- 527 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Düşüm Var
Bir umut hep vardır…
Avlusuz bahçenin üst başına gelince bir ses “dur” demiş gibi durdu. Ayaklarını az açtı, az kamburlaşıp değneğine dayandı; yuvalarında kaybolmuş fersiz gözleriyle karşı yakaya baktı. Aslında çok şaşkındı. Tuhaf bir ikilemin içindeyken gülümsemeye çalıştı. Bütün umutların bitip tükendiğini sandığı bir anda bu da neyin nesiydi böyle? Zaman hangi senedeydi ve burası nere? Gene uykuda mıydı kaç yıl öncesindeki o geceki gibi. Gene gözleri kapalı, karanlık bir rüyanın içinde miydi anlamsız biçimde. Veya ayan bir gündüzde gözleri açıkken pembe bir düşte miydi tuhaf şekilde. Yoksa öldü de bilmiyor; cennette miydi öte dedikleri o dönülmez yerde? Anlamaya uğraştı...
Ama gerçek olan bir şey vardı ki, çok yorulmuştu ve bitkindi. Başını kaldırıp seslense karşı yakaya; sanki bitkinlikten sesi çıkmaz sandı. Caydı. Sonra değneksiz elini havaya kaldırdı, işaret diliyle “hey” yaptı.
Çocuklar zaten görmüştü onu. Hepsi birden dudaklarını kapayıp sus olmuş, oturdukları yerden onu seyrediyorlardı. Sanki onlar da şaşkın, sanki onlar da cevapsız bir sualin kargaşasındaydı.
Bir yabancı adam cennet bahçenin başında; dikilmiş, dayanmış bastonuna. Ayakları çorapsız çarıksız; bezle, çaputla sarılı. Giysileri yırtık pırtık… Saçı sakalı uzayıp aklaşmış; kirli mi kirli. Derisi kalınlaşıp çarıklaşmış; alnı, yanakları kırışıklaşmış. Yılgın ve bıkkın gözleri çukurlarına kaçmış.
Bir insan; yokluktan yoksulluktan gelse bu kadar hırpani olamaz. Bir insan; savaştan dövüşmekten gelse bu kadar bitkin olamaz. Kim ki bu? Böyle bir insan görmemişler, bilmiyorlardı. Lakin her ne kadar bilmiyor olsalar ve her ne kadar duymamış, görmemiş olsalar da gerçek olan bir şey vardı ki, öyle bir adam az ötedeki derenin karşı yakasındaydı...
İnsanların konuşma dili ayrı ayrı olsa da işaret dili aynıdır. Ve yabancı bir insan el kaldırıp onlara selam salmıştı. O zaman kendilerine gelip toparlandılar. Hep birlikte el kaldırıp işaret diliyle selam veren adama işaretle onlar da selam yolladılar.
Adam işareti aldı, anladı. O anda yılgın içini tuhaf bir serinlik sardı, biraz umutlandı. Umut denilen şey hepten tükenmemiş, galiba biraz daha vardı. Tuhaf biçimde öyle sandı. İnsan, umudun kırıntısı bile olsa ona sarılmaz mı? Kendince böyle yorumladı. Biraz öyle bekledi, azıcık muhasebe etti; sonra eğilip yere bıraktığı torbasını aldı, omzuna astı. Kambur sırtını biraz düzleştirip diklenmeye çalıştı. Değneğine dayanıp yürüyecekti kaç yıllardır yaptığı gibi. Baktı ki, düzlenip diklenivermiş. Baktı ki, biraz kuvvetlenip kavileşmiş. Desteksiz de yürüyebilecek; o zaman torbayı değneğe, değneği de omzuna attı. Sesinin bile çıkabileceğini sanıp o inançla bağırdı:
“Hey çocuklar! Oraya geleyim mi?”
Çocuklar sevindi buna. Ellerini yukarıya kaldırıp ona doğru tuttular, hep bir ağızdan haykırdılar:
“Geel…”
Adam, önce kırmızı topraklı yolda yürüyüp bahçenin alt başına indi. Gümüş derenin pak suyundan geçip ayvalar yanına geldi. Ayvaların öte yanı çayırlıktı. Çayırda yeşil çimenler, bin çiçekler vardı. Orta yerinde alçak bir kaya, onun düz üstünde de çocuklar vardı. Çocuklar; kızlı erkekli bir sürüydüler. Yaşları dokuz, on, on bir gibi; giysileri, saçları, tenleriyle yedi renkli güneş gibiydiler...
