- 1846 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
ANADOLU ÖYKÜLERİ YAZARI DOĞAN SOYDAN / Ayşe Kaygusuz
Ayşe Kaygusuz: Nereden ve nasıl başladı yazın hayatı?
Doğan Soydan : Ortaokul yıllarımda kendimce şiirler, kısa hikayeler yazardım. Bir roman yazmaya heveslendiğimi de anımsıyorum; topraksız, yoksul bir köylüyü küçük bir tarla sahibi yapacak, sonra da onun nasıl çalıştığını ve çocuklarının sevincini anlatacaktım. 30 – 40 sayfa yazdım da; sonra kayboldu. Yazma özentim ve hevesim o yaşlarda başladı desem doğru olur, ama bu hevesin, özentinin nereden kaynaklandığını bilemiyorum; zaman zaman düşünürüm bunu…
A.K : Şiirle başladınız ama şiir kitabı çıkmadan öykü kitaplarınız çıktı, bu nasıl oldu?
D.S : Doğrudur; ilk özentim, hevesim o yıllarda şiirle başladı. Yazdığım şiirleri arkadaşlarıma okurdum. Alıp saklayanlar, hatta kendi şiiriymiş gibi caka satanlar bile oluyordu. Liseye gittiğim yıllarda büyükçe bir samanlı defter aldım. Kendimi iyice kaptırmıştım bu işe… İçinde 80 kadar şiirimin bulunduğu o defterimi hâlâ saklarım. Hepsi yoksulluk, sefalet, karamsarlık estiren şiirler. Günbatımının bende uyandırdığı hüznü, anneden, babadan uzak kalmanın, bayramları yalnız yaşamanın üzüntüsü, memleket özlemi vb… Aşk şiiri, yok denecek kadar az. İlginç değil mi; hem de o yaşımda?
Şiiri hiç bırakmadım. Bugün de yazıyorum, ama hiçbir zaman bir şair olduğumu, olacağımı düşünmedim. Günümüz şiiri her gün biçim değiştiriyor: İmgesel şiirmiş! simgesel şiirmiş! anlamsız şiirmiş! Şiirin ayrı bir dili varmış!… Öyle Manolyalı, martılı şiirleri sevmiyorum. “Toplumcu, gerçekçi şair” olduğunu söyleyenlerin şiirlerine bakıyorum ne toplumla, ne gerçekle ilgisi var; muamma gibi geliyor bana. Bu anlayışın peşinde sürüklenmek istemedim. Yine de halkın derdine, üzgüsüne, toplumsal sorunlara dikkat çeken şiirler yazmayı sürdürüyorum. Ahmet Arif, H.Hüseyin, Rifat Ilgaz, Atilla İlhan, Can Yücel gibi haykıran, yaraya neşter vuran şiirleri hece ölçülü de serbest ölçülü de olsa seviyorum.
Öykü yazmaya gelince: Karşılaştığım, tanık olduğum ilginç, toplumsal olayları çevremdeki insanlara, öğretmen arkadaşlara anlatırdım, ilgiyle dinlerlerdi. Sonra bu anlattıklarımı yazmaya başladım. O olayların hiçbirisi öykü kitaplarımda yer almadı; daha doğrusu kitaba alınacak ağırlıkta bulmadım ama, bende yazma tutkusu yaratan, beni öykü yazarlığına yönlendiren ilk kaynağın bu olduğunu düşünüyorum. O kaynak, o tutku giderek büyüdü ve bana şu an üç öykü kitabı kazandırdı. Amacım, yaşadığım çağa öykülerimle tanıklık etmek, onları gelecek kuşaklara aktarmak, “yazarlar ordusuna” yapıtlarımla katılmaktır diyebilirim.
Bu anlamda ilk öyküm AHRAZ BAĞDAT… Okul çağına geldiği halde okula kabul edilmeyen, okuldan kovulan, dışlanan sağır ve dilsiz bir kızın öyküsü… 1976’da İzmir Radyosu’nda okundu ve ses getirdi. İlk yapıtım, bu öykünün de içinde yer aldığı DELİKLİ KURUŞ’tur.(*) Yazma çabamı o günlerden beri sürdürüyorum. Tıpkı Ahraz Bağdat’ın yazgısı gibi, Anadolu insanının yazgısını anlatan öyküler yazıyorum.
A.K: Eğitimcisiniz, doğuda ve batıda öğretmenlik yaptınız. Eğitimci olarak genele baktığınız ve doğu-batı olarak kıyasladığınızda neler söylersiniz?
