsız sözler; sevgi adına doğabilecek dostlukları öldürür.
**** Kerhen ve nezaketen gösterilen ilgi ; çoğu zaman kargaşa ve yanılgı yaratır. En iyisi açık sözlü olmaktır.
**** Bedeninizi değil, ruhunuzu saran sevgi değerlidir.
**** "Ağabey " ve " Abla" sıfatlarına hak kazanmak; üstün liyakat madalyası ile taltif edilmekten bile değerlidir. Çünkü ; o iki sıfat çok ulvidir.
**** Mutluluk ve burukluğu aynı anda yaşamak travmatik bir duygudur.
**** Yaşadığınız sevgide ruhsal doyum varsa; bedensel ilişki teferruattır.
**** Almayı hep alışkanlık haline getirenler; verme zamanında ortalıkta görünmezler.
**** Çok yaşamak istiyorsanız ; kötü olun. Çünkü; kötüler kolay kolay ölmez.
**** Karşılıklı sevgi alış verişlerinde ; huzur ve mutluluk içinde ruhsal doyuma ulaşıyorsanız, o sevgiden asla vazgeçmeyin !
**** Size gösterilen sevginin içten, beklentisiz olduğunu hissettiğinizde mağrur, çekingen ve korkak olmayınız. Sevmek sizin, sevilmek ise karşınızdakilerin takdirindedir.Reddedici olmadan cesurca yaşayın gösterilen sevgiyi.
**** Beş para etmeyeni göklere çıkarırsanız ; karga gibi denizin ortasına ya da ağzınıza pisler.
**** Hiç kimse tek başına hem gelin hem de güvey olamaz !
**** Ahlak felsefesini tesis ederken; örf ve ananeleri de dikkate almak gerekir.
**** Kulağı çekilen ; daha sonra ki çekilecekleri hesap etmez.
**** Çamur at izi kalsın. Ya atılan çamur kuru ise !
**** Usta politikacılar gibi; her şeye tamam der ve vaadinizi tutmazsanız, vebal altında kalır insanl arın umutları ile oynamış olursunuz.
**** Öyle her yüreğin harcı değildir büyük sevgileri taşımak !
**** İnsanlık aleminin onlarca davranış biçimleri bir şekilde hepimizde mevcuttur. Mühim olan; onları ayıklayarak doğru olanlarını hayatımıza uyarlamaktır.
**** Çok cesur biri; ahvale göre bazen çok korkak hale geliyor ise kendi haline bırakın.
**** Ne nefes tüket ne de diz çök. Nasılsa istediği şekli alır gök !..
**** Kişi kendi tercih ve önceliklerine göre yaşama hakkına sahiptir. Israrla değiştirilse bile aldatmacalı ve kısa süreli olur.
**** " Acemi siyasetçi !" ne ise odur; tercihim ve makbulümdür. Çünkü; Ustalaştıkça manevra kabiliyetleri artar.
**** Yetim ve Öksüz... İki ayrı sıfat da olsa; ben hiç ayıramadım sonunda.
**** Kim ve ne olursanız olun; dışarıdan gelenlerle mukayese bile edilmeden geri planda kalırsınız memleketinizde. Çünkü siz kapıda büyüyen bir danasınızdır.
**** Ne olursa olsun ; dünya batmaz be !
120 bölüm,
Aşk, duygular, sanat, kültür hiçbiri paylaşılamaz; hepsi de kişiye özeldir, aynı resme birlikte bakamazsın. Bu ne saçmalık ya, ayağındaki ayakkabıyı ver, evinin bir köşesini, sofranda otursun… Ben insanlarla bu kadar yakın olmak istemiyorum ya! İyilik, insanlık falan da umurumda değil. Cenneti ver sakallıya. Bu dünyada bana ait olan bana yeter, herkese yeter.
Başındakinin 700 trilyon serveti var, senin cebinde 7 lira yok ve sen bu düzeni destekliyorsun. Yazıklar olsun! Senin de olacak kardeşim, hakkın bu, vermiyorlarsa alacaksın. Hesabını yaptık işte. Şu an 586 bin lira varlığın olmalı ayda da 3870 lira kazancın. Kişi başına bu ha. Bunu sağlamayan bir düzeni kabul etmeyeceksin. Biz 50 yıldan bahsediyoruz. Sen dünya kurulduğundan beri böylesin. Bilmem kaçıncı göbekten deden sanki Karun’du. 50 yıllık bir mücadele sonunda bu hedefe ulaşacağız.
Buna nasıl güveneceğiz, inanacağız dersen her yıl kazancının (paranın değeriyle ilgisi olmayan) arttığını göreceksin. Nasıl yapacaksın dersen hırsızların elini bağlayacağız, dilencileri çalıştıracağız,76 milyonu ülkenin dört bir yanına salacağız. 50 yıl çalışacağız, dünyanın birinci ülkesi olacağız. Türbanmış, Suriyeliymiş, Atatürk’müş hiç kimse kusura bakmasın, bunlarla vakit öldüremeyiz.
121 bölüm
Takvim yaprakları yine bir yılın sonunu gösteriyordu ne kadarda Uzun zaman olmuştu bu pencerenin kenarına oturup kitap okumayalı okuduğu kitap onu alıp çok uzaklara götürdü.
Gençlik yıllarına beyaz kireç badanalı üç odalı ilk bu köy evlerine, Bomboş bakışlarla izliyordu etrafı. Şimdi bu evin yanı başında,yıllar önce diktikleri ağaçlar güneşi engelliyorlardı, boydan boya uzanan asma üzümler yeni yeşillenmeye başlamıştı ve baharın ilk toprağı ısıtması gibiydi güneş,her yer sanki yeşile boyanmıştı,dedesinden yadigar kalan bu köy evine buraya il kez
Eşiyle balayı niyetine gelmişlerdi ve ilkleri, heyecanları bu evde paylaşmışlardı daha 17 sinde olan eşi, kadınsı duygularla hiç tanışmadığı halde, erkeğini mutlu etmek amacıyla davranışlarına, bakışlarına, cilveleri ,le 40 yıllık tecrübeli kadın süsü vererek; sevgi ve saygısını göstermişti onca yıl.
O yaşlı adam; o masum, tecrübesiz kadınsı bakışları anımsadığında tüyleri diken diken oluverdi. Ürperdi, kendinden tiksindi. Eşinin muhteşem duygularının katili gibi hissetti kendini. Derin derin birkaç kez “Offff” çıktı dudaklarının arasından dalıp gitti koltuğunda elindeki kitap yere düştü gözündeki yakın gözlüğü kitabın üstüne…
Kendine geldiğinde ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu ama ikindi ezanı ile kendine geldiğinde O kadar acıkmıştı ki; köye gelirken yaptığı alış veriş geldi aklına birden. Ayağa kaldı sekinin üzrenine koyduğu poşetlere ulaşmak için ayaklarını zoraki sürükler gibi isteksizce yürüyordu,,
Tava ya da pratik olarak pişirip yiyebileceği birkaç hazır ürün almıştı. Eşi ve üç çocuğunu evde bırakarak bir hafta sonu yalnız kalmayı istemişti. Dinlenmeye çok ihtiyacı olduğunu söylemişti eşine. Sevgi dolu, anlayışlı bir kadındı eşi. “Nasıl istersen hayatım diyerek sen keyfine bak bizi merak etme, biz de çocuklarla annemle re gideriz. Hem senin ,hem çocukların hemde benim için.” degişiklik olur demişti. Birkaç gün uzun zamandan sonra ayrı kalacaklardı.
122 bölüm,
Adam düşüncelerinden sıyrılmak istedikçe batıyor, gömülüyordu vicdanının dibine. Karısının bahçeden taze meyveleri toplaması, en güzellerini önce kendine vermesi, kutluluğuyla mutlu olması…geldi bir anda gözünün önüne,İyiden iyiye kendini kötü hissetmeye başlamıştı. Gözleri dolu doluydu yüreği gibi. Aldıklarını yerleştirip fi tarihinden kalma buz dolabına yerleştirip etrafı evi dolaştı. Elektrik, su sorunsuzdu. Uzun süredir gelmeseler de, düzenli olarak faturaları yatırıyorlardı,nede olsa ata yadigarıydı bu ev,birden ürperdi üşüdüğünü hissettirmiyordu.
yinede ufo yu yaktı sedire uzandı Uyumalı, kurtulmalıydı kafasını kemiren onca buz gibi düşüncelerden. Çocukluğunu örttü üzerine ve kapattı gözlerini.
……...........Havlama sesiyle yataktan fırladı adam. Pencerenin mandalını kaldırırken gözleri etrafa bakınıyordu. Neler oluyordu ki? Yoksa sıkıntıları nedeniyle hayal mi görmeye başlamıştı? garip komşularının köpeğiydi. seyyar satıcının arabasının altında ezildiğini öğrendiğinde kendine gelememişti uzun süre. Adam o köpeği çok severdi.garip öldüğüne göre bu havlama sesi nereden geliyordu? Sallanan bir kuyruk gördü. Nasıl olurdu bu sanki garibin ta kendisiydi bu! Hemen üçer beşer atladı merdivenleri, aşağı kata indi. köpekle karşı karşıyaydı. Yanında duran aksakallı tonton dedenin gelen sesiyle irkildi oğlum hoş geldin. Nasılsın? Epey zamandır görünmüyordunuz. Dilek de geldi mi? Ya çocuklar? Nasıllar dedi Mehmet emmi ,arkasından Ayşe teyzede belirdi,adam Ayşe teyzeyi de özlemişti, bu sıralı sorularını da. Hoş buldum Ayşe teyze Mehmet emmi Tek geldim deyip Sarıldı öptü ellerini sonra doğruldu sarıldılar.
Uzun zamandır böylesine sevgiyle sarılmamıştı sıcaklığı hissetti buz gibi bedende.
123 .bölüm
Mehmet emmi sizi iyi gördüm maşallah diyerek bir daha sıkıca Sarıldı, elleriyle sakalını sıvazladı bir an babası annesi gözlerinin önüne geldi sevindi, gözleriyle dokundu geçmişten geleceğe.. -adam!
- biraz işlerim var. Kitabımı bitirmek için buranın sakinliğine ihtiyacım vardı emmi dedi adam pek anlamadı ya
-İyi yapmışsın oğul.
sonra köpeğe takılan gözleri ile köpeği işaret ederken, duyacağı cevap için heyecanlandığı her halinden belliydi. Kadın anladı köpeğin ölen garibe benzerliğini adamı çok etkilediğini. Gülümsedi…
-Ne kadar benziyor değil mi? Oğul ölen garibe bundandır ki görür görmez kanım kaynadı hemen alıp eve getirdim. Aşağı evlerden Hoca keramettin Efendiyi bilirsin; O’nun köpeği yavruladı. Oradan aldık bize şimdilerde yarenlik ediyor sevdik bizde… ha oğul sen yol yorgunsun acıkmışsındır buyur eve geçelim mantı açmıştım tarhana çor basıda var çocukluğunda çok severdin, biri cevizli biri yoğurtlu iki tepsi. Kısmetten öte yol gitmez buyur beraber yiyelim.
adam “Hayır” diyecek oldu; ama Ayşe teyze ısrar edip izin vermedi.
Akşam, Ayşe teyzenin oğlu ali ile gelini dudu hanım ve torunları selbi ile ademde yer sofrasında yerlerini almışlardı. Mantının tepsilerdeki el değmeden öncesi hali ayrı bir güzeldi. tere yağını tavada kızdırıp tabakların üzerinde gezdirirken çıkan ses ve mis gibi koku iştahı daha da kabartmıştı. Yemeklerini anılarla süsleyerek, sohbetin zevkiyle yemişlerdi. adam da biraz aklındakilerden sıyrılıp değişik konuların içine girerek rahatlamıştı vakit epey geç olmuştu sohbetin keyfi ile gece yarısına yaklaşıyordu vakit ilerleyince her şey için teşekkür ederim emmi ellerine sağlık teyze diyerek izin istedi. Hemen köyü ortasından ikiye bölen cayın üzerine yapılan el yapımı asma köprüden karşıdaki evine geçip, gıcırdayan kapıyı kapattı. Gece kararmıştı iyiden iyiye. Direk olarak üzerini değiştirmeden sedire uzandı. İdare lambasına püf dedi,karanlıkla baş başayken gözlerini kapattı.
124 sayfa
Karanlığın sinesinden gizemli bir kadın çıkageldi aniden. Siluet olarak görüntüsü tam bir dişi idi ve çırılçıplaktı. Emreder gibi bir ses tonuyla soyunmasını istedi adamdan. Adam yalnızdı ve bu kadın nasıl gelmişti bu halde odasına? Kadın dokundu adama ve tekrar etti arzulu, kararlı bir ses tonuyla. Kadın ısrar ediyor, adam karşı koyuyordu. Vicdanıyla savaş halindeydi şu an. Bedeni hazırdı her şeye. Vicdanıyla bedeni çığlık çığlığa, kıran kırana çarpışıyordu. İrade ile arzu yer değiştiriyordu sürekli adamın yüreğinde. Kuşlar gibi çırpınıyordu ruhu. Ellerini, kollarını savuruyor; soluğu soluğunu kovalıyordu sanki. Nefessiz kalmıştı iradenin güçlü olduğu bir anda itti kadını üstünden ve “Yeter!” diye haykırdı.
Genç adam gözlerini açtığında yine kabus gördüğünü anladı. Odada kadın falan yoktu. Anne karnındaki masum bir bebek gibi, dizlerini çenesine doğru bükerek iki büklüm oldu. Arınıp temizlenmeliydi artık kendini yeyip bitiren yaşadıklarından.
Kalktı yatağından. Uykusuzdu; ama uykuyu hissetmiyordu bile artık. Dışarı çıkıyor sabahın ilk saatleri üşütüyordu içeri giriyordu tavan üstüne üstüne geliyordu zaten toprak damdı ağaçlar arasından saman parçaları gözüküyordu ama dışarı içeri arasında mekik dokuyor, hırsını attığı adımlardan alıyordu sanki. Ayak sesleri komşulardan bile duyulacak kadar yoğundu. Avuçlarını ovalıyor, dudaklarını ısırıyor, bilinçsizce adımlıyordu evin içinde. “Banyo yapmalıyım” dedi içinden ve hamamlığa yöneldi.
Sıcak su yoktu kaynatması lazımdı,önemli değil sıcak olması aslında sıcak değil, soğuk suyla yıkanmalı ve ruhundaki tüm pislikleri yok etmeliydi. Normalde dayanılamayacak kadar olan geceden kalan sabah ayazını içine çekmiş soğuk suyu kafasından dökerek duş alıyordu, Hissetmiyordu bile soğuğu. Sular yanaklarından bedenine sızıyor; ama o kıpırdamıyordu bile. Sabit bir noktaya bakıyor ve her zaman olduğu gibi o ana gidiyordu hızla.
Artık bedeni duşta olsa da ruhu geçmişteydi. Farkında olmadan yaşıyordu ruhunu tutsak eden o anları. Yine geçmişteydi…
125 .sayfa
Yıllar önce… pencerenden direk seyrettiği lanetli otel odasında gece yarısından sabaha kadar olan mücadele bitmiş yenik düşmüştü nefsine , Her şey bittiğinde hırsla kadına dönmüş, dişlerini sıkmış, haykırmıştı.
“-Sen bir pislik sin! Pisliğini bana da bulaştırdın.”
O haykırışa kadından gülümseyerek cevap gelmişti.
“-Keşke pislikler bedenlerimizde olsa. Her tür pislik suyla temizleniverir. Ruhun pisliklerini ne yapacağız? Bak! Adam gibi adam dedikleri namus abidesi sen de yenik düştün işte. Artık sen de bir pisliksin benim ve benim gibiler gibi”
Sinir harbi yapıyorlardı olayın sonunda. Söz yarışına girmişlerdi öfkeyle ikisi de.
Tekrar kendine geldi mesut. Duş çıkıp hızla kurulandı. Giyin meliydi; giyinip dışarı çıkmalı, evin önündeki derede su sesinde yürümeliydi. Yürümeli, ruhuyla hesaplaşmalıydı.
Giyindi ve kapıyı da açık bıraktığını fark etmeden deredeki suyun sesine teslim etti adımlarını.
Dereye doğru yürüyordu. Adımları yine sert ve hızlıydı. Bu gece bitmeliydi bu muhasebe. Hesaplaşmalı ruhuyla yıllardır gecelerini mahveden ona uykuyu haram eden bu hesabı bugün bir daha açmamak üzere kapatmalıydı.
Derenin dağdan akan başına gelmişti burasında bir Çınar ağacı büyük bir pınar ve hayvanları sulamak için küçük bir gölet vardı köyden bayı uzaklaşmıştı. Köye uzaktı burası. Çocukken gençken ne zaman köye gelse mutlak buraya uğrardı minik şelale gibi kayalardan süzülen ve gölette toplanan suyun sesindeki güzelliği ve gizemi içine çeker, nane kokusunda nefes alırdı adeta, Her zaman oturduğu, suya en yakın ağacın altındaki çimenlere bıraktı kendini yine.
En başından hatırlamaya başladı yaşadıklarını. Sanki bir beyaz perde vardı önünde ve dereye doğru inerken beyaz perde de önünde gidiyordu. Tüm yaşadıklarını o perdede izliyordu Mesut…
memur olarak ilk ataması Ankara ya, yapıldığında, müthiş bir sevinç duymuştu. Hayatında görebileceği en güzel yer olduğunu düşünmüştü hatta. Hoş şimdi de fikri değişmemişti; halen gördüğü en güzel yaşanabilecek yer Ankara idi dört yabancı ülke 76 vilayet 800 ye yakın ilce ,bir onun iki katı kadar köy mezraa görmüştü.
126 sayfa
Hep ilkleri yaşamış PTT çalıştığında için her köye bir telefon kampanyasında başrol oynamıştı. Anadolu kültürü ,insanlara daha yakın olmak, onlara düşünce olarak ulaşmak, arkadaş olmak, başarılara götürmek, öğretmek,öğrenmek eğitmek eğitilmek, yetiştirmek yetişmek istiyordu. Yaşadığı vatan ve millete faydalı olabilmek için yapamayacağı bir şey yoktu bu konuda kendine güveniyordu henüz yolun başında olmasına rağmen.
Çok okumuş, çok araştırmıştı. Sıkıntıyla yürüdüğü dere yolunda nice tatlı anıları vardı çocukları ,arkadaşları, eşi dostuyla,an karadaki ikinci yılı idi. Çevresi genişlemişti artık lokallere takılıp sanat eleştirileri bile yapabiliyordu okumanın ve yazmanın güzelliğini, hem de tanımadıkları insanlardan neler öğrenebileceğini belkide ilerde anılarını yazılabileceğini öğrenmişti, okuyarak kelime hazineleri de gelişecekti. Yaparak yaşayarak öğrenmek olacaktı onun için.
Her şey yazar bir arkadaşla tanışmakla adam o zamanlar meşhur olan mektup arkadaşlığını önermişti,tanımadığı bir takım insanların dünyalarına girebilecekti onların tüm yazılarına şahitlik edecek ve onlara gerekirse tecrübelerinden bahsedecekti okuma ve yazma ya böyle başlamıştı işte. Genç adamın alabileceği en büyük dersi başlıyordu. Kimse bilemezdi böyle masum bir mektup arkadaşlıklarını adamın yaşantısını alt üst edeceğini.
Gazeteden tanıştığı birkaç arkadaşa yazıp onların yazdıkları mektupları dikkatle okuyor ,hemen cevaplamak için can atıyordu,Onlardan da cevaplarla sanki o anları yaşıyordu büyük adrenalin pençesine düşmüştü işte yazma hastalığına yakalanmış bundan yazmaktan çok büyük haz alıyordu. Yeni arkadaşlıklar mutlu etmişti kendisini. O sıralar o gruptaki her bireyde bir mektup merakı başlamıştı artık. Yaparak yaşayarak öğretim başarılı olmuştu doğrusu,
126 BÖLÜM
Bazen ortak memleket meseleleri hakkında yorumlarda bile bulunanlar oluyordu bu tür mektupları gruba seslice okurdu gelen mektupları adam. O gün yine mektuplar gelmişti grup adresine kendisine gelen zarfı eline aldığında şaşırdı. O mektup da kendisineydi. Göz gezdirdi mektuba genç adam. Okurken gülümsüyordu. Övgü dolu sözler ediyordu Çiğdem kendisi için böyle bir uygulama ya katılımımdan dolayı tebrik ediyordu. Sakıncası yoksa kendilerinin de mektuplaşmasını istiyordu hatta.
Bunları düşünürken pantolonunun paçasına yakın yerde bir acı hissetti mesut Ayağını bir şey ısırmıştı. Canı acıyordu. Aynı anda hav lamayla bir köpek de atıldı hemen yanı başına. El feneriyle taradı etrafı. garipti bu; Ayşe Teyzenin köpeği… Bir yılanla boğuşuyordu. Demek kendisini ısıran bir yılandı. Hem garip, hem kendi için endişeye kapıldı. Dere kenarında ve yalnızdı. Yürümeye çalıştı; yürüyemedi. Başı dönmeye başlamıştı.
El feneri yanık halde oturdu ağaca tutunarak. Acı azdı; ama kendini bir boşlukta hissediyordu garip ise hala havlıyordu. mesudun beyninden neler geçmiyordu ki? “İşte oğlum, şimdi cezanı çekiyorsun” diyordu içinden. Bunca zaman bu köyde, bu derenin başında oturmuştu; ama hiç başına böyle bir iş gelmemişti. Hatta yılan bile görmemişti hiç. Bu yılan kendisini cezalandırıp öldürmesi için yollanmıştı adeta.
Düşüncelerinde kabusu yaşarken havlama sesiyle irkildi. garip önüne gelmiş, havlıyordu. Bir şeyler anlatmak istiyordu belli ki. “Acaba yılanı mı öldürdü?” diye düşündü mesut biran. Fenerle etrafı taradı; ama yılan görünmüyordu. garip derdini anlatamayacağını anlayınca hızla eve doğru koştu. Zaten ev en fazla üç yüz elli adım aşağıdaydı.
Aradan on dakika ancak geçmişti ki; Ayşe Hanım ve eşi Mehmet bey nefes nefese geldiler. Garip de yanlarındaydı. Hala havlıyordu Mehmet Bey telaşla sordu:
127 SAYFA
-Ne oldu evladım? Sen uyuyacaktın ; ama buradasın.
-Uyuyamadım. Hava alayım dedim. Galiba yılan soktu beni. gariple boğuştular bir süre. Aradım şu an yılan yok. Ne oldu bilemiyorum.
-Daha önce fark etmedin mi yılanı evladım?
-garip hırlıyordu; ama ben uzaklarda sandım. Ağacın dibine oturduğumda yumuşak bir şeye temas ettim sanki. Sonrası malum. Sahi garip nasıl geldi buraya?
Ayşe Hanım söze karıştı…
-Evladım köpekler böyledir işte. Dün ona sarılıp okşayınca seni çok sevdi demek ki… Burada da yılanı görünce onunla boğuşmuştur. Ama yılanın ne ölüsü ne dirisi var evladım. Başka bir şey olmasın sakın.
-Hayır… gariple boğuşurken gördüm. Kaçmıştır…
-Dur şu ısırdığı yere bakalım.
Ayşe Hanım pantolonun paçasını sıyırıp fener tuttu. Sevinçle bağırdı.
-Neyse ki kumaşın üzerinden tam geçirememiş dişini. Hafif bir iz var. Biz yine de bağlayalım ve Mehmet amcan emsin biraz oğlum.
Yaşlı adam tecrübesiyle üzerindeki gömleğini çıkarıp az yukarıdan bağladı ayağı ve yaraya dudaklarını uzatıp emip tükürdü, kan ya da zehri. Görünüşe göre zehirlenme yoktu. Ya Ayşe teyzenin dediği gibi dişini geçirememişti ya da zehirsiz su yıl anıydı.
Bir yandan da Ayşe teyze fenerle her yeri arıyordu. garip kaçırmıştı demek yılanı.
Mehmet amca işini bitirmiş, mesuda omuz vermişti. Dereden eve doğru yürümeye başladılar. Karısına seslendi:
Sen mesudu tut da ben arabayı çalıştırayım. Hastaneye götürelim; ne olur ne olmaz.
mesut itiraz etti:
-Hiç gerek yok. Demek psikolojikmiş baş dönmesi. Bir sorun yok.
-Olsun evladım. Emin olalım.
-Yok yok… Dinlenirsem geçer. Siz de yatın. Ben eve gideyim.
-garip yanında kalsın o halde. Bir şey olursa haber verir bize.
Teşekkür etti iki yaşlı ve dost insana. gariple eve geçtiler.
Usulca gözlerini aralayıp geceyi dinledi.Uzaktan bekirin çilli horozu ötüyor , köpek havlamaları birbirlerine nazire yaparcasına sırayı şaşırmadan yakındaki ve uzaktaki...
Kavak ağaçlarının yapraklarının rüzgarın etkisiyle birbirlerine dokunup hışırdamasını dinledi can kulağıyla bir süre / Ve sonra kendisini...
Yerli yersiz uyanmaya başladım hadi hayırlısı diye düşündü , sol tarafına döndü. Pencereden düşen ışığa göre saatin kaç olduğunu tahmin etmeye çalıştı.
Mustafa emmiiii !
Başını hafifçe yastıktan kaldırıp sesin geldiği yöne kulak verdi.
Mustafa emmiiii!
Bir hamlede doğrulup yatağın kenarına oturur vaziyette ayaklarını yere sürdü , ayağına ıslak bir şey değdi , elma kabuğudur diye öteleyip terliğini buldu ve giydi karanlıkta.
Işığa dokunduğunda aynada gördüğü kendisinden irkildi .Yüzüne yastığın izi çıkmış , gür saçları ve kaşları birbirine karışmıştı.
Ağır ağır yürürken yine fazla kaçırmışım dedi ağzının içi zehir gibiydi.
Kapıyı açtığında elinde fenerle berber muhteremle burun buruna geldi.
Hayırdır muhterem bu saatte dedi sitemkar bir tavırla.
Yüzünü ekşiterek başını geriye attı , hatice nine yaw dedi berber muhterem.
Ses etmeden geri dönüp kapının tokmağına iple bağlı olan anahtarı iki kez çevirdi mustafa emmi
Berber muhterem önde kendisi arkada iki binanın arasından süzülüp cümle kapısından bahçeye girdiler.Sağlı sollu pembe ortancaların gece esintisiyle dansettiği uzun bahçe boyunu yürüyüp beş basamaklı merdiveni çıktılar .Kapıyı berber muhteremin karışı açtı , üzgündü !
Kızcağız çok perişan dedi , zor sakinleştirdim!
Odaya girdiklerinde hatice nine üzerine boydan boya beyaz çarşaf örtülmüş halde yerde yatıyordu . Oda limon kabuğu kokuyordu .
Tek hayali vardı o da gerçekleşmedi diye düşündü mustafa emmi . Kendisini her gördüğünde ölmeden şu kadriyemi telli duvaklı gelin ediversem der , derin derin iç çekerdi .
Köyün en çalışkan kadınıydı . Kocasını genç yaşta kaybedince ondan miras kalan tek yoldaşı biricik oğlunu çalışıp didinip bbüyütmüş evlendirmiş ,sonrada bir anne için en zor sınavdan geçip oğlunuda bir iş kazasına kurban vermişti.
Gelini kimsesi olmadığı için bir süre hatice nineyle yaşamış , sonra kızını bırakıp memleketine hısımlarını görmeye gitmiş, bir daha da geri dönmemişti.Bir süre sonra evlendiği haberini alınca , torununu daha bir sıkı bağrına basmıştı.
Sabah erken cenaze işleriyle uğraşmalı diyen muhteremin sesiyle kendisine geldi , olur anlamında başını öne eğdi.
Yıllardır komşu olmalarına rağmen kadriyeyi hiç bu kadar yakından görmemişti . Kocaman ela gözlerinden sürekli yaşlar süzülüp akıyor , dudaklarının arasından belli belirsiz sözler dökülüyordu . Dua ediyordu belli ki / ara ara yemenisinin ucu ile burnunu siliyor , narin parmaklarını yüzünde gezdiriyordu dua temennisinin kabulu için .
Pembe beyaz çok güzel bir kızmış diye aklından geçirdi .
Elli yaşını doldurmuştu .Kendisinden yaşça büyük olanlarında , henüz okula başlamamış çocuklarında mustafa emmisiydi (o)
Yataktan kalktığı gibi yürüdüğünü hatırlayınca elleri bilinçsizce saçlarına gitti , düzeltmeye çalıştı.
Lan salak mustafa bu harekette neyin nesi şimdi ? diye geçirdi içinden .
Kazanın ileri gelenleri uzun zaman kendisine çöpçatanlık yapmak istemiş , yahu sen bize babanın emanetisin gel kır şu inadını bir yuvan olsun , felancanın kızı tam sana göre dediklerinde , içim çekmedi diyemezdi , belli ki iyi biri Allah sahibine bağışlasın deyip savuştururdu.
Tek kız kardeşi esma da defalarca benzer girişimlerde bulunmuş , yahu çocuk diyorsunda hasanımız varya ha senin ha benim ne farkeder demişti abisi.
Kadere kısmete inanırdı ,demekki kısmetinde yuva kurmak yoktu . Kimsenin karısına kızına kötü gözle bakmamıştı ,baktıklarınada alıcı gözüyle dedikleri şekilde bakamamıştı işte.
Babası sevilen sayılan güngörmüş bir adamdı , kazanın tek hızarcısıydı . Ağaçları keser budar sahibine hazır eder, bazılarını toptan satın alır keresteye ihtiyacı olanlar uzak yerlerden bile onu arayıp bulurdu . İşler yoğun olduğunda mustafayı yanında götürür , işlerini yaparken ona iyiliğe insanlığa dair nasihatler eder ders veren kıssalar anlatırdı.
Hiç birini unutmamıştı mustafa emmi , hala sohbet ederken yeri geldikçe dostlarıyla bu kıssaları paylaşırdı.
İkindi vakti evinin önündeki küçük bahçesinden topladığı yeşil biberleri tavaya doğradı , başını uzatıp soğan sepetine baktı / boştu . ne yani kanun değil ya bu seferlik böyle olsun dedi yağı gezdirdi , tahta kaşıkla hafifçe karıştırdı biberler çıtırdayınca doğradığı domatesleri ekledi..
