AT-MA-CA
Hayatı "yalan" derler ya, işte öyle bir adam olduğundan her köye gidişimde ben olmadığım zaman anlattığı palavraları arkadaşlarımdan dinlemek ayrı bir zevk, bambaşka bir olaydı benim için.
Her anlatışında öyküye başkalarını dâhil eder, değişik rol ve mizansenler eklerdi, unutkanlığına verip yaptığı değişikliklerin uyumluluğuna hayret ederdim.
İlkinde yaylaya giderken karşısına çıkan kurt’u baltayla nasıl kestiğini, ikinci seferde kocaman "ayı" ile nasıl boğuştuğunu, o vahşi devasa hayvanın elinden kurtulup kaçarken nasıl ağladığını anlatırdı.
"O kurt değil miydi?" diye sorduğumda bir an kaşlarını çatıp düşünür gibi yapar "Ha o başka, o geçen sene oldu" diye düzeltmeye çalışırdı.
Bir gece caminin yanından geçerken kabristandan isminin çağrıldığını ve "sen iyilere karıştın hadi hayırlı olsun" diye kedisine seslenildiğini anlatırken yalandan ağlar gibi olması; sesini kısıp gözlerinden zorlamayla da olsa iki damla yaş akıtması ve ellerini iki yana açıp "ne biliyim işte" diyerek anlattığı olayı "ilahi sırlar" havalarına taşımasını takdir etmemek elde değildi.
Köyün yaşlıları "bu çocukta bir haller var" derken yüzlerindeki ifadeden içlerindeki tecessüsü görebilir ,"bana bulaşmasın da" manası bulabileceğiniz susuşları seyredebilir ve neticede bütün olanları en sağlam yol olarak "Allah’a havale" dualarını duyabilirdiniz.
Bir olayı anlatırken havadan havaya girer fakat her halükarda bir gözü ile dinleyeni daima takip eder, anlattıklarının karşı tarafta yarattığı etkiyi tartmaya çalışır, dinleyenin gözündeki heyecanı dikkatle takip eder, istediği tepkiyi alamayınca risk alıp ya olayın akışında bazı değişikler yapar ya da tamamen ümitsiz vaka olduğuna karar verip muhabbeti başka mecralar çekerdi.
Ben yalan olduğunu bilerek anlattıklarına onunla ağlayıp, onunla gülünce en makul, en akıllı, en uyumlu dinleyicisi olma ayrıcalığına kavuştuğumdan, dinlenilmediği, kale alınmadığı yerlerde beni anıp “şimdi burada olsaydı keşke “ dediğini birkaç kez işittim ve tebessüm ettim.
En muhteşem yalanı bir yıl erken yağan kar sebebiyle yaylaları erken terk etmek zorunda kaldıkları ve yolda büyük bir ayının önüne çıkmasıydı ki dinleyenin bazen dilini ısırdığı bazen de kahkahayla güldüğü fakat her defasında birkaç bölümünde unutkanlıktan mütevellit değişik sahnelerin olduğu masalıydı.
Güya yayla yolunu tepeleri aşıp ormanlık alana geldikleri bölümünde birden önüne çıkan bir ayı korkunç sesler çıkararak önüne dikilip yolunu kesmiş. Bir an donup kaldığından belindeki silaha el atamamış ve ayı üzerine çullanınca yere yuvarlanmış.
Ayağa kalkınca o da ayının boğazına sarılıp kavgaya tutuşmuşlar. Kocaman hayvan şimdiye kadar böyle bir mukavemetle karşılaşmadığından şaşırmış ve korkuya kapılmış. O da birden arkasından dolanıp ayının hayâlarını yakalamış. Var gücüyle sıkınca o koca vahşi hayvan çocuk gibi ağlamaya başlamış.
O sıktıkça ayı çığlık atıyor, bıraktıkça inliyor, adeta karşısındaki olağanüstü insana yalvarıyormuş.
Bir saat kadar elleri ayının hayâlarında bazen sıkıp hayvanı bağırtarak bazen de elini bırakarak geçmiş.
Nihayetinde hayvanla içgüdüsel olarak bir anlaşmaya varmışlar. O elini bırakacak hayvan da arkasına bakmadan kaçıp gidecekmiş.