D.S: Kahramanmaraş-Elbistan’da doğdum, büyüdüm. Yüksek okulu İzmir’de okudum. Hakkari (Çukurca), Muğla, Bursa’da görev yaptım. Türkiye’mizin doğusunu da, batısını da gezdim, gördüm ama, “batı” dediğiniz yerlerin çoğunda düş kırıklığı yaşadım. Doğu illerimizde insanlar -her alanda- çağdaşlığa yönelmişken, batı illerimizde çağın gerisinde kalmış dil, kültür ve yaşam biçimleriyle karşılaştım, “batı dedikleri bu mu?” demekten kendimi alamadım. Şu bir gerçek ki, Cumhuriyet öncesinde olduğu gibi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da kültürel anlamda tek besin kaynağımız kitap, gazete ve dergilerdi. Batı illerimizde bunlara ulaşmak daha kolaydı, ama kim/ler için? Fakir Baykurt’un IRAZCA’sı, YILANLAR ÖCÜ, Talip Apaydın’ın KÖYLÜLER’i, YOZ DAVAR’ı, ORTAKÇILAR’ı, Mahmut MAKAL’ın BİZİM KÖY’ü, Yaşar Kemal’in İnce Memet’i, H.Hüseyin’in, Ahmet Arif’in şiirleri, Gorki’nin, A.Çehov’un yapıtları Anadolu’da elden ele, evden eve dolaşır dururdu o yıllarda. Doğuda böyle iken, bu kültür kaynaklarının kucağında oturup da bir tek kitap, dergi okumadan ömür çürütenler az mı batıda? Demem o ki bilime, sanata, kültüre gereksinim duyanlar için doğusu-batısı yok bu işin. Anadolu’da çokça kullanılan bir söz vardır: “Nereye gidersen git okka dört yüz dirhem” derler. Kişi kendini, kendi anlayışını, koşullarını değiştirmedikçe yer değiştirmenin, bölgenin önemi yoktur. Hiçbir yerde sizi hazır bekleyen bir mutluluk yoktur. İster doğuda ister batıda olsun, yaşam koşullarını değiştirip dengeleyecek, çağı geliştirecek, mutluluğu hazırlayacak olan insanın kendisidir.
A.K : Kahramanmaraş-Elbistan doğumlusunuz. Doğup büyüdüğünüz kültürün hayatınıza kazanımı ya da kendinizde eksik hissettiğiniz bir şeyler… ne dersiniz?
D S : On beş yıl Bursa’da yaşadım. Bunun ilk beş yılı öğretmenlikle geçti, on yıl da gazetecilik yaptım. Şu an Ankara’da ikamet ediyorum. Sık sık Kızılay’a inerim. Eve döndüğümde eşim, “Ne var ne yok? Kimleri gördün?” diye sorar. Benim yanıtım hiç değişmez: “Bişey yok, kimseyi görmedim” derim. Düşünün, kocaman Ankara’da, Kızılay’ın göbeğinde binlerce insan arasında gezip dolaşacak, ama kimseyi görmeyeceksiniz! Doğup büyüdüğünüz kentte, köyde böyle mi ya? Ben, belli bir yaştan sonra yer değiştirmenin yanlış olduğunu düşünenlerdenim. İnsan, diliyle dillendiği, yürümeyi, koşmayı, ağlamayı, gülmeyi öğrendiği evini, sokağını terk ediyor; gelenek-göreneklerini, içinde yoğrulduğu kültürü, eş-dost, akraba ve arkadaş çevresini bırakıp gidiyorsa, gittiği yere ne götürebilir ki? Kişiliğimizi şekillendiren yegane değerler bunlar değil midir? Yirmi beş yılım Bursa’da ve Ankara’da geçti. Buralardan esinlenerek, etkilenerek yazdığım öykü-şiir yok denecek kadar azdır, ama doğduğum, büyüdüğüm kentin, köyün kültür hazinesi beni hâlâ besliyor.
A.K: İlk kitabınız “Delikli Kuruş” ve ikinci kitabınız “Dünyam İğne Ucu” birbirinin devamı gibi; hatta üçüncü öykü kitabınız “Sen Yine de Üzülme” de buna dahil. Her öykü Anadolu insanının hayatından bir kesit… Gerçeği anlatabilmenin zorluğu, kolaylığı var mıdır?
