- 657 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Parmaklık
“Sence bu parmaklığın yüksekliği ne kadardır?”
Boyumun en az iki katı olan metal parmaklığa baktım.
“Üç buçuk metre.”
“Üzerinden atlar mıyız?”
Parmaklığa tırmanmak zor değildi. Çıkardık çıkmasına da, o yükseklikten yere atlamak vardı; işte bu sakattı.
“Bir şey olmaz, gözün korkmasın. Öbür tarafta toprak daha yumuşak.”
Öbür tarafın toprağı niye yumuşak olsun? Aynı toprak, aynı yağmuru yiyor, sadece parmaklığın öbür tarafında.
Tereddütümü görünce Memo davranıp, parmaklığa tırmanmaya başladı. Tepesine ulaşması fazla sürmedi.
“Ne kadar da çevikmişsin.”
“Ee, James Brown okyanusu aşıp gelmiş; ben onun için bir parmaklığa mı çıkamayacağım?”
Sanki James Brown okyanusu yüzerek geçti... Yayılmıştır birinci sınıf koltuğuna, elindeki içkisi, farkında olmadan gelmiştir.
Memo’dan geri kalamazdım, ben de parmaklığa tırmandım. Şimdi ikimizde tepede, yerden metrelerce yüksekteyiz.
“Bir planımız var mı?”
“Dedim ya, atlayacağız.”
“Ne bekliyorsun o zaman?”
Bu noktadan sonra geri dönemezdi. İster istemez kendini boşluğa bıraktı. Beklediğimin tersine yuvarlanmadı.
“İyi misin?”
“Evet. Korkacak bir şey yok; zemin zaten yumuşak.”
Ben de geri dönemezdim. Atladım.
...
Alan konteynırlarla ve onların çekicileriyle doluydu. Onların oluşturduğu labirentten iki büklüm ilerliyorduk. Bir ses duyunca en yakındaki arabanın arkasına saklandık. Gelenler üç tane kızdı. Onlar da, bizim gibi eğilip, görünmemeye çalışıyorlardı.
“Ona yaklaşmak isteyen hayranlar.” diye fısıldadı Memo. “Bizim gibi bilet bulamadığı için Açıkhava’ya girmeye çalışanlar değil.”
Kızlar da bizi gördü ama aldırmadılar. Konteynırlar seyrekleştiği için arabadan arabaya koşarak, yanımızdan uzaklaştılar.
“Boş ver onları. Tuvatlerin oradan diğer seyircilerin arasına karışabiliriz.”
Kimseye görünmemeyi becerip tuvaletlere kadar gittik. Göğüs hizasındaki tel örgü bulunduğumuz sahne arkasıyla seyircileri ayırıyordu.
“Bu sefer önce ben gideceğim.” dedim.
“Kolay olanı bulunca cesaretlendin bakıyorum.”
Öyleydi, inkar edemezdim. Memo’yu saklandığımız duvar dibinde bırakıp, küçük bir açıklığı geçtim ve tel örgüye vardım. Az ilerdeki mısırcı dışında civarda kimse yoktu. Tel örgüyü aşmak o kadar da kolay olmadı. Ben asılınca, ağırlığımla esnedi. Ben tellerle boğuşurken mısırcı da beni seyrediyordu. Bir süre sonra uzandı, seyyar arabasından bir telsiz çıkardı ve birilerine “Kaçak var!” dedi.
Anında iki güvenlik görevlisi başımda bittiler.
“Geçmek için zahmet etme. Biz seni oradan alırız.”
Üniformalıları görünce debelenmeyi bıraktım. Adamlar bir kedi çevikliğiyle teli aşıp, beni kollarımdan yakaladılar.
“Yalnız mısın?”
Yalan söyleyemem. Otorite karşısında doğruyu bile söyleyemem. Başımı olumlu şekilde salladım.
“Nerede?”
Duvarı işaret ettim.