Sanki kollarında kuşkanadı varmış gibi usulca zıpladılar, usulca yere kondular. El ele tutuştular, misafir adamın etrafında halka oluşturdular. Hepsi güler yüzlü, hepsi gülen gözlüydü. Gülücüklü gözlerini adamın çukurlarında kaybolmuş yılgın gözlerine diktiler. Hepsi mutluydu. Bu, içlerine ayna olmuş nur yüzlerinden okunabiliyordu. Ama konuşmuyor, bakıyorlardı sadece. O konuşsun, o bir şeyler söylesin diye bekliyorlardı. Lakin o da konuşmuyordu. O da onlar gibi onlara bakıyor, bakışlarından da bir sürü sorular çıkıyordu.
“Kim bunlar, kimdir? Burası neresi, nerededir?” gibi.
Ve anlamaya çalışıyordu.
Önce sorgucu bakışlarını çekti çocukların üzerinden. Peşinden torbasını çıkarıp yere bıraktı. Sonra kendisini saldı. Usulca çöktü, oturup bağdaş kurdu. Değneğini de kucağına koydu.
Çocuklar da onun gibi yaptılar. Onun gibi usulca alçaldılar, usulca oturup bağdaş kurdular, yaşlı yabancı gibi değnekleri yoktu ama ellerini dizleri üstüne koydular. Gözleri gene gözlerinin içinde, çanak olmuş kulakları diyeceklerinde ve hepsi de kusursuz bir saygı içinde…
Adam anlıyordu sanki. Burası var. Vardı. Burası var olan bir mekan. Ve zaman bu zaman… Yani gün; ne geçmişte bir gün, ne gelecekte bir gün… Sanki bugün, zaman da bu zaman… Bunun anlamı belliydi. Demek ki ölmemiş, hala yaşam denen sürecin içindeydi. Gördükleri de düş değil gerçekti. Bütün işittikleri akis değil direkti. Tamam. Tamam ama… Acaba! Gene de ikilemler içinde kuşkulu biçimdeydi. Siz melek misiniz dese onlara. Burası sırattan öte, cennet mi? Ben öldüm de gömüldüm mü? Ruh benim tamam da bu beden kimin onu tanımıyorum dese onlara. Ama kendince çekinceleri var; diyemiyordu. En iyisi dokunmalıydı. Duymuştu, görmüştü ya bir de dokunma duyusunu çalıştırmalıydı. Elini sarı saçlı, beyaz tenli kıza uzattı. Kız da uzattı. Bu sefer tamamdı ve sahiden inandı. O zaman konuştu.
“Ekmeğiniz var mı?”
Çocuklardan kara saçlı kara tenli olanı toparlandı, kapalı tuttuğu ağzını açtı.
“Aç mısın?” dedi.
Adam; başını aşağı yukarı salladı.
Çocuklardan kızıl saçlı kızıl tenli olanı ileri atıldı:
“Hem de susuz musun?” dedi.
Adam; başını aşağı, yukarı salladı.
Çocuklardan sarı benizli olanı koşup fırına gitti, sıcak bir somun alıp geldi. Çekik gözlü olanı koşup bahçeye gitti; domates biber gibi şeyler koparıp geldi. Alçak boylu cılız olanı eve gitti; bir dilim peynirle geldi. Şişmanca olanı tuz getirdi. Uzunca boylusu yağ, bal getirdi. Her şey tamam olunca yabancı adama çayırdaki kayayı gösterdiler.
“Bu…” dediler “yaz günü iş zamanında köyümüzün harman yeri. Harman bitince bize oyun yeri. Karnımız acıkınca…”
El birliği ettiler, sofrayı üstüne serdiler. Yiyecekleri sıra sıra dizdiler. “bak, şimdi de Halil İbrahim sofrası… Hadi gel!” dediler.
Adam, dizlerine dayanıp usulca kalktı. Değneğini mavi bakışlı çocuk aldı, torbasını kalem kaşlısı taşıdı; kaya alçaktı zaten, kolay çıktı. Sofrada her şey vardı. Tek kuş sütü eksik... Az az olsa da hepsinden yedi. Üstüne bir tas ayran içti.