D.S : Yazar Nadir Gezer benimle yaptığı bir söyleşide “Köyden öykü, roman çıkmaz diyerek Anadolu gerçeğine sırt çevirenler utanacaklardır.” diyor.(*) Anadolu’yu görmeden Anadolu’yu yazanlar, öykü, roman yazanlar garp kurnazlığı yapmışlar ve yapıyorlar. Gerek Osmanlı’nın, gerekse Cumhuriyet’in gerçekleri Anadolu’da yaşanmış, yaşanıyor. Sözgelimi şu töre cinayetleri… Adam, gazetede okuyor, televizyonda izliyor, ertesi gün bununla ilgili bir şiir, bir öykü, roman yazıyor ya da bir dizi çeviriyor, film yapıyor. O cinayetleri görmüş mü? Acısını yüreğinde duyumsamış mı? insanların acısına ortak olmuş mu? Hayır! işte garp kurnazlığı dediğim bu… Benim yaşantımı ve kültürümü besleyen kaynak Anadolu’dur. Yaşantım ve kültürüm aynı kaynaktan beslenince öykülerim de birbirinin devamı gibi görünüyor. Öykülerime ilişkin saptamanız bu yönüyle doğrudur; çünkü hepsi Anadolu insanının yazgısını anlatıyor. Ona karşın, her öykümde Anadolu insanının başka başka çehresine ışık tutmaya çalıştım. Örneğin Ahraz Bağdat’ta kendi yazgısına terk edilen engelli çocuklar; İmamın Bileti’nde, bilgisi kıt da olsa cini şeytanı olmayan, tarikattan, etnik ayrımcılıktan habersiz, herkese eşit yaklaşan saf ve dürüst köy imamlar; Öğretmenin Motoru’nda köy çocuklarının ve eğitim öğretimin amir- memurlarca nasıl savsaklandığı, Melek Ana’mın Ekmeği’nde iti üstüne işetmeye razı olacak denli korkak, edilgen, pasif bireylerin ve toplumun üzgüsü anlatılıyor. Dikkat edilirse hepsi de Anadolu gerçeğini anlatan öykülerdir. Bana göre, gördüğü, yaşadığı gerçekleri yazan yazarların işi, garp kurnazı dediğim hazırcıların yaptığından daha kolaydır; çünkü bizim kaynağımız gözümüzün önünde, aklımızda ve yüreğimizin derinlerindedir. Nadir Gezer, o söyleşide çok güzel vurgulamış anlatmak istediğim bu düşünceyi: “Anadolu gerçeğini Anadolu’nun derinlerinden gelenler yazacaktır.”
Mahmut Makal da bir yazısında: “Bu öyküler, yaşayıp yazdığın için güzel olmuş. Zoraki yazar ve zorlanarak yazılan kitap o denli çoğaldı ki” demiş.(*) İşte önemli olan bu: yaşayıp yazmak, zorlanarak yazmamak Benim öykülerim Anadolu insanının gerçek yaşam öyküleridir. Çoğu “beni de yaz! Beni de tanısın, duysun insanlar!” dercesine çığlık atmış ve çığlığın yansıması olarak yazılmıştır..
A.K : Türkiye’deki bütün iller için yazılmış şiirlerinizi, dergilerde, internet sitelerinde görüyoruz; her ile bir şiir ve bir de fotoğraf yer alıyor. Bütün bu illeri gezdiniz mi, yoksa internet üzerinden değerlendirdiğiniz iller de oldu mu?
D.S : Şiirlerimi gören, okuyan herkes bunu merak ediyor. 81 İL–81 ŞİİR bir çırpıda yazılmadı; yirmi beş yıldan beri bu düşünceyle yatıp kalkıyorum. 1975’de Çukurca’ya atandığımda kime sordum, kime danıştımsa hep kara tablolar koydular önüme, “gitme!” dediler. İki yıl görev yaptım Çukurca’da. Oraların da kendine özgü güzellikleri olduğunu gördüm ve şu yargıya vardım: “Türkiye’nin her yeri güzeldir.” Sonraki yıllarda Konya belediyesi “Yaşayan Konya” konulu bir yarışma düzenlemişti. Konya’yı hiç görmemiştim. Ansiklopedik bilgilerime dayanarak KONYA şiirini yazdım ama yarışmaya katılmadım. Çeşitli etkinliklerde arkadaşlara okudum, övgü dolu yorumlarla karşılaştım. Konya’yı yazdığıma göre, öteki illeri de yazabileceğim düşüncesi oluştu bende.
