- 1271 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kışın Ağlamaya Başlardı Mevsimler
Kışın Ağlamaya Başlardı Mevsimler
Ağlamaya başlardı bulutlar. Hem öyle bir ağlama ki gökyüzü adeta kendini yırtardı ve yırtmaya meyilli bir insandı görünümündeydi her daim.
Bir çocuk üşüyordu dışarıda. Tir tir titriyordu. Ve zaman durmuştu sanki. Ne zamanın faydası vardı ne de insanın. Her şey donmuştu. Hiçbir şeyden medet umulmuyordu artık. İnsan yine ayıbını yapmıştı. Bu ayıbı kapatmak isteyen kar taneleri adeta çırpınıyor lakin onun da yapacağı bir şey yoktu. O da çaresizdi, o da kimsesizdi.
Çocuk ağlıyordu, çocuk üşüyordu. Yalnızdı. Üşüyordu. Ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Çocuk nasıl üşüyorsa zamanda öyle üşüyordu. İnsanın nasıl şefkati bitmiş ise zamanında öyle şefkati bitmişti. Ölmüştü artık. Konuşacak, söyleyecek hiçbir şey kalmamıştı. Her şeyin ruhu çekilmiş ve kefenlerine sarınıp kabirlerine göçmüşlerdi bu akşam.
Çocuk ağlıyordu. Donuyordu soğuktan. Ortada yardım elini uzatacak hiç kimse yoktu bu kış gününde. Ona elini uzatan ve bütün şefkatsizliği şefkate çevirecek biri yoktu. Sırtını duvara verdi ağlayarak. Titreyerek duvara sarıldı onun korumasına muhtaç olduğunu belirterek. Lakin duvar soğuktu, duvarına kalbi kalmamıştı, duvar ondan önce ölmüştü. Etrafına baktı üzgün bir ifadeyle. Ama ortada hiç kimse yoktu. O ağlıyordu. Hüngür hüngür ağlıyordu. Tıpkı kapkara olmuş bulutlarına yüreklerinden akan damlalar gibi seller oluşturarak döküyordu yere gözyaşlarını.
Duvarına dibinden kalktı. Daha güvenli bir yere ulaşmak için minicik adımlarıyla sokağın ortasına kendini attı. Birkaç adım atar atmaz sertçe tokadını vurdu rüzgar uğuldayarak. Önce gözlerine dokundu, burnundan içeri girerek buz gibi hava bütün ruhuna doldurdu. Ardından içinden çıkıp karşısına geçti ve bütün gücüyle sillesini yapıştırdı yanaklarına. İki yanağı da kıpkırmızı olmuştu. İki yanağında da yediği dayağın izi vardı. İki yanağında da bitmiş olan merhametin, yitirilmiş olan şefkatin, yok olmuş rahmetin izi görünüyordu.
Bir umut içindi, bir ümit içindi her şey. Hızlı yürüyordu minicik adımlarıyla. Belki de bir yerlerde hala bitmemiş bir şefkat, yitirilmemiş bir merhamet vardı. Bu bir insan olabilir, bir hayvan olabilir ve kimsesiz boş bir harabe olabilirdi. Ve o yürürken arkasından bağırarak ‘ merhaba küçük ne arıyorsun buralarda, niçin böyle üşümek zorunda kaldın’ diyebilecekti. Sonra o da anlatmaya başlayacak, amcaya dayıya başından geçen her şeyi bir bir anlatacaktı. Anlattıkça ağlayacaktı, ağladıkça da anlatacaktı. İşte o zaman belki saatin ufacık, küçücük bir köşesinde şefkat pıtırcıkları, acıma duyguları alevlenecekti.
Yürüdükçe yürüdü. Gittikçe gitti bu soğuk geceden sonsuzluğa gider gibi. Durmadan, dinlenmeden zamanın bütün acımasızlığına, gaddarlığına ve merhametsiz, iş bilmez tavrı karşı yürüdü. En sonunda boş bir merdiven altı buldu ufacık bedenine. Oraya sığındı, oraya yüreğini verdi. Orayı kendisine mesken yapıp yurt etti.
