- 765 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Başkaldırı
-‘Kazandım’ dediğin an da aslında kaybetmiştin. Nasıl da mahzun bir hercümerç bu! Kazandım dediğin an, aslında kaybetmiştin. Suçlu muydun? Hayır, suçlu aramıyorduk, yalnızca, yalnızca birazcık insan istiyorduk; insaf!-
Buradaki herkes aynı, herkesin bir suçu var ve herkes de suçsuz hissediyor kendini. İnsanın kendini haklı çıkarma gayreti mi bu? Her şey kötü giderken, iyi olmanın nasıl bir mantıklı yanı olabilir ki? Buradaki herkes suçsuz ve tek suçlu bizi buraya tıkanlar, tıkmak isteyenler. Sormadılar mı ‘neden yaptınız’ diye. Sordular, ancak bu sorgulama rutin bir uygulamadan başka bir şey değildi. Bürokrasi her şeyi kılıfına uydurarak yapmakla yükümlü bir terzi gibiydi. Terzi bize dar bir elbise vermiş, geniş dikmiş, ne fark eder? Hepimizin düştüğü çukur aynı. Burayı asla kötülemeyeceğim. Buraya gelmeden önce hayatımda okuduğum kitap sayısı sadece beşti. O da ilkokul beşinci sınıfa kadar geçen zaman içerisinde. Beşinci sınıftan sonra beni okuldan aldılar. Evlenmem gerekiyormuş on beşinde. On beşinde evlenmem gerektiği için de, daha fazla kitap okumamamı istiyorlardı. Biliyorlar mıydı acaba kitap okudukça, bilinçleneceğimi ve onların istediği zaman da, istedikleri yapmayacağımı? Fakir bir aileydik, babam çiftçiydi. Pek bir şey kazanmıyordu. Nohut ve kabaktan başka toprağa ekilecek mahsulde yoktu. Beni evlendirince birkaç yüz lira cebine girecekti. Girdi de, ama birkaç ayda hepsi bitmişti. Ben de o para gibi, genç yaşta evlenerek bittim, tükendim.
Koğuşun hanımağası olan Seciye Abla bu aralar hasta. Son birkaç aydır koğuş içi o kadar sessiz ki! Seciye Abla’ya hanımağa dememizin sebebi de sert ve gaddar oluşundan olmadı hiç. Geldiğimden beri ona hep saygı duydum. Çünkü saygı duyulacak bir insandı. Her hareketinde ders veriyordu sanki bizlere. Onun mahpusa girme hikayesini ise kimse bilmiyordu. Efsane dolaşırdı kadınlar arasında. Buranın en yaşlı mahkumu oydu. Gardiyanların biri bile onun hakkında şimdiye kadar hiç konuşmamışlardı. Korkuyorlar mıydı, bilemiyorum. Ama benim hikayem saklanacak bir hikaye olmadı hiç. Kim sorduysa anlattım. Anlattıkça kocamdan bir daha, bir kez daha intikam almış gibi oldum. Bunu beni mutlu ediyor her defasında ve burada yaşayabilmem için başka bir mana arayışına girmemi gerektirmiyor.
Bundan on bir yıl öncesiydi. Yirmi bir yaşındaydım. Kazım ile evleneli de yedi yıl olmak üzereydi. Henüz en büyük oğlum Nihat iki yaşındaydı. Kızım ise kundaktaydı. Hayatımın en zor günlerinin başlayacağını bilmediğim bir sonbahardı. Kazım’ın babasından kalma toprağı vardı. Bu toprağı satıp, İstanbul’a gitmek istiyordu. Ne zaman ‘İstanbul’a gideceğim’ dese, korkuyordum. Çünkü bir keresinde ‘boşuna umutlanma, sizi götürmeyeceğim’ demişti. Başka kadınlarla beraber olmak istiyordu. Onun için varlığım ile yokluğum arasında pek bir fark yoktu, ancak sabrediyordum. Bir gece yine kasabanın meyhanesine içmeye gitmişti. Dayıoğluyla beraber saatlerce zıkkımlandığı o gün, aslında benim için hayatımın en zorlu günlerimin başladığı zaman olmuştu. O gün gece yarısına kadar ikisi aynı masada içerken, dayıoğlu Sinan, Kazım’ın satacağı toprak da kendisinin de hakkının olduğunu ve eğer o toprağı satarsa, aldığı paranın yarısının kendisine ait olduğunu söylemiş. Bunu duyunca Kazım, delirircesine etrafı birbirine katmış. Dayıoğlu Sinan da yangına körükle gidince, olan olmuş ve Kazım dede yadigârı bıçak ile dayıoğlu Sinan’ı karnından bıçaklamış.