1990 yılına değin 50 ilin şiirini yazdım, sonra ilginç bir durum oldu: Başladığımda 67 il vardı, ben yazdıkça il sayısı artmaya başladı. Yazıyorum bir il daha ekleniyor, yazıyorum bir il daha… Derken, şiirlerim 50’de kaldı. 2004’te Ankara’ya taşınınca kaldığı yerden yazmaya başladım ve 2010 yılında tamamladım. İşin ilginç yanı, illerimizin doğal güzelliklerini, tarihi zenginliğini, kültürel değerlerini öğrendikçe ülkemi daha çok sevmeye ve uğraşımdan zevk almaya başladım. Şiir bir bakıma, az sözle çok şey anlatma sanatıdır. Örneğin İstanbul’u anlatabilmek için yüzlerce cilt kitap yazmak gerekir, ama İstanbul birkaç dörtlükle de anlatılabilir. İşte 81 İL-81 ŞİİR bu düşüncemin ürünüdür. Sizin de belirttiğiniz gibi, Türkiye’nin her yöresinde bulundum. Maraş-Elbistan’da doğdum, İzmir’de okudum, Hakkari’de, Muğla’da, Bursa’da çalıştım. Oralara gidip gelirken Türkiye’nin yarısını zaten gezmiş, görmüş oluyorsunuz. Diğer illerin de çoğunu gezdim, gördüm. Özetle, şiirlerim araştırmaya, incelemeye ve gözlemlerime dayanarak yazıldı. Amacım, Türkiye’nin güzelliğini, tarihi ve kültürel zenginliğini bir şiir tadıyla okurlara sunmaktır. “81 İL – 81 ŞİİR” tamamlandı ve 2012’nin Mayıs ayında Pelikan Yayınları tarafından yayımlandı. En büyük isteğim, bu şiirlerin tüm okullara dağılması ve okunmasıdır. Bunun için Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurdum, “Çocuk şiiri olmadığı için uygun bulunmadı” dediler. Kültür Bakanlığı’na ilettim, “Şiir yayımlamama kararı aldık” dediler ve tenezzül etmediler.
A.K : Yazılmış öykülerinize yansımamış ve zaman zaman da aklınıza gelen bir anınız var mı?
D.S: Öykülerimin asıl kaynağı, belleğimde derin izler bırakan anılardır. Bunlar arasında yazmadığım, yazamadığım; hatta yazmadığım için beni rahatsız eden anılar çoktur. Bunlardan birini paylaşmak isterim:
Çukurca’da tepelerden aşağı doğru uzanıp gelen patika köy yolları, okulun önünde düğümlenir ve ilçe merkezine girerdi. Köy yollarının düğümlendiği o noktadan gelen bir bağrışma sesi duydum, hemen dışarı çıktım. Dört-beş kişi, kocaman sopalarla bir köylüyü dövüyorlar. Köylünün yüzü gözü kan içinde; durmadan vuruyorlar. Az sonra –bu ders sana yeter dercesine- kendiliğinden bıraktılar adamı. Adliye binası elli metre kadar ileride. Dövülen adamın hemen adliyeye gideceğini, şikayet edeceğini sanıyor ve bekliyordum; hiç de öyle olmadı; köyün yolunu tutmuş gidiyor. Olayı izleyenlerden birine, “niçin dövmüşler, suçu neymiş?” diye sordum. Köyden gelirken Çukurca’yı gördüğü son tepede eşekten inmesi gerekirmiş, inmemiş. Hiçbir köylü, eşeğin üzerinde ayağını sallaya salaya şehre giremezmiş! İlçede oturan ağalara saygısızlık sayılırmış bu… Töre böyleymiş. Dövülen adam eşekten inmemiş. Bütün suçu bu…
Olayı izleyen şehirliye: “mahkemeye niçin gitmedi, şikayet etmedi?” dedim. Şehirli: “adamsa gitsin!”* dedi.
Zaman zaman düşünürüm, köylünün suçu, eşekten inmemek miydi?
A.K: Eğitimci ve yazar olarak bir insan yetiştirmek? Zorluğu ve ikisi arasındaki ilişki hakkında ne dersiniz?
D.S: Toplumun dilinde tekerlemeye dönüşen bir söz vardır: “her şeyin başı eğitim” derler. Doğru bir söz, ama nasıl eğitim? Bana göre her şeyin başı eğitim değil, öğretmendir. O nasıl şekillendirirse insan da öyle olur, toplum da… Öyleyse önce “iyi, nitelikli öğretmen” yetiştirmeye önem verilmelidir. İyi öğretmen, nitelikli öğretmen nasıl olmalı? Bunun yanıtını okurlara bırakalım.
* 1988, Ayyıldız yayınları, Ankara
* Dünya Kitap, cilt 2, sayı 13
* korkar, cesaret edemez.
* Köy Enstitüleri ya da Deli Memedin Türküsü, güldikeni yayınları,1996