Ne yapacağını bilemez haldeydi yavrucak. Nereye gideceğini bilemez durumdaydı. Ve bir çocuk ne yapabilirdi ki bu gece de, bu hava da. Kime nasıl karşı koyabilirdi. Başından geçenleri anımsıyordu. Olanları hatırlamaya çalışıyordu. Üvey babasını çok iyi biri olduğuna inanmıştı önceleri. Ama hiç öyle olmamıştı. En sonunda üvey babası onu evden atarken ‘ defol eşek oğlu eşek sen benim oğlum değilsin.’ derken acaba annesi niye hiç sesini çıkarmamıştı. Onu böylece dışarı bırakmak, dışarı atmak bu kadar kolay mıydı? Annesinin hiç acıma duygusu kalmamış mıydı? Yoksa ‘ ya ben ya da çocuğun’ diyen kocasını dinleyip kendi hayatı için çocuğunu mu feda etmişti. Ölüm, yokluk, açlık bir araya geldiğinde insan evladından da vazgeçecek duruma mı geliyordu. Bir anne bu kadar şefkatsiz, merhametsiz davranabilir miydi?
Ağlıyordu, titriyordu. Annesi hiç aklından çıkmıyordu. Akan burnunu koluyla silerken gözyaşları yağmur gibi düşüyordu. Çaresiz, kimsesizdi. Çare kalmamıştı sanki onun için. Uykusu vardi fakat soğuktan yumulan gözleri büyük bir ejderha görmüş gibi tekrar açılıyor gözkapaklarının kapanmasına fırsat vermiyordu.
Az gelip sığındığı bu merdivenin altında büyükçe bir naylon bulunuyordu. Sert bir muşambaydı. Ufacık elleriyle naylonu çekmeye çalıştı. Tam başaramazsa da naylonu biraz çekip bir köşesini kaldırdı. İçine büzülerek kendisini soktu. Kaldırdığı köşesini sırtına iyice sardı. Ayaklarını karnına çekerek kendisini topladı ve öylece uykuya kaldı. Uykusunda annesini görmüştü. Annesi bir yandan ağlıyor bir yandan da ona ‘git, Allah yardım eder’ diyordu. O da ağlayarak ‘anne, anne’ diye bağırıyordu. Üvey babasının kapıyı sertçe kapatıp sokakta yalnız başına kaldığını görüyordu.
Sonra yürürken birden karşısına bir adamın çıktığını gördü. Adam ona ‘ ne yapıyorsun bu kış kıyamette dışarda çocuk’ demişti.
O da ağlamaklı bir sesle ‘ babam beni evden kovdu amca’ demişti.
Adam çocuğun yüzüne baktı. Ağlamaktan takatsiz düşmüştü. Gözlerindeki fer iyice kaybolmuş bir dünya yükün altına girmişti sanki. Adamın önünde dururken birden bayılıp yere düşmüştü.
Eve doğru giderken adam çocuğa ‘üvey baban seni niye istemedi’ diye sordu. Çocuk ‘o benim oğlum değil, onu istemiyorum’ diye yanıt verdi adama.
Adam gene düşündü. Acaba bu dünya da sadece kendi sevdiklerimizi mi korumalıyız. Onları mı gözetlemeliyiz, onlarla kan bağımız olması mı lazım diyordu kendine. Bir çocuk insanın öz oğlu olmasa da yardım etmek gerekmez mi? Hele hele eşinin çocuğuysa senin çocuğundur. İnsanlar niçin bu kadar vicdansız oluyor. Şefkat ve merhamet acaba hangi yol ağzında kaldı. Üvey babası kendi çocuğunun başkasının elinde bu hale düşmesine razı olur muydu ki bu yavrucağı bu hale soktu. Derin düşünceler içinde dalıp giderken çocukla beraber evinin önüne gelmişti. Anahtarı kapının kilidine soktu iki defa çevirdikten sonra kapı kolunu aşağı indirip kapıyı açtı ve içeri girdiler. Önce kendi ayakkabılarını çıkardı. Sonra da çocuğun ayakkabısını çıkarmasına yardım etti. Çocuğun elinden tutup evin salonuna geçip oturdular.