Mahkemeye çıkardılar. Babama telefon açtım, fakat gelemeyeceklerini, artık benim kocamın malı olduğumu ve o ne derse, ona göre hareket etmemi söylediler. Telefonda baya bir akıl verdi. Dumura uğramıştım resmen. Babam kısaca diyordu ki:’ Kocan mahpusa da girse, buraya gelme. Ne yaparsan yap!’ diyordu. O içeri girince, yemedim ona yedirdim. Bir eksiği olmasın diye sağda solda nerede iş bulursam çalıştım. Bir gün zengin bir kokananın evinde temizlik yaparken, diğer gün çocuk bakıyordum. Kendi çocuklarıma bakamaz haldeydim. Bunları neden yapıyordum diye sorduğum oluyordu. Aynanın karşısına geçip, tüm günün yorgunluğunu iyice hissedip, aynada yansıyan aksime soruyordum:’ Niye?’
Hapishaneden çıkmıştı. İlk ay mutlu gibiydim. 8 yıl sonrası her şeyin farklı olabileceğini düşünüyordum. En azından beni özlemiş olma olasılığı vardı. Sahiden özlemiş olabilir miydi? Yine ben çalışıyordum. Tarladaki işleri yapabilecek kadar hazır değilim diyordu ve her gece sabahleyin o kadar çalışmışta olsam, yatakta benimle sevişmesine karşı çıkmıyordum. Herhalde onun zevk almasını sağlamayı düşünüyordum. Şimdi düşünüyorum da ne kadar da aptalmışım. Onun için lanet olası bir hizmetçiden başka neydim ki?
İkinci ay olmuştu. Mahpustan çıktığında beri hâlâ çalışmıyordu ve benden gelecek parayı bekliyordu. Bir gün ben işten geldikten sonra, evde genç bir kızla karşılaştım. Şaşırdım. Karşımda genç ve ürkek bir kız bana bakıyordu. Salonda oturmuş, birasını yudumluyordu. Beni görünce birden şaşırmıştı. Sonra içtiğinin de etkisiyle cesaretlendiği için, ayağa kalkıp ‘hır gür istemem ha’ diyebilmişti. Zavallı kızın hiçbir günahı yoktu, ama ben onu evde gördükçe sinirim tepeme çıkıyordu. Kumayı getirdikten sonra çalışmaya başladı. Sanırım birkaç eski dostundan duydukları karşısında gurur etmişti işi, gücü. ‘Bu zamandan sonra Kazım karı parası yiyor ha, vay pezevenk’ diye aldığı duyumlar, kıçını kaldırıp, işine gücüne bakmasını sağlamıştı. Ancak onun çalışıp, çalışmamasından daha da öte, evdeki kumaya dayanamayışımdı. Artık temizliğe veya çocuk bakmaya da gitmiyordum. Evimdeydim. ‘Üç kuruş para getirmek için saatlerce çalışma’ demişti Kazım. Bana değer mi vermeye çalışıyor diye merak etmiştim, ancak yine gururundan başka bir şey değildi. ‘Karı parası yiyor göthoşaf’, ‘Avradın parası, kâfirin zulmünden beterdir’ gibi sözler karşısında çalışmamı istemiyordu. Ancak bu sefer evdeki durum iyice kötüleşmeye başlamıştı. Kumaya acıyordum, ama bir yandan da o kadar nefret ediyordum ki ondan. Bir gün ‘ya çek git, ya da kötü olacak işin sonu’ diye tehdit etmiştim. Korkudan o gün pılını pırtısını toplayıp kaçtı. Akıllı kızdı, bu gavurun elinde benim halimi gördüğü içinde sözümü ikiletmedi. Ancak akşam Kazım ebe geldiğinde, kızın gittiğini görünce delirdi. Eşek sudan gelinceye kadar dövdü. Öyle ki, artık dövmekten yorulmuştu ki, birkaç ağır küfür de edip, meyhaneye gitti. Dayaktan yüksünmüyordum. Töreye karşı, adetlere karşı ters hareket eden ben olduğum için, Kazım haklıydı.
