- 919 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ALKOLİK
Bir ölüm gibiydi bitişin inanamadım biz miydik daha dün yorulan Aşk’tan, boğazımda bir düğüm beş şişe içsem kâr etmez unutmaya umarsız bakakalışımın ardından! Can verir gibi verdim seni ellere. Bir soğukluk boğazımdan aşağıya doğru ve bir soğukluk bekliyorum kısmetse yüreğime...
*** -ALKOLİK-
O gün, aradığın gün, bıraktığın yerde olmayacağım!
Bırakamadığım acıların eşliğinde; kim bilir hangi sahilde, hangi caddede, hangi bar çıkışında içiyor olacağım.
Anlattı, anlattı dinledim.
“Dert görmemişsin oğlum sen” dedim.
Kayıkhanede bir sabahtı. Meyhaneler karartınca ışıklarını, soluğu burada alırdık. Elimle ceplerimi yokladım,
“İki yüz elli eksiğim var, versene” dedim. Verdi. Alıp çıktım oradan. Arabadaki benzin eve kadar götürürdü. Ufak bir cin aldım üç yudumda bitirdim. Ne kötü şeydi şu sarhoş olamamak!
Neden içiyorsun diye soranlara cevap olarak boş şişeyi patlattım duvarda. O gün ne kadar ses çıktı hatırlamıyorum ama küçük, kısa bakışmalarımızın arasına saklanan bir resim var. Poz; yalnız.
Gelişigüzel şekil verilmiş bir seramik parçasının bin bir çeşit gizemi saklı ve bir kitap arasında kurumuş bir çiçek kadar eski aslında. Bakışların kalabalık ve çığlık çığlığa. Hayret yok.
Hayretten öte usanmışlığın umudu yansıdı bana, bu yüzden
verdim ellerimi sana. Bırakma.
***
“Delirium tremenste bir hasta var” dedi hemşire hanım.
“Eee?”
“Alkol yoksunluğu nöbeti.”
“Yani?”
“Yanisi şu, sesler gelir korkmayın hasta kendini hala en son
buradan geldiği gece kulübünde zannediyor. Siz güvenliktesiniz
endişelenmeyin diye haber vereyim dedim.”
Şaşkınlığımı belirtecek halim yoktu ayrı mesele, yüzüm de
yoktu! Başımı salladım anladım şeklinde hafif bir tebessümle
teşekkür ettim. Arkasından koşar adımlarla gittim
“Ne zaman geçer peki?”
“Üç beş gün belki de daha uzun. Hastaya göre değişir.”
Burada hasta tabir edilen alkoliklerdi. İlk gittiğimde bu tabir
bana garip olmakla birlikte sevindirici gelmişti. Öyle ya
hastanedeydik. Zira bendeniz artık içki içiyor olmaktan utanıyordum.
Düşünebiliyor musunuz parayla sonradan tanışmış,
hayatta yaşadığı hiçbir şeyi hazmedememiş bir züppe bile size
gülebiliyor. Bu çok acı. Hele ki onurunuz için ölmeye değer
diye düşünenlerdenseniz...
Endişelendim tabi. Delirium tam neydi ve ben de girebilir miydim?
Risk altında mıydım yani? Sonradan doktorumun verdiği bilgiye
göre; nasıl alkolizme geçiş yaptığınızı anlamıyorsanız delirium
tremense de girip giremeyeceğiniz anlaşılmıyormuş.
İlk üç-dört gün risk vardı tabi.
Deliriumun Türkçesi, ölümle ya da bunamayla sonlanma
yüzdesi yüksek bir durumla karşı karşıyasınız. Bir de amonyak
yükselir hatta pankreas iltihabı nüksederse İşte o zaman
terminale girmişsin demektir. Bu hastalıktan kurtulma olasılığın
hem var hem de yok.