Yavrucak bir anda mutlu olmuş bir edayla gülümsedi. Kapıdan girdiği anda üşümüş olan yüzünü sımsıcak bir hava okşadı. Elinden tutup onu evine getiren amcanın ne kadar da iyi olduğunu düşündü. Belki onu bir daha kimse sokağa atmayacak, bu yaşlı adamla beraber mutlu bir şekilde yaşayacaktı. Onun torunu olup onun bütün sevgisini alacak ve oda dedesini mutlu edecekti. Evin içinde yürürken her şeye dikkat ediyordu. Üvey babasının bile evi bu kadar güzel değildi. Bir sürü vazo vardı. Vazolarda her renkten çiçek bulunuyordu. ‘Ev saray gibi’ diye mırıldandı. Her eşyanın biraz fazlası vardı. Her eşyanın belki çok fazlası vardı. Küçük çocuk yaşlı adamın yanına utangaç adımlarla yaklaşıp kısık bir ses tonuyla ‘acıktım’ diyebildi.
Yaşlı adam mutfağa gidip dolaptan bir şeyler çıkardı, tepsinin üzerine koydu. Sonra da yer sofrasını kurup tepsiyi sofraya bıraktı.
Yaşlı adam kahvaltılık bir şeyler hazırlamıştı. Çayını da zaten demlemiş sonra da sıcak olan sobanın üstüne koyup dışarı çıkmıştı ekmek almak için. Ekmek alıp eve dönüş yolundayken bu yavrucağa rastlamış onu da kendisiyle beraber getirmişti. İçeri girerken elindeki ekmeği salonda bulunan sehpanın üzerine koymuş sonra da çocuğun ‘acıktım’ demesiyle gelip sofrayı hazırlamıştı.
Adam salona gelip sehpanın üzerinden ekmekleri aldı. Sonra çocuğun elinden tutup ‘hadi yemek yiyelim’ diyerek beraberce sofraya oturdular. Küçük çocuk yemeğini yerken yaşlı adam ona bakıyor sanki bütün yakınlarını kaybetmenin kederiyle onu izliyordu. Çocuğu izlerken ona ‘ yemeğini ye sana bir şeyler göstereceğim’ dedi.
Çocuk yemeğini öyle bir istek ve iştahla yiyordu ki sanki kırk gündür açtı ve açıktaydı. Yaşlı adam çocuk yemeğini yerken dalmış ona bakıyordu. Bir insanın nasıl bu cani olabileceğini düşündü bir an. Onun çocuğu olsaydı halbuki ne kadar da güzel olacaktı. Ama onun çocuğu değildi ve oda yaşlıydı. İstese de artık çocuk sahibi olamazdı. Bu düşünceler içinde dalmışken çocuğun ‘doydum’ dediğini duydu. Küçük çocuk yemeğini yemiş dalmış olan yaşlı adama bakarak söylemişti ve yaşlı adamda daldığı kuyudan o sesle çıkmıştı.