Karnı doyunca topladılar. Sofra toplanınca ve kalan kırıntılar da toplanıp karıncalara alınınca çocuklardan biri güzel yüzünü gülümseterek:
“Bak gördün mü; şimdi de oldu mu muhabbet masası…” dedi, “istersen konuşuruz.”
Adam da gülümseyen çocuk gibi gülümsedi. İşaretle torbasını istedi. Hemen verdiler, “buyur” dediler. Yıllardır açıl kapan, yere in sırta bin yapmaktan yorulmuş, eski püskü çantanın ağzı ip bağla büzgülüydü. Kaytan ipi çekip çözdü. Ağzı açılınca içi göründü. İçinde bir defterle bir kalem vardı. Başka bir şey yoktu. Silgi bile yoktu. Silgi yoksa yanlış yazılanlar silinmez. Demek ki bu adam, yanlış yazmayacak kadar doğrucu biriydi. Lakin kalem küçücük kalmış, bitmek üzereydi. Defter çok eskimişti. Oldukça kalındı ama boş birkaç yaprağı daha kalmıştı.
Adam:
“Ben yorgunum” dedi, “yatıp biraz uyuyayım. Siz bu defterdekileri okuyun. Biraz uyur biraz dinlenince kalkarım; o zaman konuşuruz.”
Çocuklar yedi kişiydiler. Güneşin yedi rengindeydiler. Bütün renkler kardeş, onlar da öyleydiler. Hep birlikte başlarını salladılar, “tamam efendim” dediler.
Fakat adam fikir değiştirdi aniden.
“Ama neyse…” dedi, “en iyisi konuşalım. Biraz muhabbet yapalım. Hem güpegündüz neyi uykusu bu! Geceler çuvala girmedi ya! Hem yorgunluğum da geçiverdi birden. İsterseniz konuşalım.”
Çocuklar hep birlikte el çırptılar, “isteriz, isteriz” diye tempo tuttular.
“Tamam…” dedi, adam. İçine derin bir nefes çekti, derin derin de üfledi. İçi genişleyip ferahlasın diye biraz bekledi. “şimdi tamam. Hadi bakalım” diye ekledi ve sözün özüne geldi.
“Bir gün evdeyim…” diye başladı anlatmaya. “yani bir gece… Vakit geç oldu ya bende gıdım uyku yok. Ama geceler uyumak içindir bu yüzden yatmalıyım. Yani yatmalıydım. Pijamamı giyip yattım. Başım kuş tüyü yastıkta, bedenim ipekli yorganın altında, gözlerimi kapattım. Kendime iyi geceler dedim. Lakin serde uyku yoksa ölsen uyunmaz. Uyku kaçaklardaysa düşünceler fırsat kaçırmaz. Dize dize gelirler ki, onlardan kurtuluşun olmaz. Sağa dön, sola dön, üfle, püfle, dişlerini sık, tepin dur; zaman geçmek bilmez. Öyle oldu. Kâh kalktım sigara yaktım, kâh kendime kahve yaptım, balkona çıkıp bakındım, gene geldim yattım. Ne yapsan olmaz. Beynime hadi bakalım kolay gelsin dedim. Dedim ama demekle zor şey kolay olur mu? Hadi bakalım…
Yastık taş oldu, döşek hasır, yorgan karabasan… Camdan ay sızıyordu odaya. Oda gümüş bir aydınlığın koynunda…
Aylı gecelerde cin milleti yatmaz, insansız yerlerde kol gezer. Oysa ben bir insandım. O vakit birisi dedi bana; bak, başını soktuğun bir evin var; açıkta değilsin. Oysa dünyada nice evsiz insan var… Bak, ateşin yanıyor, aşın kaynıyor; aç değilsin. Oysa dünyada nice aç insanlar var… Malın var, mülkün var, paran var; fakir değilsin. Dünyada nice sefil insan var… Kuş tüyü yastığın var, ipekli yorganın var, yatağın cennetten ama uykun yok, uyanıksın. Bu ne demek?
O vakit, ne demek dedim. Biliyorsun işte dedi, ne demek de ne demek? Biliyordum tabii. Bir gecelik bir mesele değildi ki bu. Tek bu gecelik… Bir gecede doğmamıştı, bir gecede büyük olmamıştı ki! Çocukluğumdan beri vardı ve hep usumdaydı. İnsanın doğasıydı bu. Zaten karakter denilen şey onunla şekillenmiyor mu?