Sabah oldu sesler devam ediyordu. Hasta basbayağı halay
bile çekiyordu. Hatta kız kardeşiyle eşini karıştırmış, ısrarla
karısının o olmadığını söylüyordu.
Bütün bunlar alt katta yaşanırken merdivenin başına oturdum
onları dinliyordum.
O anda kendimi çok yabancı gibi hissettim burada, sadece
adam için endişelenmeye başladım “ya ölürse!” dedim.
Eşi ve dokuz yaşındaki oğlu oradaydı da bu çocuğu buraya
neden getirmişlerdi?
Cahil bu halk diyemedim tabi, zira benim de beynim her
şeye tam vakıf olacak durumda değildi.
Buradaki üçüncü günüme uyandığımda artık tam ayılmıştım.
Hala riskim var mıydı? Doktorum geldi. İlk sorum bu yöndeydi.
“Hayır” dedi “İçme süreniz ve tahlilleriniz ‘delirium tremense’
girmeyeceğinizi söylese de bir gün daha kalmalısınız, her zaman
risk olabilir” dedi. Beni hastanede güvende olduğuma ikna etti.
Bir alkolik bağımlılığından kurtulmaya kendisi karar verdiyse
burada doktor çok önemli. Sana karşı, sana uygun bir
davranış geliştirmesini beceremezse kalmazsın orada.
Her hastaya ayrı bir dille konuşulması gerektiğini görüyorsun.
Aslında bu yaşamda da böyle biliyor musunuz?
Herkesin anladığı bir dil var; beşeri ilişkilerinizde sinirlenmek
istemiyorsanız mutlaka herkese anladığı dilden konuşabilmelisiniz.
Bana neden içtiğimi soranlara verilecek cevap sadece boş
şişenin duvarda çıkarttığı ses değildi.
Bunun uzun bir açıklaması vardı. Daha doğrusu bahanesi...
Çünkü ‘içmenin anlaşılır bir gerçeği yoktur, bahanesi’ vardır.
Birikimlere göğüs geremeyeceğini anlayınca sarıldığın bir
bahane; gerçek sonradan görünür ki bunun adı ‘pis, tü kaka,
alkolik herif, alkolik karıdır!’
Çoğu sarhoşun yanından geçerken çocuklarımızı hatta kendimizi
kollarız. ‘Pis herif sarhoş! Geç kızım geç oğlum şu tarafa.’ Hiç
böyle derken bir alkoliğin gözlerinin içine bakmayı denediniz mi?
Üçüncü günün sonunda odamdan çıktım. Önce kanını temizliyorlar
bir nevi detox bununla birlikte verilen ilaçlarla alkolü aramıyorsun. Sen değil de beynin ararsa onun adı yoksunluk koması
“delirium tremens” oluyor işte.
Aşağı indim yağmur çiseliyordu Aziz Nesin’in bir sözü geldi
aklıma “Sen de yoksun ben kiminle ıslanacağım?”
Ah be duygusal taraf sus, otur oturduğun yerde!
Sussa ne olacak ki onu benden başkası zaten duymuyor! E
kötü yanı da bu ya zaten, neyse..
Bahçe tek tük insan doluydu. Kantin kısmına doğru ilerledim
gözlerimi tam açamıyor beş yıldan sonra ilk kez ayık olarak
havayı teneffüs ediyordum. Renkleri gördüm, ağaçlar yemyeşildi.
Yeşillik ne kadar güzelmiş meğer hiç fark edememişim.
Sonradan bu bahçedeki insanların, zorla getirilenlerin yakınları
olduğunu öğrendim.
Edirne’den gelen genç bir çocuk vardı, annesi babası hiç ayrılmadılar
kapıdan. On beş gün zor tutuldu oğlan hastanede.
Sonra? Sonrası malum, kaçtı! Zaten burada kendin kalmak istedin
kaldın, yoksa manası yok. Çıkınca tekrar içeceksen, seni
bir ordu beklese neye yarar içmeyeceksen yine neye yarar?