Neden olmasın şener şen bir filminde kızı yaşındaki birine aşık olmamışmıydı ? Yüzüne sıçrayan yağa bir küfür savurdu , yağ bile aklımdan geçenleri anladı dedi. 4 yumurtayı tavaya kırıp tuz serpti ve altını söndürdü.
Kardeşinin mayaladığı yoğurttan ayrı bir kaba yiyeceği kadar doldurdu .Yemeğini yerken diğer yandan /Bu pazar ibonun oğlu evleniyor acaba o da gelirmi ki ? Yok yok gelmez , hem acısı çok taze hemde yalnız sokağa çıkmazdı üstelik nineside yok ! Yok yok hayatta gelmez .
Bende mi gitmesem acaba ? Belki bir ihtiyacı olur kapıya gelir geri dönmesin !
Yemeğini bitirince berber muhteremin dükkanının yolunu tuttu . yol boyunca acaba aklımdan geçenleri farkeden oluyor mu ? Hain hayıflı olur derler ya benim ki o hesap kim nasıl anlayacak ki !
Dükkandan içeri girip koltuğa oturdu özellikle bu saati seçmişti kimseler olmasın diye. Hadi muhterem göreyim seni şu saçımı sakalımı bir yola koy , beni adama benzet ki gören korkmasın .
Muhterem hayırdır düğüne hazırlık mı? diyerek bıyık altından güldü.
Ogece sabaha dek uyumad , sigara üstüne sigara içti .Gözlerini yumduğunda kadriyenin o geceki hali karşısına geliyordu. Lepiska sarı saçları yemenisinin kenarından nede güzel görünüyordu ,kirpikleri upuzun arkasını dönüp giderken ne kibar ne sevilesiydi .
Bir gönül ilişkisi olsa kulağına gelirdi demekki yoktu .Hatice nine onu bohçası gibi yanında taşımış kendince tüm kötülüklerden korumuştu .Dikiş kursuna bile birlikte gittiklerini işitmişti.
Mustafa kendine gelll ! köylü duysa seni taşla kovalar dedi iç sesi ona , fakat diğer sesi bastırması mümkün değildi . yav diyordu diğer ses yıllarca kimsenin tavuğuna kış demedin onca güzel kızları reddettin demek ki için almadı ! Ne yani dünya mı yıkılır ? gönlün ilk kez birine aktı işte . Yalnız günlerine gecelerine neden eş olmasındı Kadriye ?
Öyle güzel bakardı ki ona , gözünden bile sakınırdı , kıyamazdı ki incitmeye ! Neden olmasındı ? neden ?
Öksürük nöbeti tuttu kalkıp pencereyi açtı ,derin derin nefes aldı bir süre / yattı .
Sabah uyandığında vakit haayli geçmiş ortalık ışımıştı .Kalktı çayını koydu ,elini yüzünü yıkayıp tekrar mutfağa döndü , tepsiyi eline almıştı ki kapı çaldı . Olur’mu ki dedi ? Bunu der demez bedenini garip bir titreme sardı . Şaşkınlıktan boş tepsi ile birlikte yürüdüğünü kapıya gelince far ketti. Tek eliyle tepsiyi arkasına saklayıp kapıyı açtı .
Dayı yarım saattir kapıda dolanıyorum sen bu saate kalmazdın hasta değilsin ya ? dedi yeğeni asan
.
Bozulduğunu belli etmeden yarım ağız gece uyumadım dedi.
Dayı annem temizliğe gelecekmiş o gelmeden evden ayrılmayacakmışsın !
Yeni temizledi daha git söyle boşuna yorulmasın buraya kadar . N e bileyim dayı seninle konuşacaklarında var zahir !
Mustafa emmi yeğeni ile havadan sudan konuşurken kardeşi çıkageldi , önce sohbet ettiler bir süre , Kardeşinin getirdiği yemekleri dolaba yerleştirirken , Esma’m sen işlerini hallet ben az dolanıp geleyim bunaldım dedi . Abi sana danışacaklarım var otur hele dedi kardeşi , bizim hayta senin komşunun torununa gönül düşürmüş / ninesi öldü yalnız kaldı diye hop oturup hop kalkıyor , şimdi deyiver komşundur sen bilirsin nasıl kızdır? iyi mi namuslumu bize yakışırmı ?
Yakışır dedi içi ezilerek hemde çok yakışır ...
128 bölüm
Aslında midesi hala bulanıyordu.
Yılan sokmuş olsa zaten şimdiye kadar zehir yayılırdı. O halde üşütmüş ya da stres kaynaklı olabilirdi. Eve gelince bir ayran yaptı kendine. Bolca da tuz attı. Bardağı bir hamlede bitirdi.
Sedire kendini attı. Bu kez nedense hemen uyumuştu. garipse ise başında bekliyordu.
horozlar sabah ütmeye başlamıştı. , bu seslerle derin uykusundan gözlerini ovalayarak uyandı. Etrafına baktı mahmur gözlerle. garip dışarı çıkmak istiyordu. Hemen kalktı kapıyı açtı. O anlamasa bile teşekkür etmeyi de ihmal etmedi.
Canı hiç mi hiç kahvaltı yapmak istemiyordu. Hava güzeldi. Bir kahve yapıp dama çıkmalı, gece dere kenarında kaldığı yerden devam etmeliydi geçmişi sorgulamaya.
Kahvesini yapıp çıktı dama… Yine gitti geçmişe…
…………..
Çiğdem, son mektubunda yaza nesinin ve evinin telefonunu vermiş, kendisini aramasını istemişti. mesut tedirgin olmuştu bu istekten. Telefonla görüşebilmesi için şehre, postaneye inmeliydi. PTT’de sıraya girmeli, hatta fazla beklememek için yıldırım arama yazdır malıydı. Az para değildi doğrusu yıldırım görüşmek. Sonuçta eşi ve iki oğluna tek maaşla bakmaya çabalayan biriydi. “Neyse” dedi içinden, “Bir bayan doktur aramamı istemiş. Vardır sebebi. Bir şeyleri eksik alır, yine de gönlünü kırmam. Ayıp olmasın.” diye düşünerek kendini rahatlatmıştı.
Aynı gün postaneye gidip aramıştı Çiğdem’i. Kendisi çok heyecanlanmış; buna karşılık genç kadın, sanki yıllardır tanışıyorlarmış gibi sakin, seri ve yerinde konuşmuştu. Büyülenmiş gibiydi mesut. Nasıl olduğunu anlamadan, Çiğdem’in buluşma teklifine “Evet” deyivermişti.
Eve döndüğünde, eşine ve çocuklarına karşı garip bir mahcubiyet duyduğunu hissetmişti. Oysa iki arkadaşın masum buluşmaydı bu sadece. Yine de içini kemiren bir şeyler vardı. Yanlış yaptığını anlamıştı. Bile bile ladesti davranışı. Küçük oğluna sarılıp uzandı kanepeye.
Sabah evden çıkmadan önce, her zaman olduğu gibi, eşi öperek uğurlamaya gelmişti mesudu. O ise eşinin yüzüne bakmaya cesaret edememiş, ceketinde bir şey arar gibi yapıp, anlamsız bir göz kaçırmayla mırıldanmıştı.
-Canım buğun biraz geç geleceğim, gruptan arkadaşlarla bir toplantımız var. Beni merak etme; gecikebilirim diyebilmişti yüzüne bakmadan.
Adam mutsuzdu. Kalbi deli gibi atıyor, acı çekiyor; ama istiyordu da. Nasıl bir heyecandı bu? Akşamın telaşı kavurmuştu yüreğini.
İş yeri ile buluşacakları mekanın arası yürüyerek kırık beş dakikalık yoldu. Zaten çok para harcamıştı. O nedenle yürüyerek gitmeyi tercih etti.
129 bölüm
Buluşacakları yeri çabucak bulmuştu. Çiğdem, elbisesinin ne renk olacağını ve eline bir kırmızı gül alacağını telefonda daha önce söylemişti zaten. Karşıda, bankta oturuyordu işte. Siyah saçları omuz hizasında ve fönlüydü. Cilveli, şuh bir görüntüsü vardı. Bakışları yarı aralanıp tam açılan farlar gibi ışık ışıktı. Kadın hakkında ilk izlenimi çok olumluydu.
Genç kadın da alttan alttan bakıyordu mesut’a. Boyu posu, duruşu bir yana; adamın mahcup hallerine bayılmıştı. “Ne tatlı adam.” diye geçirdi içinden. İyi ki buluşma teklifini gerçi bir bayan olarak onun yapması nın tedirginliğini yaşasa da teklifi yapmıştı bir kere dönüşü yoktu. Keyfi, yanılmamış olmanın verdiği huzurla yerine gelmişti.
Bankta oturamazlardı. Bir yerlere gidip oturtulmalıydı. Erkek olarak kendisinin sormasının gerektiğini düşündü Mesut…
-Nereye gidelim?Dedi
-Eh, bir yemek yeriz sanırım.
Genç adam alışık değildi dışarıda yemeğe çıkmaya. Bu nedenle mekan bilmiyordu. Kadının yönlendirmesiyle kızıl ayda bir lokantaya gittiler. Her haliyle lüks ve pahalı olduğu belliydi. Mesut’un ayakları geri geri gitse de içeri girdiler.
Garson siparişi almaya geldiğinde, Çiğdem birkaç çeşit soğuk meze söyledi. Ara sıcağı ve sıcağı daha sonra sipariş edeceklerini de ekledi. Ayrıca beyaz şarap da sipariş etti.
Kadın rahattı; ama adam eşi ve çocuklarını düşünüyordu. Eve birkaç kilo kıyma ,bir aylık erzak ve bir çok sebze meyve alabilirdi ödeyeceği parayla. Kısa sürede düşüncesinden utandı ve ayıpladı kendini. Bir bayana yemek ısmarlayacaktı altı üstü. Ne vardı ki bunda? Kadın da bunca masraf yapmış ta iz mirden gelmişti sonuçta.
Yemek, Çiğdem’in şen kahkahaları ve delici bakışlarıyla genç adamı farklı bir heyecana sürüklemişti. Mektuplarda yazılan sözler, kurulan cümleler konuşuldu genelde. İki üç saat kadar geçince Mesut izin istedi.
-Eşim ve çocuklarım merak ederler.Çiğdem bir kahkaha attı. Çok rahattı.
-Her zaman bir araya gelmiyoruz. Az daha oturabilir; hatta biraz parklarda dolaşabiliriz. Bu kadar kısa mı sürecek ilk tanışmamız?
Genç adamın aklı allak bullak olmuştu. Hemen gitmeliydi buradan. Çok zamanı yoktu. Son araba giderse kırk beş dakikalık yolu karanlık ve soğukta yaya da gidemezdi hele bu saate.
Belli ki, bu gece ya da bu dönem şeytanın işi yoktu. Boş kalıp canı sıkılmış, Mesudun duyguları ve sabrıyla oynuyordu. Çiğdem ise ne istediğini bilir bir halde bakıyordu.
-Sorun değil; bu ilk görüşmemiz. Kısa tutalım ve bu tanışmamız olsun. Diğer görüşeceğimiz güne kadar şimdilik hoşça kal…
Evine gitmek için garsona söyleyip taksi çağırmalarını söyledi. Mesut o kadar harcama yapamaz, taksiyle gidemezdi. Çiğdem’i uğurladıktan sonra evinin yolunu na doğru yürüdü. Evine dönecekti. Tek isteği karısına sarılmaktı şu an. Bu arzuyla bir çırpıda bitmişti yol kahvehaneden çıkan arkadaşlarına rastlayınca mahalle girişinde biraz da onlarla ayak başı sohbet edip vidanını rahatlattı .suç bastır yapmıştı kendince. Geç kalmıştı iyice; eşi ve çocukları uyumuştu. Az sonra kendisi de uykuya daldı.
Bir hafta geçmişti ki, yeni bir mektup geldi Çiğdem’den. Bu kez çılgın bir teklifti mektubun içeriği…
“Hayatında kaç defa çok heyecanlandın hatırlıyor musun? Bilisin ki, kimseye söylenmeden yapılan işler heyecanı arttırır. Madem bize bu heyecanı sen mektup yazarak yaşatmaya başlattın, o halde sen de benim teklifime açık olmalısın. İsteğim zor değil. Haftaya cumartesi akşamı, paris’te bir otelde,dört gece 5 gündüz beraber bir tatil yapacağız. Bunu hiç kimse bilmeyecek. Yaşadıklarımızı ihtiyarlığımızda kaleme alacağız ve birbirimize postal ayacağız , Eminim ki kabul edeceksin; çünkü ben senin mektubuna hiç düşünmeden cevap yazmıştım.” hiç düşünmeden Ankara ya geldim..
Mesudu şaşkın ve o kadar gizem basmıştı, mektubu okurken kararını vermişti; Hayal miydi pariste beş gün kim istemezdi üstelik tüm masrafları ona aitti
çiğdem adamın gelir durumu ve evli olduğunu biliyordu istiyordu onun bu tatili karşılayacak maddi gücü olmadığınını tereddüt etse de işi sağlama alıyordu çiğdem…
Bu heyecanı yaşamak düşüncesi bile Mesudun günlük hayatını etkilemiş, yapacaklarını unutmaya ya da eksik yapmaya başlamıştı. yakın arkadaşlarının bile dikkatini çekmişti bu durum. Arkadaşlarının hayırdır gibi söylemleri manidardı,onlara sadece gülümsemeye çalışıp hiç derken,- yüzünün kızardığını hissediyordu.
130 bölüm.
Kararını vermişti teklife evet demişti bir kıvırmanın bir alemi yoktu her şeye rağmen gidecekti, akıllıca bir plan yapması gerekiyordu sadece ve Çiğdem’le masumca sohbet edecek, o adrenalin yüksekliğini yaşayacaktı gizlice. Sadece bir gece kalmıştı…
Ertesi gün, eşine daha önce söylediği için, eşofman ve çamaşırlarını bir çantada hazır bulmuştu. Bu durum mesudu daha da duygulandırmış ilk kez seminere gidiyorum diye yalan söylemişti eşine,
Kendisinin macera yaşamaya gitmesine karşın eşi bilmeden eşyalarını bile hazırlamıştı. Eşini ve çocuklarını öperek ilk maceraya doğru yola çıktı. Utanıyor kahroluyordu ama “Doğru olmadığını bildiği halde nefsine yenik düşüyordu, bu duyguyu yaşamak istiyorum.” diyordu içinden.
İstanbul’da Atatürk hava limanında buluşacaklardı ,Çiğdem çok daha fazla heyecanlıydı. O da evliydi ve bir kızı vardı. Kendisi diş doktoru idi maddi ve manevi durumu yerinde varlıklı bir ailenin tek kızı idi,el bebek gül bebek büyültmüş bir dediği iki edilmemişti evlene kadar,Kayın vali-desiyle kayın pederi konuşurken duymuştu. Eşi, teyzesinin kızına aşıkmış aslında; ama teyze kızı bunu seçmeyip başkasıyla evlendiği için, kendisiyle apar topar ailesinin yakın aile dostlarının kızı çiğdemle evlenmeyi kabul etmişti.
Bunu öğrenmek genç kadına çok acı vermişti. Dile getirmemiş; ama içinde öldürememişti bu duyguyu. O günden sonra da eşine sıcak olamamıştı
131 BÖLÜM
Çiğdem mesuttan önce gelmişti hava alanına ne yapacaklarına, nereye gideceklerine birlikte karar vermek için lobide oturmayı tercih etti. Kendini bıraktı bir koltuğa…Eşi tarafından beğenilmediği inancı ruhuna baskı yapıyor, kahrediyordu onu içten içe. Eşiyle bir kere bile yüzleşmemişti bu konuyu. Soramamıştı bu aşkı hala içinde besleyip beslemediğini.
İstanbul’a ulaşmıştı ikisi de ama önce Çiğdem gelip Atatürk hava limanında onu bekliyordu Ayrı ayrı yollardan aynı yöne doğru, bin bir düşüncenin kalabalığında, caddelere sığmayan bir ruhla aynı istikamete yürümüşlerdi
Heyecan yaşama isteği, Bazen bol gelir bazen dar gelirdi yer bedenlere...Bir okyanus gibi her fırtınada savrulurdu hiç bilmediği bin bir yere...Bir kelime ile mutlu olur bir kelime ile yıkılırdı insanoğlu
Sevdalar ki;Zamansız gelir ayrılık ölümler gibi kavuşmalar gibi...Yine de yaşayabilene aşk olsun canlılar için ne büyük bir tehlikeydi. Karşı konulamayan, ertelenemeyen, değiştirilemeyen, yaşanması gereken sürükleyici bir duyguydu bunları düşünürken çiğdem
-beklediği mesut Bey geldi…
Genç kadın onu görüp yerinden kalkarken, uzun zamandır cinsel hayatı da dahil, şu anki kadar heyecan duymadığını fark etti.
Giyimine çok dikkatli olan mesut, tüm sempatikliği ile gülümseyerek Çiğdem’e bakıyordu. Önce gözleri selamlaşmış, sonra sesleri buluşmuştu hava limanında kırk yıllık eş gibi sarıldılar birbirine hasretle onca kalabalığı unutup biran içlerindeki çocuk olmuşlardı,anonsla kendilerine çeki düzen verip kontroller den sonra uçağa geçtiler....
Üç buçuk saatlik bir yolculuğun arkasından sonra ourly hava alanına indiler otelimize geç ipte duş alıp bir iki saat dinlendikten sonra seine nehri üzerindeki keyifli bir gezintimizde ve aşklarını tazeleyen çiftler arasında gençlik yıllarına bir yolculuk yapıp içimizdeki o çocukları azap ediyoruz tıpkı karsımıza da ki cifler gibi gezintinin büyüsü daha sönmeden sonra o muhteşem demir yığını mühendislik harikası Eiffel kulesine merak içinde patlamaya hazır bir bomba edasında asansöre biniyoruz 1 kat 2 kat derken nihayet zirveye varıyoruz biz çıktık ça şehir ayaklarımızın altında küçülüyorken tepede ise ‘thecity of liğh is ‘de denilen Paris in o muhteşem yapılarını katedrallerini maviye çalan koyu yeşil tonundaki yeşilliğini ,efsanevi koruduğu tarihini,gelin arabası gibi süslü caddelerini kuş bakışı izlemenin doyumsuzluğuna varırken içimizde duygular nirvaneye erişiyor kule gezisinin sarhoşluğu ve hazzı ile louvre müzesine geçiyoruz sarmaşık gülleri gibi sarılmış ve tek vücut halinde,(da vince şifresini )ni okuyanlar bilirler bizde bir merak uyandırdı ki sormayın gitsin sanki paris masalımızın içinde olmazsa olmazdı gibi.. . mona lisa kimdir,nerededir,kutsal kase ardındaki piramit tin görüntüsü nasıldır tarihi eserler,ressamların paha biçilemeyen tabloları,tarihi kalıntılardaki işçiliklerin muhteşemli ği gözlerimizi kamaştırmıştı .bu arada sakın kafelere cebiniz yoklamadan uğramayın çünki champs_elysees;in sokaklarında bulunan kefelerin pahalılığından söz etmeden Notre done katraline geçmeyeceğimizi hissettim.
131 bölüm
.Notre done katedrali ise mistik havası altın işlemeleri ,ile Hristiyanların kutsal mekanlarından biri ve her taraf yardım sandıklar ve mumlarla dolu iki adette ben yaktım bir tanesini de kendime aldım dilek mi tuttun diyeceksiniz oda bana kalsın .kağıdımız otelin 33 .katından Eiffel e karşı soğuk içeceğimizi yudumladıktan ve champs_elysees,in renkli sokaklarına son bir kez bakıp hava alanına doğru yol alırken pek çok arkadaşım yılbaşı tatili için Paris‘i, Fransa‘yı tercih etmelerini yaşayarak daha iyi anlıyorduk
Paris, aşkın şehri olarak tanınırmış… Her ne kadar ben aşka dair (her şeyi pariste yaş asamda) hiç bir şey görmemiştim :) ilk görmek istediğim yerlerin başında Paris gelirdi , pek çok insan aynı fikirdeydi benimle bir yanda paris bir yanda çiğ demdi ,ya ben mi hala ara sataydım:))
Paris’in eski şehri (old city) 20 ana bölgeden oluşuyormuş. Bu 20 bölge içinde her 500 metrede bir metro istasyonu olduguna şahitlik ederken Eyfel Kulesini hem gece, hem de gündüz görülmesine dikkat çekmek isterim. Paris’i gece ve gündüz yukarıdan görmüş olursunuz böylece. Yükseklik korkusu olanlar için Eyfel çıkmak için zor bir hedef ama mutlaka denenmeli. Bu arada kulenin dört ayağından birinde asansör yok, yarısına kadar yürüyerek çıkmanız gerekiyor. Kondisyonunuza güveniyorsanız bunu da deneyebilirsiniz.
Eyfel’e gitmişken hemen karşısındaki Grand Palace’ı en azından kuleden kesin göreceksiniz :) ha... unutulur mu paris denince akla , Notre Dame Katedrali,Champs-Élysées (Şanzelize) Bulvarı, Louvre Müzesi,. Sacre Coeur Bazalikası,. Sacre Coeur Bazalikası, Moulin Rouge,Seine Nehrinde Tekne Turu, La Defense, St. Eustache Kilisesi,Forum Les Hallesv.s bir çok yeri gezip görme ve paylaşma fırsatını bulduğum için çok mutluydum,rehber bu ları gezdirip kısa bilgiler verirken bende notlar alıyordum ,yeri gelmişken sizlerle paylaşayım dedim.
Notre Dame‘ın Kamburu’nu bilmeyen yoktur. Notre Dame Kilisesi de bu hikayenin geçtiği yer. Açıkçası bana göre oldukça mütevazi bir yapıydı.
Kiliseden çok Seine Nehri’nin üzerindeki bir adacıkta bulunan kiliseye çıkan yollar daha keyifliydi benim için. Hediyelik eşya satan renkli dükkanlar ve küçük kafelerde bir şey alma sakta oldukça zevkli vakit geçirmenin hazzını yaşamıştık ,
Meşhur Şanzelize. Girişindeki Zafer Anıtı ile Paris’in en geniş caddesi. Bu cadde üzerinde dünyanın en pahalı markalarının en lüks mağazalarını görüp Şık resturantlardan birine girmek isteyene kadar .meger buralara rezevesiz girilmiyormuş , soguk duş etkisi ile Paris’in sembollerinden biri Louvre Müzesi gecmiştik bukadar büyük müzeye ilk defa rastlıyorduk :)demekki herşeyin bir ilki birdesonu varmiş bunu gezdikce ve yaşadıkça ögreniyorduk,Osmanlı’dan tutun Uzakdoğu’ya her kültürün dönemin resim ve heykel örneklerine, Batı kültürünün yaşamına dair binlerce eser var içeride.
132 bölüm
Sacre Coeur Paris’in en yüksek noktası olan Montmartre tepesinin üstüne kurulmuş ihtişamlı bir kilise.isenin merdivenlerine oturup Paris’si seyderken bir sokak şarkıcısının mini konserine rastlamıştı , keyfimize diyecek yoktu çÇiğdemle ulu orta dans bile etmiştik,Bu tepenin bir diğer özelliği de sanatçıların mekanı olması. Kilisenin yanındaki sokaktan ilerlediğinizde sokak kafeleri ve bir sürü sokak ressamının eserlerini sergilediği alandı. rivayete göre: Türk Ressam olan,
Hasan Saygın Paris’e ilk gittiği yıllarda burada sokak ressamlığı yapmış, eşiyle de burada tanışmış…aşkı burada bulmuştu ,eğer yalnızsanız aşkı burada bulma şansınız yüksektir:)) Paris’te yapılacak keyifli aktivitelerden biri de Seine nehrinde yapılacak bir tekne turu. Akşam yemekli müzikli versiyonlarının yanında gündüz klasik şehir turu olanlarına da katılabilirsiniz. ama mutlak denemelisiniz.
La Defense Paris’in eski şehrinin surları dışında kalan iş merkezi. “Neden İstanbul’a gelen Maslak gı görmeye mi gidecek?” diye sorabilirsiniz. Buranın özelliği kral yolunun üzerinde olması ve Louvre müzesine giden yolun dosdoğru buraya çıkması. Oraya ulaştığınızda arkanızı dönüp bakarsanız Louvre Müzesiyle burun buruna geleceksiniz.
Paris Metrosuda bir hayli ilginçti,Paris’i gezerken şehri yerin altından gezdiğiniz duygusuna kapılabilirsiniz, haksız da değilsiniz. Mesafeler uzun, hava da çoğunlukla serin ise metro en hızlı ve tabii ki en yaygın çözüm. tam bir labirent andırıyordu haritada baktıgımız zaman neyse ki tabela lamalar oldukça iyi o yüzden kaybolmadık,Herbir metro durağı ayrı bir konsept ve tasarımda. O yüzden ilk kez metrosunu kullanıyorsanız oldukça keyifli bir yolculuk yaptıgınız farkına ve ayrıcalı gına erişebilirsiniz ,
133 bölüm.
Diye yazacaklarını düşünürken birden bire acıktığını hissetti mesut birden :nerelere dalıp gitmişti paris Ankara, İzmir derken hoca akşam ezanını okuyordu , oturduğu yerden usulca doğruldu. elini yüzünü yıkadı tekrar yaşamak eminim çok keyifli olmazdı bunca yaşananlardan sonra , önceleri tatlı gelen şimdilerde zehir zemberekti.
.....odalarına çıkarken mesut, sanki suç işleyen bir çocuk gibiydi. Çiğdem adama hınzır ve cilveli bir gülümsemeyle döndü:
-Çok eğleneceğiz. Gülümseyin hadi! Hadi amaaa!
Çiğdem’in bu sözleri etkili olmuş; Selçuk, hemen oracıkta bekleyen gülücüğüne yerleştir ivermişti yüzüne. Çok gençtiler; duyguları ve öğrendikleri de gençti. Hayatlarına büyük bir tecrübe katacaklardı onlara göre. Öylesine bir gece değildi zaten.
Asansörden çıktılar. Yan yanaydı odaları. Çiğdem önce göz kırptı, sonra en kadınsı gülüşle mesuttun gözlerine bakarak:
-Ben üstümü değişip beş dakikaya kalmaz kapındayım. İzmir güzel, akşamı daha da güzel… Tadını çıkaralım birlikte.
-Peki…
Heyecanı sesine yansımıştı genç ve güzel kadın karşısında.
İkisi de hafif bir rötarla on beş dakika sonra hazırdılar. Otelden çıktıklarında nereye gidebileceklerini sordu,mesut çiğdem cevaba hazırlıklıydı.
-Önce Kordon’un tadını çıkaralım. Işıl ışıl denizi seyredelim. Haaa hemen belirteyim; bilirsin “İzmir’in kızı denizinden, denizi kızından daha güzeldir” derler. Öyle her güzele bakmak yok…
mesudun karşılığı utangaç bir gülümseme oldu. Çiğdem devam etti:
-Sonra Konak, oradan Varyant’tan kuş bakışı İzmir… Çankaya, basıma ne ve oradan yeniden Kordona gelir, müzikli bir eğlence yerine gideriz.
-Arabamız yok ama…
-Ben arabayla geldim. Merak etme sen…
Otel Kordona yakındı. al sancaktan başladılar yürümeye. Güzel İzmir, cömertliğini hiç kimseden gizlememişti. Yine muhteşemdi…
134 bölüm
Mesut uzun zamandır gelmemişti İzmir’e. Birkaç defa gezmişti eşi ve kucaklarında çocuklarıyla. Zamanı işi ve evi arasında geçiyordu.
Eşini çok seviyor, yanında huzur buluyordu. Ama bu heyecanı da yaşamayalı uzun zaman olmuştu. “Bir defadan bir şey olmaz” diyordu bi yanı. Unutmuştu sanki Kordon’u. Aklı eşi ve çocuklardaydı. “Nankörlük yapma! Karını elinden tutup getirmeyen sensin! Bu heyecanı onunla da hissederdin!” diyerek kendiyle çatışıyordu. Günah çıkarır gibi suçlu düşünceleriyle savaşıyordu.
Çiğdem bunun farkındaydı. Eşine bağlılığı, sahip çıkışı hoşuna gidiyordu mesudun.
Çiğdem in:Birden üvey babası ve annesi geldi gözünün önüne. Hiçbir benzerliği olmasa da, genç kadının da aklı karışmıştı.
Kordon güzel, etraf renkli, yürümek zevkliydi. İyice acıktıklarını farkına vardılar. Müzikli bir restoran tın önünde durup, sohbetlerine müzik eşliğinde yemek yerken devam etmeye karar verdiler.
İçi muhteşem düzenlenmişti. Küpler ve içindeki görselliğe sunulmuş hazineler… Siparişler verildi. Müzik enfesti. Duyguları zirveye çıkarıyordu.
Müziğin sarhoş eden ritminde sohbet ediyorlardı. Okul yıllarından çocukluğa, öğrencilerden sevdikleri eşyalara kadar her konu dile geldi. Her konu dile geldi de, ikisi de evliliklerinden bahsetmedi, bahsetmedi. Küpün dibine dibine itilmek istenilen bir gerçek gibiydi,
ikisinin de evliliği o gece.Saat 22.00 civarı kalkmaya karar verdiler. Bahar kokuyordu hava. Çiğdem, elbise rengine uygun beyaz dantelli hırkasını omuzlarına alırken, tekrar Kordon’a doğru yürümeye başladılar. Bir ara Çiğdem, deniz kenarında oturmak istediğini söyledi Kordon’a ulaştıklarında. mesut o kadar dalgındı ki; cevap vermeyi unutmuştu. Yürümeye devam ettiler…
135 bölüm
Aklından hızla düşünceler gelip geçiyordu ikisinin de. Film şeridi gibi bir sahneden diğerine hızla atlıyorlardı. Tüm taşları doldurmak istiyorlardı heybeye. Kalanlar yollarını görmelerine engeldi çünkü…
Şu an, rüzgarın savurup kokusunu mesudun içine doldurduğu kadın; genç, hayat dolu, heyecanlı bir kadındı. Ne kötülük gelebilirdi ki böyle bir kadından?
Birden aklına Çiğdem’in deniz kenarında oturma arzusu geldi.
-Tabii… Oturalım!Çiğdem yüzüne gülümseyen, muzır bir ifadeyi yerleştirdikten sonra, bacaklarını da içten dışa kıvırıp, komik bir duruşla bir istekte daha bulundu:
-Ama bira da içelim denizi izlerken; olur mu?birde kağıt helva alalım.