Ayıya “Ben elimi çekiyorum, sen ormana doğru koşmazsan hayâlarını kopartırım” demiş. Ter su içerisindeki hayvan başıyla “pes ettim, tamam” der gibi başını sallayınca elini hayvanın hayâlarından çekip sırtını çam ağacına dayamış. Koca ayı adamın elinden kurtulur kurtulmaz ormana dalmış ve gözden kaybolmuş.
O günden sonra her yıl yaylaya gidip gelirken bir çift vahşi gözün hayvan sürülerine saldırmak için yaylacıları kolladığı fakat o yiğit adamın karşısına çıkacağından korktuğundan, başına gelenleri bir daha yaşamayı göze alamadığından sürüleri sadece seyretmekle yetindiğini anlatırdı.
Bir zamanlar Beyoğlu’nda bir gazinosu olduğunu anlatırlar, kazandığı binlerce lirayı kadınlarla yediğini ve İstanbul’un hatırı sayılır kabadayılarından olduğundan bahsedilirdi.
Eminim o gazino hikâyelerini, kabadayı öykülerini başkalarından duyup sadece başrole kendini yazıp öyle anlatmıştır.
Kabadayılık günlerine dair anlatılanları dinlerken ağzına kadar su ve yakıt dolu su motorunun çalışması gibi fokur fokur gülüyordum.
Bir akşam köyün girişinde ağaçlar arasından dere içindeki vadiye bakan ahşap evine gittiğimde hanımı beni karşıladı. Evde olmadığını öğrenince üzüldüm. Sonra uğramak maksadıyla tam oradan ayrılacaktım ki aklıma “kabadayı” zamanlarından eşinin bir şey bilip bilmediğini sormak geldi.
Hanımı “ Ben ne bileyim, öyle şeyler der ki inanmazsam kızar, inansam aptal yerine mi koyar beni diye düşünürüm” dedi. Ve “ Dur ben en iyisi sana eski fotoğraflarını getireyim sen bir bak” diyerek hızla eve daldı.
Biraz sonra kucağında ahşap, üzerinde bir geyik ve gül resmi işlenmiş resim kutusu olduğunu söylediği küçük bir sandıkla geri döndü.
Ahşap sandığı açıp içerisine göz atınca anlattıklarının birçoğunun hakikat olduğunu, bizim inanmadığımız anılarına ait fotoğrafları görünce ne kadar hayret ettim anlatamam.
Bu gördüklerim dinlediğimiz bütün hikâyelerinin bir fotoromanıydı sanki.
Fakat bir tek yayla yolundaki ayı’nın resmi yoktu.
Eski yakışıklı zamanlarında milletvekilleriyle bakanlarla içki masalarında kadeh tokuştururken çekilmiş fotoğraflardan tutun da meşhur ses sanatçılarıyla sarmaş dolaş ve baygın bakışlarla süslenmiş uzun favorili, İspanyol paçalı, Amerikan arabalarının tamponlarına ayak dayanmış pozların olduğu siyah beyaz fotoğraflarla doluydu eski sandık.
İsmini söylemek istemediğim bir bakan ve sevgilisini gazino kapatarak ağırladığını, masada bakan bey sevgilisi ile uzun yıllar aşk yaşadığı kendi dostu olan film yıldızı hanım, onların iki bayan arkadaşı ve bakan bey’in sevgilileriyle iki arkadaşının iştirak ettiği bu toplantıda çok eğlendiklerini anlattığını hatırladım.
Bakan bey o gece feci şekilde ishal olmuş ve bir ara rakı’nın tesiri ile sallanarak tuvalete gitmiş, taharet alırken sarhoşluğun etkisiyle beyaz mintanının sol kolunu batırmış.
Öylece ellerini suyun altına tutup masaya gelince bütün hazırun hayret dolu gözlerle bakan beye bakıp, boydan boya kahverengi leke sürülen koluna dikkat kesilmişler. Bir de koku varmış ki anlattığına göre burun kemiklerini çatırdatıyormuş.