Dedi bana; hadi be adam, yuvarlanıp durma! Bin yıl uyudun biraz da uyuma! Çık şu ininden de düş yollara!
Nereye, ne için diyemedim. Nasıl diyebilirdim. Yaşım elliyi geçti. Unumu eledim, eleğimi astım ben. Tuzum kuru, bana kimse dokunmasın diyemedim. Nasıl diyebilirdim. Ben duyusuz, duygusuz muydum? Akortsuz, ayarsız, duyarsız mıydım? Karanlık gecelerde açık gözümle zor uyumaya çalışıyorum da ayan gündüzlerde cirit atan adaletsizliklere kör mü kalayım! İnsanlar mutsuz doğuyor, mutsuz yaşıyor. Ölürken bile mutsuz ki, gözleri açık ölüyor. Kocaman dünya dar edilmiş. Tekmeler, tokatlar, kasaturalar, oklar, ateş kusanlar, bombalar… Amansız bir savaşın içinde ki, kan gövdeyi götürüyor. Denizler kirlenmiş, gökler grileşmiş. Dereler gözyaşı akıyor. Kaç hayvanın nesli tükendi bu sebepten, kaç böcek beslenirken zehirlendi… Nasıl diyebilirdim; benim tuzum kuru, onlardan bana ne!
Dedi bana; bak, mevsimler değişti. Kış günü ayazda güneş açıyor. Yazda, baharda kar yağıyor, buz oluyor. Rüzgarlar fırtına oldu. Fırtınalar boran oldu. Masum dalgalar devleşiyor, devleştikçe katilleşiyor. Bulutlar pamuktan değil kurşun gibi artık. Yağmurlar rahmet yağdırmıyor. Hortumlar masal canavarları gibi olmuş; canlı cansız kaptığını yutuyor. Tanrılar gazaba gelmeden, yerle göğü bir etmeden düş yollara! Bir torba as sırtına; içinde bir defter bir kalem olsun. Silahın onlar olsun. Diline şeker sür; sözün bal olsun, şerbet olsun. Yanına ekmek alma, su alma. Açlık, susuzluk gücün olsun. Atın olmasın, araban olmasın; ayaklarınla yürü. Sevgi yoldaşın olsun. O sana yeter, yanına başkasını katma. Seni elçi yaptım, haydi git barışı sağla. Ama sakın unutma; sen Arap çöllerine inmiş bir peygamber değilsin. Sen yerden bitmiş kral değilsin, padişah değilsin. Sen bir insansın. İşlek bir aklın var bilge bir kimsesin. İnce bir ruhun var temiz yüreklisin. Ne gökte, ne yerde zor günde sana el versin, yardım etsin diye sihirli bir güç arama. Tanrı doğadır, bütün güç onda. Sen de ondan bir parçasın ki, kendine başka sıfatlar takma. Haydi bakalım daha da geç kalma!
O gece sabahı zor yaptım. Tanyerleri kızıllanırken kalktım. Elimi yüzümü yıkadım, sakalımı tıraşladım, saçımı taradım. Sandıktan en güzel elbiselerimi çıkardım; giyindim, kuşandım. Kimseye, ben gidiyorum demedim. Desem, nereye diyeceklerdi. Bir düşüm var onu gerçekleştirmeye deseydim; hoşt diyeceklerdi. Seyyah oldum ben, ülke ülke gezeceğim. Elçi oldum; anlatacağım, dinleyeceğim. Tüm cihan bir olacak. Ayrılıklar gayrılıklar kalkacak. Savaşı bitirip barışı getireceğim deseydim; bak şu deliye diyeceklerdi. Ben gidiyorum demedim.”
O anlatırken çocuklardan birinin aklı takılmış, içini merak sarmış olacak ki; “O biri kimdi beyim?” dedi, “yani, birisi dediğin kimse… Hani, bana dedi ki dediğin… Hani, vardı ama görünmeyen… Hani, konuşan ama işitilmeyen... O kimdi?”