-Olur tabi…
Böyle bir durumu hiç beklemiyordu. Çok değer verdiği, çok sevdiği bir arkadaşıydı Aydın. Böyle olsun hiç istememişti. Başını diğer yana çevirip gözyaşlarını gizlediğinden Çiğdem biradan bir yudum daha alıp ayaklarını mesudun bacaklarına uzattı. Eli zaten elindeydi başını hafifçe omuzuna yasladı .rüzgar saclarını savuruyordu mesudun yüzünü kapatan saclarını ikide bir toplamak zorunda kalıyordu çiğdem.
mesut şu an daha da çok içmek istiyordu. Elini bira şişesine uzatıp sonuna kadar içti. İkisinin de ilk şişeleri bitmişti ve ikişer adet daha vardı. Çiğdem yerden iki şişeyi alıp mesuda verdi.
-Açar mısın şunları canım?
-Açarım; ama senin canın ben değilim, İsmail…
Çiğdem irkilse bile kafaya koymuştu mesut’la macerayı. Adını kendisi de koyamıyordu. Seviyor muydu bu adamı? Emin değildi; ama çok arzuladığı bir gerçekti. Ok yaydan fırlamıştı ve yaydan çıkan oku bir daha tutmak mümkün değildi.
-Boş ver İsmaili hayatım ya… Şu an biz varız… İkimiz!
-Öyle ama…
-Ama lafını boş ver. Biz varız. Anlamıyor musun? Şu an sadece ikimiz… Sen ve ben!Geçmişim kar sessizliğiyle özetleniyor artık ,Anılarım buz tutmuştur aşklarım kar yangını
Ömrüm parmak uçlarımda eriyen bir kar tanesi, Sar yüreğimi, yüreğindeki ateşle...!
Sil geçmişin tüm yüklerini, doldur boşalan yeri varlığınla...!!Güldür gülmeyen kaderimi...!
Tut yarim elimden bugünüm ol, yarınım ol, umudum ol, gören gözlerim ol, hissettir varlığını varlığıma....!
136 bölüm
Gel yarim.....!!!CANIMA CAN, YÜREĞİME YÜREK OL. NEFESİM OL YAR... diyordu sezsizce içinden
Hiçbir mevsim senin gözlerin kadar olmamıştı senden önceki hayatımda,Acımasız kullanmadım elimdeki neşteri ,Susardım durmadan susardım Ey sevgilim sadece şunu bil ben seni yağmurlu bir günde tanımıştım onun için yağmuru çok severim ve senide işte öyle bir günde sevdim hatırlar mısın?beni her yağmur yağışında hatırla demiştim sana,senede bir günde olsa yağmur yağacak ve sen beni senede bir günde olsa hatırlayacaksın derdim sen mektuplarımı okurken ağlıyorsun, BEN Yazarken ölüyorum biliyor musun bunu şu an daha iyi hissediyorum. O Yüzden yazdığım her satırdan sonra, bana ellerine yüreğine sağlık deme. Anlasana Sevdiğim... Yorulan ellerim değil YÜREĞİM benim bilmiş ol..
138 bölüm
Ne kadar çok zaman geçti be adam! Fark ettim de olmayışına aşık oluvermişim bir anda. Ne sevebiliyorum ne vazgeçebiliyorum. Seni yazarken başkasını yaşamak mı? İnan bana yalnız ölmeyi tercih ederim...Bundan sonra beni özleme, Çünkü ben bilirim gerçek özlemi... Bundan böyle benden hiçbir şey bekleme, Önce sor kendine, her şeyi bana verebildin mi? Ezbere yaşanıyor aşklar, yakarışlar Sen CAN Demek Nedir Bilir misin...Üç Harften Oluşan Bir Kelimemi Sandın...CAN Demek CAN Vermek Canına CAN Katmak Hayat Bulmaktır...Yalnızlığını Doldurmak Göz Yaşı Yerini Mutlulukla Örtmek Gibidir...Akşamları Yattığında Farklı Uyumak İçinde Huzuru bulmaktır derken,İkinci biralar artık bitmek üzereydi. mesut’ta hiçbir hareket yoktu; ama Çiğdem çılgınlar gibi adamın avuçlarını okşuyor ve olabildiğince davetkar davranıyordu.
mesut ne yapacağını bilmez haldeydi. Arzuları, tek aşkı, karısı çocukları ve çiğdemin kocası İsmail arasında gezinip duruyordu ruhu.
Kordon boyu sarmıyordu artık ikisinin de geceden beklentisini. Gece ıslak dudaklarını alabildiğince gösteriyordu iki gence. Bu ıslak rıhtımda neydi bu iki gencin başında dönen?
Üçüncü biralar açıldı… Artık düşünme yetenekleri bile yok oluyordu yavaş yavaş. Gece boyu ikisi de beşer şişe içmişlerdi.
Üçüncü biralarını da bitirdikten sonra saat gece yarısını gösteriyordu. Bu güzellikte arayan her şeyi bulurdu. Sahilin, biranın, gecenin sarhoşluğunda ikisi de bulmak bir yana, kayıptılar akan zamana.
Geceler sarhoştu ve fahişeler köşelerde av zamanında, gecenin koynundan çıkamıyordu. İkisi de iyotlu havayı ciğerlerine ciğerlerine çektiler. Desturu yoktu gecenin; her yaşanana tanıktı gece ve karanlık sular. Arsızlaşan yıldız bakışlarda asayiş sağlanıyordu; suskun, delip geçen yerleşmiş kahpe düşüncelere.
Kalkıp yürüdüler geceye ve belki de kaderlerine…
Otel ışıklarının birçok bölümü kapatılmıştı. Resepsiyondan anahtarları aldılar. Odaları yan yanaydı ve “Görüşürüz” diyerek önce Çiğdem geçti odasına. mesut gülümsüyordu kendi odasına geçtiğinde. Nasıl olmuştu da bu sahneye kadar gelebilmişlerdi?
139 bölüm
Sanki ikisi de aynı şeyleri düşünmüşlerdi ayrı odalarda. Bira içmekten hoşnuttular ve resepsiyondan tekrar odalarına istediler. Biralar gelene kadar ikisi de ayrı ayrı, odalarında ılık bir duşa karar verdiler. Garip bir iletişimdi bu.
mesut yeni gelen birası elinde balkona çıktığında, İzmir’e hiç bu kadar yüksekten bakmadığını ve çok güzel göründüğünü hissetti. Bu esnada kapının çalındığını duydu. Burukluk çökmüştü içine. Heyecanların burada kalmasını dilemişti oysa.
Kapıyı açtığında, karşısında duran kadın Çiğdem’den başkası değildi. Diriliğiyle, kadınlığıyla, cilvesiyle baş döndürüyor, kararlılığıyla ise mesudu ürkütüyordu. İçeri girdi, ayağıyla itti kapıyı.
-Ben geldim… Hadi geceye devam…
Belli ki evden hazırlıklı gelmişti. İçinde minisinin bedenini çok az örttüğü geceliğinin üstünü, uzun tülü tamamlıyordu. Gecelik siyahtı. Çiğdem’in teni bembeyaz ve dipdiriydi. mesut karısını hiç böyle süslü ve kendisi için hazırlanmış olarak görmemişti. Neden böyle yapmamıştı ki? Oysa böyle bir hazırlığın ne kadar güzel olduğunu şimdi görüyordu.
Çiğdem, mesudun hayranlık dolu bakışlarında, içindeki eksik duygularını tamamlamaya, beslenmeye çalışıyordu. Her gece farklı fantezilerle eşinin gecesini süslemiş “Ben herkesten daha arzuluyum ve özeniyorum senin için.” mesajı vermişti. Oysa eşi hep gündüzden kalma yorgundu. Kendisi de bir kadındı ve arzuları vardı. Bunu eşi hiç düşünememişti. Eşine her arzu dolu mırıldanışlarının kendisini ne acılar içinde kıvrandırdığını şimdi daha iyi hissediyordu. mesut bir başkaydı…
Bu gece, bu otel odasına gelinceye kadar, birbirine iki yabancı ten, yürekleriyle sıcak bir sohbette buluşmuşlardı. Buraya kadar her şey normaldi; affedilir bir yanı vardı. Şimdiden sonrasında neler olacaktı? Arzu ve şehveti yüzüne, tenine çizip işlemiş şuh bir kadın bir tarafta duruyor; İçindeki arzuların damarlarına hızlı pompa yapmasına engel olamayan erkek diğer yanda… İkisi de sohbete kaldıkları yerden devam edemiyorlardı. Sohbetin havası değişmişti. Sevişmek vardı ruhlarında… Sabit iki bedenden çıkıp otel odasında dolaşan iki ruh, “Çılgın arzuları mutlu etme zamanı” diye dans ediyordu. Hem de bedenleri donup kalmışken…
Adam güç bela kolunu kımıldattı ve en yakın nesne olan sandalyeye dokundu.
-Buyur tabi… Otur!
140 :BÖLÜM
Çiğdem gözlerini mesut’tan ayırmıyordu. Bedeni alevin raksı gibi kıvrılıyordu. Otururken bacaklarının görünen bölümüne özellikle dikkat çekecek hareketler yapmıştı. Mesut, yakaran bakışıyla “Avuçlarının arasına al beni!” diyen bir kuş görüyordu karşısında adeta.
mesut kendini hiç bu kadar aptal ve çaresiz hissetmemişti. Çiğdem’e dokunamazdı. O’na, “Sen benim namusum sun. Bana aitsin.” diye sarılan bir kocası vardı. Tıpkı kendisinin de eşine sarıldığı gibi… Şu an o iki masum insan yataklarında yatarken, mesut ve Çiğdem şeytanın insan kılığına bürünmüş halleri miydi?
Derin bir “Off!” çekti içinden. İzin vermemeliydi bu durumun daha da ilerlemesine. Yerinden kalktı birden…
-Pardon! Lavaboya gitmem lazım.
Kaçmak istiyordu odadan. Nasıl karşı koyabilirdi ki bu güzelliğe? Bedeni kaskatıydı. Acıyla arzunun savaşını yaşıyordu genç adam. Çeşmedeki su yüzünü, düşünceleri de beynini yıkıyordu adeta. Şu an burada olması da çözüm değildi.
.Kapıyı açtığında bir an önce tenine sahip olmak istediği kadın karşısında olacaktı. O da son noktayı koymak için sabırsızlıkla bekliyordu. Bir an önce sabahın olmasını ve bu odadan çıkmayı düşledi adam. Böylece masum insanlara ihanet etmemiş olacklardı.
Kadının alevle dansı devam ediyordu sandalye üzerinde. mesudun lavaboyla sandalye arasındaki üç adımlık alanı geçmesi ağır çekim gibiydi. Vücudu kıvrılarak, “Hoş geldin…” dedi arzuladığı bedene.
Çiğdem ayağa kalktı, eliyle mesudun yanağına dokundu.
-Seni arzuluyorum ve istiyorum mesut!
Kadının ağzı gibi tüm bedeni de konuşuyordu. Hareket ettikçe bir kadın kokusu yayılıyordu odaya. Donuk bir sesle cevap verdi mesut:
141 bölüm
-Hayır Çiğdem! Bunu yapamam. Bize inanan iki güzel insan var. Zaten onlara yalan söyleyerek bir hata yaptık. Bu hatayı arttırıp uçuruma sürükle yemem. . Yapamam Çiğdem! Yapamam. Hiç karşılaşmadık sayalım.
Son kelimeler yalvaran bir ses tonuyla çıkmıştı ağzından.
Çiğdem olduğu yerden kalkarken, ateşini dişiliğiyle tüm odaya yaydı. Kıvrılarak mesut’un yanına oturdu ve ellerindeki alevi mesut’un bedeninde söndürmek istercesine dolaştırmaya başladı. genç adam göğsünün ucundan bir yıldırım girmiş gibi irkilerek sıçradı. Yeniliyordu kadına. Canını teslim eder gibiydi şu an. Azrail’in içinde dolaştığını hissediyor, canını alması için yalvarıyordu.
Olanca gücünü topladı ve Çiğdem’i iteleyerek doğrulmaya çalıştı. Çiğdem, bir kadından beklenmeyen güç ve davranış sergiliyordu. Saçlarını bir yana toplayarak, elleriyle mesut’un ellerini kavramıştı. Artık solukları bile birbirine değiyordu.
mesut genç kadının saçlarından kavrayarak kendine çekmemek için kendisiyle savaşıyordu. Vicdan azabından sıyrılıp beynini ve bedenini rahatlatması an meselesiydi. Bunu fark ediyordu. Kadının teni zehirli sarmaşık gibiydi.
Mesut bir anda gözlerinin önüne, Çiğdem’in kocası İsmail’i getirdi. O adam inanmış, Çiğdem’i yollamıştı. Kendi karısı da öyleydi… Bu acı ihaneti bölüşen adam olmak istemiyordu. Tüm gücünü toplayarak elleriyle kavradı ve yana tarafa oturttu Çiğdem’i. Canını yakmamaya özen gösteriyordu. canını acıt mamalıydı. Doğruldu, eliyle saçlarını düzeltti. Başını iki yana salladı…
-Yapamam Çiğdem! Yapamam! Yapamam! Anla beni artık! İki masum insana bunu yapmaya hakkımız yok. Onlar bize inanıp bizi bekliyorlar. Yapamam! Sen kocanı sevmiyor musun? İçin sızlamıyor mu? Neden bu arayış içindesin?
142 bölüm
Hadi… Gece güne kavuşacak. Sabahın dördü! Vazgeç! Zorlama! Beni çok zor durumda bırakıyorsun; yapma lütfen!
Kadın mesudun sözleri karşısında, kendini kamçılanan at gibi hissetmiş, daha hırçın hale gelmişti. Elleriyle tekrar kavradı adamın ellerini. Acayip bir güç oluşmuştu. mesudun mücadelesine karşı koyuyor, ısrar ediyordu hareketleriyle. Adam karşılık vermeden acılar içinde tepkisini sürdürmeye çalışıyordu. Kendini tecavüze uğruyormuş gibi hissetti bir an. Anlatsa kimse inanmazdı.
Çiğdem iyice azgın bir kadın hüviyetine bürünmüştü. Burnundan sık nefes alıp veriyordu.
mesut düşüncelerinden sıyrılıp içindeki arzuyu dinlemeye başlamıştı. Kontrolünü dengede tutamıyor, beyni acı çekiyordu. Ne güzel sevişi lirdi şu an… Bu arzu, bu ihtiras belki bir ömür bir daha kapısını çalamayacaktı. Olmalıydı, kadına uymalıydı artık.
mesut bir an dudaklarını ve bedenini hissetmediğini fark etti. Uyuşmuş muydu yoksa artık vücudu pes mi etmişti?
Çiğdem mesudun karısına olan bağlılığını kıskanmıştı aslında. Bu gece birlikte olursa kendisine de sahip çıkardı bundan böyle. Üstüne düşerdi ve en önemlisi kıskanan bir erkeği olurdu. Tek eşli olmak saçmalığı da neydi? Madem istiyorlardı birbirlerini, ne vardı bunda ki? Aykırı değildi Çiğdem’e göre. Kurallar olmamalıydı. Düşünceler özgürdü.
143 bölüm...
mesut ne kadar mücadele etse de, bir kadının ısrarlı ve kararlı haliyle ne isterse yapabileceğini öğrenecekti belki bu gecenin son saatlerinde. Gerçek olan bir şey vardı; odada ne şehvet ne de karşı duruş mücadelesi tadında değildi. Saatler geçtikçe, Çiğdem arzunun kendi tenine işlediği nakışları dokuyordu mesudun tenine de.
Mücadele kızıştıkça şiddet de rol almaya başlamıştı. Çiğdem dayanamayıp mesudun üstündekileri yırtarak çıkartmaya başladı. Genç adam şaşkındı olanlar karşısında. Üst bedeni tamamen açıkta ve tırnak izleriyle doluydu. Yer yer kan bile sızıyordu hafiften. Çiğdem ise tam bir dişi kurt.
-Seninle sevişmek istiyorum. Hepsi bu! Neden karşı koyuyorsun mesut diye bağırmaya başlamıştı korkma ? Sende zevk alacaksın. Gör de bak, çok mutlu edeceğim seni.
-Ondan şüphem yok. Sadece bunu yapmak istemiyorum… Zevk almak da istemiyorum Çiğdem!
-Bir kadına ancak erkekliğinden şüphe duyan bir kişi bu kadar karşı durabilir. Ben senin erkekliğinde sorun olduğuna eminim artık. Gerçek bir erkek olsan çoktan bana sahip olmuştun!
mesut o an titremeye başladı. Bu söz yıkmıştı adamı. Gözünün önünden gitmeyen karısı, çocukları, çiğdemin kocası ismail siliniverdi. Artık sadece bu odayı ve odadaki kadını görüyordu. İspatlamalıydı kendini. Kadının poker oynar gibi yaptığı blöf tutmuştu. Vücudunun arzuya direnişi, verdiği mücadele o anda bitmişti. Şimdi sadece kendini ispatlamak, tüm hünerlerini göstermek istiyordu bu kadına. Çiğdem zafere adım adım yaklaşıyordu.
Her şeyin tadı kaçmıştı. Şu an bir hırs girmişti odaya, bir acı dolaşıyordu şehvetin kollarında.
Birliktelik neydi şu an? Birbirini seven iki yüreğin ruh ve tenlerini paylaşmak mı yoksa heyecan duyacağın yenilikleri bulup kaçamaklara saklanmak mı?
144 bölüm
.Neydi? Vücudun acıkması mı? Erkeğe “Ben çok dişi bir kadınım” demek mi? Kadının silahı mı? Neden doğru insanlarla bir şölen şekline dönüştürebiliyorlardı ki bu ilişkiyi?
Rimellerin yüzüne tül çektiği kadın, gecenin karasıyla da yüzüne boyamıştı. Sonunda mesutta da erkek olduğunu ispatlamıştı. Çiğdem ilk kez bu kadar mutlu olgunu haykırırken sabahın ilk ışıklarına “Günaydın” diyen iki kahramandılar artık. Bu kahramanlar; yenilginin kahramanı, şehvetin kurbanıydı…
Çiğdem banyoya girdi, suyu açtı. Öylece duruyordu. Duştan vücuda vuran binlerce su damlacığı altında arınmak mı, ayılmak mı, zafer sevinci yaşamak mıydı bu duruş? Kendisi de bilemiyordu. Kendi dünyasında kapalı bir kutuydu artık.
Annesi üvey babasıyla evlendikten sonra başlamıştı Çiğdem’de susmalar. Annesi ve üvey babasının odalarından gelen hoyratça sesler, kendisini evde yok sayıp serbest hareket edişleri bu sonucu yaratmıştı belki. Bu doyumsuzluğu ne idi? Sağlıksız bir düşünce hali olduğunu biliyordu ve su ayıltı-yordu Onu şu an.
Adam ise direnişini bir cümle karşısında terk etmişti. Mahcuptu. Kendine de, erkeklik gururuna da, sevdiklerine de ihanet etmişti.
Çiğdem Mesudun gömleğini yırttığı için bir gömlek satın aldı. Bu kara gecenin ödülü müydü ki beyaz gömlek? Siyah anılar kalacaktı bu otel odasında.
Geldiklerinden çok farklı ayrılıyorlardı şimdi otelden. İkisi de durgun ve suskundu.
Eylülde pariste aşk başkadır...Yaz aşkları yaşanmaz orada ,sonbahar aşkları yakar kavurur yüreğini,her yaprak düşerken canını yakar,vurgun yemiş gibidir...Lapa lapa yağan karın altında ellerine teslim edersiniz ellerinizi,yiğit yüreğine sığınırsınız...Sıcacıktır o ayazlar...Avazınız aşka dairdir...Hasret sarar yüreğinizi...Sonra harlı ocak başlarında gelecek konuşulur, şiirler,şarkılar,düetler dökülür dilinizden... Siz aşıksınızdır,aşk her şeydedir,havaya ayaza karışmıştır...Aşk’ta pariste ve eylülde yaşanmalıdır...Aşkla güzelleşir hayat..aşk hayattır.diyerek mesut bozdu yine sessizliği.
146 bölüm
Dört hafta birbirlerine hiç telefon etmediler ,mektup yazmadılar; iletişim kurmadılar. Bir ay kadar sonra, postacı gelen mektupları posta kutusuna bırakırken mesut tam sırada işe gidiyordu, Çiğdem’den gelen mektubu da uzatmıştı postacı mesut a
mektubu cebine koyup iş yerine gitti okuyup okumamak arasında kararsızdı . Korkuyordu
ögele arası oldu ve okumaya kara verdi..
Koyu uçurumların en yüksek tepesinden bakar gibi bakıyordu okuduğu cümlelere mesut Çiğdem mektubu kısa yazmıştı.
“Senden hamileyim Çocuğumuz olacak. Bir an önce buluşup konuşmamız lazım. Bebeğimi nerede dünyaya getireceğime, nasıl etrafımıza söyleyeceğimize birlikte karar vermeliyiz. En yakın zamanda cevabını bekliyorum. Çiğdem”
147:bölüm
Mesut damda sızıp kaldığı sandalyeden gözyaşlarıyla yerinden fırladı. Ayşe Teyze’ye anlatsa çözüm bulur muydu acaba? “Yok, yok olmaz! Kadın kadının dostudur. Eşimi, çocuklarımı da pek sever. Ya bir gün derse?” diye düşündü. Söyleyemezdi. Karar vermek için geldiği, dedesine ait, şehirden çok uzak bu köy evinde bir ay önce yaşadıklarını anı anına tekrar yaşamıştı bu gece. Karar vermeliydi artık. Belli ki Çiğdem kendisiyle uğraşmaya devam edecekti. Bir şeyler yapıp, eskiden olduğu gibi okuldan evine gittiğinde huzur içinde, eşi ve çocuklarıyla iki lokma yemek atıştırıp unuttuğu kahvenin tadını hatırlamak istiyordu. Kararını verdi. Güzel bir banyo yapacak, çayını demleyip içecekti dedesinin bu köy evinde. Sonra inandığı tüm güzelliklerin adına Çiğdem’le çocuğu aldırmak için konuşacaktı.
Sabahın ilk ışıklarında avuçlarını ezan sesiyle buluşturup dua etti. Sonra köyden ayrılmak üzere eşyalarıyla evden çıktı. Belki uzun kalırsa diye bolca aldığı tüm erzak poşetleriyle ayşe Teyze’sinin kapısına bırakıp sessizce giderken camdan duyduğu sesle başını kaldırdı.
-Ah hınzır! Allah’a ısmarladık demeden mi kaçıyordun?
-Sabahın çok erken bir saati… Uyuyorsanız rahatsız etmeyeyim diye Zehra teyze. Hiç senin elini öpmeden gider miyim?
Kadın indi aşağıya. Ahşap kapıyı, arkasındaki açılmasın diye sürülen koca taşı gürültüyle çekerek açtı.
-Bekle hele! Çocuklara taze yumurta, taze sebze, bir iki şey koyacağım. Taze taze yesin çocuklar. Biraz da süt, yoğurt… Bekle hele, kaçma sakın!
Az sonra tek tek dediklerini taşıyordu kadın mesudun önüne.
-Yolda ineceğim, elimde çok ağırlık olamasın diyeceğim amaaa… Neyse… Önce evde iner, bunları bırakır, sonra giderim işime. Zahmet ettin Ayşe Teyze. Ver elini öpeyim de gideyim; geç kalmayayım öpüp “Allah’a ısmarladık” deyip, poşetlerini kavradığı gibi yola düştü genç adam.
148 bölüm
İçinde bir huzur vardı. İkna etmeliydi bu çocuğu aldırmaya. Tüm hayatı mahvolurdu yoksa. Karısına neyi, nasıl anlatabilirdi ki? Ya çocuklarına?
mesut, habersiz geldiği evinin kapısında eşinin şaşkın bakışlarıyla karşılaştı. Elindekileri verdi.
-Kararımı değiştirdim. Bir hafta kalmayı planlamıştım; ama geldim evime. Birkaç işim var şehirde halletmem gereken. Az gecikebilirim; merak etmeyin .Ankara’dan gelirken istediğiniz bir şey var mı?
-Bir ihtiyacımız yok. Sütü kaynatır sütlaç yaparım. Gecikmez sen sevinirim.
Güneş bulutların arasından bir göz kırpıyor bir kayboluyordu. Genç adam başını otobüsün camına dayamış, konuşacağı kelimeleri birleştirip düzgün cümleler kurmaya çalışıyordu. Harfler bir yerlere dağılmıştı sanki. Birleşip güzel cümlelere dönüşemiyordu. Gözlerini kaparsa yine kabus göreceğini düşünerek bir hayli zorlanıyordu. Kaldırdı başını bulutlara… Sabah biraz bulutluydu hava. Sanki Ayşe Teyze kapı önündeki çalı süpürgesiyle süpürmüş, duru bir maviliğe ulaştırmıştı gökyüzünü.
148 bölüm,
Bir dalga sesiyle irkildi Selçuk. Ayakları ıslanmıştı. Ahh yine uykuya dalmış rüya görmüştü. “Şükürler olsun” dedi içinden; “Kabus görmedim. Gördüğüm rüyayı ise çok sevdim. Umarım istediğim sonuca ulaşıp dönerim bu gün.”
Bir bebek vardı ona ait başka bir kadının karnında. Nasıl bu günaha sebep olmuştu? İçine yine sancılar saplandı.
Otogara gelmeden, buluşacakları yerde indi Selçuk. Etrafına bakınırken Çiğdem arkasından omzuna dokundu. Gözlerine bakıyordu.
-Merhaba mesut. Hoş geldin. Nasıl geçti yolculuk?
-Merhaba Çiğdem. İyiydi. Teşekkür ederim. Ne tarafa gidelim?
Yürümeye başlamışlardı.
-Nasılsın görmeyeli Çiğdem? Dilerim daha iyisindir. Bana hamile olduğunu yazdığın günden beri çok düşündüm beraberce düştüğümüz hataları. Üzgünüm.
Çiğdem günlerce düşünmüştü. Bu kadar evine bağlı, karısına sadık bu adam onun da erkeği olamaz mıydı? O’nu da kendisini de çok sevip ilgilenebilirdi istese. Kocası da iyi biriydi; ama olsun, hak etmişti bu ihaneti. Kalbini başkasında bırakarak evlenmişti kendisiyle. Ya annesi? Kendisi daha çocukken başka erkekle evlenip yatağını ayırmıştı. Salonda bir tarafı buz gibi duvara yaslı divanda yatırmıştı. Kocasını kızından fazla sevmiş ve ilgilenmişti. Kocasıyla odalarından gelen seslerde hiç sakınmamıştı. Çiğdem hep kafasını kat kat yorganların altına saklamıştı. Sevdiği herkes ihanet etmişti O’na. İçindeki patlamaları hep susturmuştu. Şimdi hastaları ile meşguldü; ama üstünü örttüğü acıları aksediyordu işte her fırtınada. Çift kişilik taşır gibiydi. Hareketlerindeki dengesizliklerin farkındaydı. Doktordan yardım alması gerektiğini bilse de boş vermişti. “Neden Selçuk’la konuşmaya başlamaktan çekiniyorum, neden?” diye geçirdi içinden. Belki de cevabından ya da çizeceği yoldan korkuyordu.
........
149 BÖLÜM SONU
-Şurada güzel bir çay bahçesi var. Oturalım mı?
Başını salladı iki yana Çiğdem “Fark etmez” der gibi. Selçuk başladı söze…
-Çiğdem, ikimiz bir heyecanı bölüştük. Mektupla başladığımız oyun, bizi hayatımızın tecrübesini kaydedeceğimiz geceye sürükledi. Yoğun duyguların yaşandığı o otel odasından geldiğimiz gibi çıkıp gidemedik maalesef. Hem yaşananlar bir ömür boyu kalacaktı benliğimizde, hem de bir bebek düştü senin rahmine. Bu günahı daha fazla uzatmamalıyız diyorum.
Sustu…mesut karşısındaydı. Neler planlamıştı neler? Neler söylemeyecekti ki? Herkes O’nu çok konuşan, her işin içinden sıyrılabilecek fırıldak zekaya sahip biri olarak tanırdı oysa.
Çiğdem’in annesi de dâhil hiç kimse ulaşamamıştı ruhuna. Dinlememişlerdi bile. Kimse sevmemişti. Çıplak duygularla acısı bundandı ve nerede görse temiz sevgiyi tanır, kıskanırdı. Selçuk iyi bir eş, iyi bir babaydı. Bu nedenle O’nun olmalıydı. Başını kaldırmadan başladı konuşmaya:
-Ben çocuğumuzu dünyaya getireceğim. Sen babası, ben de annesi olarak onu beraber büyüteceğiz. Ayrılıp seni unutmak istemiyorum.
Bunları derken, aslında aradığının bu olmadığının farkındaydı. Tutunmalıydı bir yere. Selçuk’un merhamet dolu yüreğini deşiyordu her konuştuğunda. Mühürlemişti sevgi dolu yüreğini genç kadın yıllar önce. Belki bu yüzden hüzün vardı nefesinde. Ah bir konuşabilseydi, söyleseydi içindekileri. Belki tek kelime söylese binlerce hece rahatlayacaktı geçmişinden bugüne. Söyleyemedi. Sustu, yutkundu. Hedefi Mesut’tu. Kendine bile itiraf edemediği sevgiye özlemi vardı.
149 bölüm
genç kadının yüzüne baktı ve konuştu.
-Senin de benim de bir yuvamız var. Bu bebeği dünyaya getirirsen birçok kişi mutsuz olacak. İkimizi de birer anne dünyaya getirdi. Seçe bilseydin aynı şekilde dünyaya gelmek ister miydin?
Genç kadın yutkundu. Üvey babası hayatlarına girmeden önce annesini ne çok seviyordu. Şaşırdı soru karşısında. Selçuk devam etti:
-Farz et ki bu bebeği dünyaya getirdin. Mutsuz ortamda onu büyüttüğümüzde acılar içinde bir birey yetiştirmiş olmayacak mıyız? Çiğdem bunu yapmaya hakkımız yok.
-Ama ben…
Genç kadın adama baktı, yutkundu. mesut devam etti.
-Mutsuzluğumuza yeni bir can daha eklememeliyiz. Biz öğretmeniz Çiğdem. Yeni nesiller yetiştirmek görevimiz. Sorumluluğumuz büyük, mesleğimiz kutsal. Biz karnındaki bebeği büyütürken diğer çocuklarımız, eşlerimiz üzülecek. Buna hakkımız yok. Hadi gidelim ve geç kalmadan bu durumu acı da olsa düzeltelim.