Bizimki derhal masadan zıplayıp “Bakan bey doğum günü pastasını buldunuz demek” diyerek adamı doğruca sanatçıların soyunma odalarının olduğu bölüme götürüp leş gibi gömleği çıkartıp atmış, adamı yıkayıp paklamış bir de halk müziği sanatçısı delikanlının kırmızı yanardönerli gömleğini giydirip getirmiş.
Elimdeki fotoğrafta, bakan bey sağ kolunu sevgilisinin omzuna atmış, sol elinde tuttuğu rakı kadehini havaya kaldırmıştı. Kırmızı rengin beyazdan daha koyu, griye yakın durduğu görünüyordu.
Fotoğrafları karıştırdıkça memleketin efsaneler yazmış kabadayılarıyla, yer altı dünyasının en büyük aktörleriyle çekilmiş pozlar ve açılışlarda memleketin idarecileriyle pozlarına rastladım.
Fotoğraflar arasında kucağında küçük bir çocukla hasır serginin üzerinde poz veren yaşlı adamı görünce anlatı başka bir hikâyeyi hatırladım.
İlk İstanbul’a geldiği günlerden birinde Anadolu yakasında bir parkta otururken yanına bir hanımefendi yaklaşıp kucağındaki çocuğu beş dakika tutmasını, yakındaki tuvalete gitmesi gerektiğini söyleyince tereddüt etmeden kabul ediyor.
Kadın bir müddet sonra siyah trençkotlu iki adamla dönüyor. Başlıyor ağlayıp dövünmeye “İşte bu adam benim çocuğumu kaçıracaktı” laflarını duyunca bizimki şaşırıyor. Polis kimliklerini gösteren adamlara ne kadar dil dökse faydasız.
Adamlardan biri “Ancak hanımefendi şikâyetinden vazgeçerse “ şartıyla koluna vurdukları kelepçeyi çözüp salıverebileceklerini aksi takdirde emniyet müdürlüğünde ifadesi alındıktan sonra “Paşa kapısı” ceza ve tevkif evine nakledileceğini söyleyince kadına yalvarıp yakarmaya kendisinin çocuğu teslim ettiğine dair nafile dil döküp duruyor.
O sırada çevrede balon satan bir delikanlı yanına yaklaşıp “beyefendi bu kadın bunu hep yapıyor para koparmak maksadıyla bu çocuğu da kullanıyor” diyerek geç kalmış bir uyarı yapıyor.
Neticede bizim adam kadının masadını öğrendiğinden kulağına eğilip” ne kadar istiyorsun?” diyor. Kadın bir yandan iki gözü iki çeşme ağlarken birden durup “Bin liradan aşağıya olmaz” diyor.
“Bana müsaade edin eve kadar gidip bu kadının ikna için gerekeni yapayım” diyor polislere, fakat polisler kabul etmiyor.
Beraber gitmeye razı oluyor iki taraf da. Evden İstanbul’a gelirken iş bulamazsam ihtiyaç olur sebebiyle yanına aldığı eşinin üç Trabzon burması bileziğini alıp çıkıyor. Bir kuyumcuya uğrayıp bilezikleri bozduruyor ve kadına parayı verip “şikâyetini geri “ almasını sağlayıp, kelepçelerden kurtuluyor.
Birkaç gün sonra aynı parkta otururken yaşlı bir amca yanına yaklaşıp “Sen de yolunacak adama benzemiyordun ama, ekip sağlam” diyor. Oturup yaşlı beyle sohbet edince polislerin de, baloncunun da dolandırıcı olduğunu öğreniyor. Bir de çocuğun kadının olmadığını başka bir aileden günlüğü iki buçuk liradan kiralandığını ve adreslerini öğreniyor.
Birkaç gün sonra çocuğun yaşadığı adrese gidiyor. Babası ile tanışıp başından geçeni anlatıyor. Adam sinirleniyor. “ Bana iki buçuk lira kendilerine bin lira ha!” diyerek sitem ediyor.
Çocuğun babasını ikna edip bir plan yapıyorlar.