“Vardı ama görünmeyen kişi içimdeki bendi. Konuşan ama başkasınca işitilmeyen kişi içimdeki bendi. Yani anlayacağın, diyen de bendim, dinleyende…”
Böyle deyince çocuklar kahkahayla gülüşecek, kendi kendine konuşuyor, deli bu adam deyip alay edeceklerini sandı. Ama bu çocuklar başka çocuklardı. Saygısızlık sözü kitaplarına yazılmamıştı onların. Can kulak dinliyorlar, çıt çıkarmıyorlardı.
Şaşırdı tabii. Ama belli etmese de duyguları pır pır; mutluluktan uçacağını sanmaktaydı. Demek düşü gerçekleşmiş. Demek savaş bitmiş, barış gelmiş. Demek tüm insanlar insanlığı seçmiş…
Öyle miydi acaba! Emin de değildi.
“Kaç gündüz, kaç gece… Kaç ay, kaç sene… Dere demeden, tepe demeden… Eğri demeden, düz demeden… Yağmur demeden, çamur demeden, çöl demeden, sıcak demeden kaç köy, kaç şehir, kaç ülke gezdim. Kaç yıl oldu bilmiyorum. Saymadım ki! Zaman soyut bir kavramsa ne önemi var; kalan ömrüm bir düş içindi...
Birisi öyle demişti; insan önce kendini sevmeliydi. Kendini sevmeyen başkasını sevemez. Öyle demişti. İnsan hayvanı sevmeliydi. Hayvan sevmeyen insan sevmez. İnsan doğayı sevmeliydi. Doğayı sevmeyen tanrıyı sevmez.
Sevginin yüceliğini anlattım gittiğim yerlerde. Sevginin olmadığı yerde kötülükler uç verir önce. Sonra boy atar, uzar. Sevgi ölmüşse eğer o yaşar. Büyük olunca da azar. Önüne kim geçebilir?
Kimisi zaten biliyordu; söylemeye gerek yok. Onlar insan kimselerdi ve yakınıma geldi.
Kimisi dinlemedi. Hadi sen de deyip ıradı gitti. Kimisi dinledi ama çirkinleşti. Sevgi dediğin ne ki! Neymiş ki! Elle tutulur, gözle görünür mü? Neye yarar; yenilir mi, içilir mi gibi sözler sarf etti. Cebi açken karnı ona tokmuş! Her yer bu gibi boş şeylerle doluymuş… Bu gibi şeyler söyledi.
Kimisi bilge kesildi başıma. Ahkam kesti. Ağaç toprağı sever, toprak yağmuru sever, yağmur bulutu sever… Çimenler ve çiçekler havayı sever, suyu sever, güneşi sever. Ama onları inekler, develer yer. İnekleri develeri de aslanlar, kaplanlar yer. Onların ölüsünü de mikrop denen küçükler… Bu gibi şeyler…
Bana sen kimsin dediler. Bir düşün varmış. Sen Martin Luther misin? Hem o kara tenliydi, sen aksın. O koca bir yalancıydı, sende mi aynısın? Var olan her şey zıddıyla bilinmez mi? Siyah olmasaydı beyaz olur muydu? Bütün insanları eşit sayamazsın! İrisi olacak, sıskası olacak. Zengini olacak, fakiri olacak. Birinin eksiği, birinin fazlası varken kadınla erkeği nasıl bir tutarsın?
Vadiler yükselmez, dağlar alçalmaz. Sen onu boş ver! Vadiler yükselse, dağlar alçalsa çukursuz, tümseksiz düz bir yere; tutunacak bir set, sığınacak çukur bulamayan rüzgar ne der? Öyle bir yerde dağılmadan, yayılmadan dere denilen şey nasıl akacak? Öyle düz bir yerde göl denilen şey taşmadan nasıl duracak? Dört mevsim tek olursa buna iklimler razı olur mu sanıyorsun? Böyle bir düş olmaz. Böyle bir anlaşma olmaz. Bu şekilde barış da olmaz. Gökle olmaz, yerle olmaz. Güneşle olmaz, ayla olmaz, otla olmaz, ağaçla olmaz. Hayvanla olmaz, insanla hiç olmaz. Onlarla anlaşamazsın, onlara akit filan imzalatamazsın. Böyle şeyler söyledi.