Çocuğun yemesini bitirmesinin ardından yaşlı adam sofrayı kaldırdı. Sonra çocuğun yanına gelerek ‘hadi, şimdi de seninle bir yere gideceğiz’ dedi. Çocuğun elinden tutarak evin arka tarafına gitti. Arka bahçeye açılan kapının kilidini bir defa çevirip kapıyı açtı. Kapıyı açtığında muhteşem bir manzarayla karşılaşmıştı. Küçük çocuk şimdi anlamıştı evdeki rengarenk çiçeklerin nereden geldiğini. Muhteşem bir manzaraydı. Her renkten çiçek vardı. Yeşil, sarı, mor, mavi, kırmızı, beyaz… bu kadar güzel bir manzara bu kışta bu kıyamette nasıl var olabilirdi. Bu muhteşem çiçekler nasıl da bu soğukta ölmeden duruyordu. Tabi çocuk bunları düşünebilecek yaşta değildi. Sadece gözleri renkli ve muhteşem çiçeklere takılmıştı. Onları hayretle seyrediyordu. Çiçeklerin gözleriyle onun gözleri birbirine denk gelmiş ve bütünleşmiş gibi dalmıştı.
Bahçede yürürken elleriyle onlara dokunuyor, onları kokluyor hayretle seyrediyordu. Çiçeklerin arasındayken başını havaya kaldırarak asumana baktı. Hayret! Dışarıda kar yağıyordu. Fakat bu çiçeklerin üzerine tek bir kar tanesi düşmüyordu. Sanki görünmez bir duvarla çiçekler dışarıdan gelen her türlü etkiye karşı korunuyordu.
Yaşlı adam çocuğun yanına gelerek kulağına eğildi: ‘ istediğin çiçeği alabilirsin’ dedi. Küçük çocuk sevinçle ‘ sahiden mi?’ dedi. Yaşlı adam evet anlamında başını salladı.
Küçük çocuk: ‘çok güzel bir çiçek bulacağım ve anneme götüreceğim’ dedi. Annesi çiçekleri çok severdi. Aslında bütün kadınlar çiçekleri çok severdi. Onların kalplerindeki tohumları birer filize ve filizleri de birer fidana dönüştürecek bir araçtı çiçekler. Tabi küçük çocuk bunları bilmiyordu. Tek bildiği şey annesine olan sevgisiydi. Ona görünmez bir bağla bağlıydı. Baktığı her yerde annesini görüyordu. Annesini görmek istiyordu.
Çocuk bahçenin içinde dolaşıp durdu en güzel çiçeği bulmak için. Bulup da annesine götürmek için. Sonunda buldu aradığı çiçeği. Diğer çiçeklerin arasına sıkışmış bir çiçek bu. Zar zor görünüyordu. Sanki perdenin ardından gözlerinin kırpıp perdeyi çek de beni gör diyen bir bahar nazlısının gözleriydi bunlar. Çiçeği yerinden aldıktan sonra farkına vardı. Aslında yanında duran çiçeklerin parlaması da onun sayesindeymiş meğer. Onu oradan alınca diğer çiçeklerin bütün canlılığı ve güzelliği ortadan kayboluverdi bir anda.
Çiçeği kopardıktan nedense yaşlı adama dönüp ‘amca bu çiçek olur mu’ dedi. Yaşlı adam ‘tabi yavrum, istediğini alabilirsin’ dedi. Çocuk elindeki çiçeği adama uzatarak ‘o zaman bu olsun’ dedi.
Baktığı çiçek gözlerini kamaştırmıştı. İnanamamıştı yavrucak bu çiçeği bulduğuna. Annesinin dediğine göre böyle bir çiçek yoktu. Böyle çiçekler dünya da olamazdı. Çünkü bu çiçekler elmas, yakut, zümrüt gibi madenlerden yapılmaydı. Çok güzeldi. Çok güzel parlıyordu. İnsanın gözlerini kamaştırıyordu. İnsan kendini bakmaktan alamıyordu.
Küçük çocuk amca: ‘bu çiçek gerçek mi?’ dedi.
Yaşlı adam: ‘tabi oğlum, bak elinde duruyor’ dedi.
Küçük çocuk: ‘ ama annem bana dünya da böyle şeylerin olmadığını söylemişti’ dedi.
Yaşlı adam: ‘Annen bunu görmemiş o zaman, sende bunu annene gösterip ona var olduğunu kanıtlarsın’ dedi.