***
Kocaman bir çaydanlık vardı kantinde. Çaydanlık? Bunu
görmeyeli ne kadar uzun zaman olmuştu.
Büyük cam su bardağıyla bir çay istedim kendime, orada
bekledim, Hasta bakıcı tiksinir gibi baktı bana çayı uzatırken.
Aldım banka oturup içmeye başladım. Buranın en güzel yanı,
herkes alkolik. Kimi kabul ediyor kimi etmiyor o ayrı. Sokaktaki
kimliğin, mesleğin, sosyo-ekonomik durumun, tahsilin
ne olursa olsun; burada bizi birbirimizden ayıran tek şey, hangi
içkiyi daha çok sevdiğimiz.
Ben ilk kez yatanlardanım, dokuzuncu kez bile gelenler var.
Hatta üst rütbeli emekli asker bir bey vardı, yirmi üçüncü gelişiymiş.
‘Adam Etilerde oturuyor, daha yolda, içip geri geliyor’ demişti
doktor, bu adamın halini tarif ederken. Traji-komik.
Sıcak çay garip bir tat bıraksa da ağzımda içmeye devam
ettim. Buradaki iki kadından biri bendim. Diğeri de kızlarının ik27
Hüzünlü Kevaşeler
nasıyla gelmişti. Aslına bakılırsa rızasıyla gelen de bir tek bendim.
Daha sonra öğrendim ki kadınlar alkolik olduklarını erkeklere
oranla daha zor kabul ediyorlarmış. Kadın olmak her
kesimde olduğu gibi burada da karşımıza çıkmıştı.
“Kabul ediyordur kadıncağız ediyordur da çevre yüzünden
gelemiyordur” dedim yanımdaki arkadaşıma.
“Ne içerdin?”
“Bira.”
“Sen?”
“Rakı.”
‘Birayla mı alkolik oldun’ diye sormuyorlardı burada; çünkü
biliyorlardı ki bira en çabuk alkolizme sürükleyen alkol
çeşididir.
Yanında su istemez buz istemez avanesiz, kaprissiz sarışın
sevgilim benim!
Emekli memurmuş İzzet Bey. Paçalarını sıyrık gezerdi,
ayakları şişti. Kötü galiba diye geçirdim içimden. Çok durmadı
bir iki güne çıktı gitti zaten.
Dokuzuncu günümde iyiden iyiye alkole geri dönüş olmayacağı
fikri belirginleşmişti aklımda.
Gözlerim seni arıyordu, duymamış gelmemiş olmana anlam
veremiyordum. Sen de tıpkı bütün alkolik yakınları gibi
bıkmıştın benden, haklıydın.
Hayat beni seninle buluşturana kadar her seferinde mermiyi
gövdesinin başka yuvasına yerleştirerek, kaçıncı ruletini
oynamıştı bana?
Ama yine bekliyordum işte. Hiç kimse bir alkoliğe güvenmez
biliyorum ama bekliyorum. İçince unutmuyorsun uyuşuyorsun.
Bunu anlatmak zor, yaşamak daha da zor, bilmiyorsun...
Son üç yıldır geceleri yatağa girdiğimde Tanrıya, ertesi gün içmeyeyim
diye dua ederdim. Bak sen bunu da bilmiyorsun. Ancak
sabah kalktığımda insanlarla konuşabilmek için titrememem gerekiyor,
bunun için henüz odamdan çıkmadan üç şişe birayı hızla
içiveriyordum. Bunu da bilmiyorsun; çünkü o zamanlar budalaca
bir utanç oluşuyor insanda, kimseye anlatamıyorsun.
Alkolik olduğumu hastaneye yatmadan kabul ettiğim için
geldim buraya. Yirmi gün yatıp da hala ben alkoliğim demeyenler
vardı. E bunların kurtulma şansı da azdı doğal olarak.