Aslında haklıydılar da. Yalan değil hayatın gerçekleriydi bunlar. Ee dedim kendime. Ben bunları değiştiremem ki! Ben kimim! Ne bir dervişim, ne bir ermiş. Gökte değil ki, yerdeyim. Ben bir insanım dedim, doğaüstü güçlerim yok. Sihrim yok, efsunum yok. Hadiii, artık dön kendine dedim. Yani, bu böyle olduğu sürece savaş bitmez. Güneş göldeki suyu içerse, sıcaklar toprağı toz ederse, hayvanlar hayvan yerse, insanlar her şeyin yanında bir de birbirini yerse barış olmaz. Umutsuzluk çöktü içime, vazgeçtim sonra. Sonunda bir düştü benimki. Düş dediğin neydi ki koca gerçekliğin içinde. Tekrar düştüm yollara. Bu sefer gerisin geri başladığım yere. Kaç gündüz, kaç gece, kaç mevsim, kaç sene hep yürüdüm. Pabuçlarım delindi; ayaklarım yara içinde. Bak, giysilerim yırtık pırtık; her yerim kan revan içinde. Biliyor musunuz kaç dere geçtim, kaç tepe. En son şu yukarıdaki ormanın içineydim. Ormandan çıkınca höyüklü tümseğin dibinde dinlendim. Sırtımı bir ağaca vermişken bakıp seyreyledim ki burası başka bir ülke. Bambaşka… Sahi burası neresi?”
“Burası Düşistan” dedi çocuklar. “yani burası düşler ülkesi…”
“Yani geçek değil…”
“Ne demek gerçek değil? Tabii ki gerçek bir ülke.” dedi çocuklar.
“Höyüklü tepenin berisindeki bağlar gerçek mi?”
“Gerçek.”
“Bağların berisindeki meyvelikler gerçek mi?”
“Gerçek.”
“Uçsuz bucaksız tarlalar, verimli topraklı bostanlar…”
“Elbette gerçek.”
Adam:
“Bu bahçe kimin?” dedi
“Cennet bahçesi mi” dedi çocuklar.
“Adı öyle mi?”
“Üzüm bağları bizim, hepimizin. Meyve bahçeleri, sebze bahçeleri bizim, hepimizin. Tarlalar, bostanlar, içinde var olan her şey kimsenin değil hepimizin. Burası Düşistan bayım, burada ne varsa hepsi herkesin, hepimizin…”
Çocuklardan birisi:
“Aslında her şey Bilge Nemket’in.”dedi, “çünkü hepsi onun eseri…”
“O da kim?” dedi adam.
Çocuklardan beyaz tenli olanı:
“O benim dedem.” dedi.
Kara tenli olanı:
“O benim dedem.” dedi.
Kızıl tenli olanı el kaldırdı:
“ O benim dedem.” dedi.
Soluk benizli olanı haykırdı:
“O benim dedem…”
Yedi renkli yetmiş çocuk tek tek el kaldırıp “o benim dedem” dediler.
Yaşlı adam oturduğu yerde doğruldu, dikleşti. Bakışlarını çocuklara çevirdi; “siz kardeş misiniz?” dedi, şaşkın gibi.
Bu sefer çocuklar şaşırmıştı. Hep bir ağızdan; “bütün insanlar kardeştir. Bilmiyor musun bayım?” dediler.
“Peki dedeniz nerde şimdi?”
Çocuklar, başlarıyla çayırın alt başını gösterdiler. Orada, derenin boyunda ulu bir söğüt ağacı vardı. Koyu da bir gölgesi vardı.
“Görmedin mi? Bak orada.” dediler. “sabah gün doğmadan kalktı. Ateşi yaktı, sütü kaynattı, yoğurdu mayaladı. Sonra bir eline çapa, bir eline orak aldı; meyveleri budadı, sebzeleri suladı, ot yoldu. Çok çalıştı, çok yoruldu. Şimdi söğüt altında uyuyor. Biz neden buradayız sanıyorsun? Onu bekliyoruz. Dinlenince kalkacak; bize ders anlatacak.”
Adam; küçük gözlerini kocaman yaptı, söğüt altında uyuyan adama baktı. Yedi renkli yetmiş çocuğun “dedem” dediği bilge adam tıpkı kendisiydi; donup kaldı.
“Senin adın neydi bayım? Bize söylemedin de…” dedi, sarı saçlı kız çocuğu.