Küçük çocuk: ‘gerçekten amca bunu anneme götüreyim mi?’ dedi bir kez daha.
Yaşlı adam: ‘tabi oğlum, o çiçek artık senin’ dedi yineleyerek.
Küçük çocuk sevinçten havalara uçmuştu. Yaşlı amcaya diyecek hiçbir şeyi yoktu. Zaten olsa da bu heyecanla unuturdu söyleyeceklerini. Onun için sadece gülümsedi. Ufak bir tebessüm kondurdu dudaklarına. Sevinçten al al olmuş yanaklarındaki gamzeler iyice belirginleşmişti. Bir süre sonra bir şey hatırlamış gibi başını kaldırıp yaşlı adama teşekkür etti.
Küçük çocuk sanki kimse duymasın diye kısık bir sesle adamın kulağına ‘biliyor musun amca benim annem bu çiçekten daha da güzeldir’ deyiverdi. Bunun üzerine yaşlı adam hüzünlenmişti. Çocuğun gözlerinin içine bakıp ‘biliyorum evladım bütün anneler birer çiçektir ve hepsi çiçeklerden de daha güzeldir’ dedi . Daha sonra çocuğa sarılıp gözlerinden iki yaş damla düşüverdi yere. İki yanağından öptü. Öyle güzel öptü ki çocuğu sanki bütün dünya o iki busenin içinde saklı gibiydi. Sanki bütün dünya o buselerin üzerine kurulu gibiydi. Çocuğa sımsıkı sarılmıştı. Onu bir daha hiç bırakmak istemiyor kenetlemişti kollarının minik yavrunun ufacık bedenine.
Biraz sonra çocuğu kenetleyen kolları gevşedi ve çocuktan ayrıldı. Sonra iki elinden tutarak ‘istersen seni evine ben götüreyim’ dedi. Küçük çocuk ‘evet’ amca dedi gözlerini yere indirerek. Yaşlı adam çocuğun çenesinden tutup kafasını yukarı kaldırarak ‘ne oldu’ dedi. Küçük çocuk ‘şey, amca ben evin nerede olduğunu bilmiyorum ki’ deyiverdi.
Yaşlı adam gülümseyerek ‘bir şey olmaz evini araştırırız. Yerini öğrenene kadar sende burada bana arkadaş olursun’ dedi. Küçük çocuk ‘ ama amca çiçek’ deyiverdi. Fakat adam çocuğun başını okşayarak ‘çiçek sende kalsın, ne zaman evine gidersen o zaman annene verirsin’ dedi.
Küçük çocuk utangaç bir edayla ‘tamam’ dedi. Sonra beraber salona geçtiler. Adam çocuğu bir kanepeye oturtup ‘başka bir isteğin daha var mı?’ dedi. Çocuk ‘yok’ dedi.
Küçük çocuk bir yandan elindeki çiçeğe bakarken diğer taraftan annesini düşünüyordu. Annesi onun her şeyiydi. Eve döndüğünde acaba annesi bir daha üvey babasına uyup onu sokaklara geri gönderecek miydi? Yoksa pişman olmuşta onu ilk gördüğü yerde bağrına basıp, koklayıp öpecek miydi? Küçük çocuk bu düşüncelerin içinde kafasını dolaştırırken yaşlı adam içeri girdi. Sıkıca giyinmişti. Eldivenlerini takmıştı, beresini kafasına geçirmişti. Küçük çocuğa bakıp ‘Hadi çıkalım. Biraz evini arayalım. Belki evinin nerede olduğunu hatırlarsın. Hatırlarsan eğer beraberce annene gideriz sende çiçeğini verirsin ona’ dedi. Çocuk sevinçle çiçeğine baktı. Gülümseyerek ‘hadi amca’ dedi.
Yaşlı adam evinde torunları için bulundurduğu sıcak, kışlık giyeceklerden birkaçını çocuğun sırtına geçirdi. Çocuğun ayakkabılarını giydirdi. Sonra da ‘hadi gidiyoruz’ diyerek ellerinden tuttu ve evden kendilerini dışarıya attılar.