Genç kadı n Mesudun söylediği her şeyin doğru olduğunu biliyordu. Hem yaşadıklarından hem de bulundukları ruh halinden etkilenerek ağlamaya başladı. Güçlü ve kararlı duruşunu bozmuştu sonunda. Selçuk yaklaştı ve ellerini tutmak istedi. Tutamadı… Genç kadın iki eliyle, yüzünü kapatarak ağlıyordu hıçkıra hıçkıra. Ağlamasıydı… Bir sondu bu. Az sonra bir nokta konacaktı bu yaşananlara. Selçuk’un uzattığı mendille yüzünü, akan burnunu sildi ve nefesini kontrol altına alarak mesudun gözlerine baktı.
-Sen iyi bir arkadaş güzel bir dostsun. İyi bir eş olduğuna eminim. Ama bana ait değilsin ve olamazsın. Haklısın da.
Sonra acı bir mahcubiyetle yüzüne bakarak devam etti konuşmasına…
-Ben hamile değilim. Seni kazanmak için söyledim. Saçmaydı; unut gitsin.
mesut derin bir nefes almıştı. Hamile olmaması ve bir bebeğin günahına girmeyecekleri düşüncesi içini tarifsiz bir huzurla doldurmuştu.
-Teşekkür ederim Çiğdem. Son zamanlarda duyduğum en güzel haberdi bu.
Elinden tutarak kaldırdı genç kadını mesut
-Hadi yürüyelim biraz. Daha sonra bir yerde yemek yer, sohbet ederiz istersen.
150 bölüm
Sevgi ve güven duygusu kırılmalarının onarımı mümkün değildi. Ruhsal anlamda, güvensizlik ortamında sevgi yerleşilemezdi. Sevgisiz ve güvensiz bir insan yapayalnız kalırdı Çiğdem gibi. Sevgiyi anlamıştı artık. hastalarıyla beraber yeşerecek; hayata, ailesine güvenerek yaşamayı öğrenecekti. Belki mesut bir arkadaşı olarak kalabilirdi. Bu önemli dönüm noktasının kahramanıydı mesuttu ve öyle de kalacaktı.
mesut ve Çiğdem yaramazlık yapmış iki mahcup çocuk gibi bir birlerine baktılar. Yüzleri kızarmıştı yaşadıklarını hatırladıklarında ve adam Çiğdem’e bakmaya devam edip mahcup bakışını bozmadan sessizliği bozdu.
-Bilmeni isterim ki, beni o gece çok heyecanlandırdın. İlk defa bu kadar arzuyla yanıp kavrulduğunu hissettim. Sen sağlıklı bir dişi, iyi bir eş, sevgi dolu bir annesin. Sana hayatında başarılar dilerim. İznin olursa ben evime dönmek isterim artık.
Çiğdem gülümsedi ve mesuda bakarak:
-Hiçbir erkek, yapılanların karşısında bu kadar uzun süre, senin direndiğin gibi direnemezdi. İnandığın her şeye saygı duyuyorum. Eşin ve çocuklarınla iyi bir aile reisi, iyi bir eğitimci olacağına da eminim. Belli mi olur; belki yine karşılaşırız bir yerlerde. Belki bir mektubun satır aralarında saklanırız kim bilir…
Yolları ayrıldı mesut baktı ardından ve mırıldandı ikisi için de…
-“Bir musibet bin nasihatten evladır.”
Bunları derken çiğdem’in gözlerine bakıyordu. çiğdem, her şeyi göze alarak “Ne olacak ki?” dedi içinden ve mesut Beye dönerek:
-Evet! Sanırım gelmemem ve sizinle balık tutmamam için bir sebep yok. Geliyorum.
Verdiği karardan çok mutluydu. Genç kızlığından bu yana hiç böyle bir çılgınlık yapmamıştı. İçi ısındı. mesut ise mutluluktan kanatlanacak gibiydi.
151 bölüm
Eve gittiğinde eşi odasına geldi çiğdemin. -Bu çizim bize çok büyük kâr sağlayacak. Devamı da gelecek güzel bir iş. Belki bu yaz düşündüğümüzden daha güzel bir tatili hak ederiz.
Bunları söyleyip bir de dudağından öptü. Evliliği boyunca taş çatlasa üç defa rastlamıştı bu harekete. Ama sonuçta, her zamanki gibi gitmişti çizim odasına.
Umutlandı çiğdem bu buseden ve yanına gitti kocasının. Sarıldı, vücudunda elini dolaştırdı ve hafif öpücükler kondurdu yüzüne. Amacı tahrik edip, yatak odasına sürüklemekti. Bu şekilde kurtulabilirdi belki mesudun’ müthiş çekim gücünden sonra İsmail ile kafasını kaldırmadan konuştu:
-Bak canım, bak! Şu kocanın çizimlerine bak! Gurur duyacaksın kocanla. Akıllısın oğlum Kemal, akıllısın!
Şu an hayal kırıklığı yaşıyordu. Daha önce de direk sevişmek istediğini söylemişti kocasına çiğdem; ama bu defa direk söylemeyip, dokunmalarından anlamasını istedi. Elleri kocasının vücudunda dolaşmaya devam ederken;
-Yarın Ankara ya gideceğim. Sen de gelmek ister misin? “Olmaz” dersen; bir program yapar, gezer, zaman geçiririz birlikte. Gitmeyebilirim. Ne dersin?
çiğdem kocasının cevabı karşısında, yine hüzünle ellerini çekti kocasının bedeninden. İsmail; “Git sen canım. an karaya gitmek iyi geliyor sana. Selam söyle. Ben sıkılırım, duramam. Bilirsin; sevmem an karayı kalamam. Hem bu çizimi bitirmem lazım ki diğer bölüme geçeyim pazartesiye. Çok para kazanacağız çookkk!” deyip aşkla bakmaya devam etti çizim masasındaki eserine.
çiğdem bir mini valiz hazırladı kendine. Balık için bir kıyafet; gece için pijama, yedek çamaşır ve çoraplarını aldı. Bir de spor ayakkabılarını poşetleyip, valizinin kenarına sıkıştırarak fermuarını kapattı. Her zamanki gibi arabasına atladı ve hareket etti.
Bu defa arabasını şirketin park alanına bıraktı. Mesudun arabasıyla yolculuğa devam ettiler. Sonbahar tüm güzelliğini cömertçe serpiştirmişti ağaçların dallarına. Kahverenginin, yeşil ve kızılın tüm tonları hâkimdi sıralı ağaçlara ve yollar kıvrım kıvrımdı. mesut hareketli, enerjisi yüksek şarkıları seçiyor, sonbaharın güzelliği içlerinin coşkusunu dans ettiriyordu.
152 bölüm
Bu yolculuğu birlikte paylaşıyor olmaları ikisine de mutlu etmişti. Sebepli sebepsiz gülüyorlardı. Bir büyük, sürgülü kapının önünde durdu mesut İnip kapıyı açtı. Arabayı içeri alıp, kapattı kapıyı. Az ileride ahşap, iki katlı büyük bir bina tüm ihtişamıyla onlara bakıyordu. İçerisi girdiklerinde şaşırdı çiğdem. Çok temiz ve düzenliydi her yer.
-Arada gelip burada kalmayı seviyorum burası benim çocukluk anılarımın geçtiği köy evimiz deden kalma hoş geldin. Buyur içeri. Gülümseyerek baktı . Bu adamda huzur buluyordu.
Mutfağı, lavaboyu, odaları gezdirdiğimizde kahvenin ve cezvenin yerini gösterdi.
-İstersen birer kahve yapıp içelim; balığa gidelim sonra. Akşamın bu saatleri iyi tutulur.
çiğdem kahve yapmaya hazırlanırken, kendisi de eve aldığı malzemeleri arabadan indirmek için dışarıya giderken göz kırptı mutlulukla. Kadın, etkilenmek bir yana; çok daha yoğun duygular hissetmeye başlamıştı mesuda.
Malzemeleri mesut yerleştirdi yerli yerine. Marul ve sebzeleri suya koydular. Kahvelerini içip üstlerini değiştirdiler. Balık tutmaya hazırdılar artık.
153 . BÖLÜM
Deniz durgun ve masmaviydi. Sandalı çözdü bağladığı yerden ve çiğdeme yardımcı olup sandala aldı; motoru çalıştırdı. Açık denizin mavilikler indeydiler artık. Nasıl balık tutacağını gösterirken ellerinin teması, yan yana oturmaları, sallandıkça giysilerinin sürtünme sesi ikisine de keyif veriyordu. Adam da, kadın da; kazara birbirlerine değmek için zemin hazırlıyorlardı sanki. İkisi de düşünce olarak “Balık” ve “Arzu” kavramları arasında gidip geliyorlardı.
çiğdem oltasını atmış, sonra ayağa kalkıp ufku seyre dalmıştı. Ufukta bile mesudu görüyordu adeta. Beyninde sadece bu adam vardı ve bu çekim gücünden kendini çekmeye çabaladıkça aslında yaklaşıyordu. Tıpkı bataklıktaki birinin çırpındıkça batması gibi…
Birden sert bir dalga geldi kendilerine doğru. Beyaz köpükleri son anda fark ettiler ama yapacak şey yoktu mesut oturduğu için tehlikeyi atlatmış; ancak çiğdem denize yuvarlanmıştı. Neyse ki son anda sandalın kenarına tutunmuş; neye uğradığını şaşırmıştı kadın. Sesi bile çıkmıyordu. Adam telaşla fırladı ve kolunu uzattı. Avuçlarıyla avuçlarını kavradı kadının ve çekti sandala doğru ve kucaklayarak aldı denizden.
Sırılsıklamdı çiğdem Üşümeye başladı. Üşüdüğü, nefes alışının sıklığından belliydi. mesut göğsüne bastırdı çiğdem’i… Yakınlarda ne bulduysa üzerine örttü kadının. Olmuyordu; üşüyordu yine de. Bu kez adam düşüncelerinde med cezirleri yaşamaktaydı. Bir yanda çok arzuladığı kadının ıslak giysilerinin yapışmasıyla görünen teninin verdiği heyecan; diğer yandan, bu tatildeki güzel hayallerinin, kadının hastalanmasıyla son bulacak olması. Arzu fırtınası ile endişe depremi birbiri ile kapışıyordu ruhunda.
Islak giysiler kadını daha çok üşütüyordu. Çıkarması lazımdı giysileri; ama yedekte bir şeyler yoktu. mesut kadını göğsüne bastırırken, iliklerine kadar hissettiklerini bastırma çabasındaydı.
Aynı çatışmalar çiğdemde yok muydu sanki? Fazlasıyla vardı. Çatışma içindeydi. Bir yanda hasta olma korkusu, diğer yanda adamın kollarından hiç kalkmama arzusu. Öyle bir ikilem idi ki… Bir diğer endişe daha vardı ikisinde de. Karısının köye gittiğini sanan İsmail de gerçeği öğrenecekti hasta olursa. Sessizliği mesut bozdu:
154 bölüm
Ben arkamı döneyim; sen de ıslak giysilerini çıkar üzerinden. Hastalanacaksın yoksa.
çiğdem’in dişleri birbirine vuruyordu. “Peki” dedi belli belirsiz. Zaten pantolonu ve bluzunun ince kumaşı tenini belli ediyordu ve sonuçta bu sağlık meselesiydi. Hem adama duyduğu arzu, çıplaklığının çok daha önündeydi.
Giysilerini çıkarırken oluşan kumaş sesleri mesut’u çıldırtıyordu. Arkasını dönmüştü; ama görme isteğiyle ruhu titriyordu. çiğdem’in sesi duyuldu:
-Rüzgardan koru beni. Çok sert esiyor.
Döndü adam. Tüm güzelliğiyle iç çamaşırlarıyla duruyordu kadın. Kucakladı ve sandala oturdu. Bedenini siper etti çıplak kadına. Bir erkek için ne zordu o anı yaşamak… Arzuyla kıvrandığı kadını kucağına alıp dokunamamak, okşa yamamak…
Yaklaşık bir saat sonra çiğdem’in üşümesi de, utangaç hisleri de geçmişti. “Nasıl olsa gördü tüm bedenimi” diyordu içinden. Aşk yoktu ikisinde de; ama adı konmayan bir arzu vardı. Belki bir ihtiyaç, belki bir özlem; adı her ne ise… O halde bile çılgınca balık tutmanın zevkine devam ettiler.
Şansları yaver gitmişti. İstavrit, mezgit epeyce avladılar. Bir süre daha kalıp, birbirlerine belli etmemeye çabalayarak arzuyla kıvranıp geri döndüler. Araba bahçeye kadar girdiği için çiğdem’i etraftan çıplak görmeleri mümkün değildi. Hemen arabadan inip koşarak kapıya yöneldiler. mesut hemen kapıyı açtı ve kadın eve girip koşarak odasına gitti. Yedek çamaşırlarını ve giysilerini alarak banyoya koştu.
155 .BÖLÜM
mesut balıkları ayıklarken, banyodan rahatlamış olarak çıkan çiğdem de salatayı yapıyordu. Balığı bırakıp sarılmak ve dokunmak geçiyordu ikisinde de birbirlerine karşı.
Masa hazırdı. Balıklar harika kızarmıştı. Nasıl bir telaştı bu? Hayatlarındaki büyük bir eksiği tamamladıklarının farkındaydılar. Gelişmeler ikisini de korkutmuyordu. Aksine her anın hazzını fark ederek yaşıyorlardı. Paylaşıp bölüşüyorlardı arzularını da, zamanı da. Ne özel bir durumdu bu. Birçok kişi bu eksiklikle hayatı yaşıyorum sanıyorlardı oysa.
Rakı ve balık yan yana öyle güzeldi ki… Balıklarını yavaş yavaş yediler. Rakıyı ve yemeği fazla uzatmak istemediler. Hayattan değil; ama yaşadıkları andan bir beklentileri vardı sanki.
Tavşankanı çay demlenmişti. Özellikle alkol almak istemişlerdi balık yerken. Garip bir hazır oluş hali vardı ikisinde de… Çaylarını alıp salona geçtiler mesut anlatmaya başladı:
-Anneannemi ve büyük babamı on yıl önce kaybettim bir trafik kazasında.
Sonra p.t.t başarıyı yakaladım istifa edip Almanya’ya gittim iki yıla yakın, Bu arada Türkiye’den uzakta kaldım. Burayı çok özlemiştim. Bu evde büyüdüm. Anneannemin, büyük babamın anısıyla dolu her yanı bu mekanın… Manevi huzur alıyorum. Bu nedenle fırsat buldukça gelirim. İlk defa eşim dışında biriyle geldim. O da sensin çiğdem.
-Ben de en çok anneannem ve dedemin köyüne gittiğimde kendimi huzurlu ve güvende hissederim. Biliyor musun, eşim beni köyde sanıyor.
mesut yıllar öncesinden köşede duran pikaba, güzel slov bir şarkı koyarak çiğdemi’ dansa kaldırdı. Dans ediyorlardı. Ayrı dünyaları yaşamış, ayrı topraklarda büyümüş iki ayrı beden, bir bütün olmanın adımlarını bilinçle ve keyifle atıyorlardı. Ne istediklerini biliyorlardı. Ne “Alkolün etkisiyle ne yaptığımı hatırlamıyorum” diyecek bir kaçamak yol arıyorlardı, ne de “O anda çaresizdim” demeyi… İkisi de aklı başında olarak bütünleşmek istiyorlardı. Birbirlerine dokunmanın tadına varmak, vardıkları tatta kaybolmak… Bu andan sonra başka hiçbir şey, ikisinin de içindeki alevi söndürmeye yetmezdi. Bir insan arzu uyandırmayı başarıyorsa, bu başarısını, uyandırdığı vücut ve bedende yaşamalıydı. Dans eden iki ayrı beden değildi. Ritme ayak uydurmaya çalışan tenlerinin tanışıp, kokularının karışmasıydı. İç erdeki kıpırtıların coşan sellere akmasıydı hatta. Okyanusun çölleri serinletmesine duyulan özlemdi. Bu sadece bir dans değildi. Başkaydı işte. Başka bir âlem gibi, başka bir hülya gibi, rüya ile gerçeğin arası boşlukları doldurma gibi…
156 bölüm
Arzu içindeydiler ve o şehvet dolu anları düşünüyordu ikisi de. O an hissettikleri şey arzu ise, düşündükleri yoğun duygular şehvetti. Vücutlarının bütünlüğünden aldıkları hazla danslarına devam ediyorlardı. İkisi de tutkuyla bakıyorlardı birbirlerine ve tutku iki insan arasındaki kimyasal çekimdi şu an. Gelip giden şiddetli bir fırtına, bedende hissedilen yoğun yağmurlar, nefesinizi kesen ve karşısında çaresiz kaldığınız bir duygu…
Çaresizdiler. Adım adım tadına varıyorlardı, dokunuşlarının beyin ve tenlerinde bıraktığı hazla. Do yumsa yaşananların sonucu, onlar besliyorlardı arzuyla yanan tenlerini.
Adam acele etmiyor; bu an hiç bitmesin istiyordu. Kadın ise adamın sabrıyla daha bir sarhoş oluyor, sonsuza kadar bu dokunuşlarda boğulmak istiyordu. Artık dünyada başka hiç kimse yoktu. Sadece iki bütünleşmeye hazır beden… Beyinleriyle çoktan bütünleşen kadın ve erkek için aşk da yoktu, sevda da. Anı yaşamak isteyen duygular. Başka hiçbir his onları rahatsız etmesin istiyorlardı.
mesut hemen yerde duran, içi silikonlarla dolu, büyük yastıkların üstüne, şehvetle kıvranan bir bedeni uzatmıştı çiğdem’in vücudu titriyordu. Ne hava soğuktu, ne de korkuyordu. Sadece olacakların dozunu hayalinde kurgularken, bedeni büyük tepki veriyordu. Canlılık buysa, duyarlılık buysa; tümü kontrol dışıydı artık. Ne kalp yerindeydi, ne beyin, ne ten… Arzuyla şehveti ayıran her şeyleriyle hazırdılar kavrulmaya.
Gördün ya bir bakışta ol masada gözlerim,in arkasındaki derinliği gözlerinle, bir kere gözlerimde gökyüzünün mavisini fark ettin ya, bir kere şöyle içinden gelerek derin bir nefes çektin ya; sevişmemizin sonunda .göğsüme başını yaslayıp son buseni dudaklarıma memnuniyetini mühürlememişsin gibi; kondurduktan sonra artık hiçbir şeyi eskisi gibi görmeyeceksin.
157 bölüm
Bir kere öğrendin ya güneş sabaha koynumda iken nasıl farklı doğuyor, gece uyumadan nasıl sabaha varıyor, bir kere tan vaktinin o taze halini öğrendin ya, bir daha güneşi görmeden yaşamayacaksın.
Seni çok sevdim ya ben hani, kimsenin kimseyi sevmediği gibi sevdim diyorsun ya artık bundan sonra kimsenin sevgisiyle mutlu olamayacaksın.
Bir sevişmenin en şiddetli yerinde defalarca adımı haykırırken, bir daha hiçbir ismi dudaklarına bu kadar yakıştırmayacak sın.
sevişince kadınlığımın farkına vardım insan olmak böyle bir şeymiş diyorsun ,işte.,Sevildiğinde, yüreğinin içinde açan çiçekleri böyle hissettin ,senin ömrüme nasıl renk kattığını ve hayatı biriyle paylaşmanın aslında ne büyük bir lüks olduğunu öğrendin ve öğretin ki bende öğrendim sayende anladım ki kadın severse sevdiği adamın elini hiç bırakmazmış. Ve hiçbir el bir sevgilinin o zarif ve küçük elleri kadar güçlü olmuyormuş onun kalbini emanet aldığında, onu kırmamam gerektiğini çünkü kırdığında yine kaybedenin kendimiz olduğunu öğrendim.
Beni ben yapmaktan alıkoyan sayısız belirteç ama yine de diklendiğim tüm o ön yargılar. Acizlik mi ya da caizlik mi oynanan bu oyun her daim mızıkçılık tan mükellef küçük bir çocuğu. Oyun dışına itmek oyun dışında kalmak nasıl da olası ve bu yüzden mi bu süregelen sessizlik onca gürültü kirliliği ile boğuşurken bir o kadar cengaver…
158 bölüm
Sessizlik dinlenir mi ki… Hem de nasıl. Neler saklıdır bir bilsen. Önce hakikatleri görürsün zamanında görmekten muaf tutulduğun sonra gerçek yüzlerini söylenenlerin ve söyleyenlerin.
Günlerden bu gün dün hala yankılanırken ve uzanırken önümde yarın. Yarınsız günler diyezim gelse de zaman zaman biliyorum ki yarına da ereceğiz ve yarın bugün olacak derken düne tekabül edip seyrine devam edeceğiz günlerin, iklimlerin ve senelerin. Hep de olduğu gibi daha doğrusu olması gereken ne ise. Mükellef tutulduğumuz ne varsa ve muaf tutulduğumuz bir o kadar sus pus sığındığımız kim varsa… Ne büyük yanılgı oysa: Sığınmak birilerine hatta sığınmanın da ötesinde kabul etmek ve duyumsamak en derinden duyumsuyorsanız.
Bir resim belki de içinde olmadığım ve bir ömür geride kalan içinde olmadığın.
Ya bu günde neler saklı bir bilsen… Yarına kavuşamamanın yarattığı o korku ölümden beter her gün ölüp ölüp dirilirken hayallerini diri tutma gayreti içerisinde sarılırken boşluğa. Rüyalarıma giren, uykularımı bölen köhne varlıklar tanımsız ve asılsız. Asılsız yalanların gibi duymak adına ve inanmak gibi beni bölen ve eksilten çoğalma ve çoğaltma arzusu ile yanıp tutulmuşken fi tarihinde.Yüreğimdeki sensizlik yangınına
Esir düşmeye hazırım
Gözlerimde soğuk yağmurlar çırpınıyor
Gitmek zorundasın
Uğurlamak zorundayım
Her şeyin bittiğine yüreğimde inandı
Rüya olduğuna inandıramazsın beni
Aşkın lal halinde lal renginde
Sesimizde yankılanan aşk
Ürkek ve ürpererek omuzum/da uyuyup kaldığını
Çırpınan uykusuz dalgaların çırpınmaların/da teninde
Teninde dolaşırken ellerim sıkı sıkı
Sarılıp seni çok seviyorum deyişini
Gecenin zindanında nefesimle uyuduğunu
Unutturamazsın kollarımda uyandığını
Zaman dursun senin kollarında deyip de ağladığını
Ve susturdum artık hüzünlü şarkıları
Beni bırakma demelerini
Şimdi git yaşadıklarımızı unutturamazsın bana
Bir şeylerin sonu geldiğinde durduramaz/sın çığlıkları
Ne varsa sana bana ait sök yüreğimden
İki kişiyi bir yaptı yüreğim
Şimdi ise iki kişiden binlerce parça yerlerde
Topla parçalarını çek git.
Mademki sunulmuş bir hayat bu minvalde kabullenmek payıma düşen şükür eşliğinde her ne kadar çapak içinde kalsa da yürek parçalanmanın verdiği o acıyla.
Kışın tam da ortası, güneş bile üşürken sırlı bir gün sırlı bir geceyi davet ederken ben açmış kollarımı kucaklarken verdiğim kayıpların hayalini çok ama çok ötemde. Üstelik sebepsiz yere verdiğim onca kayıp umarsızca herkes çekilmişken köşesine.
Çocukça bir gücenmişlik benimki. Ve hala süre gelen bir kırgınlık: Fazlasıyla yaftalanmış, tasviri ne mümkün. Teğet geçen ne varsa ya da merkeze odaklı çaptan düşmüş, düşürülmüş tarafımca. Şair ne güzel eylemiş…’’Bir hayli kırgınım. Kime olduğunu, ne olduğunu bilmeden. Belki hayata, belki kendime, belki de dilimden düşmeyen keşkelere.’’
Yüzlerde muzaffer bir eda, gözlerde deli bir bakış ve gizli saklı ne çok öfke pay edemezken sevgiyi küçümsenmek kadar kırıcı ve kabul görmez. İnkâr edemem onca itiraf ile donanmışken benliğim beni andan çekip alan ve sabitleyen koca bir bilinmezliğe.
Ne tuhaf bir döngü ve ne çok ikilem ve onlarca itham çok şeye mal olan her ne kadar uzağında kalsam da ve iç içe olsam da tüm o düşünce ve duygularla zihinden ve yürekten dalga dalga yayılan.
Dolambaçsız ve beklentisiz bir o kadar yalın ve gözü pek…
Dışlanırken dışlamadan o tahakküm Perver tutumlarla yine ve yeniden sil baştan… Ne kadar tanıdık bir duygu ama hala da alışamadığım. Nihayetinde şüpheye düştüğüm o ben.
Olabildiğince şeffaf olmak bile yetmezken ispatı mümkün olmayan onca göreceli mefhum çoktan sırra kadem basmış. Hal de böyle olunca ne varsa duymazdan ve görmezden geldiğim. İç sesimin sesi çoktan kısıldı.
158 bölüm
Yapacağını yaptı zira yoksa ne hükmü kalırdı tüm bu çırpınışlarının… Devreye giren ikincil ve üçüncü tekil şahıslar birincil tekil şahsın hükmü dahi kalmazken. Hüküm çoktan verilmiş iken bir şekilde bu dava düşmeli gibi bir yanılsamada bulunmak tam anlamıyla saçmalık. İyi bir avukat bulmalıyım savunması güçlü ve otoriter. İşe yaramayacağını bilsem de savunmamı yapmak yine bana düşecek belki de. Yığınla dosya dizili masada. Şahitlere de inancım kalmadı. Belli ki çoğu yalancı şahit. Bu kadar mı kolay yargılamak ve karara varmak… Ne sığınmak ne de sığmak olası yere göğe. Kucak açılası ne çok varlık var oysa bir o kadar gereklilik insana dair. Yine de mükemmeli aramak pek de net bir ifade taşımamakta. Mükemmele ulaşmak ya da mükemmel addedilmek bir kenara yakışıksız onca söylem birazı fısıltı çoğu hepten ayyuka çıkmış.
Daha demindi, dakikalar öncesi ama hala kulağım çınlıyor. Zira her ne kadar çıkmazlarda kalsam da bir şekilde yönü tayin ede bilmekteyim. Sık olmasa da pey der pey yaşıyorum bu duyguyu her ne kadar aciz yetim nüksetse de çoğu zaman. Şu ritüel nasıl da değişime direniyor tıpkı benim gibi. Ben ve ben gibiler… Sahi neredesiniz? Bu kadar mı tükendi soyumuz… Hiç mi var olmadık yoksa? Bir sanrı mı şu gördüğüme kani olduğum?
Sonunu bir türlü getiremediğim bir hikaye başı kayıp fazlasıyla es erekli onca tahakküm yalın bir ömrün tezahürü iken çıkmaza girmiş ezelden beri beni ben yapmaktan alıkoyan ne varsa uzağında dursam bile müdahil olduğum…
Ömür dediğin bu serüvende, hiç bilmediklerini öğrendim sevip seçildiğimde, seni severken eğittim belki de… Şimdi sıra sevmeyi öğretmende…diyordu çiğdem içinden . ama mesut onu bulunduğu ortamdan çoktan çıkarmıştı,Hiçbir mevsimin, hiçbir melodinin, hiçbir tadın,hiç bir servetin beraberce paylaşılan hazdan önemli olmadığını, seni seven bir elin başını okşadığında verdiği huzuru vermediğini öğrendim elinizden tutmak sizi dışarı çekmek ,birlikte tüm güzellikleri ön yargısız ve kuşkusuz size yaşatmak geliyor içimden
Gizemli sözcükleri ardından çıkarıp alayım ve gidelim buralardan mavi gökyüzünün çok olduğu bir yere...Söylemeye cesaret edemediğim ne varsa dünden beri zihnimin izbeler inde resmigeçit yapmakta ben dinlerken sessizliğimi ve sessizliğini ve vurdumduymazlığını. Korkularımın tecellisi yıkık ne varsa esaretinde iken pek çok yokluğun hanidir var diye peşine düştüğüm….Çıkalım ,gezelim bakalım ,tevekkül edelim,Şükredelim ve yüreğiniz hiç mutlu olmadığı kadar olsun.
burası vuslat vadisi yaşanmamış olsaydı eğer bu hayat.. ???
M.bakiy 04 kasım2008Bu gününde doğrusu olmayan, galip gelmek adına, rakibinin geçmişinde antropolojik kazı yapıp hata arar.gelmediği deTanımak hayal kırıklığı. Ne demiş şair: ’Fazla yakınlığın getirdiği uzaklıktayız.’...Dünyanın bütün nimetleri elinde olsa bile,Unutma,
Sen huzurlu olduğunda, insanlar sana yaklaşır;
Sen huzurlu olduğunda, her şey sana yaklaşır.
Huzursuz olduğunda uzaklaşır..
Bu o kadar fiziksel bir olaydır ki;
Kolaylıkla gözlemleyebilirsin.
Ne zaman huzurlu olsan, herkesin sana yakın olmak istediğini hissedeceksin;Ne olacak biliyor musunuz ? Koca bir hiç. Ne kadar severseniz sevin, gerektiği kadar sevilmeyeceksiniz. Ne kadar fedakar olursanız olun, ne kadar koysanızda yüreğinizi ortaya, asla mutlu olamayacaksınız. Evet, bunu kabullenmek zor ve acımasızca ama söyler misiniz, sizi sizden iyi kim anlar, hayatınıza kim girerse girsin bir çift çoraptan fazla ısıtamayacak içinizi aşkınızın kışında. Bazen sadece "hadi be" diyorum. Ya da boş ver deyip geçiştiriyorum kendimi..de, nereye kadar? Denir ya, dönerse her zaman yüreğimde yeri var
Çünkü huzur, etrafında bir titreşim yaratır...
Onları tadabilecek bir ruh gerekir.Kitaplardan başını kaldırma ufaklık, dünya kötü bir yer...
Her yer ayrılık kokuyor,
Ve bunu hiçbir zaman unutma,
en kalıcı ayrılık kokusunu en sevdiklerin sıkar..
Çünkü bizi mutlu eden;
Bir şeyin sahibi olmak değil,
Tadına varabilmektir.
Sen sadece yoluna bak...Mutluluğu getiren şeyler çok küçük parçalardır.