Pek bir zaman geçmemişti ki, bu sefer kasabanın sağlık ocağındaki hemşireyi eve getirmeye başladı. Kazım kumayı kovduğum için kızgındı bana ve bu kızgınlığını, nefretini her gece hemşireyi eve getirerek sürdürdü. Benim yatağımda beraber yatıyorlar, sevişiyorlar, sabahlara kadar içiyorlardı. Gıkımı çıkarırsam dövüleceğimi biliyordum. Çaresizdim. Yine bir gün hemşireyle beraber âlem yapmışlardı. Onların pis bardaklarını, şişelerini ben topluyordum, temizliyordum. Mezelerini bile hazırlıyordum. Çünkü konuşursam, biliyordum ki yine ağzımı burnumu dümdüz edecek! Hemşire sarhoş haliyle evine gitmişti. O gece de ‘yeter, bu rezilliğe katlanamıyorum’ diye bağırıp, çağırmıştım. İçtikleri bardakları yere fırlatıp, kırmıştım. Ancak bu yaptıklarımın hiçbiri benim için iyi olmuyordu. Kazım yorulana kadar yine dövmüştü. Hatta bir ara başımdan tutup, taş zemine kafamı vurduğunu bile hatırlıyorum. Kırık cam parçalarından biri elmacık kemiğime doğru saplanmıştı. Ben yerde kan revan içinde yatarken, vücudumun her bir yanı çürük ve morlukla doluyken, Kazım yatakta sızmış bir haldeydi. Horultuyla karışık, nefesini duyuyordum. Beynimin içinde sinekler vızıldıyorlardı. Kendime kızıyordum, kendime hatırı sayılır bir dayak atmanın sıra ben de olduğunu fark etmiştim bir an için. Yıllarca beraber olduğum, onu sevip, saydığım, kocam dediğim adam yatakta sızmış bir haldeydi ve beni bu hale o getirmişti. İçimdeki boşluğu tarif etmekte güçlük çekiyordum.
Yavaşça mutfak tezgâhına tutunup ayağa kalktım. O an sanki bir hafta, bir ay gibiydi. Geçmiyordu zaman. Yavaşça doğrulmalarım sonrası, kurumuş kanı hissediyordum avucumda. Yanağımdan akan kanın durması için avucumu bastırmıştım. Ağır adımlarla evden çıkarken, bu sefer hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordum. Yavaş yürüyordum, fakat kararlıydım. Odunluğa geldiğinde, yerde duran baltaya baktım. Dünya o kadar küçük gelmişti ki o an. İşte o an dedim, artık ben değil, başkaları düşünsün, başkaları artık karar vermek zorunda kalsın. Çünkü dayanacak gücüm kalmamıştı!
Eve döndüğümde daha huzurluydum. Odanın içinden Kazım’ın horultusunun sesi geliyordu. Yüz üstü uzandığı yatak da o kadar acizdi ki! Her şey güzel olacaktı. Hiçbir zafer kansız kazanılmamıştı, bunu hapishaneye girdiğimden beri, okuduğum kitaplardan öğreniyorum. Evet, zaferim kansız olmayacaktı. Balta boşlukta yükselirken, çelik kısmı parlıyordu. Bir anda boşluktan inen balta, Kazım’ın, yani kocamın ense köküne inmişti. Ben yapmamış gibiydim, her şey kendiliğinden oluyordu. Yan odaya geçip, üç çocuğumu da kaldırdım. En büyük oğlum Nihat’a bakıyordum. Kızım ağlamak istiyordu sanki. Küçük oğlum Alperen ‘babama ne oldu anne’ diye şaşkın şaşkın gözlerini ovalıyordu. ‘Onu öldürdüm’ diyebildim sadece, artık babaları yaşamıyordu.