Biri o yöne gitti, Memo’yla geri geldi.
“Nereden girdiniz?”
“Parmaklıklardan atladık.”
“Hadi canım! Doğruyu söyleyin, canınızı yakmayalım.”
“Valla doğruyu söylüyoruz.”
“Manyak mısınız siz? Bir konser için oradan atlanır mı?"
Memo’ya baktım; o da başıyla görevliyi onaylıyordu.
...
“Şimdi işin yoksa park yeri bul.”
İstanbul’u sevmemek için bin bir neden adında bir kitap olsa, park yeri ilk üçe girerdi. Yirmi dakikadır arabayla uygun bir yer bulmak için turluyorduk.
“Dediğim yere bırakacaktın.”
Dediği yer, özel bir garajın kapısıydı. Belki onu garajın önüne bırakmalıydım.
“Bırakamazdım.”
“O zaman da böyle ararsın işte.”
Her geçen dakika etraf daha da kalabıklaşıyordu. İnsanlar akın akın konsere geliyorlar, kaldırımları park etmiş arabalara terkettikleri için yolda yürüyüp, trafiği iyiden iyiye yavaşlatıyorlardı.
“Benim keyfim kaçtı. Şimdi arabayı abuk sabuk bir yere bırakacağım; konser boyu aklım onda kalacak.”
“Erken gelecektik.”
Gelemedik. Ben evimden, sen evinden, biz evimizden bir türlü çıkamadık.
“Bu konsere gitmesek olur mu?”
Bunu söyleyen bendim. Söylediğime kendim de inanamıyordum.
“On beş yıldır, mısırcıya yakalanıp dışarı atıldığından beri bu konseri beklediğini söyleyen sen değil miydin?”
Bendim.
“Gitmek istemiyorsan, biletleri satalım, sonra da bir yerde yemeğe gidelim.”
Kenara çektim; inip biletleri alacak birilerini bulmaya gitti. Çok geçmeden döndü.
“Tamamdır. Yemeğe gidelim.”
Gittik. Ne yediğimizi hatırlamıyorum.
...
Çok geçmeden James Joseph Brown öldü. Son treni de kaçırmıştım.
YORUMLAR
Ben yüksek atlamada çok iyiyim. Yani demek istediğim lise yıllarında en iyi notu ben alırdım. Ama şimdi denemek gerek.
Öyküyü öyle güzel yazmışsınız ki sanki yaşadım...
Gerçekten konser günleri çile oluyor ama ne olursa olsun bu çileden vazgeçemiyoruz...
Kutluyorum sizi, sevgilerimle...
İlhan Kemal
Bir perde aralığı, hazır atlamaya durmuşken aniden film makaraları döner geriye doğru.
İyi kurgu.
lacivertiğnedenlik tarafından 4/7/2013 12:36:52 AM zamanında düzenlenmiştir.
İlhan Kemal
Sevgili İlhan Kemal...
Günlerdir biletinin peşinde olduğum Rihanna konserinde kendimi hayal ettim ama ben atlayamam öyle yükseklerden...
Bu yazı tam bana göreydi...
Ha bilete gerek kalmadı bu arada ben belki de kuliste olucam...
HArikasınız, öykülerinizin canlılığını seviyorum...
(( Seçil Nimet )) tarafından 4/4/2013 12:00:14 PM zamanında düzenlenmiştir.
İlhan Kemal
(( Seçil Nimet ))
evet yazı parmak bastı heyecanıma...
Ama benden geçti demek de nesi? :(
İlhan Kemal
(( Seçil Nimet ))
Dostum, çeyrek bir ömür kaçırılmış bir konseri yakalama şansı varken ve onca sene bekledikten sonra sırf park yeri yüzünden vazgeçmek, sonrasında bu şansı bir daha yakalayamamak çok zor şey olsa gerek...
Dostum okuttuğun bu harika öykü için teşekkürler sana...
En derin saygı ve selamlarımla....