Bir iyilik,’Çok şeyi olan değil, çok veren zengindir. Bir şeyi yitirmekten korkan istifçi ne kadar çok şeyi olursa olsun, ruh bilim dalında yoksul ve yoksun bir kişidir. Ancak kendinden bir şeyler verebilen kişi zengindir.’
bir gülümseme,
tatlı bir bakış,
iyi bir dilek,
iyi bir kitap...
Aslında mutlu olanlar, bu küçük şeylerin huzuruna varmış olanlardır..
Çoğu zaman, kelimelerin gerçek anlamıyla acıyla farkına varıyorum ki, anlatmak istediğimin yirmide birini bile anlatamadım ve hatta hiçbir şey anlatamadım.’Nedir yalnızlık?’
’Başkalarını aramadan kendimizi yaralama hakkıdır. başkalarını yaralamadan arama hakkıdır, iradeyi kuvvetlendiren bir güç, sis perdesini aralayan gerçek, zaman çarkına kafa tutma, acının aydınlık yüzü, kabuğun altındaki hassas deri..’Uyku insana verilmiş tek mucize;
Kendinden geçmek..
Gözlerini kapatıp huzura dalmak..
Ve uyandığında yeni bir güne başlamak..
Beni rahatlatan şey, tanrı’nın bir gün bana o gücü ve ilhamı göndereceğine, benim de kendimi eksiksizce anlatabileceğime, kısacası yüreğimdeki ve hayal dünyamdaki her şeyi ortaya koyacağıma dair umudumdur..
#dostoyevskiBu gününde doğrusu olmayan, galip gelmek adına, rakibinin geçmişinde antropolojik kazı yapıp hata arar.Unutma,
Sen huzurlu olduğunda, insanlar sana yaklaşır;
Sen huzurlu olduğunda, her şey sana yaklaşır.
Huzursuz olduğunda uzaklaşır..
Bu o kadar fiziksel bir olaydır ki;
Kolaylıkla gözlemleyebilirsin.
Ne zaman huzurlu olsan, herkesin sana yakın olmak istediğini hissedeceksin;
Çünkü huzur, etrafında bir titreşim yaratır...’hayatın en büyük trajedisi çok çabuk yaşlanmamız, ama çok geç akıllanmamız dır.’Dostum!
Güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak..Hayatın veremediği bütün sözleri sen vereceksin. Verdiğin sözleri hep sen tutacaksın. Çok kırılacaksın. Ondan beklemediğin ondan gelecek. Ama kursağında kalan sözleri hiç sarf etmeyeceksin. ’En yakınlarım’ dediklerinin dahi sana zaman zaman ne kadar uzak olduğunu fark edeceksin.
Fakat arkana bakma;
Kimin geldiği önemli değil, ’Hayat ne tuhaftı, bize zarar veren şeyler, aynı zamanda huzur bulduğumuz tek şey olabiliyordu.’ Bilmiyorum üstünden ne kadar süre geçti bilmiyorum. kendime gelememiştim bu köy evinde karanlık ve ıssızdı .onca hengemden sonra buray kapatmıştım kendimi Ama perdeleri açtım dışarda bahar havası vardı kyoyun kuzumeleşiyordu‘’nihayet’’ demiştim bir kere. Sonra dışarı çıktım. Bir süre dolaştıktan sonra eve dönmeye karar verdim. Tam köşe başını dönerken ‘’tamam nihayet’’ kelimesini dilime tekrar tekrar doladım. Sonra bütün boş ve eski evlere, kaldırım taşlarına ve üzerinden yürüyen insanlara, yeniden yeşeren ağaçlara ve dallarında açan çiçeklere, gökyüzünde uçuşan kuşlara ve kelebeklere. Ama en çokta kendime anlatmaya başladım bu hayatı yalın saf ama bir o kadarda kısa geniş düşünüp dar yaşamalı.
‘’ Bilebildiğiniz her şeyden usul usul elinizi çekin, sonra bilmediğiniz her şeye elinizi yavaş yavaş uzatın...
Hayat bilmediğiniz her şey ve eliniz aracılığıyla ruhunuza dokunacak...Bazen soğuk ,bazen sıcak olsa da, en kötüsü bizi hissizleştireceğini an’dır...
Sonra filmi tekrar geri al, bilmediğin her şeyden aklını çek. Bildiğin, gördüğün her şeye sevgini ver... İşte o zaman, zaman an’ olsa da ,sen küçük mutlulukların büyük nedeni, sevginiz ise en büyük mutluluk olacak ‘’
Hayatımızda karşımıza öyle insanlar çıkıyor ki, bazıları dokundukları her şeyi kendi iç dünyasında yoğurup, hayatın renksiz ve kokusuz atmosferinden bizi uzaklaştır. Bizi saklandığımız dünyadan ,sınırlı hayallerimizden ve alışa gelmiş alışkanlıklarımızdan alıp taa uzaklara ,ummadığımız başka dünyalara götürür. Hayatımıza gök kuşağının yedi rengini sokan , konuşmaları ve duruşları ile ve en önemlisi kendisiyle birlikte getirdiği ışığı, ileriye taşıyan bir sevgi köprüsü oluştururlar.
’ sen yazdıklarınla çizdikleriyle yaşadıklarınla yaşattıklarıyla duruşunla benim idolüm olmuştun
kim olursa olsun Vermiş oldukları bu kararlara üzülmekle birlikte bu kararlarına da saygı duymak gerektiğini biliyorum.bundan sonra havanın beni çok fazla ısıtacağını zannetmiyorum . bireylerin kişiliğiyle birlikte aynı zaman da Kaliteli bir insan ,aydın fikirli sevmesini ve sevgiyi paylaşmasını bilen insan ve insan olabilmek adına ...herkese tebessüm edip iyilik yapmak dünyanın en değerli hazinesidir diyorum.
‘’ Biliyor musun ? Az önce Bir fotoğraf sergisinden çıkmıştım. Başım çok fena Yolu kısaltmak için ara sokağa girdim. Yolda yürürken bir binanın ikinci katında kadın pencereden aşağıya bağırıyordu. Saniyeler geçtikçe pencereden aşağıya bir şeyler atıyordu.
Sonra yine pencereye geliyor ,bağırmaya devam ediyordu. Üzerindeki giysi gecelik gibiydi. Oldukça büyük göğüsleri ve uzun saçları vardı. Yüzü aşırı derecede makyajlı olduğu için yaşını tahmin edemiyordum. Sonra yere attığı eski bir tabloya gözüm ilişti. Tablodaki kadında pencereden bakıyordu. Gözlerinden düşen yaşlar oldukça gerçekçi çizilmişti. Tabloyu aldım ve yavaş yavaş yürümeye devam ettim. Kadın hala pencereden bağırıyor ,bu kez bağrışmaları imdat sesine dönüşmüştü. Neden kadın bu haldeydi bilmiyordum. Sanırım ressamın o an ki duygusallığı. Acaba ressam erkek mi kadın mıydı ?
Kafamıza göre !Kafanıza göre !’’ Bazen kendimizi kandırıp, şöyle söylediğimiz oluyor:’ Biz gerçekten de ama gerçekten birbirimize çok benziyoruz.’ Bugün bunun yalan olduğunu düşündüm. Kendimizi kandırıyoruz. ‘Buna bir kanıtın var mı’ diye sorabilirsin? ‘Kanıt’ ha, gerçekler için bir de kanıt arayacağız. Böyle düşünüyorum, böyle düşünmekle haksız da sayılmam. Öncelikle sen bir kadınsın; bir dişi, özünde değişmeyecek x kromozomların, aklın, sendromların var. İstediğin krizleri de buna ekleyebiliriz. Bunlar, evet; bunlar tamamen gereksiz. Yeteri kadar kendimi kötüleyebilirim şu an, buna hiç olmadığım kadar ihtiyacım var. Beni duyabiliyor musun? Hayır. İniltilerimi iletebileceğim mekanizmayı gökten daha iyi kim ayarlayabilir? Ona muhtaç, herkes ama hepimiz ona muhtacız. Şimdi uzaydan gelecek selama da, hiç tanımadığım bir gölgenin su kokan toprağına ve üşümeye ihtiyacım var.
Oda diyorsun, ne güzel bir şey şu ‘oda’ kelimesi. İnsanın her zaman bir odası olmalı. Bunun için iki artı bir evlerin belki de oda sayıları dörde, beşe çıkması gerekiyor. Düşünsene, oturma odası, yatak odası, salon derken, kadının ve erkeğin odaları da ayrı olması gerekiyor. Saçmalıyor muyum? Asla, bir bakıma şu an senin bunları okumana, hatta yazabilmene onlarca yıl öncesinden davetiye çıkarmış bayanın sözlerini anımsıyorum. Bazı insanlar var, tanıdıktan daha az diyelim, tanımıyor bile olabilirim, tarafsızlar. ‘Nasıl’ diyeceksin, yani tarafsızlar, bir tarafın hiç yancısı değiller. Düşünebiliyor musun? Seni böyle hiç düşünmedim. Böyle olabilecek kadar bilgi sahibi olmadığın için senin adına iyi bir şey olabilir mi bu? Peki, bilgi tek başına olgunlaşmak için iyi midir? Sanmıyorum. Varış tecrübeler eşliğinde oluyor, türlü imtihanlara gebe kalıyorsun. Hamile olmanın ve bir doğumun nasıl acılar verdiğini anlatmanı istesem, bunu başarabilir miydin? Birisi zamanında ‘üç kere savaşa girer, savaşırım, yaralanırım ama bir kez olsun doğum tecrübesini yaşamak istemem’ demişti. Bunu diyen elbette bir erkekti. Aptal feministlerin ellerinden düşürmeyince bir halt oldukları sanılan Virginia’nın kitabı ‘kendine ait bir oda’ üzerinden düşüncelere dalmıştım, sanırım kafam çok karışık. Her zaman böyle değil miyim? Hayır, bir bayan zihni gibi değil bu. Kadınlar akılları ne kadar karışık olursa olsunlar, konuşmalarını dindirmemeleri, susmamaları adına bir dayanak noktası oluşturur kafalarının karışıklığı. Benim zihnim bu karışıklıktan ötürü susmayı, içine çekilmeyi talep ediyor. Virginia’nın flashbackleri gibi geriye dönüp, bir daha bu ana gelmek istiyor musun? Bunu sorunu çözebilmenin pek talime tabi olmayacağının farkındayım. Bir kadının yazabilmesi için parası ve kendine ait bir odası olması realitesinin, erkek içinde kabul görmesi gerekir. Para öyle ya da böyle, üç kuruşta olsa, beş kuruşta olsa, yiyebileceğin, giyinebileceğin kadar varsa, yaşayabiliyorsun demektir. Yıllardır aynı yeşil atletleri giydiğim için kendimden sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Buna bir son veremez miyim? Verebilirim ama kötü bir huy gibi gözükebilir, parçalanmayacağı ana kadar hiçbir şeyi elden çıkarmıyorum. Yirmi yıllık kazak giydiğim için ‘deli’ gözüyle bakanlar oluyordu. Avrupa’da ikinci el elbise almaktan hiç sakınmazlar. Bizde bu değiş-tokuş, diğer şeyler gibi genelde el altından oluyor. Bu konuda annem başarılı bir ikinci el elbise dönüştürücü. Poşet poşet bay/ bayan elbiseler onun elinin altından geçip, çevresindeki insanlara dağıtılıyor. En son bir gömlek vardı, rengini ve şekillerini pek tarif edemeyeceğim bir gömlekti. Onu giyerken ‘çık şu seksenlerin insanı bunaltan havasından’ diyenler oldu. Aldırış ettiğimi pek sanmıyorum. Ceket ve gömlek harici, ikinci el bir elbise giymeyi pek tercih etmiyorum. Tabi, o ceket de, gömlekte kaç kez yıkanıyor giyilmeden önce, Allah bilir!
Gösteriş budalasıyız diyorum, haksız sayılır mıyım? O bayandan bahsederken, kız olarak nitelendirmeni hiç hoş bulmadım. Çünkü genç bir bayan ‘kız’ tarifini çoğu zaman hoş karşılamıyor. Şartların değiştiği, yeri geldi mi evlendiği adama karşı kötü gözükmemek adına en kutsal sandığı organına ait bir yeri diktirebilen insanların artık ‘kız’ olgusuna yakışmadığını söylemem gerekiyor. Hatırlıyor musun, ilk defa gereğinden fazla bir miktar verip, bir gömlek almıştım. Bayanla görüşürken giyerim düşüncesindeydim. O gömleği giyip mezarlığa gittiğim gün, zihnimin sislerinin geçmesini bekledim bir süre. Okunan Yasin-i Şerif bitmiş, Fatihaları okumaya devam ederken, bir yandan Tekasür suresini okuyup mezarlık etrafına bakınıyordum. Kendimi, kendime şunları söylerken buldum:’ Üzerindeki gömlek seni ne kadar değiştirebilir? Hem parasını verirken de düşündüğün tek şey, ‘yumuşacık oluşuydu.’ Sen bu gömleği yumuşak olduğu için aldın. Dokunurken sana güzel hisler sunuyordu. Bu tadı ancak yine yalnız başına alabilirsin. Sen bu gömleği onun için değil, kendin için aldın.’ Evet, onun beni o gömlek içerisinde görmesi neyi değiştirebilirdi? Sadece şu olabilirdi, ‘sabah sabah beni görmek için geldiğinde gerçekten de şıktı.’ Ancak ceketim yoktu, ceketsiz bir adamım ben. İki tane var sanırım, dolaba pek bakınmam, orada iki ceketin olduğunu bilsem de, yine ceketsiz bir adam olarak nitelendiriyorum kendimi. Ceketsiz biri olduğum için bazı zamanlar üzüldüğüm oluyor. Üzerime giyip, dışarı çıktığında yürüme hızıma göre alt kenarlarının sallanma hızı yükselip, azalacak; bana gerçekten ceketsizliğimi unutturacak bir ceket. Arkadaşım bana beraber izlediğimiz bir filmden alıntı yaparak, ‘bak’ diyor, ‘tarık akan gibi yürüyorsun sen de, bir ceketin olsa, tam onun gibi olursun, yalnız bıyıkta lazım.’ ‘Ben ceketsiz bir adamım.’
***
Bir öykü yazmıştım. Kargaları bizler –bizler kimsek artık, kaç kişiysek- seviyoruz. Bazen kavga ediyorum onlarla. ‘Ulan gelirsem yanına’ diyeceğim oluyor, karga direğin üzerinde, en az otuz santimlik kanatlarıyla bir harika yaratık o. Ne güzel sesi, o karga sesi işte, ‘gaklar mıydı’ karga, yoksa tek bir ‘gak’ mı çıkıyordu ağzından. Virginia Woolf üzerine düştüğüm (bu kelime anlatmak istediğim ifadeyi kapsıyor) zamanlardı. Öyküde karga ‘kimi zaman çok acıktığı zamanların olduğunu, şifa niyetine pencere kenarına kurutulmaya bırakılmış sarımsaklardan aşırıp, yediğinden’ bahsediyordu. Karganın Virginia ile tanışması şöyleydi:
‘Sabah olmuştu. Noel’di o sabah. Virginia her gün aynı vakitlerde kurumuş ekmek parçacıkları üzerine, marmelat döküp, tahta bir tabak içerisinde pencere kenarına koyuyordu. Tabağa koyduklarını kuşların yediğini görünce, mutlu oluyordu. Ben ise olanları sadece izliyordum. Noel sabahı yiyecek pek bir şey bulamayınca, Virginia’nın yine her zaman yaptığı gibi pencere kenarına marmelatlı ekmek dökmesini bekledim. Pencerede görünce onu, heyecanlandım. Normalde uzun yıllar boyunca insanların pek çok eşyasını çalmıştım ve hiç de rahatsızlık duymamıştım. Fakat bu sefer her şey farklı olacaktı. Her ne kadar diğer kuşlar birlikte uçup, gezinseler de, beni o pencere kenarında gördükleri zaman bir daha oraya gelmeyeceklerini biliyordum. Yavaşça ağaç dalından bıraktım kendimi ve kanatlarımı çırpıp, Virginia’nın oturduğu evin yüksekliğini aşan bir mesafeye kadar yükseldim. Gözlerim sadece marmelatlı ekmekleri görüyordu ve kanatlarımı bir iki kez çırptıktan sonra, süzülerek pencere kenarına indim. Kanatlarımı gagamın iki yanına doğru çektim ve hızla tabaktaki marmelatlı ekmekleri yiyip, bitirdim. Tabaktaki ekmekler bittikten sonra diğer kuşların bana arkamdan laf söylediklerini işitiyordum, ancak onlarla ilgilenecek halim kalmamıştı. Doymuştum ve mutluydum. Virginia’nın elleri pencereyi dışa doğru açarken, ürkmüştüm. Geriye doğru birkaç adım attıktan sonra, artık gidebileceğim bir yerin kalmadığını anladım. Uçabilirdim o anda, ama istemiyordum. Virginia ne yaparsa yapsın katlanacaktım. Uzaktan uzağa onu her görüşümde içimde farklı bir hissin beni mutlu ettiğini biliyordum. Görmek istiyordum gözlerini… Karaçamların gövdesi gibi kırışık, ama canlı ellerinin değdiği marmelatlı ekmek, hayatımda yediğim en lezzetli yemekti. Gözleri garip bir şekilde gözlerime bakıyordu. Ne yapabilirdi ki? En fazla diğerleri gibi eline bir süpürge alır, beni kovardı.’
İnsanın kendi öyküsünü böyle misafir etmesi gerçekten garip ama bazen öyküleri yazdıktan sonra, onları yazanın ben olmadığına inanıyorum. İmla ve noktalama hatalarını bir yandan seviyorum. Çünkü düzeltilmesi gereken hayatın aksaklıkları değil, biçeme dair ayrıntılarda insanın canını sıkabiliyor. Bir karganın Virginia’ya aşık olması garip değil mi gerçekten? Sonra Virginia kargaya sesleniyordu:
‘-Sen mi yedin tabaktaki ekmeklerin hepsini?
Kızmamış mıydı? Gülümsüyordu. Uzun bir süredir uzaktan takip ettiğim Virginia bana gülümsemişti. Sağ eliyle hafifçe başıma dokunuyordu. Kanatlarımın iç tarafındaki yumuşak tüylerim gıdıklanmıştı.
-Yaramaz karga seni. Çok mu acıkmıştın? Ah canım benim… Benim gibi, sen de yaşlısın…
-Gak… Gak…’
Sonra karga, kargalığını yapıyor bir an için ama bu karga, Virginia’dan şefkat bekliyor: ‘Kanatlarımı havaya doğru kaldırınca, Virginia biraz ürkmüştü. Hemen eski pozisyonuma geri dönüp, tekrardan parmaklarıyla başımı okşamasını bekledim.’ Biliyorum, bilinçaltında okşanmayı bende çok sevdiğim için kargaya böyle bir duygu katmıştım. Okşanmak ne güzel bir şeydir! Berber kimi zaman ufaktan enseye masaj yaptığı olur da, mest olurum. Kendime dokunulmasını sevmiyorum ama okşamak, okşama hissiyle dolup taşmak, geriye doğru, hani bebeklikte kazandığımız ve annemizle olan ilk fiziksel münasebetlerimizin zihnimize bir kod olarak yüklenişte, istencimiz cinsel eğilim olarak mı kayıt altına alınıyordu? O kayıt her neyse, okşamak, okşanılmak güzel değil midir? Arkadaşla bir gün çok rahat bir koltuk üzerine konuşuyorduk. O rahat koltuğa oturmuştum. Elimle hayali bir varlığı okşar gibi yapıp, ‘burada şimdi biri olacaktı, içten sevdiğim biri, onun saçlarını okşayacaktım’ dediğim an, bana itiraz etmişti. ‘Evlenirsen bir gün sakın yüz verme kadına. Eğer kadına yüz verirsen, onunla ikide bir yakınlaşırsan, senin sözüne tamah etmez, senin onun yanında baskın özelliğin kalmaz’ demişti. Sence kadınlar böyle mi? Yani siz böyle misiniz? Değer verildiği an, hep başka bir şeyler mi istersiniz? Bu çokta mantıklı gelmemişti bana. Sevişeceğimi söylememiştim, çok masum bir duyguydu, ‘eşim’ diyordum, bunda takılacak nokta yoktu. Sonra bana takılarak ‘kedi mi seviyorsun, o ne öyle, kadınlar öyle şeyden hoşlanmaz’ diye de eklemişti. Bilmiyorum, bir erkek olarak hala var olan saçlarımın okşanması karşısında çok memnun kalışlarım oluyor. Bende mi sorun var?
Öyküde Virginia’nın kocası içeriden sesleniyordu:’ Virginia, hadi canım üşüteceksin. Gel, içeriye.’ Virginia kargaya ‘görüşürüz yaşlı karga, tatlı şey seni’ deyip, pencereyi kapatıyordu. Karga sonra Virginia ile aralarında olan münasebeti şöyle anlatıyordu:
‘Virginia dostluğumuz o Noel günü başlamıştı. Her gün aynı saatte o pencerene kenar giderdim. Gün geçtikçe kocasıyla beraber yediği yemeklerden bana da getirmeye başladı. Onun dert ortağı gibiydim. Kimi zaman ne kadar yalnız olduğundan bahsediyordu. Kimi zaman başımı okşarken, ağlardı. Belki de kader denilen şeyin, bizim gibi hayvanlarla ve insanlarla arasında pek fark yoktu. Onlar, kimi zaman bizim gibi canlılar yokmuşuz gibi davranıyorlardı. Ama her şeyden kötü olan, karga olmaktı. İnsanlar bizi sevmiyorlardı. Belki de haksız değillerdir. Gençliğimde de ben çok insanın malından aşırdım. Şimdi düşünüyorum da, acaba gençken aşırdığımız yemekler, o insanların çocukları için olabilir miydi? Ya onlar aç kaldılarsa? Ne kadar kötülük var bu dünyada, of! Mesafeli bir suskunluğumuz vardı. O beni anlamıyordu, ancak ben onu anlayabiliyordum. Kör ile gözü gören birinin beraber yaşaması gibiydi. Aslında farkında olmadan, bana anlattığı şeylerle rahatlıyordu. Kocası Leonard ile zaman geçirmeyi pek sevmiyor gibiydi. Odasına çekilip, yazdığı zaman hiçbir şeyi gözü görmüyordu. Onunla tanışalı birkaç ay geçmişti ki, artık dünyaya bahar geliyordu. Diğer kuşların Manş kıyısına gelip, anlatacaklarını merak ediyordum, ama hepsinden öte karlar erimeye başlamıştı. İlk ılık yağmurlar yağmaya başladığı an, mutluluktan o kadar sarhoş olmuştum ki, gençliğimdeki gaklamaya başlamıştım. Eskiden daha iyi olan sesim, şimdi yaşlandığım için insanlara daha kötü geliyordu. Virginia’nın odasına yakın yerde uçuyordum. Birden hışımla pencerede onu görünce afallamıştım. Boşluk da tüm sarhoşluğumdan ayılıp, kendime gelmiştim. Sert bakışları vardı. Normalde melek yüzlüydü. Anlayamadığım bir şey vardı. Şu yaşıma kadar geceleri çok evi gözetlemiştim. Her birinde kadınlarla erkekler geceleri birlikte olurlardı. Ama Virginia bu işlerden çok uzaktaydı! Yaşından dolayı mı böyle hevessizdi kocasına karşı, pek anlam verememiştim. Sadece bir gün misafirleri geldiği zaman var, orada aklıma bir şey takılmıştı.’
Sanırım kadınların (bayan mı demeliydim) iyi yazmasını, hatta yazıp, değer görmelerini talep etsem de, geleneksel olarak buna imkân tanımayan ataerkil yapımızdan (dünya çapında aslında son birkaç on yılda bu değişiklik gözle görülür tarz da değişime uğradı) ötürü çok engel ortaya çıkıyor. Yüzlerce pasif ve amatör yazar var, bunlar kitapta çıkarıyor. Senin çıkardığın kitapta bu yöndeydi. Hatırlıyor musun, iftar öncesi ne kadar bir süreydi, tam hatırlayamıyorum ama yazı içerikleri üzerine konuşuyorduk. Aslında hep istediğim bir şey vardı senden: ‘Otur, tekrar yaz bunları.’ Ne zamanın vardı böyle bir şey için, ne de sabrın. Virginia boşuna ‘para’ meselesi üzerine kafa yormuyor, ‘kendine ait bir oda’da buna dahil. Öyküde karga şunları duyuyor Virginia’dan:
‘Aslında bu yazdığım şeyi yırtıp, parçalamak istiyorum. The Voyage Out’da da kaç defa aynı şeyi düşündüm. Annemin aniden ölüşünün acısını ne dindirebilirdi ki dünyada? İğrenç bir yaşam, kendimden de midem bulanıyor. Ama dayanmak? Acımı yazıya dökmenin en geçerli yanı da kendime şunu diyebilmek sanırım: ‘Bak Virginia! Görüyor musun? Her şey senin düşündüğün kadar acı değil belki de! İnsanlarda seni okuyor ve acın artık herkesin dilinde, hayatında. Sen paylaşmıyorsun o acıyı sadece ve belki de onların seninle aynı türden acıları var. Paylaşarak, bölüşerek hafifletiyorsunuz en acıyan yanlarınızı.’ Kendimi yine de devam ettirebilmenin yolu, yine de yazmak! Tükenmeden, çalışmak! Ben bunu istiyorum ve herkes bunu yapabilir değil mi?’
Uzunca bir yazı yazıp, sadece ‘yazmak’ üzerine mi konuşacağız şimdi? Bir ara her gün onlarca sayfa yazdığım olurdu. Param yoktu, kitaplarımı da dağıtmış, bir kısmını çuvala koymuştum. Şunu itiraf edebiliyordum ‘çok az okudun, okuduğun kitapların çoğu kısmı da sana fayda vermeyen cinsten ama lütfen düşün, sadece düşün biraz daha.’ Evet, itiraf da var, öğütte. Sabah hemen odamın altındaki dükkânın kaçta açılacağını bilir, ağır adımlarla aşağı iner Samsun 216 sigaramı alırdım. O günleri mumla arıyorum desem bana inanırsın değil mi? ‘Kendine ait bir oda’, ne kadar da önemli bir figür. Param gerçekten yoktu, kredi kartına alışveriş yapıyordum ve para bulunca da kredi kartının direkt borcunu ödüyordum. Bu ödeme şekli genelde iki ay asgari düzeyde devam ediyor, sonra ıkınarak da olsa borcun tamamını ödüyordum. Pazarda çorap satmaya başladığım günler, inanır mısın, maddi yönden inanılmaz bir rahatlama getirmişti ancak bu sefer de ‘kendime ait odamı’ kaybetmiştim. Samsun 216’ım yoktu. Kibritim yoktu. Odada yakacağın sandal kokulu tütsülerim yoktu. Yalnızdım, yine yalnızdım ancak sesler çoğalmıştı çevremde. İstediğim bir filmi on altıncı kez izleyemiyordum. İstediğim saatte uyuyamıyordum. ‘Para’ ve ‘kendine ait bir oda, yer’ ne kadar önemli yazmak için! Sonra, sonradan kendime ait bir evde edindim. Ev sahibim iyi bir köylüydü. Bana karışmaması bir yana, yardımının da dokunduğu oluyordu. Bu sefer her oda bana ait gibiydi. İstediğim her odada yazabilir, yaşayabilirdim. Bu sefer ne oldu? Balkonu yurt edindim. Yıldızları, Ay’ı, karanlıkta yanıp sönen daire ışıklarını hiçbir engel olmadan görmek istiyordum. Tabi, buna sigara içmekte bahaneydi ama sigara içmediğim saatler bile olsa da, balkonda oturmaktan zevk alıyordum. Dizüstü bilgisayarın bataryası şarj tutmadığından, iki tane üçlü prizi birleştiriyor, bu sayede balkonda bilgisayarı açık tutuyordum. Bu sefer de ‘rahat değilim’ tarzı bahaneler üretmeye başladım. İşten sonra gelince yorulduğum için yazamıyordum. Gece geç saatlere kadar oturunca da, var olan ufacık bir ilham parçasını da hiç yakalayamadığımdan ötürü, mucize başlamadan sona eriyordu. Bana bazen kendine ait bir odanın olduğunu söylüyorsun. Keşke her şey bu noktada dursa!
***
Sabah uyandığımda yağmur sesini duyabiliyordum kalın camların ardı sıra. Rüya gördüm sanırım yine. ‘Gece üzerin açık uyumamalısın’ derdi eskiler. En azından bel kısmına bir şeyler örttüğümü hatırlıyorum ama sabah olunca yine yalnızım. Sence battaniyenin bana bir kastı olabilir mi? Bizim yaşlı karga Virginia ile evine gelen Julia adlı bir bayanla yakınlaşmalarına şahit oluyor. Tabi, kuş aklıyla ne olduğuna pek anlam veremiyor. Misafirini uğurladıktan sonra Virginia penceresini açıyor ve çilekli turtayı göstererek uçan kargaya sesleniyordu: ‘Haydi bay karga, hadi! Çok mutluyum bugün. Sana da çilekli bir turta yaptım, yersin değil mi? ’Bay yaşlı karga önce düşünüyor, yiyip yememekle arası gidip gelirken, önündeki turtayı bitirdikten sonra gençliğinde Paris’e yolculuğunu ansımıyor: ‘Gençliğimde bir ara Paris’e uçmuştum. Tektim. Yol, iz bilmesem de, diğer kuşlara sora sora bulmuştum yolumu. Genellikle sokaklardaki çöpleri karıştırıyordum. Uzun, ama ince ayaklı böcekleri yemeye bayılıyordum. Ufak kurtları, atlı omnibüslerin çarptığı yaralı fareleri de yediğim oluyordu. Ancak böyle bir tada ilk defa şahit oluyordum. Şahane bir lezzeti vardı.’