Bir de kayma değimi var burada. Tedavi sonrasında bir gecelik
içip ertesi gün pişman olup tekrar hastaneye gelenler için
kullanılan.
Genç bir delikanlı oturdu yanıma, düzgün bir tipi vardı.
“Geçmiş olsun.”
“Teşekkür ederim.”
“Hasta mısınız hasta yakını mı?”
“Hastayım.”
Şaşırdı.
“Neden şaşırdınız” dedim.
“Bayansınız ya o yüzden” dedi.
“Peki, biyolojik olarak aynı şekilde yaratılmadık mı?”
İfadesiz gözlerle baktı.
“Üstelik kadınlar daha ince eler, daha duygusaldır. Alkol neden
erkek tekelinde olsun ki? Alkolik olmak, tabi ki marifet değil.”
“Polis falan mısın dedi ya da gazeteci?”
“Yok, kardeşim alkoliğim. Tıpkı senin gibi.”
“Ben alkolik değilim. Bir kere kaydım geldim. Yarın sabah
gideceğim” dedi kasıla kasıla.
“İyi. Git de sen kabul etmezsen daha çok kayarsın.”
“Amma ukalasın ha!”
Evet, amma da gerçek konuşuyorum ama dimi” dedim.
Aniden ayağı yanmış gibi bir hareketle uzaklaştı yanımdan.
Gerçekler burada da sevilmiyordu..
***
On dokuzuncu gün... İki gün sonra çıkacağım. Acı yemek, yorucu
hareketler yasak. Ölümden döndüm. Sen hala yoksun bunun
için mi vermiştim ellerimi sana? Gelme artık zaten neye yarar.
Bütün gece uyutmadı gözlerin, gözlerin gizlendi gözbebeklerimde.
Dilinde en son kustuğun kinin son heceleri. Bütün gece söylendi göz bebeklerimde.
‘Sarhoştum, hatırlamıyorum’ bahanelerine sığınmayacağım
bak! Bu aşka ben kanımda alkol dolanırken verdim kendimi.
Ayıldığım andan beri seni düşünüyorum.
Gelmeyecek misin? Son günüm.
“Bak kirazlar çiçek açtı, yokluğuna ağlamaktan kızardı
gözleri, yağmurlar gelir peşinden, utanır dutlara verir yerini,
dut gibi sararıp solmuş ayrılıklara pas vermez gönlüm... Bildiğin
gönül eridi.. Kirazlar böceklendi, ‘dut’ sarhoş benzetmelerinde kaldı. Gel!”
Sabah oldu.
Doktorum geldi gülümseyerek,
“Hazır mısınız” dedi.
Hazır mıydım? Neye? Hayata? Yemeklerin yeni tatlarına?
Meyvelerin, çiçeklerin renklerini beş yıl sonra yeniden keşfetmeye?
Etrafımdaki insanlarla tekrar tanışmaya?
Beş yıllık uykudan uyanışıma? Ya da bin sekiz yüz yirmi
beş gündür kör olan gözlerimin süper bir operasyon sonrasında
açılmasına?
“Evet!” dedim. İçimdeki büyük bir güçle.
“Tamam, o halde saat 15.00’deki ilaçlarınızı aldıktan sonra
gidebilirsiniz.”
Çıkarken üstüme giyecek uzun kollu bir şeyimin olmadığını
fark ettim. Uzun kollu giymem gerekti zira her iki kolumda
da tenimin rengi kalmamıştı. Serum yerlerinin morlukları. En
sonunda omzuma yakın bir yerde bile damar bulmuşlardı.
Aa ne gerek vardı canım bu izleri saklamaya? Ben tedavi
gördüm, bunda utanacak ne var? Bu sıcakta bir de uzun kollu
mu giyilir? Sokaklarda kaldırımlarda içmeye utanmazken,
bundan mı utanacaktım?
