- 366 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ne Kadarını Biliyordu
Oraya gitmeliydi. Bu bulutsu perdenin ardındaki o muhteşem halini yerle bir etmeli, günlerdir bir gizemin altında inim inim inleyen, iki büklüm olmuş ruhunu hafifletmeliydi bir parça. Bir girip bakacaktı sadece. Kafasındaki kadar parlıyor mu nesneler, yüzler? Şimdiki kadar dostça gülüşler gönderiyorlar mı? Anlamak için…
Annesine söyleyemezdi. O saatte, bir de alkol varsa gideceği o yerde, dünya bir araya gelse evet dedirtemezdi bu çıtı pıtı kadının bedeniyle orantılı olmayan büyüklükteki çelik iradesine. Ona tanıtmıştı birkaç arkadaşını. O dünyayı umursamayan havalardaki kızlar, oğlanlar süt dökmüş kediye dönmüşlerdi önünde. Ama dışarı adım attıkları anda önceki yüzlerine bürünmekte gecikmemişler, en yakın dükkandan kutu kutu bira alıp koşturmaya başlamışlardı ellerindekini rahat rahat tüketebilecekleri bir ağaç altı ya da duvar bulabilmek için.
Annesi ne derdi acaba onları bu halde görebilseydi? Bu ikiyüzlülükleri için suçlar mıydı onları? Ya da hiç şaşırmaz, zaten çok önceden bildiği bir şeyi görmenin kanıksamışlığıyla sırtını döner gider miydi?
Neden bu kadar karmaşık olmak zorundaydı her şey? Neden doğrular kişiden kişiye değişebilecek kadar kaypaklaşabiliyor, hangi yöne dönmen gerektiğini fısıldayan o ses bu kadar cılızlaşabiliyordu bazen?
“İrem’le barıştın mı?” diye sordu birden annesi. “Haklı olan ben’im” dercesine sesinin içine doldurup doldurup taşırarak sevgisini… “Ben o oğlanlar ve kızlar gibi bira muhabbetlerine eşlik et diye var etmiyorum seni dünyamda” diye eklercesine…
“Çok değişti O. Artık tanıyamıyorum.” dedi İrem’i ne kadar özlediğini hayretle fark ederek. Son konuşmalarını hatırlamıştı. Değiştin diyen gözlerini… Yoksa o mu haklıydı değişenin kim olduğu konusunda. O kadar da sıradan bir yer değil miydi, son zamanlarda içinde yer aldığı o alkol kokulu evren? Oraya değişmeden girilemez miydi? Ama çok da kötü bir yer olsaydı, bu kadar insan birlik olmuş, onaylar mıydı orayı? Bazıları Atatürk’ü bile katıyorlardı savunmalarına. Rakı âlemlerinden dem vurarak, kahramanlık hikâyelerinin bir yerine iliştiriveriyorlardı o sarhoş eden, iksirli sıvıyı.
“Şu yeni arkadaşlarınla pek anlaşamadı galiba.” dedi annesi. İrem’i kolay kolay bırakacağa benzemiyordu. En azından bu kahvaltı sofrasında bir süre daha misafir edeceği belliydi. Onun adını söylerken diğer arkadaşlarının adlarındaki gibi sesi tökezlemiyordu birden. Gedikler, hendekler açılmıyordu önünde.
Belki de annesi düşündüğü kadar az tanımıyordu o arkadaşlarını. Hatta şu anda gözlerinde o sormaya korktuğu soruyu bile görüyor olabilirdi. İrem’i bu masaya davet etmesine neden olan da buydu belki.
“Çocukken ne iyi anlaşırdınız…” dedi, söz ettiği o günlere duyduğu özlemi de katarak sözcüklerine. O günlerin içinde, toza toprağa bulanıp bahçede koşturan o küçük iki kızı da bularak…
“Artık ikiniz de üniversitelisiniz.” dedi, keşke olmasaydı der gibi... Aynı kavramın iki insanı birbirinden ne kadar farklı noktalara götürebileceğini anlatan bir yakınma ifadesi vardı sesinde. “Keşke her şey iki kere iki dört kadar net olsaydı… Birini hiç bozmayan bir ortam diğerini baştan aşağı talan etmeseydi…” diyen…
“Sen bir şey mi diyeceksin bana?” dedi birden. “Sanki bir şey isteyeceksin de cesaret edemiyormuş gibi bakıyorsun. Aynen çocukluğundaki gibi…”
Annesi çok yanılıyordu. Çocukluğundaki gibi değildi hiçbir şey. Söyleyemediği için boğazına dizilen kelimeler o zamanlardaki gibi sadece kendi arzularını dillendirmekle kalmıyordu ne zamandır. Başkalarını da hesaba katıyordu artık bir şey isterken. Bazen o kadar uzağa düşüyordu ki içi’nden, gerçekte neyi arzuladığını, neyi “başkaları istedi” diye yaptığını seçemez olmuştu.
Eğer İrem gibi çocukluğundaki kadar sadık kalabilseydi duygularına… Dürüstlüğünün bedelini yalnız kalmakla ödeseydi… O okulda bir mülteci ruh haliyle gölgeleşseydi an be an, yadırgayan gözlere batmamak için… Yanlışları ısrarla doğru olarak gösteren bu pusulası şaşmış dünyada ne yöne gittiği belli olmayan bu insanlara kulak asmadan ilerlemeye devam etseydi gitmek istediği o yöne doğru… Annesi İrem’i kahvaltılarına dahil etmek için bu kadar uğraşmazdı herhalde. Kızında özlemini çektiği bir parçayı onda bularak lafı ikide bir ona getirmez, hasret iç çekişleri saklamazdı sesinde.
Annesi ne kadarını biliyordu acaba? Kaç adım attığını düşünüyordu üniversite denen o dünyadan içeriye? ‘Üniversiteli’ kavramının içini ne kadar doldurduğunu… Yani alkolü ne oranda kattığını düşünüyordu kanına? O kavrama hiç uymayan İrem gibilerden kaç adım uzaklaştığını…?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.