Uzun uzadıya sana öyküyü anlatacak değilim ama bir yandan bana hatırlamam gereken bazı ipuçlarında yardımcı oluyor. Şu öyküyü tamamlayayım istersen. Renard’ın bir tabiri vardır. Günlerini yuvasındaki tavşan gibi masası başında geçirirken (şimdi buna ah edebilirim) düşler kurduğunu, korktuğunu ve yazmaktan korktuğunu ifade ediyordu. Bir kuşa bakarken, ona dokunmaktan imtina etmeye benziyor. Neden? Ya giderse, uçup giderse ve bir daha gelmezse? Onu tutunduğu yerde bekletince de kimseye tekil faydası yok. Bu aralar gerçekten yazdığım tek cümlenin bile kalıcı olmasını istiyorum. Kırtasiyeden defter, kâğıt aldım. Herkes bir ara beni öğretmen sanıyordu biliyor musun? Belki bir ara felsefe derslerinde, beyaz önlüğü yerine kendimi düşündüğüm Hatice Hanım yerine kendimi düşlüyordum. İşte, ayaktayım, otuzdan fazla öğrenci karşımda, bir şey konuşmamıza gerek var mı? Susabiliriz. Felsefe önce susmayı talep ettiriyor zaten. Maddesel olarak kavram zıtlığına giriş, teorik bilgi karmaşasının her anında kendini gösteriyor. Sabırsız biriyim. Bir ara bunu yaşamıştım. Komşunun çocuğuna dersinde yardımcı oluyordum. Anlamadığı için o sümüklü burnunu kafasından koparıp, ikide bir sümkürmemesini sağlayabilirdim. Çok rahatsız edici bir durumdu. Bu duruma genelde ilkokul öğretmenlerinde denk geldiğim olurdu. Sınıfı cüceler doldurmuştu. Siyah mıydı önlükleri, mavi mi hatırlayamıyorum. Haftanın sonu gelmişti ve öğretmenlerini öpmek isteyenlerden birkaçı, öğretmenlerinin yanaklarını öperken sümükleri de öğretmenlerinin yanaklarına yapışıyordu. Aslında sen de iyi bir öğretici olabilirdin, bu illa ki bilinen öğretmenlik alanında değil; yeteneğin olduğu bir yerde olabilirdi. Örneğin ahşap boyamanın insanı bayıltmadan, az kafa dumanlı havalarında boyanacak alana kaç kat boya çekilip, cila ve vernik olayının detayına indikten sonra, ahşap oymacılığa kadar gidilebilecek bir tür sanatsal girişimciliğe dair öğretilerin olabilirdi. Yine de kadınların son yüzyılda bu tür sanatsal gelişimleri düşünüldüğünde, niye eski çağlarda adamakıllı bir kadının gerçeklik podyumuna çıkıp, kendi sanatını göstermediği anlaşılabilir. Feminist söylemler bu konuda ciddi araştırmalar yaptıklarını sanıyor. Bir iki resim ve heykeltıraş üzerine inanılmaz yeteneği olan kadın sanatçılar geçen bin yıl içerisinde yer almış olabilir. Hatta şunu da söyleyebiliriz; resmin en popüler zamanında (pop-art olarak bahsetmiyorum, birincisi yıl farkı, ikincisi hazır nesnelerin imgesel itinayla düzenlenmesi, soyut bir dışavurumcu çalışma gereksinimine ihtiyacımız şu an için yok) bile parmakla gösterilebilecek kadın ressam bulmak zordur. Çıplak modellerin poz verip, resimlerin yapıldığı atölyelere Avrupa’da 19.yy’a kadar kadınların alınması yasaktı. Birkaç tane, örnek verilmesi yine de zor bazı kadın ressamlar, örneğin bunlar içinde yakınları tarafından akademik bir ilgi gösterildiği oluyordu ama yine de tarih içerisinde yer edinmesi güçtü. Erkeklerin bu bağlamda güçlü bir portre çizmesi haksızlık sayılır mı sence? Elbette ‘kadın ilhamdır, şiir yazdırır, şiir yazmaz’ tarzı budalaca sözlerin peşinden gitmiyorum. Gerçek şu ki, bir kadın ortaya çıkarıp, aslında tüm kadınların çektiği acıları tek bir noktada toplayıp, ona anlattırabiliriz. Farklı gibi gelen konuşmaların her biri aynı noktaya çıkmaktadır. Bu konu üzerine bir gün şöyle bir duyumum olmuştu: ‘Kadın ve sanatkâr olmak; hah! Çok cahilsiniz, gerçekten çok cahil. Hem nasıl kadından bir peygamber çıkmadı, onun bazı noktalar itibariyle bir topluluğa öncü olabilmesi sakıncalı görüldü, sanat babında da farksız bir paralellik görüyorum. Bir kadından öncü bir sanatkâr olmasını bekleyemezsin. Sadece onlar, var olmuş bir sanat akımının fütursuzca, şevkle tapınıcı tarafları olurlar.’ Elbette hala herhangi bir kitap fuarına misafir gelenlerin tamamına yakınını bayan olarak görmüş değilim. Afişlerde narin bir damar gibi gözüken bienal sergileri de buna dahil. Demek istediğim bir bayana, özellikle edebiyat konusunda bir şeyler anlatma ihtiyacı güdülüyorsa, en iyi örnek olarak intihar edici Virginia’yı kabul etmek bazı durumlarda rahatsız etse de, buna muhtaç gibiyiz.
Öykünün sonunu da alıntılayayım.
‘Bir gün şunları yazıyordu sesli sesli: ‘Hayır, içe kapanmaya hiç niyetim yok. Henry James’in dediğini hatırlıyorum: Durmadan seyret. Yaşlılığın gelişini seyret. Açgözlülüğünü seyret. Kendi kederini seyret. Bu yolla onu işine yaratabilirsin… Sanıyorum içe kapanmanın sınırlarında gezinmek oluyor, ama tam da öyle değil! Diyelim, müzeye bir bilet alsam, her gün gidip tarih okusam. Diyelim, her çağda baskın bir kişilik seçsem ve onun yanında yöresinde dolanıp yazsam…’
Bu yazıyı yazdıktan yirmi gün sonraya kadar hep hüzünlüydü. Tabağa yemek koyup, bana verirken, artık bakışlarındaki derinliğin bir ölüm havasından olduğunu biliyordum. Babamın ölüşünde yanında değildim, babamı köpekler parçalamıştı, ama büyükbabamın ölüşünde de aynı bakışlar vardı. Onun gözlerindeki ölüm korkusu muydu, yoksa ayrılmaktan mı korkuyordu? Sanıyorum benden ayrılacağı için üzülmüyordu, Leonar için de değil! Julia olabilirdi. Ölmeden önce iki mektup bırakmıştı. Biri kardeşineydi, diğeri ise Leonard’a. Leonard’a bıraktığı mektubu, Leonard hıçkıra hıçkıra okuyordu o gün: ‘Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. O korkunç yeniden yaşayamayacağımı hissediyorum. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu düzgün yazmayı bile beceremiyorum. Söylemek istediğim şey şu ki, yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum.’
Virginia acaba benim sesimden mi bahsediyordu? Beni duyuyor muydu yoksa?
Bu mektubu yazdıktan sonra, onu takip etmiştim. Cebine taşlar doldurmuştu. Ne yaptığını anlayamıyordum. Ouse nehrine bırakırken kendisini, gözden kaybolmadan önce en son o güzel ellerini görmüştüm. Başıma dokunan yazar ellerini çok seviyordum. Onun elleri, onun elleri… İsa’nın ağlayan gözlerini silen Meryem eliydi. Şimdi yine eskisi gibi onun penceresine yakın bir ağaç dalından çevreyi izliyorum. Kimi zaman Leonard’da pencere kenarına tabağın içinde kuşların yemesi için bir şeyler koyuyor. Ama ben artık gidip, yemiyorum. Canım sıkıldığı zaman Virginia’nın mezarına gidiyor ve toprağı üzerinde yürüyorum. Bazen eliyle bana dokunabilme ihtimalini hayal ediyorum. Ancak ot ya da böcek çıkıyor toprağın içinden. Yazdığı odayı kocası kullanıyor. O da bu aralar, Virginia’nın yazdığı gibi çok yazmaya başladı. Bilmiyorum, hiç benden bahsetti mi, ama bahsetmemiş olsa dahi, ben onu çok seviyorum. Ve çok özlüyorum. Yaratıcıdan tek dileğim, onun toprağı üzerinde dolaşırken ölmek! Bu yüzden saatlerce onun mezarının başından ayrılmıyorum. Sanırım Tanrı için çok kolay olmalı bu.’
Rüyamda biri bana çok net bir şekilde kendisini anlatıyordu. Yaşadığı bazı olayları özet geçiyor, bana bir soru sorduğunda, duruyor, benim ne cevap vereceğimi bekliyordu. Sesime anlam veremedim. Birisine ‘sus’ dedim, bana ‘kin’ ve ‘kir’ kelimeleri arasında gelgitlerinden bahsetti önce. Sonra gündelik bir konuşmaya geçtik. Kendi sesim değildi. Birisi benim yerine evet ya da hayır diyordu. Konuşmadan önce salonda patlama sesleri vardı. Pencere kenarında oturmuş, karşı apartmanın çatısına doğru tüfeği doğrultmuştum. Adamın bir tanesi ileride duran bardakların içerisinde, içerisinde yarım bir limon olan bardağı vurmamı söylüyordu. Nişan alıyordum ancak görüş alanım bulanıktı. Gözlüksüz bu işi başaramayacağımı düşünüyordum. İlk denemem de başarısız olmuştum. Mermi tüfeğin ağzında değildi. Nişan alıp, vurmam gereken bardağa bakındığımda yanımdakine dönüp ‘iyi ki ama iyi ki vurmamışım baksana yüksek rütbeli askerler var, ya birini vursaydım yanlışlıkla’ diyorum. İkinci denemem de bu saçma nişan alma hadisesinden vazgeçmiştik. Çatılara bakınıyor, çanak antenlerden birine nişan alıp, vursam mı diye düşünüyordum. Gökyüzünde iki uçurtma vardı. Uçurtmalardan biri rüyayı gördüğüm ilk andan beri gökyüzündeydi.
Elektrikli süpürge sesi geliyor. Bu sese ayrı bir yakınlığım olduğumu söylemiş miydim önceden? Çocukken annem evi süpürürken, süpürgenin arkasından dolaşırdım. Dışarıya hava üfleyen fan haznesine yüzümü yaklaştırırdım. Ayrıca uykumu getirirdi süpürgenin sesi. Toz haznesinin ayrı bir kokusu olurdu. Yıllar sonra futbolcu Rooney’in de böyle saçma bir huyu olduğunu, hatta uyumadan önce elektrik süpürgesini kimi zaman açık bıraktığını öğrenmiştim. Şunu demiştim: ‘Elektrik faturasının altından kalkılır mı öyle yahu?’ Elbette o süpürgeyi kapatacak bir hizmetçi olduğunu düşünüyorum, olmasa bile Rooney gibi biri için elektrik faturasının lafı mı olurdu? Bunu bana niye anlatıyorsun diyebilirsin şimdi ama sınırlı saçmalık üzerine yorumuna sinirlendiğimi bilmem lazım. Sınırlı bir sonsuzluk nedir? Hep bir yer de kalmak mı? Geçmişin emin ellerinden bahsediyordun, artık orada olan ve otobüs durağında beklerken kimsenin rahatsız edemeyeceği anlardan mı? Rüyamla özdeşleşiyor bazı noktalar. ‘Kin’ ve ‘kirden’ bahseden o bayan sesi, rüya, rüyadır deyip geçebilirim ama ‘kin’ ve ‘kir’ kelimelerini anlatabilmem lazım. Pis kokan, ağır, çıkmayacak hissiyle üzerimize çullanan kirinden neye karşı kin duyusuyla kurtulabiliriz? Geçmişin kirinden ancak kin duyabiliriz kendimize. Çünkü o kiri paylaştıklarımız çoktan gitmiştir. Bir yere, nereye gitmiş olabilirler ki? Hâlbuki onlarında bir geçmiş mekanizması var ve kimse, hiçbir yere gitmiyor. Anın derinliğine çullanan, hadsiz bir şekilde bizi sarsan nedir? Bir keresinde sonradan ihale usulü zenginlere dayatılacak evlerin yapılacağı boş bir arazide otururken, küçük çapta bir ateş yakmıştım. Çevrede bulunan çöplerle (elektrik süpürgesi, bebek bezleri, poşetler, kâğıtlar, pet şişeler) ateşi büyütmüştüm. Herhangi bir polisin bir deliyle uğraşacak zamanı olmamalı, on iki yirmi dördünün, on ikisini bir an önce bitirip, yirmi dördüne geçiş yapmalıydı. Ateş büyümüştü. Sigaramı çıkan ateşten yakmaya çalışıyordum. Yanlışlıkla ateş birden harlansa kaşım, kirpiğim, saçım yanmakla kalmaz, yüzümde tanınmaz hale gelebilirdi. Diyorum ya, insanın sınırlarını zorlayınca her şeyi yapabilir diye. Depoda bulunan tüm gaz fişeklerini patlatabilirim. Şu an için bu güce sahibim. Bir gün Ankara’da Maltepe camisinin hemen altında, Tandoğan’a doğru yürürken gazdan nasiplendiğim olmuştu. O iki dakikalık fişek patlamaları, tüm caddeyi kaplamış, nefes alamayacak hale gelen millet etrafa dağılmaya, dükkânlara girmeye başlamıştı. Buna kimileri devletin gücü derken, karşı tarafı da tatlı su devrimcileri olarak nitelendiriyordu. Ne devletin gücü budur, ne de devrimcilik dedikleri şey polis barikatlarını aşmakla başlar. Sana bu konuları uzun uzun anlatacak değilim, biliyorum bir noktadan sonra hiç anlamasan da, bilmesen de muhafaza edeceğin noktaların olacak. Kısaca şöyle anlatsam, belki ifade edebileceğim hususlar da ışığıyla gözükebilirler. Muhafazakâr toplumlar içerisinde elbette özgürlük kelimesi başlıca iblis edilmiştir. Ancak şunu söyleyebilirim ki, İslam dünyasında şimdiye kadar olan dönemde hem gerçek din âlimleri hem de bilimsel olarak çalışmalar yapan yetenekli insanlar hep zor koşullarda yaşamıştır. Özgürlüğün tacı, elbette her istediğini yapma dayanak noktasıyla tanımlanmıyor ama illa ki belli bir noktadan sonra makam, mülk davasına kendi tahtının gitmesinden korkan insanların kıyımına uğrayan pek çok insandan bahsedebilirim. Biz şunu mu sanıyoruz:’ Yaratıcı dünyayı yarattı, hakları da yarattı ve dünyaya indirdi. Sonra hiçbir şeye karışmadı.’ Bir başka dünyanın olma esprisi işte bu noktadan başlıyor:’ Kul hakkı!’ Özgürlük kul hakkının peki hangi noktasındadır? Allah insana akıl vermiştir ve bu aklı kullanması gerçekten zor bir meseledir. Asıl akıllı insan, yıllarca dirseğini masalarda çürütmüş, bilgi deposu olanlar değil, diğer dünyayı düşünüp, bu dünyada iyi kalabilenlerdir. İnsanın kendine karşı da hakları var. Şahsiyet sahipliği bir toplumu yadsımakla değer kazanmaz, yalnızca bir toplum gerçek anlamda bileşimini insan parçacıklarına muhtaç tutarak büyür, genişler. Bir insan normal olarak kendisi için değerli olanı düşünebiliyorsa –bu onun temel hakkıdır- işte burada kendini belli eder. Soyutlanmadan bahsetmiyorum, toplumla et ile kemik gibi bir olan bir yapıdan bahsediyorum. Ahlaki bireycilikten bahsederken, kimi zaman çevremdekiler beni batı hayranı olarak yaftalıyorlar. Kendilerine da defalarca anlatmama rağmen başarısız oluyorum. Bireyin ahlaki bir statüye erişmesi ve toplum dinamiklerini koruması kötü bir şey mi? Dini afyon olmaktan çıkaran da, toplum bazında bireylerin ahlaki bir statü olmaları değil midir? Ne yazık ki ağzından ‘Allah’ düşmeyen bir insanın ahlaksız olmasındaki en temel sorunda bu statüye erişmemesinden kaynaklanıyor. Kimi zaman şikâyet ettiğim yalnızlığımı, yine de bu etik sürecin irdelemesinde üstün görmekteyim.
***
Binbir Gece masallarından ürküyoruz. Şehrazad bizim günahlarımızı anlatıp duruyor. Gerçekten de bir başka hayalin, hayal içerisinde daha iyi olacağımız şey için koşarken de, içinde bulunduğumuz rahatlıktan olabiliyoruz. Bazen ‘gitmemek’, ‘değişmemek’, ‘kalmak’ ve acı çekse de ruhumuz ‘anlayışlı’ olmamız gerekiyor. Yeni fırsatları tepme, ileri görüşlü olmama kısmı böyle açıklanamaz, bu daha çok gerçekten kaçıştır. Bu aralar ciddi mana da okuma anlamında da yavaşladığımı gözlemliyorum. Yüce ahlakçıların her biri bana her defasında öğretici bir şeyler sunarken, özümde ‘kendime dönebilmenin’ yolunu da açıyorum. Demiştim ya, ‘ruhuna dön’, asıl olması gereken bu. Ne sen, ne de bir de başkası, başka kolların avutabileceği bir yığın olarak kalmamalı. Buna inanabildiğin ölçüde ve kendinde özü bulabildiğin işaretler çoğaldıkça, bir başkasının hiçbir ahlaksız talebi insana güzel gelmiyor. Sıvıların ve de yapışkan tuzun birbirine karıştığı bir birleşmenin ruhunu mutlu kılabildiğine inanmış budalaların, çok geçmeden nasıl bir acı içerisinde kıvrandıklarına dünya yüzyıllardır şahit.
Hayat insanı bencil kıldığı noktada anlamsızlaşmaya başlıyor. Yirmi yaşına gelmiş bir gencin acı çekmediğini kimse söyleyemez, evet, gerçek bir acıyı tatmıştır ama başkalarının acısını anlaması için olgunlaşması gerekir. Ne yazık ki her yaşlılık, her (olgunlaşma bahanesi içerisinde) yaş alma, sayısal olarak büyüme bu olgunluğu insana sunmuyor. Seksen yaşına da gelse bir insan, hayatını gerektirdiği gibi talim altına alıp, kötü huyları yerine iyi huyları koyamamışsa, dahası bu acı duyumsama halinde örneğin, bencil kalıp, bir başkasının acısına anlam verememiş haldeyse, hala da bu inadına devam ediyorsa, hastalığına ömrü boyunca çare bulamadan gitmekte olan bir hasta hüznüyle ruhunun kıvranışına söz geçiremez.
Sanırım yavaşlamam, hatta durmam gerekiyor. Nokta, gerçekten son mudur, yoksa yeniden başlamak için insanı tetikleyen güce mi sahiptir, bunu çözmüş değilim. Çorba içerken, iki kaşık çorba, bir fırt sigara ayrı bir zevk almama sebepken, Rousseau’nun bir notunda bu konuda bana ayrı bir zihin açıklığı sunmuştu:’ Eşlik edecek kimse yok yanımda, yemek yerken bir şeyler okumaktan çok hoşlanırım. Yoksun olduğum çevrenin eksikliğini giderir okumak. Sırayla bir sayfayı yutarcasına okur, ardından bir lokma yerin; sanki kitabım da benimle birlikte yemek yer gibi!’ En son kendimi Balzac okurken bu vaziyette hatırlıyorum. Uzun bir zaman oldu, birkaç sene diyelim. O birkaç sene önce, Balzac eşlik ediyordu yemeklerime, çayıma, kahveme. Sonra, sonra hayatım yemeklerin televizyonla gittiği, evrilip filmler aracılığıyla boşluğu doldurduğu bir yaşama çevrildi. Onun ‘insanlık komedisi’ yerine, gülmek için çekilmiş filmler, diziler zihnime karıştı. Sanırım şu cümle önemli bir ayrıntı olsa gerek; ‘yanımda kimse yokken.’
Uzun bir yola çıkmış gibiyim ve ne zaman kendime geri döneceğimi kestiremiyorum. Herhalde senin de böyle olduğun anlar olmuştur. Her şeye rağmen pencereyi açıp, birkaç saniye temiz hava almak güzel.hatta çok da kızıyordum onlara bir duvarın arkasına saklanma gereğini duydukları için...sonra ben de onlar gibi olmaya başladım...çünkü yazının bende ne bırakacağını, nereye sürükleyeceğini önceden kestiremediğim için bu yola başvuruyorum son zamanlarda...olur da yazar-şairle denk gelirsek bi cümle kurmadan arkamızı dönüp gidişimize bozulmasın...veyahut kendini beğenmiş-burnu havada bi izlenim karşı tarafta uyandırmayalım diye...ha ben de öyle bişey söylüyorum ki; sanki yazar da yana yakıla dizine vuracak biz konuşmadık diye...yok öyle de değil tabi...bilmiyorum bu ayrıntıları neden verdim şimdi ama hani bilin ki; bazen seve seve okuyoruz aslında ama o an duyguyu yazıya dökemiyoruz...onun gibi bi şey işte...neyse bu boş konuşmayı bi kenara bırakim de asıl konuya gelelim isterseniz...aslında bu ayrıntıyı şunun için de verdim...içimden şunları düşündüm...benim bir saatte okuduğum yazıya, yazar kim bilir kafasını kaç saat yormuştur ?..halbu ki bazılarını dinlendiren yazmak eylemi artık beni fazlasıyla yoruyor...yazmayı ve okumayı eskiye oranla kaplumbağa adımlarıyla takip etmeye başladım...eskiden beş-on dakikada firar eden duygularım artık içimde müebbet yemiş gibi dört duvarla kaplı...yazıyla ne alakası var?..hiiiç!..ama bu yazının bende bıraktığı adını koyamadığım başka bi duygu var...şimdi yerine hangi cümleyi kullanırsam kullanayım tam anlamıyla bahsettiğim o duygunun yerini tutmayacak...bunları da geçelim...
belki sadece kendime ait bir odada aidiyet duygusuyla duvarlara başımı yaslamak istemişimdir - ki duvarlar en güzel kafa okşayıcılardır-, kolonlara öyle boş boş bakmak ya da...düşünce mekanizması yirmi dört saat ayakta ve uykusuzuz...oturma odası düşünmek için fazla kalabalık bana göre...dikkati dağıtacak gereğinden fazla eşyayla dolu çünkü...konsantre olamıyorsunuz...mutfak masasında belki laptop’la oyalanırsınız ama geçici bir süre...gözünüzü tabak-tencereden alamazsınız, midedeki gürültü oyunu bozar...geriye bi tek yatak odası kalıyor...ne tuhaf değil mi?..aslında uyumayı-cinselliği-çiftleşmeyi çağrıştıran yatak odaları en uykusuz kaldığı odasıdır yazarların...aksine oturma odasında iyi kestirir insan...koltuğa yaylanıp, bi filme veya bi programa bakarken dalıp giderseniz...en güzel rüyaların görüldüğü mekanlardır oturma odaları...belki abartmış olabilirim...gece rüya falan gördüğüm de yok...o eskidendi...artık gündüzleri hayal bahçemiz oldu...oturma odaları daha çok programlanmış, ağır takılan mekanlardır bana göre...beyni uyuşturmakla, zihni uyutmakla yükümlü, insanı haraca bağlayan abi-dayı voltalarının atıldığı sakıncalı bölgeler...burda da abartmış olabilirim biraz...ya da casino-eğlence-xbox-play station odaları...özellikle genç-buluğ çağındakilerin...
yani ne bilim normalde her insanın biran önce yorganına sarılıp, yastığa kafasını gömmek isteyeceği oda da ben daha fazla düşünmek, daha fazla aklımı oynatmak istiyorum sanki...
yazının bu kadar uzun soluklu oluşuna rağmen beni en çok düşündürdüğü cümlesi ise: ’Ben ceketsiz bir adamım’ dediğiniz yerdi...orda çok düşündüm...aslında aklımı alacak fazla kelimeye sahip değildi...garibandı, yoksuldu ama işte vurgusu o eski çağların-sarayların bi tokmağına vurulmasındaki gibi kulağımı götürdü...beni bi yere çağırıyordu sanki o vurgu...nereye bilmiyorum...belki o ceketin içinde babamı uzun uzun hayal ettim o olabilir...işte burda hiç kıpırdamadan -en azından kendim için- uzunca bi süre soluklanıp duralım...geçenler dönüp baksa da, geçenlerin gözünde anormal de görülsek ve hatta geçenler geçmek için öylesine geçmiş bile olsalar önümüzden,; biz bu sessizliği bozmayalım...pandomimin o buruk hüznü olsun üstümüzde...varsın bu soğuk kış günlerinde -belki sizin oralar şimdi bahardır- üstümüzde bi ceketimiz de olmasın...
...
mektuplar gayet güzel...hikaye veya öykü de diyebilirsiniz...ama ben mektup havası soluyorum...
Şuna takılıyorum genelde, mutfakta bir masa varsa, genelde kadınlar o masa etrafında çok oturup, düşündükleri oluyor. Yemek yapmasa bile, orada oldukları oluyor. Niye acaba diye de soruyorum. Belki de yanılıyor olabilirim.
Ceketsizlik mevzusu; gariban babası olup, o bir ceketle yıllarca çoluk çocuğunu büyüten biri de geliyor aklıma. Biraz Beckett hikayelerinde ki sıradan, kayıp kahramanı da gözümde canlandırıyor.
buraya da bahar gelmedi, gelen yerler var. çiçekler açmış, erik ağaçlarının çiçekleri. kabaran nehrin, dağlara rüzgarla fısıldadığı anlar çok.
sağ olasın.
adınlar bir araya geldiklerinde -misafīrlikte de bu böyledir- genelde mutfakta; eğer mutfak küçük ve topluluğu kaldıramıyorsa oturma odasındaki masanın etrafında toplanırlar...burda başka bi tartışma konusu patlak verebilir ama onun için söylemeyeceğim sadece üstten dokunacağım...kadın günlerinin dışında dikkat ederseniz koltuk erkeğin tahtı, masa da kadının elinde tepsisiyle çay bardaklarını tazelemek -hanım bize bi çay doldur mesela- veya boşları toplamak için; oturmuş vaziyette ya da ayakta komutları almakla mükellif olan, belli belirsiz huzursuz bi yüz ifadesini üstünden atamayan bi varlıktı evde...tabi ben çok eskilere gittim şimdi...artık öyle değil...eski örf ve adetlerin geçtiği evlerde hâlâ rastlanır bu durumlara...oysa benim babam çok güzel çay demlerdi, çok güzel çoban salatası yapardı örneğin..."ucundan az da ben tutim, benim de bi faydam dokunsun hanıma" dedikçe her gün bu listenin boyu gitgide uzadı...bi sabah uyandığımda babamı elinde ıslak bezle yerleri silerken, pervazların tozunu alırken gördüm...ilk günkü şaşkınlığım zamanla yerini, onu elinde bezle odadan odaya düzen-tertip yoklamasına çıkan o insanların ruh halini aldı...bu da benle annemin işine geldi tabi...öyle ki aniden zil çaldığında babam elindeki köpüklü bulaşık süngeriyle komşulara kapıyı açmış olmaktan hiç gocunmuyordu aksine kendiyle gurur duyuyordu:)...oysa diğer evlerde erkeklerin saltanatı devam ediyordu...babama "yahu sen de ne kılıbık adamsın! erkek dediğin yerinde oturur, hizmet görür...sen adımızı da iki paralık ettin...bizim de bi gururumuz, şahsiyetimiz var...durduk yere ne laf getiriyorsun bize...eve gidince hanım şimdi kulaklarımı götürecek ’m...e me.........! diye"...babam gülerek, kendisine yarı şaka, yarı ciddi laf sokuşturanlara hep şunu derdi: "hayat müşterektir dostum! çok şükür elimiz ayağımız tutuyor!"..
ah canım babam benim! hãlã öyledir...
sanırım konuyu dağıttım galiba...bi masa-sandalye-çay-kahve sandalye bizi nerelere götürdü...
demem o ki; evet bi bayan eğer yalnızsa evde bi sandalyeye oturup, masanın başında uzun bi mola verebilir...ama yalnız olmak koşuluyla...etrafı kalabalıkken düşüncesi dağılır...akıl oyunları bozulur...iki kişinin girdiği yerden tek yürek çıkılmaz çünkü...iki kadın bi araya gelse genelde birbirine ya bi yemek tarifi verilir ya da kahve falına bakılır...her zaman değil tabi:)..sonra herkes evine gidince dağılan aklını tekrardan toplayabilir...muhtemelen malzeme sulanmış, hamur da gitgide şişip kabarmıştır...
bi bayan bunları söylüyorsa erkekler kim bilir ne düşünüyordur şimdi?
sayenizde bayanların da kara listesine girmiş bulunmaktayım:))
Himalaya taraflarını gösteriyorlar...o dağların güzelliği, kuzuların sessizliği burda da olsaydı diye geçirdiğim bi gün...Burada mesaiye kaldığım her gün senin sevginle ‘sabır’ diyorum. Hatırlıyor musun, mavi kot bir montum vardı. Hani iç kısmında krem rengi tüyleri olan mavi bir mont. Seninle pastanede buluştuğumuz, elini tutarken, titreyişlerinin içimi ürpertip, ‘seni seviyorum’ derken, bana ‘ben de’ deyişini hiç unutamıyorum. Üzerinde koyu yeşil bir ceketin vardı. Dizlerine birkaç santim kala tükenen ceketinden nefret ediyordum. Önünde yuvarlak, siyah irice düğmelerini yakana kadar iliklerdin. Dizinin birkaç santim aşağısında tükenen bu sefer gri renkte bir eteğin ve o eteğinin altında da koyu renkli çorapların vardı. Sanırım külotlu çoraplardı onlar. Sen yokken işportada sattıklarıma hiç benzemiyorlardı. ‘Mağaza malı, almayan pişman olur hanfendi’ diye bağırırken, gerçektende tezgâhtaki malın mağaza olduğunu bilirdim. Toptan ve Sefaköy’de tanıdıktan aldığım için ucuza geliyordu. Hem bu çorap işini büyüttüğüm zamanlar olmuştu. Arkadaşın arabasını kullanıyordum. Bir gün arabasız gitmiştim. Sefaköy’deki tanıdık artık bana verebileceği türden mal üretmediğini söylediği için, yeni mekân bulmam gerekiyordu. Terazidere’de imalatçıları tek tek dolaştıktan sonra karar kılıp, biriyle devamlı iş yapmak üzere anlaştığım o gün, kargo parası vermemek adına, malları sırtımda götürmek istemiştim. İlk başta çuval ağır gelmese de, her adımın sırtımdaki çuvalı katlanılmaz bir ağırlığa doğru çıkarıyordu. Caminin birinde durup, namaz kılmak istemiştim. Şükür namazı da olabilirdi bu, ikindi namazı da. Kılıp kılmadığımı hatırlayamıyorum ama cami bahçesinden çıkarken adamın biri ‘yürüme, yükle olmaz, bin minibüse demişti.’ Cebimdeki paraya bakıyordum. Sigara alacak para, bilet parasıyla beraber cüzdandaydı. Yan ceplerimde bozuklukları iradeli kullanırsam bir simit ve ayranla yemeği de geçiştirebilirdim. Minibüse binmiştim binmesine ama yanlış minibüse bindiğim için, otogardan daha uzak bir mesafede inmiştim. Tekrardan yürümeliydim. Bu sefer minibüse binme şansım yoktu. O şans bir kerelikti. Çuvalı arada yere bırakıyor ya da sağlam bir duvara çuvalla beraber yaslanıyor, sigaramı yakıyordum. Terim beni ağırlaştırırken, otobüse bindiğimde insanları ter kokumla rahatsız edeceğim düşüncesi beni kaygılandırmıştı. Gideceğim yolu bilmemek bünyeme daha değişik bir sıkıntı veriyordu. Genç bir kız, ‘ha gayret abi, şu bayırı da çık, çok az kalacak otogara’ derken, dua eder gibi gülümsüyordu. Gerçekten de o bayır sonrası otogarı görüp, rahatlamıştım.