Kapıdan çıktıklarında nereye gideceklerini bilmiyorlardı. Lakin bütün bunlara rağmen çocuk çok sevinçliydi. Çünkü bugün bulamasa bile yarın bulabilirdi annesini. Önünde sonunda annesine kavuşacağı günün umudu içinde dolaşıyordu. Zira umut insanın her şeyiydi. Umut edilmeden bu dünya da yaşanılmıyordu. Dünya umut ve sabrın üzerine kurulmuştu. Eğer umut ediyorsan sabretmek de zorundaydın. Sabrın belki farkında değildi ama attığı her adımın onu annesine götürecek bir basamak olduğunu biliyordu. Her adımda annesine biraz daha yaklaşıyordu. Her adımda onun kokusunu biraz daha içine çekiyordu. Her adımda yüreği sevince boğan bir mutluluk hissediyordu.
Bu düşünceler içinde yoğrulup giderken önlerine bir kalabalık çıktı. Yaşlı adam çocuğa dönüp baktığında çocuğun gülümsediğini fark etti. Sanki önüne tanıdığı, sevdiği biri çıkmış gibi ona gülümsemişti. ‘İşte ben buradayım’ der gibi bir hali vardı çocuğun. Tabi ne o çocuğun elini bıraktı ne de çocuk duyduğu bu mutluluk karşısında adamın elini bırakıp gitmişti. Sadece gülümsemişti. İçten bir gülümseyiş. Tarifi imkansız bir mutluluk yapışıp kalmıştı minik dudaklarına. Bu mutluluk hiç tükenmiyor, bitmiyor gibi gözüküyordu.
Biraz sonra önlerine çıkan kalabalığın yanına varmışlardı. Yaşlı adam kalabalığın ne yaptığını çok merak etmişti. Lakin ortada tuhaf bir şey vardı. Onlar herkes görüyor olmalarına rağmen hiç kimse onları görmüyordu. İnsanlar koşuşturuyor, bir yerlere gidip geliyorlardı. Birbirlerine bağırıp ‘yolu açın, alanı genişletin’ diye bağırmalarına rağmen onlara kimse bir şey demiyordu. Halbuki yaşlı adam ile küçük çocuk tam yolun ortasında duruyordu. Arabaların ve insanların koşturduğu yolun tamda ortasında. Ama kimse onlara tek bir kelime bile söylemiyordu. Sanki başka bir dünyadan gelmişlerde görünmez olmuşlardı. Madem görünmez olmuşlardı o zaman niye onlar bütün olanları seyrediyordu da diğerleri onları göremiyordu. Küçük çocuk belki bunun tam olarak idrak edemiyordu fakat yaşlı adam bunun iyice farkındaydı. Ama yine elinden bir şey gelmiyordu. Öylece olanları seyretmekten başka çareleri kalmamıştı. Yolun ortasında ikisi de dikelip olanlara bakıyor, koşturan insanları seyrediyordu.
Az sonra polis arabasının sesi geldi kulaklarına. Polisler sokağın köşesini döndükten sonra gelip tam önlerinde durdular. Önlerinde durdular durmasına da yine kimseden çıt çıkmamıştı. Arabadan inen polisler yanlarından geçerek kalabalığı açıp ön tarafa geçtiler. Polislerin kalabalığı yarıp öne geçmesini fırsat bilen yaşlık adam küçük çocuğun ellerinden çekerek kalabalığın içine karıştı. Polislerden biri yerde naylonun içinde yapıp birbirine sarılmış olan yaşlı adam ve küçük çocuğa bakarak ‘onları tanıyan birilerini buldunuz mu?’ dedi. ‘Hayır’ diye bir cevap geldi arkadaki polislerin birinden. ‘Toplananlardan tanıyan biri var mı?’ diye sordu sonra. Yine aynı ses aynı cevabı verdi ‘hayır’ efendim diyerek.