Adam, o anda dilini yuttu. “Benim adım da Nemket, dedenizinki gibi” diyemedi. Nasıl diyebilirdi! “Önü ve sonu olan bedendir. Yani beden bir cisimdir. Ruh sonsuzdur. Burada konuşan da ben, söğüdün gölgesinde uyuyan da ben” diyemedi. Nasıl diyebilirdi! Sanki bu durum kaçak güreşmesini gerektiriyor gibiydi ki, lafı hemen değiştirdi. Kendisine adını soran çocuğa dönüp “peki, senin adın ne çocuk, bana söylemedin de…” dedi.
Kız:
“Benim adım İgves.” dedi.
Adam, duyulur duyulmaz bir sesle mırıldandı; “tuhaf…”
Kız:
“Tuhaf mı dedin?” diye üsteledi. “neden?”
“Adının anlamı ne ki? Ben bilemedim.”
“Anlamı sevgi demek… Nasıl bilemezsin? Bak bunun adı Ultum. Anlamı; mutlu demek… Bununki zığay. Anlamı; yağız demek. Bunun rügzö. Anlamı; özgür demek… Bunun adı keçiç; anlamı çiçek. Bunun adı rüzgâr, bunun adı bulut, bu yağmur, bu derya, bu nehir… Annemin adı karpot’tur benim. O, toprak demektir. Babamın adı şenüg. O da güneş demektir. Neden tuhaf dedin ki?”
“Bildim” dedi adam, “ben sizi bildim. Bu mekânı, bu zamanı bildim. Benim için bir düştü bu, galiba gerçekleşti. Burada savaş var mı?”
“Yok.” dediler.
“Hiç ağlayan yok mu?”
“Yok.” dediler.
“Kan yok, gözyaşı yok, aç yok, açıkta yok, acı yok, sızı yok…”
“Yok ” dediler.
“Peki, insanlar adilce yargılanıyor mu burada?”
“Burada kötülük yok.” dediler, “kimse suç işlemez ki! Bu yüzden savcı da yok, yargıç da yok. Vadiler yükselmedi, dağlar alçalmadı, her yer düz değil ama burada eşitlik var; ayrım yok, gayrım yok. Burası düşistan bayım, sen hiç duymadın mı böyle bir ülke adı? Bizim burada kurt, et yemez; kuzuyla kol kola gezer. Kediyle baykuş yarenlik eder. Buradaki yarasalar kan değil süt içer. Köstebek yerin yüzünde yaşar burada, karanlık dehlizlerde gezmez. Burada hiç kimse ben senden daha büyüğüm demez. Kimse kimseyi hor görmez, kimse kimseyi ezmez. Burada av yok, avcı yok. Burada ok yok, yay yok. Dipçik yok, süngü yok. Silahları okyanusa attık, barutları toprak yaptık. Burada kavga yok, dövüş yok. Acı yok, sızı yok. İnsanlar mutlu doğuyor, mutlu yaşıyor, mutlu ölüyor burada. Sahi bayım, senin ülken nere? Söylemedin de…”
Adam diyemedi; “dünya yüzünde yetmiş iki ülke, hepsi aynı tipte.” Nasıl diyebilirdi ki! Diyemedi; “yetmiş iki ülkede yetmiş iki millet, hepsi aynı illet.” Nasıl diyebilirdi ki! Nasıl anlatabilirdi bunu düş ülkesi çocuklarına.
“Ben artık gitmesem…” dedi onlara, “çok yer gezdim, daha da gezmesem. Burada kalsam olur mu?”
Yedi renkli yetmiş çocuk hepsi birden ayağa kalktılar, havaya zıpladılar. Hepsi birden el çırptılar, sevinç çığlıkları attılar.
“İlahi dede!” dediler. “söylediğin şeye bak! Sen bilge Nemket’sin, bizim dedemizsin. Bir düşün yok muydu; bak, gerçekleştirmişsin. Burası senin yurdun dede, daha nereye gideceksin?”
Bir umut hep vardır…
Nisan/2013/Lüleburgaz
YORUMLAR
" Adam diyemedi; dünya yüzünde yetmiş iki ülke, hepsi aynı tipte. Nasıl diyebilirdi ki! Diyemedi; yetmiş iki ülkede yetmiş iki millet, hepsi aynı illet. Nasıl diyebilirdi ki! Nasıl anlatabilirdi bunu düş ülkesi çocuklarına."
Masal tadında güzel bir öykü, keyifle okudum. Dilerim bu güzel düşistan gerçek olur.