Bir insanın ter kokusunu sevmek ne garip! Aslında sen buna ter değil, ten kokusu diyorsun. Yalan söylüyorsun. Bildiğimiz ter kokusu ama yine de benim ter kokumdan rahatsız olmuyorsun. Hatırlıyor musun, geçen haftasonu izinli olduğum günü? Öğleden sonra sen yemek yaparken, ben uyumuştum bir süre. Uyandığımda ağzım kupkuruydu. Nefes almakta güçlük çekiyordum. Adını hatırlamaya çalıştım önce. Yatakta olsam kokunu arardım. Kanepede uzanıyordum, kırlent başımın altındaydı. Bu kırlentler nasıl da güzel kokuyorlar böyle! Oysa kirli bir baş onun üzerinde bazen saatlerce duruyor. Senin temizliğine hayranım. Hem yazar olma hayalimde bana destek veren sana, ev işlerinde hiç yardım edememek beni üzüyor. Şunu diyebilirdin, en azından gözleri bunları söyleyebilirdi:’ İnanmıyorum, bu yazar saçmalıklarına inanmıyorum. Lütfen kendine gel. Yazmak seni kahrediyor. Her geçen gün daha kötü görüyorum seni. İyileşmen gerekiyor. Oku, kitap oku, ona bir şey demiyorum ama yazma ne olursun. Sen yazdıkça yazıyorsun, durmuyorsun. Hem bazı defterleri ara sıra açıp bakıyorum, doksan altı sayfalık defterin üç sayfası bile tam olarak değil, bir şeyler karalamışsın. Bu yazdıkların beni tanımadan önce ve bu defterlerin kaderi terk edilmek… Yazdıklarını okuyorum, kimi zaman ‘ben teselli aramıyorum’ diye yazıp, sonra ‘teselli denen şeyi arıyorum’ yazıyorsun. ‘Sevmek iyi bir şey olabilir, iki insan arasında olmasaydı’ diye yazıyorsun. Başka bir defterde ‘sen olmasan, sevgiyi bilemezdin’ diye bir şeyler karalıyorsun. Bir sözün vardı, hatırlayamıyorum ama sözün yine de beni çok etkilemişti.’
Bazen sen uyurken seni seyrediyorum. Bu tabir yanlış değil, seyrediyorum uzun bir süre. Tül bir gecelik giydiğin zaman, hava sıcaksa, sağ elimin işaret parmağıyla önce yastığa dökülen birkaç telini okşuyorum. Saçın canlanıyor. Önde daha diri bir şeyler olmalı. Onları göremiyorum. Notaları kontrol ediyor gibi, parmaklarım sırayla saçını okşuyor. Kulağının kenarında birkaç saç teli kıvrılıyor. Yanaklarına değiyor. Bundan rahatsız oluyorsun, elin çenende kalmış. Az önce rahatsız olduğun kıvrımları uzaklaştırmak istedin yastığa doğru ama başaramadın. Saçlarını boyadığımız günü hatırlıyorum. Tül geceliğinden sıkıldım. Uyandığında sana yeni bir gecelik alalım diye ısrar edeceğim. Kokusu her ne kadar bunaltıyor olsa da, evde saçlarını boyamam bir bakıma ruhumu dinlendiriyor. Saçların arasına boyayı iyice karıştırırken, cıvık kıvamın çıkardığı sesten ikimizde nefret ediyoruz. Altına yine de sofra bezi sermem hoşuna gitmiyor, ‘onda nimet yiyoruz’ diyorsun ama yapacak bir şey yok. Birkaç gün bu ağır kokuyla yatakta yanımda yatmanı istemediğimi biliyorsun. İğrenç bir duygu bu ama o boya kokusunu almamak için yatağa ters uzanıyorum sen uyuyunca. Bir insanın ayakları bu kadar güzel kokmamalı! Ağır nemli uykuları geciktiriyorum. Sen nefes alırken korkuyorum, nefesini geri verince rahatlıyorum. Hem bazı şeylerden de korkuyorum. Boynuma özellikle bakıyorum fabrikada. Bok kokan tuvalette, bazen gri lekeleriyle beni kızdıran aynanın karşısında boynumu inceliyorum. Bu kadar güzel öpmeyi nasıl öğrendin? Bir işçi için fazla bir şey bu. Ellerinle kapatıp yüzümü, boynumu öpüyorsun. Gözlerimi açtığımda karanlıkta ellerinin kokusunu alıyorum. Bazen sarımsak kokuyor. Kına koktuğu zamanlar sana tekrar âşık oluyorum. Tabi, kaliteli kınada bu aralar pek kalmadı. Uzun süredir kına sürmüyorsun. Sıvı sabun kokuyor bazı geceler. Zeytinyağlı her ne kadar pek kokmasa da, alışkanlık sanırım, zeytinyağlı sabunlardan vazgeçemiyorum. Bazı geceler lavaboyu çamaşır suyuyla yıkadığın oluyor. ‘Niye böyle yapıyorsun, zaten temizlik yapıyorsun normalde de’ dediğimde, ‘diş macunu lekeleri kalınca, çıkması daha zor oluyor’ demiştin. Haklı olabilirsin ama yine de çamaşır suyu kokunca ellerin, hayır, sen çok güzel öpüyorsun boynumu.
Sen birkaç gün evde olmayınca –bu bazen üç haftaya çıkabiliyor- geceleri çok geç uyumamam için uyarıyorsun. Fakat sabahın altı buçuğunda servis otobüsünü beklediğim her saniye, mesaiye kalıp kalmayışımı önemsiz bularak, yazabileceğim saatlerin hayaliyle o günü geçirebilecek enerjiye sahip oluyorum.
Hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin olmadığı anlar olabilir ama bu anların bir dönem olduğu zamanlarda yazabilmenin ayrı bir yakınlığı oluyor. ‘Beni seven kimse yok’ diye düşünüyorsun ama yüzlerce kelimeyi karşısında bulunca, ‘sanırım hata yapıyor olmalıyım, yalnız değilim’ diye düşünüyorsun. Daha yoksul olduğum zamanlarda ciltleri solmuş, kimi sayfası morarmış bir yanak gibi kararmış kahverengi kitapların arasında olduğum günleri özlemediğimi söylersem yalan söylemiş olurum. Yatağımda sen yoktun ama dokuzu geçmeyecek şekilde kitaplarla beraber uyuyordum. Niye dokuz, niye on değil, bunu açıklayamam ama o kitapların arasında kendimi sessizliği giderek büyüten, miskin bir kedi gibi hissediyordum. Tek bir oda, perdeleri kirli miydi aklıma bir türlü gelmiyor ancak dağınık bir oda. Odanın kirasını veriyorum. İki kanepe var ancak biri misafirlerimi davet edip, oturttuğum kanepe. Çok fazla misafirim yok. Kitaplığın içerisinde her geçen gün azalan kitaplar ve tütün kokusunun saklandığı halı. Kirli bir halı. Kaç yerinde çay lekesi var. Silmem artık fayda vermiyor. Duygularım yoğun ama yaşayamıyorum. Anı oluşturmak zorundayım. Yaşayan bir insan olsaydım böyle bir zorunluluğum olmazdı. İnsanlar yaşıyorlar ve duygularını verimli kullanıyorlar. Ben kendi anılarımı kendim oluşturmak zorundaydım. Bu berbat işten kaçmamın bir yolu olmalıydı. Dışarı çıkıp, sabahın erken saatlerinde ağaçlar arasında derin nefes alıp veriyorum. Tahta piknik masasının birinde oturuyorum. Dilim artık metan tadında. Sigara yoruyor, yürürken zorlanıyorum. Belim ağrıyor. Sigarayı yürürken içmek berbat bir şey ama her zamanda böyle boş bir piknik masası bulamıyorum. Bulduğum zamanda başıma gelmedik olay kalmıyor. Yine bir akşamüzeri farklı bir piknik masası üzerinde tek başıma otururken, saçları artık tamamen dökülmek için yalvaran bir genç erkeğin yanıma yaklaştığını fark ettim. Masaya yaklaştı. İzin istedi oturmak için. Yüzüne, kıyafetlerine baktım. Kötü enerji yayıyordu. Masaya otururken bile bacaklarını çekiştirip, masa altına elleri yardımıyla koymasından tiksinmiştim. Önümdeki kitaptan lezzet almaya bakıyordum. 1946 basımı kitabın sayfalarında yazılanlardan çok, kitabın kendisi beni etkilemişti. Genç istemediğim hareketler yapıyor, bir kız çocuğu gibi saçlarıyla uğraşıyor, ikide bir ‘of’ çekiyordu. Amacı bir erkek arkadaş bulup, bu ilişkide pasif rolü üstlenmek istiyordu. Her ne kadar yoksul da olsam, üzerimde temiz, rengiyle beni uyumlu bir ikili yapan gömlek vardı. Önümdeki kitaptan gözümü ayırmıyordum. Sigaralar ardı ardına geliyordu. Sanki bir eş gibi konuşuyordu: ‘Ne kadar çok sigara içiyorsun, kendine zarar veriyorsun.’ On beş dakikalık itici bir muhabbet beni yormuştu. Gencin sikilmek isteğinde yardımcı olamayacağımı direkt söyleyebilirdim ama damardan girmeyi yeğlemiştim. Her ne kadar ‘kendi babana böyle bir arzun olduğunu söyleyebilir misin’ sorum ‘ne alaka, ben senin gibi biri arıyorum’ cevabıyla kalsa da, bilinçaltında çocukluğunda yaşadığı bazı sorunların onu bu hale getirdiğinin farkındaydım. Her zaman sebep çocukluğuyla alakalı olmayabilirdi ama kendim de çocukken çok acımasızdım. Esmer teniyle, dişiliğiyle beni etkileyen Dilşen’e yakın olan Egemen’i ibne diye pazara çıkarma uğraşlarımız acı vericiydi.
Bazen iradesiz, isteksiz, aciz olduğumu düşündüğüm oluyor. Sonra acaba her zaman öyle miyim diye kendimi sorguluyorum. Sen olmasaydın kendimi nasıl böyle iyi hissedebilirdim, bilmiyorum. Kaç kere iş değiştirdim, ‘sen yaparsın kocacığım, sana güveniyorum’ diye hep beni destekledin. ‘Çocuk yapmayalım’ diye bir sözü benden asla duymadın ama ucuzluktan alınmış gibi göbekli komodinde bulunan mendillerin altına koyduğum prezervatifleri gördün. Sevişirken, boşalmaya yakın tüm çabalarım gözünden kaçmadı. İlla bir çocuğumuz olsun diye diretmedin. Asgari ücrete zam geldi diye en çok sen sevindin. Sonra zam vergi dilimine girdi diye maaşın azaldığını öğrenince, bana ördüğün kazak için kaliteli iplikler alamayacağın için üzüldün. Kitaplardan rahatsızlık duymadın. Okumadın da onları, bazen ‘sileyim mi canım kitaplarını’ diye sorunca, hoşuma gitmediğini bildiğinden ‘hiç, sorayım dedim, şansımı deneyeyim’ dedin. Bodrumda çuvallar içerisinde sıkışmış halde bekleyen üzgün kitaplar için çareler arayıp durdun. ‘Onları çocuğumuz için kaldırdık’ deyince, gülüşün hararetli bir hatip gibi canlandı ve ses verdi öpüşlerin. ‘İşçi olmak ayıp değil’ dedin. ‘Hakkını ara’ dedin. ‘Sendikaların eylemlerine gidebilirsin ama kendine dikkat ne olur’ dedin. Evin kirası artmasın diye, yaşlı hacıya yanımda dil döktün. Kredi kartının dökümü eve gelsin, ‘tek tek hesaplarsam giderleri daha iyi olur’ diye düşündün, bankaya telefon açtın. İlk başta gönderemeyiz dese de karşıdaki ses, sen sinirlenince kadın ‘tamam bundan sonra her ay gönderiyoruz hanımefendi’ dedi. Elli bir ekran tüplü bir televizyonun karşısına geçip, hiç kaçırmadığın tek diziye bakarken bir kere olsun ‘komşu şu marka, şu inç televizyon’ almış demedin. Ütü masası kırıldı, yere yeri geldi seccade serdin ütü yaptın, yeri geldi kırık ütü masasının kırık ayağını diğer sağlam ayağıyla denk gelecek şekilde kanepeye doğru hizalandırıp, öyle ütü yaptın. Buzdolabının motoru çok çıkarıyor, ‘yeni buzdolabı alalım’ demedin. Makinenin kulpu kırıldı, ‘şimdi yaptırırsak, kırk elli lira para isterler, ben hallederim’ deyip, maaşa kadar üç hafta elde çamaşır yıkadın. Kapat gözlerini, bırak o yorgun ellerini okşayayım, saçların şimdi daha güzel, nasıl da parlıyorlar. Dudakların iğrenç bir karanlığın içinde kaybolacak ama sen seviyorsun bu kaybı.
O kitabı açıp bir daha okuyamadım. Sümer Lisesi mezunu Ayşe öğretmene verirken, kadın nasıl da sevinmişti. ‘Ah, canım, sen, sen ne kadar da naziksin’ derken, aptal bir gülümseme yüzümdeydi. Henüz çocukları yoktu ama kitap çocuğu olacak bir anne için son derece önemli sayılabilirdi. O yoksul zamanlarında bir ay kitap almayıp, diğer aya para sarkıtıp aldığım kitaplardan birkaçını bir Türkçe öğretmenine vermiştim. Çok sevinmişti, adı Halit’ti. Aslında ona verdiklerim, tek bir yazarın bende olan bütün kitaplarıydı.
Eskiyi düşündükçe yaşlandığımı hissediyorum. Yine de saçlarımın bu haliyle beni hala yakışıklı görüyorsun. Kim ister kel bir koca ama beden artık ateşlenmelerine, sıkıntılarına bedel olarak beyninin üzerindeki saçları hissetmek istemiyor. Sahi, yakışıklı mıyım ben? Bir arkadaşım oyuncu isimleri sayar, ‘evet, onlar kadar değilsin’ derdi. Ona cevap vermezdim ama aslında sokakları dolaşırken bazen denk geldiğim adamlar da, o ünlüler gibi süslenip, fotoğraflansa, çok fiyakalı yüzler, vücutlar bulanabilir. Kadınlar içinde aynısı geçerli. Yakışıklılık, güzellik, vücut ölçüleri… Hepsi de nasıl geçici, farkındayım. Bu gözler sakin ve hüzünlü olduklarında dünya bile daha farklıyken, birazcık keder, birazcık hayal kırıklığı ve özlem duymam yine de anlaşılabilir olmalı. Geçen hafta sonu –hafta sonu ayrı mı bileşik mi- ağzım kupkuru kanepede uyandığım an, sonra kalkıp mutfağa yanına gelmiştim - Kimya ortaokulda hâlbuki iyiydi. Birleşik diyeceğime bileşik dedim. Bir de benden yazar olacak. – Sürahideki suyu kafama dikerken, çömelmiş, sol kalçana bakıyordum. Sanki sağdakinden biraz daha aşağıda gibiydi. Dizini ve bacağını tam olarak göremiyordum, sanırım sol bacağını az da olsa bükmüş, öyle yemeği karıştırıyordun. Vücuda ani bir su girişi, damarlarımdaki kanın geçişinde bile bir coşku sebebi olmuştu. Ağır ağır, katı bir cismi zorla damarlarımdan geçmesini bekleyen kalbim bile daha ritmik atmaya başlamıştı. Ayağa kalkıp, topuz yaptığın saçlarının çırılçıplak bıraktığı enseni okşayıp, öperken, durdurulması mümkün olmayan bir terleme içerisindeydim. Sırılsıklam olmuştu. Gün boyu kendimi yorgun ve üşütmüş hissetmiştim ancak senin yanında, sana yakın, ter içinde sırılsıklam olsam da, artık iyiydim.
Uzaktan gelen bir köy ezanı misali, duygulanıyor, bilmediğim insanların arasına karışmak istiyorum. Makine çalışıyor. Yağını verdim. Bugün kablo yanığı olayından dolayı mühendis bey bizim servisin çalışanlarına kabloları arada kontrol edin dedi. Az önce tekrar bakıp geldim. Herhangi bir sorun yok. Mesaiye bugün kalan arkadaş sayısı da az. Gece vardiyasında çalışan arkadaşlarımız iyi insanlar. Altan bana ‘sen geç bir iki saat dinlen, benim çıkaracağım malzeme az, iki saat sürmez benim iş, sana yardım edeyim’ dedi. Bir saat geçmiş olmalı. Kalemin gücü azalıyor, ucundaki mürekkep bazen harfleri yazmada ikileme düşüyor. Soluk bazı harfler, kimi zaman da kelimeler var. Ağzıma alıp, sıcak havada kalmışsa mürekkebi, yumuşayıp, aksın diye uğraşıyorum. Dilimin öyle bir gücü yok ama hayal görüyorsa, dudaklarının tadını anımsıyor. Mürekkep bu hayalle canlanıyor.
Pek çok şey aklıma geliyor. Zihnim durmadan üreten bir makine gibi, ‘otur, yaz’ diye emir veriyor aklım ama Altan’ı kendi makinesine geçme hususunda zorlamalıyım.
‘Ben iyiyim, zaten az kaldı,
üç saat sonra ben de eve gideceğim,
kapıyı açacak eşim, onu öpeceğim,
çayla beraber yenebilesi bir şeyler tepside olacak,
bana eşlik edecek,
‘yoruldun yine değil mi’ diyecek,
‘herkes gibi canım’ diyeceğim,
televizyonu açmayacağım,
duş alacağım,
ellerimi suyun altında tutacağım bir süre,
tırnaklarımın altındaki kirler için bir çare düşüneceğim,
yatağa geçtiğimde, o da biraz sonra bana eşlik edecek, yorgun olduğumu bildiği için sarılacak bana, ben de ona sarılacağım.
Sabah erkenden işe gideceğimi bildiği için üzülecek. Altan yine bir mesaide denk gelirse, belki yine bir şeyler yazabilirim. Bu sefer seni ne kadar çok sevdiğimi anlatmak istiyorum. Sahi, okusalar bu yazdıklarımı, ‘ne romantik işçiymiş arkadaş’ diyecekler. Kimsenin dediğini umursamıyorum. İşte ellerim, o çok sevdiğin ellerim, elimin tekini alıp, dudağını yaslarken, beni ne kadar çok sevdiğini hatırlayacağım. Söz vermek istemiyorum ama yine de sana o vitrinde gördüğümüz elbiseyi almak istiyorum. Bahar gibi olacaksın, evimizin baharı sen olacaksın. Dalların filizlenecek, küçük bir portre içerisinde Manet’in aydınlık derinliğine sahip yaşayan bir resim olacaksın.
Paramız yeter diye umuyorum.
yok cidden güzel oldu, hani öyle dinledim de daldım hatta söylediklerinize. sorun yok, öyle güzel benzeşmeler oldu ki kafamda, güzel yani.
tekrardan sağ olasın. Himayala yoksa Alpler var, o da olmadı Toroslar, nemrut, suphan.. Can sıkmaya değmez.Oturduğu kanepenin üzerindeki bordo örtünün kumaşını seviyordu. Çoğu geceler eve geç geldiğinde, üzerindeki kıyafetler’n hiçbirini çıkarmadan doğruca kanepeye geçip otururdu. ‘Niye böyle yapıyorsun’ sorusuna verdiği cevaplardan biri de ‘niye böyle saçma sorular soruyorsun’ oluyordu. Kendisinde ara sıra benimle vakit geçirme isteği doğardı. Ayda bir ya da iki kez, nadir durumlardan bahsediyorum ama yine de onun böyle düşünüyor olmasına seviniyor, kafamı onunla dağıtacağıma dair düşüncelerim tekrardan canlanıyordu. Aslında suni bir canlılıktı bu. Tezgâhtaki kıvırcıkları ıslatıp, daha taze gösterme çabasından başka bir şey değildi. Doğum günüm olmamasına rağmen bana hediye almıştı. Şaşırmıştım. ‘Senden daha fazla maaş alıyorum’ söylemini ilk defa duymuyordum. Ancak benim her zamanki gibi boşluğuma gelen sert bir yumruğu ekarte etme çabama karşılık böyle söylemişti:’ Senden daha fazla maaş alıyorum.’ Uzun zamandır çalışma masamın üzerine almak istediğim lambayı, kataloğundan kesip, mantar panoya raptiyelemiştim. Üzerinde oturduğum döner sandalye de onun ‘ben senden çok maaş alıyorum’ hediyesiydi. Bir yandan da avuntusu şu oluyordu: ‘Bir gün gelecek, sen çok kazanacaksın.’ Arkamı dönüp, gülüyor, sonra da mutfağa gidip musluğu açıp, büyük bira bardağına su doldurup, çömelip iki metrekarelik halının üzerine suyu içiyorum. Beni kıskanmıyor. Niye kıskanmıyor anlamıyorum da ama kıskanmasını istiyor muyum, bunu da tam olarak bilmiyorum. Belki de beni kıskanmasını istiyorum. Uzun uzadıya anlatırken, beni dinliyordu. Boynuna doladığı ipek eşarpla oynuyordu. Bakışlarında ‘yapma, gitme, ben varken başka bir kadınla vakit geçirmeni istemiyorum’ cümlesini okumayı arzuluyordum. Ne kadar da boş bakıyordu, üstelik yere bakıyordu. Bana halıdan bahsediyordu. ‘Bu halıyı değiştirelim.’ Benden çok maaş alıyordu ve halıyı istediği gibi değiştirme hakkı vardı. ‘Babaannenin verdiği halı vardı ya, onu sergici bir arkadaşa gösterdim, resmini daha doğrusu. Çok beğendi. Eğer kabul edersen onu arkadaşa vereceğim.’ Yeşil halıdan bahsediyordu. Ben de o halıyı çok sevmiyordum. Kışın üzerine çorapla basarken dahi, zeminin soğukluğunu hissediyordum. Oysa salondaki altı metrekarelik halı öyle miydi? O almıştı. İtalyan bir markaya aitti. Önceden adını hiç duymamıştım. ‘Fuarda gördüm, beğendim, sipariş ettim, iki bin euro’ demişti. Evde onundu. Araba da. Mutfak robotları, porselen yemek tabakları, altın suyuna daldırılmış kaşıklar, çatallar, Çinli çiğ balık ustası arkadaşının hediyesi şef bıçağı… Yatağı ben almıştım. Ona nasıl izin vermişti hatırlayamıyorum ama uyku sorunum olduğunu söylemiştim. ‘Geceleri erken uyuyamıyorum.’ Mekanik hale dönüşmüş sevişmelerimizin birinde, bazanın makasından çıt sesi gelmişti. Sanırım ona duyduğum nefretten dolayı daha sert fiziksel yakınlaşmayı tercih ediyordum. Bir tür öç alıyordum kişiliğinden. Soğuk karakterinin altında bana bağımlı bir şeyler arıyordum. Bana inanıyordu sadece. Güveniyordu. ‘Bir gün sen de…’ diyordu. O bir gün dört yıl olmasına rağmen gelmemişti. Düz, kahverengi saçlarından nefret ediyordum. Dört yıl boyunca o saçlarını bir gün olsun boyamamıştı. Saçları beyazlamıyordu. İlginç geliyordu. Genetik bir mesele olabilirdi ama annesinin saçları pişmaniyeyi hatırlattığı için, belki de halasına çekmiş olabilirdi. Tek halası vardı. Ne zaman görsem halasını, ya yazma ya da eşarp taktığından saçlarında beyaz olup olmadığını bir türlü öğrenememiştim. Ona sormak istiyordum ama saçma bir soru olabilirdi. Ciddi olmak hoşuna mı gidiyordu? Bazen yaptığım taklitler hoşuna gidiyor, gülümsüyordu. Bu kadar. Kahkaha attığına rast gelmedim. Hakkını vermeliyim ki, bazen mekanik sevişmelerimizde kontrolü eline alan o oluyordu. Bunu nasıl başardığını merak etmiyor değildim. Ancak en fazla on beş dakika. On beş dakika sonra eski haline geri dönüyordu. ‘Ölümünü bekleyen pulsuz bir balık gibi çırpınıyor senin ki’ dediğinde, gülüyordum. Benimki, benimkiydi. Onunki, onunkiydi. Bizim ortak bir şeyimizin olma ihtimalini düşünüyordum. Somun ekmek yemiyordu. Garip bir ekmek yiyordu. Bir gün ucundan tadına baktığımda, ‘bunu yemeyi nasıl başarıyorsun’ diye sorduğumda, ‘sen kendi ekmeğini ye’ demişti.
Dört gün sonra Ayşe’nin yanına gideceğimi biliyordu. Şüphe duymasını istiyordum. Bir otel odası ayarlayıp, Ayşe’yle vakit geçireceğimizi düşünmesini istiyordum. Beni kıskanmasını istemiyordum tam olarak, sadece önemsenmek denebilir buna, evet, beni önemsemesini istiyordum. Acı bir vapur ıslığına sarılıp, yanında yok olmamalıydım. Karşıya geçip, uçağa bindiğimde, Ayşe beni beklediğinde ve başkalarıyla da görüşüp, konuşurken, gecenin bir vakti günün yorgunluğunu atmakla meşgul sokakları temizleyen çöpçüler arasında büyüyen serseri yanımla yanımdaki arkadaşlarla herhangi bir konu üzerine geceyi yitirirken, beni merak etmeliydi. Bir mesaj, bir ses:’ Alo, nasılsın, iyi misin?’ ‘Alo, neredesin?’ ‘Alo, işleri hallettin mi?’ ‘Alo, canım orada mısın?’ Sadece bir ‘alo’ sesi de olabilir. Uzayan sakallarımı okşamasını bekliyordum. Ellerini sevdiğimi ona kaç kere söyledim? Yüz kırk yedi diyeyim. Belki beş kere ‘teşekkür ederim’ dediğini hatırlıyorum. Hayır, cevap olarak teşekkürlerini sunmasını değil, bana yakınlaşıp, benimle ilgilenmesini bekliyordum. Elleriyle herhangi bir yerime dokunabilirdi. Ayşe sakallarımı okşarken ‘yapma, dur’ dedim. ‘Kusura bakma, ileri gidiyorum sanırım’ dedi. ‘E, uçak nasıldı, yolculuğun rahat mıydı’ diye sordu. Ayşe’nin bebek götü gibi kırmızı, yumuşak yanaklarından eser yoktu. Zayıflamış olabilirdi. ‘Bir tane kısa saçlı, etekli hostes vardı, şeytan çok fena gülümsüyordu’ dedim. ‘Ha, bir de, düztaban pabuç giyiyor şu hostesler, kızın boyu uzundu gerçekten, mal sağlamdı. Çok fena gülüyordu. Etkilendim yani. Neyse ki, acil çıkış kapısında oturan hostes o değildi. O olsa, heyecanlandığımı anlayabilirdi. Sıska, çirkin bir hostes geldi karşıma oturdu. Cansu’ydu adı, soyadını da gördüm. Resimde sanki daha güzeldi gerçek halinden. Kilo alsa biraz belki gideri olabilirdi’ diye ekleyince, ‘ya salak şey, ben sana hostesleri mi anlat dedim, yolculuğun nasıldı diye sordum’ derken, Ayşe gülümsüyordu. ‘Hiç değişmemişsin. Evli olman şu huyundan seni vazgeçiremedi.’ O huyum neydi ki? Dikizlemek? Betimlemek? Şıpsevdicilik? Ruh hastalığı? Bir tür sapıklık? Aktarmalı uçağın ilk yolcularıydık biz. Esen tepenin kapısından girecek diğer yolcularla beraber, aktarmalı uçak gideceği yere devam edecekti. Ben çoktan inmiş olacak ve otobüse binecektim. Ayşe’ye o gün yanıma geldiğinde sutyen giyme demiştim. Böyle bir istediği herhangi bir bayan arkadaşa değil, insan eşine söylese, eşi ona ‘delirdin mi?’ diye cevap verebilirdi. Kendine güveni olmayanların da hazır bir tepkisi olabilirdi. Yerçekimine yenik düşmüş hangi göğüs boynu bükük bir şekilde dolaşmayı tercih edebilirdi ki? Sahibinin inatçı fikri olmasa, elbette tercihleri bu yönde olurdu. Ayşe bana ‘sen var ya oğlum, tam bir kabile üyesi gibisin. Afrika’da hala kalmış birkaç kabileden birinde yaşamalıydın. Orada kadınlar senin dediğin gibi giyiniyor’ diye söylenince, ‘bırak bunları da, çıkarmadın değil mi’ diye sordum. ‘A, çıkarır mıyım hiç manyak, yatarken de sutyenle yatarım ben’ deyince, üstelemedim daha fazla. Arabasını park ettiği otoparktan çıkarken, sıcak havaya rağmen soğuk kalmayı nasıl başardığını merak ettiğim yanağından öpüyordum. Sinir olmuştu. ‘Tükürüyor musun, bu ne böyle göl gibi oldu yanaklarım, sırnaşık şey seni!’ Dudaklarımı gösterdim. Bıyıkların ve sakalların arasında kalmış iki parça haricinde bir de dudakta büyük bir hacme sahip ancak kurumuş uçuğu görünce, ‘uçuk mu çıkmıştı sen de, ya bir de öptün tükürüklü tükürüklü, ya niye yaptın ya’ diye söylenmeye başlayınca, ‘sus be kızım, o virüs sende de hep var, sadece zayıf anını bekliyor’ dedim. ‘Benim bir arkadaşım var’ dedi, ‘ya kızın her ay uçuğu çıkar mı? Çıkıyor işte.’ Gözlerine baktım. Gece saat üç olmalıydı ve uyumak istiyordu. Öyle dalgın ve tatlı bir bakışı vardı. ‘Kesin özel dönemine denk geliyordur, stres yapıyordur o, ondan çıkıyor olabilir’ deyince, ‘hakikaten, o da öyle söylemişti sanki, sanırım ya’ deyip, üzerine de ‘sen de her şeyi biliyorsun ya’ dedi Dört buçuk yıl önce olmalıydı. Ayşe’ye ‘ben evleniyorum’ dediği an, bakışlarında büyüyen şaşkınlığı iyi hatırlıyorum. Bir şey diyememişti önce. Susmuştu. Konuşacaktı ve konuşacağı an merakını dindirecek sorular soracaktı. Sormasını istiyordum. ‘Nasıl, yoksa aşık oldun mu kıza?’ diye soracaktı. ‘Senin Türkan var ya, arkadaşın, hoca diyorsun hani, ona benziyor’ demiştim. Dudaklarını büzüştürerek, alnını çatmış, sol kaşını yukarı doğru kaldırarak ‘nasıl’ demişti. ‘Türkan’a çok benziyor fiziği evleneceğim kızın’ demiştim. ‘Ha, Türkan hocaya mı? Uzun boylu, mal yerinde diyorsun yani’ derken, gülüyordu. Resmini görmek istemişti. ‘Hayır’ dediğimi hatırlamıyorum ama göstermemiştim. Ayşe sessiz sedasız, sakin biri gibi gözükebilir ama ani tepkilerinden korkuyordum. Yıllar onun ruhuna ayrı bir teskin edici güzellik kazandırmıştı. Ayşe aynı Ayşe’ydi ama daha olgundu.