Herkes susmuştu. Dünya susmuştu. Hiçbir şeyden tek bir cılız ses dahi çıkmıyordu. Ölmüştü gece, ölmüştü dünya, ölmüştü insanlık. Tabi yaşanılası olan hayatta ölmüştü. Bir naylonun altında ölmüştü merhamet. Saklanarak, görünmeden, gecenin bütün hainliğine direnmeden ölmüştü. Ölümün güzel olmayan sert yüzüne dahi olmadık bir şekilde gülerek ölmüştü. İnsanlığa dair her şey, hiçbir şeyi geride bırakmadan ölmüştü. Belki de doğmak için ölmüştü kim bilir, belki bu insafsız dünyaya bir daha uğramamak için ölmüştü. Daha doğrusu ölmemişti. Sadece susmuştu. Konuşmamak için, herkesin konuştuğu boş lakırdıları söylememek için, uğruna ölünecek olan değerlerin aslında öldüğünü gördüğü için susmuştu. Diline ve yüreğine gem vurup susmuştu. Acıya değil aslında mutluluğa giden yolda susmuştu. Ve şimdi bu suskunluk kimsenin bilmediği bir yerde, herkesin gittiği ama kimsenin gelmediği yerde devam edecekti. Ve artık bu sürekli olacaktı.
Komiser eğilerek naylonu kaldırdı. Yaşlı adamın ve ona sokulmuş küçük çocuğun yüzlerine baktı. Sonra naylona baktı. İncecik naylonun bir katını altlarına bir katını da üstlerine atıp uyuyakalmışlardı. Bu yavrucağın ve yaşlının ailelerini düşündü. Eğer aileleri varsa onlara lanet okudu içinden. Yaşlı babasının kendisini hangi zahmetlerle büyüttüğünü sorgulamadan, çocuklarını gönüllerindeki saraylarda nasıl büyüttüklerine bakmadan onlara koskoca saraylarında bir oda dahi verememişlerdi. Bu yaşlı komiserin içini acıtıyordu. Böyle evlatlara lanet okuyor, onları verip veriştiriyordu. Peki ya bu zavallı çocuğa ne demeli. O niye dışardaydı? Onun annesi, babası yok muydu? Hayret ediyordu. Bu yavrucağı sokağa atan anneye ve babaya küfürlerini sıralıyordu. Anne baba olmak acaba sadece çocuğu dünyaya mı getirmekti? Dünyaya getirmek yeterli miydi anne baba olmak için? Kendi çocuğu olsaydı herhalde kahrından ölürdü. Peki acaba kendisi bu yaşlının yerinde olsa çocuğu onun için kahrından ölür müydü? Kahrından ölmesini istemezdi ama hiç olmazsa dışarda bu halde kalıp ölmek de istemezdi. ‘Yazık’ dedi kendi kendine. Peki ya ailelerin bu kadar öldüğü bir toplumda devletlerin ne işi vardı. Devletlerin amacı aileyi koruyup, gözetip aile kurumunun devamın sağlamak ve aileleri her şeyiyle onurlandırmak değil miydi? Aileyi batıran bir devlet acaba devlet sayılabilir miydi? İnsanına önem vermeyen, onu yüceltmeyen, onu zirvelere çıkarmayan devlet ne işe yarardı. Öyle bir devletin varlığı da yokluğu da aynıydı. Böyle bir devlet olmasa da olurdu zaten.
Bu duygu selinin içinde kime, nasıl vuracağını bilmeden gözlerinden iki damla yaş döküldü yere. Daha fazla dayanamayarak yanında duran polise ‘işleri çabuk bitirin ve cenazeleri morga götürün’ emrini verdi. Yavaş adımlarla yürüyüp arabasına bindi ve olay yerinden kırmızı mavi yanıp sönen polis arabasının lambaları eşiğinde uzaklaştı.
Ünal ÇAGABEY
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.