Seciye ablaya ağrı kesici verdiler. Başına sardığı yazmayı arka taraftan daha da çok sıktı az önce. İyi ki böyle biri var koğuşta, yoksa böyle bir düzenimizin olacağına inanmıyorum. Geçenlerde koğuşa gelen yeni kız, Zehra’yı koruması, kollayışı dillere destan zaten. Müdür pezevengi Zehra’yı odasına çağırmıştı ilk geldiği günlerde. Bizim hiç aklımıza gelmedi tabi, orada kızın ırzına geçmeyi düşünüyormuş şerefsiz. Zehra koğuşa geldiğinde gözleri ağlamaktan kızarmış bir haldeydi. ‘Ne oldu’ diye sordu Seciye abla. Koğuşa girer girmez, babasını öldürmekten suç yemiş Hatice Zehra’nın kolunun altına girdiği gibi, yatağına götürdü. Zehra avuçlarını sıkıyordu. Hatice merak etmişti, zorla Zehra’nın avuçlarını açtığında, acı gerçekle karşılaşmıştık. Avuçları kanlıydı. Zehra bakireydi ve müdür onun ırzına geçmişti. Seciye Abla bunu öğrendikten sonra müdürün odasına gitmek için gardiyana seslenmişti. O günden sonra bir ay Seciye ablayı göremedik. Çünkü müdür odasına gitme sebebi, onu öldürmekten başka bir şey değildi. Onu öldürdüğü içinde bir ay hücrede kalmıştı. Bu fena hastalığı da zaten orada kapmıştı ve hâlâ etkisinden kurtulmuş değil.
Öksürüyor arada Seciye abla. Düşünüyorum arada, insan beraber yaşadığı birini neden öldürür ki? Böyle saçma bir soruyu kendi kendime neden soruyorum ki? Aynı yatağı paylaştığım, çocuklarını doğurduğum, saçımı süpürge ettiğim adamı öldürmüştüm. Hem de o kadar rahat ve pişmanlık duymadan… Bir hafta önce bir haber dergisinden röportaj yapmaya gelmişlerdi. Şimdi o röportaj da elimde. Birkaç kişiyle röportaj yaptılar ve en başta yazılan olay, benim anlattıklarım. Başlığı da ‘kadınların başkaldırısı’ olarak yazmışlar. Sahi baş mı kaldırmıştık? Komik! Şöyle geçiyor dergide:
‘Fare kapana kısıldığında… Uzmanlar katil kadınların çoğunun ortak bir senaryoyu paylaştığını söylüyorlardı. Tıpkı ‘çaresizlik bütün kötülüklerin anasıdır’ şeklinde meşhur Fransız atasözünde olduğu gibi, Türkiye’de de erkekler maço, toplum ve din de kadını yok sayar oldukça, kız çocukları da doğumlarından itibaren bir çaresizliğin içine adım atıyorlardı. Büyümenin, bu gerçeğin farkına varmaktan başka bir anlamı yoktu. Bu koşullarda baba evinde başlatan toplu yılgınlığın tek çözümü evlenmek, o evden bir başka eve kaçmak olduğunu düşünüyorlardı. Ancak paylaşılan senaryoda koca evi genellikle kötünün de kötüsü olmaktaydı. Araştırmaya katılan kadınların hemen hepsi köy kökenliydi. Yüzde 80’i 1-15 çocuklu aileden gelmişlerdi. Yüzde 87’si ekonomik olarak eşlerine bağımlıydılar…’
810/7034 bendim. Daha fazla dayanamadım dergiyi okumaya. Küçük bir valizimin içinde sakladığım, 16 Aralık 1987 tarihli gazete kupüründe yazıyordu kahramanlığım. Dergide eleştirmekten işin sosyolojik yapısını incelemekten başka bir şey yapmamışlar. Alt kültürün adı şiddeti yıllarca süre gelip, kanıksanmamış mı zaten?
Seciye ablaya ıhlamur yapayım bende. Öksürükten bitap düşecek yoksa. Bir gün daha bitiyor. İçim rahat ve huzurluyum. Ara sıra çocuklarımı özlesem de, artık eskisi gibi değil hiçbir şey. Dövülmemekten, vücuduma her bakışta çürük olduğunu görmekten kurtuldum.
-Son-