Sinema salonundan içeri girmeden önce koca mısır kovasını göğsüne yaslamıştı. ‘Sarı kola içelim mi’ sorusuna aslında ikimizin de vereceği cevap aynı olacaktı:’ Midemizi bozar.’ Yine de ikimiz de büyük kağıt bardakların içinde soğuk sarı kolalarımızı da alıp, salona doğru geçerken, komik bir görüntüsü vardı. Sol eliyle göğsüne yasladığı mısır kovasını sımsıkı tutuyor, sağ elinde de kola bardağı vardı. Çantası onu rahatsız ediyordu. Ben rahattım. Sol elimle kapak kısmından avuçladığım bardak haricinde üzerimde bir şey yoktu. Gömleğin kollarını dirseğime kadar katlamıştım. Kollarım da çıplaktı dirseğime kadar ve yürürken pantolonun cebinde birbirine sürten bozuk paraların seslerini duyabiliyordum. ‘Çıkışta kitapçıya da uğrayalım, iki kitap alalım’ dedim. Yarı aydınlık salonun içerisinde on kişi bile yoktu. Öğlen saatinde, diğer filmleri de genelde sinemada az izlenen bir yönetmenin yeni filmini izlemeye giden birkaç insandan biriydik. Ortama alışmak için bolca reklam izleyeceğimize emindim. Yedince sırada, ortalardan aldığım iki koltuğa geçip oturunca, bir anlık yağmurun ilk toprağa değişindeki gerginliği hissetsem de, çok geçmeden esenlik benim içinde gerçekleşecek, hem yolculuğun hem de aklımın yorgunluğunu üzerimden atacaktım. Ayşe heyecanlıydı. ‘Biz bunu niye önceden hiç yapmadık’ diye sorunca, ‘benim yüzümden’ dedim. ‘Ne zaman senin yanına gelsem, birilerine aşık oluyordum. Ben aşık olunca, biliyorsun, çok dengesiz biri oluyorum. Hem zaten normal olarak da dengesiz biriyim. Aşkın anlamını çok başka yorumlarken, kendi anlık beğenilerimi aşk diye yorumluyorum. Evlendiğim günden sonra pek fazla aşık olduğumu söylemem’ derken, Ayşe’nin heyecandan yanakları titriyor gibiydi. ‘Nen var canım’ dedim. Gerçekten heyecanlıydı. ‘Oğlum, on senedir tanıyoruz birbirimizi, ilk defa beraber film izliyoruz.’ Haksız değildi, on senedir birbirimizi çok yakından tanımamıza rağmen bir kez olsun beraber film izlememiştik. Ne büyük eksiklik olsa gerek! Elbette böyle düşünmüyorum ama yine de bir film izleyebilirdik. Komedi filmi bile olabilirdi. Yeter ki bir filmi beraber izlememiz gerekiyordu. Bazen düşünüyorum da, gerçekten küçük şeyler bizi mutlu edebiliyor. Film başlamaya yakın elimi yanaklarında gezdirirken, yanaklarında hissettiği yumuşak cisimden dolayı ürpererek ‘o ne be’ deyince, gülümseyerek ‘çok sevdiğin bir şey’ dedim. Dudakları arasından biraz zorla olsa da girip, dişleri arasında ezilmeden önce dilinin dokunarak tanımladığı cisim jelibondu. ‘A, jelibon mu var yanında’ dedi. Cebimde iki paket jelibon vardı. ‘Ya sen delisin ya, unutmamışsın’ diyerek, ‘e, diğerleri nerede’ sorusuyla meraklı bakışlarını ceplerime doğrulttu. Zaten sadece dört cebim vardı. Gömlekte cep yoktu. İki yan ve iki arka olmak üzere pantolonda dört cep vardı. Arka cebin sağ tarafında cüzdan vardı. Geriye üç ihtimal kalmıştı. Olasılık hesabı yapacak durumda değildi. Mısırı ve kolayı koltuk arasındaki bölmeye koyarak, ‘hadi çıkar ya’ dedi. Sesi biraz yüksek olmalıydı ki, ön tarafta oturan iki değişik tipteki oğlan bize dönüp baktı. ‘Kızım sus’ dedim, ‘yanlış anlayacaklar çıkar filan, ne diyorsun, dur çıkaracağım.’ ‘Salak’ diyerek tepkisini ortaya koydu. Koltuğuna yaslandı. Sinirli bir şekilde mısır kovasına avucunu daldırıp, avucunun hacmi kadar mısırı alıp, tek sokuşta ağzına tıkadı. Görülmek istenmeyecek bir manzaraya sebep olmuş, ağzı var olan halinden beş kat daha genişlemiş ve yanakları şişmişti. Jelibonları çıkarıp ona uzatınca, ‘yemeyeceğim, salak, keyfimi kaçırdın hemen ya, illa keyfimi bozacak bir şey yapacaksın değil mi’ diye konuşunca, filmin başladığı gizemli sahneye gözlerimizi dikip, jelibon çıkarma meselesine geçici bir son verdik.
Filmde oynayan başroldeki kadını on yıl evvel oynadığı bir diziden hatırlıyordum. Sinemagraflık yüzü vardı. İnsan tereddütte kalıyordu; gülüyor mu yoksa hüzünlü mü? Psikolojik olarak daha çok canlı bir resim olarak onu hafızama kaydetmiştim. O, oyuncu, bir altmış beş boyunda, geniş kalçalı bir kadın oyuncu. Dizide giydiği dar kıyafetleri de anımsıyorum. Film başlangıcı itibariyle sıkıcı olacağını hissettirirken, parmaklarım arasındaki yumuşak cisim yine gireceği ağzın etrafında dolanıyor. Ayşe bundan rahatsız olabilirdi ancak uzun süre küs kalamıyor. ‘Canımı sıktın salak’ derken, ağzına aldığı jelibonları çiğniyordu. Filmin her geçen saniyesi içimi sıkmaya, ruhumu daraltmaya devam ediyordu. İki jelibon paketini de Ayşe’nin kucağına koyarak, ellerimle sımsıkı bir şekilde oturduğum koltuğun plastik kısmından tutuyordum. Kendimi sıkmıyordum ama bedenim orada kalmak için direniyordu. Aklım çoktan ruhumu da rahatsız etmiş, ‘acaba şimdi ne yapıyor’ diye merak etmeye başlamıştım. Sabah işe gitmeden önce yedi civarı uyanmış olmalıydı. İlk uyandığı anları çok seviyorum. Saçları düz olmasına rağmen, sanki mahmurluk onun saçlarını dalgalandırıyor, hiç olmayan bir toka, saçlarının bir kısmının başının alakasız bir kısmında durmasını sağlıyordu. Gözlerinin esrik yanı, ayrıca kirpiklerindeki karıncalar hazır kıta bekliyorlardı. Adet ettiği üzere uyanır uyanmaz lavaboya giderek ellerini yıkamış olmalıydı. Sırada çişini yapmak vardı. Sonra tekrar ellerini yıkarken, yüzüne de biraz su vuracaktı. Böylece zayıf yanaklarına biraz da olsa fer geliyordu. Klasik giyiminden vazgeçmeyecekti. Havalar biraz serin olduğu için, dar penyesini giyecekti. Küçük göğüslerini ona sıkıntı oluşturmayacak, koluna kendi aldığı İsviçre menşeili saati takacaktı. Güneş gözlüklerine bayılıyordum. Yüzü biraz büyük diye, konserve şişesi tabanı büyüklüğünde camları olan gözlükleri alan kadınlardan değildi. Yüzüne o kadar uyumluydu ki gözlükleri, uyumu beni korkutuyordu. Belki de öğlen arasında onu mutlu edecek bir adamla beraber yemek yiyecek, o adamın saçma esprilerine gülecek ve iş çıkışında adama onu lüks bir restoranda yemek için davet edecekti. Adamı beğendiği için bu daveti kabul edecekti. Adam da karısına yalan söyleyecek, telefonda ‘canım iş arkadaşlarıyla bir toplantıdayız, biraz geç kalabilirim, sen annenlere selam söyle. Sen otur, çıkışta gelip seni alırım oradan’ diyecekti. Beni aldatıyor fikri dahi beni germeye yetmişti. Gerçekten böyle bir şey yapabilir miydi? Düşüncelerim zamanla dağılacağına, aynı noktada birleşiyor ve benim canımı sıkmakla meşguldüler. Emmanuelle Seigner’in Afrika savanalarında güneş ışığının en etkili olduğu zamanlarda sıcak kumların üzerinde dolaşan aslanların baygın bakışı gözlerimin önündeydi. Biri bizimle oyun oynuyordu. Yönetmen Emmanuelle’nin kendisiydi ve yatakta şu an ne yaptığını merak ettiğim kadınla, benim konuşmalarımız devam ediyordu. Duvarda asılı fotoğrafta Che beresi takmış gençlerden biri arkadaşımdı. Fotoğraf siyah beyazdı. Sağ alt köşede bir tarih yazıyor olmalıydı. Yetmişleri zaten kim sevmez ki! Aslında bu fotoğraf renklendirebilirdi ama ben istememiştim. Her sabah yemeyi adet edindiği simidinin susamlarını da sağ elinin işaret parmağıyla tek tek ağzına götürmüş olmalıydı. Hakkını yiyor olmalıyım. Beni aldatmaz, aldatamaz ama benden bir öç alabilirdi. Buna hakkı var. Ayşe’yle geçirdiğimiz vaktin her geçen dakikası şu an itibariyle sıkıntılı olacak. Kendini çoğu zaman kassa da, ben onu arkadan sarmalıyım. Şu an. Gergin ellerim üzerinde rahatlamalı. Şu an. Onu rahatlatabilirim de. Ayşe’nin bunlardan haberi olmamalı. Zevkle sarı koladan yudumluyor. Birazdan ikimizin de midelerinde işkence başlayacak. Film ara verdiğinde sigara içmek için alışveriş merkezinin terasına gideceğiz. Aslında taze demlenmiş çay çok iyi gelebilirdi. Ara verildiğinde terasa gidip, sadece sigara içtik ve Ayşe rahatsız halimi çoktan anladığı için uygun bir dille konuşmak istiyordu.
‘İyi gitmeyebilir, anlıyorum. Biliyorsun, benim içinde boşanmak kolay olmamıştı. Tabi boşanmanı istiyorum tarzı düşünme, sadece böyle bir düşüncen varsa da çok iyi düşün. Hem zaten çok düşündüğünü ben biliyorum. Niye zorlaştırıyorsam ben de, iyisin değil mi?’ İyi olmam için bana şu an tek gerekli şey, onun acımı anlayabilseydi. Ayşe, gökyüzü, uçak, hostesler, yolcular, taksiciler, metrolar, otobüsler, tramvaylar, minibüsler, feribotlar hızla ortadan kaybolmalılar ve onun gelmesi gerekiyordu. Geçenlerde bindiğim minibüsteki iç tasarım dikkatimi çekmişti. Minibüs sahibi vites kolunu daha rahat kullanabilmek için, dirseğinin güç alabileceği yumuşak bir tablayı ön sağ yolcu koltuğuyla şoför koltuğu arasına koymuş, etrafını da düğün salonlarında gelin odasındaki oturakları andıran, parlak kumaşla kaplanmıştı. Rengi niye mavi diye merak ediyordum. Sonra başka bir minibüse binince, bu sefer bordo renkte aynı düzeneği görünce, koltuklara kaplanmış rengin de bordo olduğunu fark ettim. Hatırlıyordum. Diğer minibüste de koltuklara mavi kılıf geçirilmişti. Kılıf. Ne garip bir kelime; insanı bir taraftan da tahrik etmiyor değil! Kılıf. Üzerine geçirilenin sıkıştığı, boğulduğu hissi biraz üzücü. Filmin yatak sahnelerinde Ayşe mısırları daha yavaş yemeye başlıyor. Komiklik filan yaptığı yok, doğal hali. Belki şaşırsa, eliyle yüzünü kapatsa, gözleri de sola sağa çevirip, ‘hayır, ayıp böyle şeyler, görmek istemiyorum’ diyebilirdi. Zaten o ayıp şeyleri yapmıyorlardı. Sadece yatakta uzanmış, konuşuyorlardı. Bazı insanlar sanatlarında kullandığı ögeleri bizzat hayatlarında yaşıyorlar. Böyle bir şeyi herhangi bir film yönetmeninin, senaristin yaşaması gayet doğal ama birebir aynı çekimi, yani sanatçı gerçeği birebir aktarabilir mi eserlerine sorusunu soruyorum. Ayşe mısırlarla debeleniyor. Şimdi bir tanesi daha düştü. Pantolonun üzerinde. Yavaşça yuvarlanıyor. Oysa serbest düşmeyle aşağılara doğru indikçe en yüksek hıza ulaşabilmeliydi. Gitmedi. Daha fazla gitmiyor ve yere de düşmüyor. Ayşe’nin baldırlarını birbirine yapıştırmış gibi oturuyor. Arada ince bir çizgi halinde boşluk var ve mısır tanesi o boşlukta sürtünme sayesinde durabildiği an, artık hür olabilecek. Onu oradan alıp, ağzıma götüreceğim. Ağzıma götüremiyorum. Avuçlarımda dolandırıyorum. Ayşe elimdeki mısır tanesini görünce, neden baldırlarına doğru parmaklarımı uzattığımı anladı. Gayet anlaşılabilir bir şey. Mısır tanesi partiküllerine kadar ayrılıp, sinema salonunu dolduracağı an yaklaşıyordu. Büyük ekranın soluk yüzü bir yana, ışığı yansıtan birkaç metre yukarıda camekanı gayet net gözüken odaya gözümü çevirmiş bakıyordum. Başımda arkaya dönüktü, evet, korkmuyordum. Ayşe’nin biraz sonra huzursuzlanacak ve beni rahat bırakmayıp, sorular soracaktı. ‘O’nu mu düşünüyorsun, düşünüyor olabilirsin, gayet normal ama birkaç saat sonra çekip gideceksin. Bari şu anımızı berbat etme.’ Ederim. Çok pis berbat ederim anları. İyi anlarda insanları üzerim. İnsanların iyi anlarında onları üzerim. Onlar bir türlü beni üzemezler. Niye üzemediklerini hiç bilemezler. Çünkü üzmek istedikleri şeyle çoktan sınandığımı düşünürüm. Yalan, koca bir yalan. Balon gibi, içi hava dolu ve bir anda patlatılınca geriye sadece pörsümüş lateks kalacak. Ona bir gün lateks bir tayt almıştım. Giymek istemiyordu. ‘Parası çok olduğu için’ değil, canı öyle istediği içindi. Zorlamamıştım. Bir gün akşamüzeri eve geldiğimde, dış kapının önünde anahtarımı çıkarırken kapı otomatının açılma sesini duydum. Nadir de olsa alt komşumuz Sevgi Hanım birini görünce kapı otomatına bastığı oluyordu. Başımı yukarı kaldırıp, kimin düğmeye bastığını merak etmeden merdiven basamaklarını çıkarken, akşam yemeği için o gelmeden bir şeyler hazırlayayım düşüncesi içerisindeydim. Bazı akşam vakitleri, özellikle dairenin bulunduğu kata merdiven basamaklardan çıkarken ağzımda taze elma kokusu buluyordum. Onun ağzı da sabahları taze elma kokusunu andıran bir kokuyla dolu oluyordu. Bağırsakları düzgün çalıştığı için yaratıcıya dua edebilirdi. Zaten yemek konusunda çok hassastı. Abur cubur yemekten nefret ediyordu. Küçük bir tabakta olsa mutlaka her öğün yoğurt yiyordu. Taze beyaz soğana bayılıyordu. Ben de onun elmayla karışık soğan kokulu ağzına… Ancak uzun zamandır ağzımda taze elma tadı kalmış Adem değilim. Ne olduğumu ben de bilmiyorum. Ne olduğumu bilmek istiyor olabilirim ama muktedir olmadığımın farkındayım. Coşku yok. Uyanış yok. Her daim kendi içine kapanma ve yok oluşun emareleri var. İşte, karşıda: Dünyanın bütün güzellikleri bir kadının vücudunda toplanıyor ve lateks tayt üzerinde, omuzlarından sarkan, garip bir siyah tişört. Hayır, tişört yok üzerinde, siyah bir askılı body var fakat atkı tarzı bir şey omuzlarını kapatıyor olmalı. Atkı mı? Of, belki fular ya da ipek siyah bir eşarp! Aman, bunların hiçbir önemi yok. O kadar ki güzel ki, beni mutlu etmek için mi giymiş anlamaya çalışıyorum. ‘Öğlen vakti izin alıp, işten ayrıldım. Midem bulanıyordu az. Eve geldim, dinlendim bir saat. Lavaboya gideyim derken, baktım ki hiçbir şeyim yok. Yemek yapayım dedim bari. Evi toparlarken iki ay önce aldığın bu taytı gördüm. Deneyeyim dedim. Giyince aynada kendime baktım. Çok ilginç, belki güzel bile olabilir. Beğendin mi?’ Bana onu beğenip beğenmediğimi söylüyordu. Ben ona bakıyordum. Ani ve şaşkınlık verici bir şeydi. O an anladım ki, dünyada aradığım tek şey oydu. ‘Bayıldım’ dedim. Şaşkınlığım onu da heyecanlandırmıştı. Biraz önce merdiven basamaklarından yorgun ve düşünceli bir şekilde çıkan adam gitmiş, yerine şehvetli bir kaplan doğmuştu. Sadece bunun için aşk tanımı yapılabilir. Filmde, karşımızdaki ekranda adam kadının üzerinde oyalanıyor ve kadın birkaç hiçte inandırıcı gelmeyen ses çıkarıyor. O gün mutfağa kadar kucağımda onu götürürken, ‘dört senede bir defa olmuş bir şey bu, her zaman bekleme, sakin ol ve tadını çıkar’ tarzı kendime telkinlerimi dinleyemeyecek haldeydim. Mutfak gözüme daha güzel gelmeye başlamıştı. Oysa ‘siyah renkte mermer olur mu’ diye kaç defa onunla tartışmıştım. Çamaşır makinesi sekiz kiloluk değil, seksen kil oluktu. İçerisine rahat bir şekilde giremesem de, geniş oluşu benimde içime ferahlık veriyordu. Önce o atkı, fular ya da eşarp olarak kesin bir şekilde tanımlayamadığım cisimden uzaklaşmıştım. Saçlarını açmak ne kadar da kolaydı. Basit bir ip toka. Düz, kahverengi saçları omuzlarına rüzgarla pencere kenarında uçuşan perdeleri andırıyordu. Omzu, kolları açıktı ve siyah body altında bir şey yoktu. Zaten bir beden kendisine dar body giymeyi seviyordu. ‘Eti sıkılaştırıyor’ cevabını verirdi ‘neden böyle giyiyorsun’ diye soranlara. Annesi birkaç defa ‘kızım, yapma canım benim, bak göğüslerin de zarar görür, Allah korusun meme kanseri filan olursun’ demişti. Üstelenmeye gelemiyordu. Canı tüm gergin oluşlarımıza rağmen nasıl da tatlı!
Pürüzsüz bir kıyı taşını andırıyor omuz ov allığı. Tutup, fırlatırsam bir yere, işte o zaman esaretten kurtulacağım. Hayır, boynumu sımsıkı sarıyor ve elma bahçesine dalıyorum. Bir yandan korkuyorum, bahçe sahibi gelip beni kovabilir diye. Hayır, o ağaçlarda benim de hakkım var. Dişliyorum. Dişleri keyif verici, salgın artık salgı olarak kalsa… Dişlerini saran köpüklü suyun damaklarında sığındığı bir deniz kabuğu var. Sert uçları, burun deliklerinin boşluğunda dolaştıkça, kendimi böyle aptal hareketlerden bir türlü kurtaramıyorum. Meme uçlarının burun deliklerimde ne işi var? Gıdıklanıyor göbek deliğinden kenarlara, böbreklere doğru kaydıkça ellerim. Cildini çok seviyorum. Ona kendimi çok defa kanıtladım. Benimle sevişmeyi seviyor. Belki de sadece sırf bu yüzden evli olabiliriz. Kalabiliriz de. Onu düşünüyorum. Şimdi yatağımızda olsaydık, birkaç saat boyunca sadece onunla vakit geçirseydim; bu yolu, zahmeti çekmenin ne anlamı var? Ayşe annesiyle beraber misafirliğe gittiği evin çocuğuyla oyun oynayan çocuk kadar gamsız. Hayır, bu saçma. O çok düşünceli birisi. Film arasında söz verdi; ‘akşam eve gidince sutyeni çıkaracağım ve öyle uyumayı deneyeceğim.’ Denemeli. Tiksiniyorum yavaştan, kendi ellerimden, gözlerimden ve ruhumdan. Ruhumu cezalandırmalıyım. İşte ceza. O yok. Ne yapıyor şimdi acaba. Akşam eve gelince yemeğini yerken televizyon açacak mı? Ben onu çok özledim. Şu an sadece mesaj atabilirim. Aslında telefonla arasam kimsenin umurunda olmaz. Salon boş olduğundan belki sesim daha net ortam içerisinde durabilir. ‘Ne yapıyorsun canım?’ Ona canım diyebilir miyim? Diyebiliyorum, çok defa denedim ve oldu ama o bana böyle kelimeler kullanmıyor. ‘Bir gün sen de…’ diyor. Beni hep o bir güne göre endeksliyor kafasında. Siyah mutfak mermerinin üzerinde otururken, köşeye sıkışmış kedi gibi ürkek bakışları gözümün önünde. Sımsıkı bir yarığın etrafına kümelenmiş, sararmaya yüz tutmuş bir yaprağa benzer kılları var. Okşuyorum. Ellerimle okşuyorum. Başını çıkarıp bakan bir hayvan gayet gururlu bir şekilde ‘devam et’ diyor. Ediyorum. Devam ederken bazı ‘oh’ sesleri arasına ‘ah’ sesleri de karışıyor. Yanlış mı yapıyoruz bir şeyleri? Daha pembe olamazdı buralar. Çiçeğin pembesi gölgede kırmızı bir perdeyi andırıyor. İpek, yumuşacık bir perde ve her okşamamda dalgalanıyor. Dokununca anlayabiliyorum narinliğini. Islattıkça kendi çiçeğini, dilimin bu parlaklığa fayda sağlayabileceği anlar geliyor. Ejderhanın ateş çıkaran ağzı kadar sıcak ve içine çekiyor beni. Herkesin gizli bir köşesi var. Bana bu köşeyi ayırabilirler. Ölü balığın canlandığı yer, o sıcak ve ıslak ağzın derinlikleri. Ölü balığı okşayan ellerin de ‘hayat adil değildir’ dediği anlar gözümün önünden geçiyor. Onun elleri konuşuyor. Geveze elleri var. Keşke biraz da dudakları konuşsa, susmasa, dökse içini bana! Bana haber ver, ne olur bana kendinden haber ver. Ne yapıyorsun şimdi?
Filmin değerlendirmesini kitapçıda yapıyoruz. Elimdeki kitabı alıyor Ayşe, arkasını çevirip ‘yuh, yetmiş lira mı bu kitap’ diyor. Gülümsüyorum. ‘Alıyorum ben bunu’ dedim. Bakışları tekrardan raflar üzerine çevriliyor. ‘Sen bir şey alacak mısın’ diye soruyorum. Cevap vermiyor. ‘Şiir kitaplarına bak’ diyorum. Kendi parasıyla kitap çıkaranlara bir raf ayırmışlar. ‘Ne garip’ diyor, ‘hüzünlü bu kitaplarda, sahipleri gibi ve yalnızlar.’’ Yazmak beni umutsuz kılıyor’ dememin amacını hatırlayamıyorum ama cevaben bana ‘sen hala yazıyor musun, kaç senedir bırakmamış mıydın’ diyor. Haklı. Evlenmeden altı ay önce yazdıklarımın çıktılarını almış, onlarla vakit geçirir olmuştum. İstemediğim her ne kadar cümle varsa, kağıdıyla beraber yanıyor ve sonsuz oluyorlardı. ‘Sonsuz olmak’, sahi ne güzel bir deyim!
Akşam olana kadar beraberiz. Ayşe mutlu değil, o da taklit yapıyor. Ben onu düşünüyorum. Telefon açmaya korkuyorum. Ayşe ‘seni hiç aramadı’ diyor. Haklı, beni hiç aramadı. ‘Sen açsana oğlum, insan karısını aramaz mı, merak etmiştir kadın’ diyor. Haklı, onu ben aramalıyım. Saate bakıyorum, işten daha çıkmamış olmalı. ‘Olsun, ara, saati mi olur eşin telefon açmasının’ diyor. Haklı, telefon çalıyor. Telefon yine çalıyor. Birileri bizden çalıyorlar. Çok şey çalıyorlar. Bir ses: ‘Alo, oğlum sen misin’ diyor. Annesi. ‘Oğlum ben de sabah kaç kere aradım seni, ulaşamadım.’ Uçaktaydım. ‘Hastanedeyiz biz şu an.’ Kötü bir haber. ‘Oğlum, lütfen üzülme.’ Neye üzülmeyeyim? ‘Takdiri ilahi, oluyor böyle şeyler.’ Ne oluyor be kadın, ne? ‘Düşük yaptı kızım, eşin hamileymiş oğlum dört buçuk aylık.’ Duvara çarpmış yanaklarım şoktan tir tir titriyor. Onun yanında yaptığı çorbalardan içerken yanaklarım zevkten titrerken, şimdi şoktan titriyordu. ‘İyi ama şimdi durumu iyi. Bebeği kaybettik lakin müşahede altında kalacak sabaha kadar. Biraz kan kaybetmiş.’ Ayşe meraklı gözlerle bakıyor. Anlıyor kötü bir şeyler olduğunu. Sormaya çekiniyor. O sormadan ben söylemeliyim. ‘Oğlumu kaybettim.’
Tatili erken bitirmek zorunda kaldığım için hiç pişman olmadım ama bir gün bile geçmeden onu ne kadar çok özlediğimi anlamış olması beni de mutlu etmişti. Gece hastaneye vardığımda, annesi refakatçi olarak yanındaydı. Gitmesini istedim. Önce diretse de, kabul etti. Taksi çağırdım. Kendim asla taksiye binmezken, bir aylık vereceğim minibüs parasının yarısını kayın valideme uzatıyordum. ‘Oğlum var ben de para’ demişti ama gurur yapmıştım: ‘ Olur mu annecim, hadi git dinlen, uyu, ben buradayım.’ Refakatçı değişmişti. Nöbetçi hemşireye bunu söylerken mutluydum:’ Ben onun eşiyim.’ Tek başına bir odada yatıyordu. Uyuyordu. Karanlıkta yüzü parıldıyordu. Ay ışığı yastığına doğru kırılarak odaya giriş yaptığı pencereyi de aydınlık yapmıştı. Hastane kokusundan sonra, onun kokusunu alabilmek mükemmel bir histi. Karnına yaslamıştı başımı. Telefona gelen mesajın bildirim sesi başımı kaldırmama sebep olmuştu. Ayşe ‘ay çok rahatladım, iyi ki çıkarmışım sutyeni, sağ ol aklı verdiğin için’ yazmıştı. Onun düşük yaptığını kendisine söylemiştim ama unutmuş olabilir miydi? Göğüslerine dokunmak istiyordum. Elim titriyordu. Sabahleyin oğlumuzu kaybetmiştik. Ağlamaya başlamıştım ancak kendime hakim olamıyordum. Ağlama sesimi duyarlar diye bir an için korktum. Onu çok sevdiğimi söylüyordum. Uyuyordu. Keşke duyabilseydi.
Gözlerimi kapatıp, ıslak yanaklarımı karnında avuturken, içim geçmişti. Oturduğum sandalyeyi yatağın dibine kadar sokuşturup, böylece ona daha yakın olmuştum. Bir şey saçlarım arasında geziniyordu. Başımı kaldırınca karnından, gözleri açık bir şekilde bana baktığını gördüm. Gülüyordu. Endişeli ve uykulu bir halde ona ‘iyi misin canım’ diye sordum. ‘İyiyim’ derken ne tatlı bir gülümsemesi vardı. İyiydi. İyi olmalıydı. ‘Seni, ben seni, seni ben çok seviyorum ama’ derken, sesim titriyordu. ‘Biliyorum yavrum’ derken elleri yanaklarımda dolaşıyordu. ‘Biliyorum, ben de seni çok seviyorum. İyi ki benimsin.’
Mantar panoya astığım araba resmini, çöpe atarken, ‘bebek arabası da neymiş’ diye sayıklıyordum.
YORUMLAR
mesut YİĞİT
AMA BAZEN İNSAN DÜŞÜNEMİYOR