Sevgili Hayaloğlu’nun dediği gibi ‘Bu ne yaman çelişkiydi’
Neredesin acaba? Aklında kim var? Gelmeyeceksin biliyorum…
Valizimi hazırlarken artık seni düşünmemeye karar verdim.
Şimdi daha güçlü olmalıydım.
Aynaya baktım da, ikimizi de ben yaratmıştım. Sana; aslında
kendimden ödün vererek, fedakârlık yaparak, sevdiğim, istediğim
için olan bütün davranışlarımı normal olarak algılamaya başladın.
Ve bundan sonra eşek misali bir gün indirdiğimde suçlu oldum.
Haklıydın. Verilen değerler insanoğluna fazla gelince tepki verirdi.
Sen bir zaman sonra bütün bunları aslında benim görevimmiş
gibi gördün. Bunu ben yaptım sana! Aşık olduğum adamı canavara
ben çevirdim.
Mükemmel değildim elbette. Üstelik senin, benim alkolik
olmam gibi çok geçerli bir sebebin vardı.
İnsanlar kendi menfaatlerinin bitmesine yakın, ilişkilerinde
renk vermeye başlıyorlar. Önce azıcık ar damarı kaldıysa,
hafif pembeleşiyorlar. Sonra malum asıl renkleri olan griye
yani özlerine dönüyorlar.
Neler düşünüyordum Tanrım hep bu farkındalıklar ağır
geldiğinden içmedim mi ben? Şapkalar düşmeden kellerini
görmeye tahammülsüzlük değil miydi ‘bahanem’.
Karmakarışık çıktım odamdan. Son kez dönüp baktım
beni yirmi bir gündür barındıran sevgili eşyalarıma, teşekkür
ettim sevgi dolu bakışlarla...
‘Şimdi seninle yaşayanları azad et!’ Duasıyla yürüdüm koridoru.
Çıkarken üzgündüm. Doktorumun günlerdir tembihlediği
aidiyet ruhu, burada başlamıştı sanırım. Hemşirelerle, hastalarla
hatta bana tiksinmiş gibi bakan hastabakıcıyla bile nerdeyse
ağlamaklı vedalaştık.
Sen gelmedin.
Ben sana kızgın değildim kızgın olacak ne vardı şu üç günlük
dünyada? Sevgimle yaptım her şeyi, pişmanlığım yok. Yeni bir hayatın
içine, başladı yolculuğum. Senin kalbine senin sevginle girdim,
şimdi sende kalmamışsa bu aşk, neden benim yüreğimde kalsın?
İçimde ne yabancı vardı ne küçük bir çocuk. İçimde her
dakikası hareketli, her anı ışıl ışıl olan İstanbul yalnızlığına eşlik
eden kadıncıklar var.
Her birinin soluklarını nefesleri susunca anladım… Ağlayan,
gülen, kadere sevinen, kederi seyredebilen, kimi zaman...
Ve her daim onları güler yüzle karşılayan, kocaman bir kadın
daha...
Ben dış kabukları sert olmayan, bir kadın sevdim içlerinden!
Merhametli, doğanın en ateşli hallerini bile sakince karşılayan
bir kadına güvendim, içimdeki onca kadın arasından.
Ayık halimle.
Bir tek kusuru gitmekti... Suskunluğunda boğulup gitmek...
Onun da elleri vardı hâlbuki; avuç içlerine sakladığı bir
sevdası, bir aşığı, kabukları dökülüp kanayıncaya kadar sevmekten
bıkmayanı...
Özlem yitirdi kadını, özlemekten yitti kadın… Kadıncıklar
girdi aklına; ama “O” sıkmaktan uyuşmuş parmaklarının arasından
düşürdüğü sevdasına, ağladı, ağladı. Gözyaşlarını da
suskunluğuna sakladı...
Şimdi, ellerini açtığında, göreceği her boşluğa dayanacak
yeni bir kadın vardı...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.