Hafta sonu yine aynı parkta sarı saçlı siyah gözlüklü, elinde bastonu ile oturan adamın yanına yaklaşan kadın “beyefendi acilen şuradaki tuvalete gitmem gerekiyor, çocuk beş dakika yanınızda kalabilir mi, malum herkese güven olmuyor da” deyince adam “hay hay ne demek “ diyerek teklifi memnuniyetle kabul ediyor.
Kadın on beş dakikaya yakın bir sure sonra yanında iki sahte polisle geri dönünce bir de ne görsün ortada ne çocuk ne de bastonlu adam var.
Sağa koşuyor sola koşuyor kimsecikler yok. Gören de yok.
Velhasıl akşam kıyamet kopuyor çocuğun evinde. Çocuğun babası silahla dayanıyor kadının kapısına “ya evladımı veririsin ya hepinizin canını alırım” diyerek hükmü kesiyor.
Kadın ertesi gün adamlarını çocuğu ve sarı saçlı gözlüklü, bastonlu yaşlı adamı ve çocuğu aramak üzere seferber ediyor. Kendisi de parka gidip çevreyi kolaçan ederken yanına yaklaşan bir şahıs “Çocuk mu istiyorsun hanım?” diyor.
Kadın “Evet bütün servetimi vermeye hazırım yoksa babası benim çocuğumu öldürecek “ diyor.
Adam “ Yüz elli bin lira “ hemen yoksa çocuğu unut deyince kadın “bir saat sonra buradayım çocuğu getir” diyor.
Bir saat sonra kadın bir bez torbanın içerisindeki banknotları adama teslim edip çocuğu alıyor.
O takastan sonra çocuğun babası ile ortak Beyoğlu’ndaki gazinoyu açtılar.
Bir sene sonra ortağı ölünce hanımıza gazinodan payını verip tek başına çalışmaya devam etti.
Karadeniz’e yolunuz düşerse Çayeli’nden geçerken Madenli yol ayrımından girin, ana yolu takip edin yirmi dakika sonra Kaptanpaşa (eski adı Senoz) köyüne vardığınızda Ümit’in kahvesini sorun.
O ahşap kahvehanenin yaz ise dereye bakan balkonunun bir köşesinde ,kış ise ortadaki sobanın yanında büzülmüş oturan yaşlı bir adam göreceksiniz.
“Ne haber Laz Yakup?” demeniz yeterli.
Gerisini o anlatır zaten.
YORUMLAR
Üniversite yıllarımdaydı.
Minibüsle Taşlıtarladan ( Yani bu günkü Gazi Osman Paşa) Veznecilere doğru yol alıyoruz...Bizim laz kaptan ( yani şoför) Anlatıyor.
Çeşitli milletler toplanmış ve Allah'a sormuşlar bizi niçin yarattın diye.
İngiliz'e '' Sizi dünyayı karıştırasınız diye yarattım '' cevabı gelmiş
Fransıza '' Karılarınız fahişelik yapsın siz de övünçle anlatın diye ''
Yahudiye '' Paral kazanın ve dünyanın kıçına parmak atın diye''
Türke '' Savaşın diye'' yarattım cevapları gelmiş.
En son olarak laz sormuş '' Ey Allah'um haçan penu neye yarattin?''
Cevap gelmiş göklerden '' Ben böyle bir millet tanımayrum''
Valla ben o laz kaptanın yalancısıyım..Hakketen var mı böyle bir millet?))))))))))))))))))
Selam ve sevgilerimle.
erolabi
Ha buni oğrenduğum eyi oldi...
Selam ve saygı ile
sami biberoğulları
Bu fıkranın bir de lazları en üst mertebeye taşıyanı var.
Efendim kıyamet kopmuş..Daha sonra da insan oğlu tekrar dirilmiş..Drilir dirilmez de hemen peygamberlerini aramaya başlamışlar kendilerine şefaat etsin diye...
Bu hengamede lazlar önce Hz. Musa'ya koşmuşlar...Hz. Musa '' siz bana bağlı değilsiniz..Gidin'' demiş ve Yahudileri etrafına toplamış...Sonra Hz. İsa'ya koşmuş bizim lazlar..Hz İsa da ''Siz bana bağlı değilsiniz '' demiş onlara ve Hristiyanları etrafına toplamış....Lazlar bakmışlar ki müslümanlar Hz. Muhammed( S.A.S) in etrafında toplanıyorlar hemen oraya koşmuşlar fakat ( Fıkra bu ya ) Hz. Muhammed de lazlara '' Siz bana bağlı değilsiniz'' demiş...Lazlar başlamışlar ağlamaya..'' Ula piz kime bağluyuk daaaa'' diyerek....Yukarılarırdan bir ses gelmiş...'' Ulan siz siz doğrudan doğruya bana bağlısınuz..gelin..gelinnnn'''
Memleket Yakup dolu hatta doli:))Bilirsin Karadeniz de bir minibüse binmek bile gülmekten ölmek için yeterli.Ayının resmi olsa şaşardım zaten .İnsan biraz destekli atar ama Yakup gibiler gerisini düşünmez.Şaban da bana ahududu reçeli yapıp getirmiş memleketten.Birde haber yollamış ayı rasladı az daha ölecektim yavruları da vardı üzerime yürüdü diye.Yani o kadar tehlikelere katlanıp bana reçel yapıp yollamış .Üstelikte eşi değil kendi yapmış.Sen onu benim külahıma anlat dedim :)) Kılıç Şaban:))
Erolabi
Hayat ne acı hikayelerle dolu be Dostum,
Demek Yakup gerçekten anlattığı kadar maceralı bir hayat yaşamış.
İnsanın zaten yaşlandığı zaman her şeyi yalan bir anı olarak kalıyor. Öyle ki ona çocukları bile inanmıyor artık.
Saygılarımla.
erolabi
Yazının başlığına dikkatinizi çekerim değerli komtanım...
:)))))
Selam ve muhabbetle...
Senoz vadisini bu aralar oralarda yapılmak istenen ve halkı tarafından direnmeyle karşılaşan hes'lerden tanıyoruz.
Gülümserken içinizden inceden de bir sızı hissettiğiniz bir öykü bu.
Karadenizimde bu öyküye benzer öyküleri yaşayan o kadar çok ki :)
Bu arada biz hala caminin avlusundaki çay ocağında sefer hikayesinin devamını bekliyoruz.
Saygılar
erolabi
Direnme gücümüz eksik.Zira köyümüzden bir bakanımız var ve onu incitmemek için millet geri duruyor. Bir de bizim bölgede "solcu" az var.Ahali genellikle muhafazakar.Bu sebeple "devrimci" açığımız halkımızın sefil dumasına itiraz edememesine sebep oluyor.
Geçen sene bir cami hocasına köylerde genellikle hala radyolarda pil kullanıldıüğını bu sebeple araziye atılan pillerin kanserojen olduğu için büyük tehlike arzettiğini bunu bir cuma hutbesinde dile getirmesini rica edince bana "Oooo biz millete neler diyok da yapmiyolar" demez mi...
Selam ve saygı ile...
şairziye
Ayrıca bizi niye cami avlusunda beklettiğinizi söylememişsiniz :)
erolabi
Benim yerime de bağırın..
Şöyle :
"Türkiye sizinle gurul duyuyo !"
şairziye
Ama ben Artvinimi kurban edemem. Başka zaman bağırsak, başka bir durum için ?
:)
erolabi
gördüğümde içim "Gurul Gurul" ediyo...
Cankurtarandan geçerken Karadenize bak ve "Salak gibi nerelere gidip yaşamaktayız" de içinden..benim yerime...kimse duymasın..
Bu şehrin kalabalığında sığınacak çatılar da çöküyor tek tek
Ve sokaklarında gururla ve kimsesiz yaşamaktansa
ne güzel olurdu Karadenizde bir köyde olsaydım inek...
nası şiir ama...
şairziye
Tabi ki bakarım sizin yerinize de kendi yerime de.
Eşim Ankaralı. Onunla memlekete ilk gidişimizde oradaki hayvanlara bakarak "ne şanslı inek, ne şanslı tavuk...." demişti ve taklalar atmıştı.
O yüzden şiirinize bayıldım.
Köyde bir ev yapmak en büyük hayalim. Olursa sizi de konuk edebilirim hocam memnuniyetle.