kutsal pençe
Her şey anlamsızdı, sadece o vardı. Çay fincanından değil, bir kadından bahsediyorum. Yo, sıcaklığını hiç ölçmedim, sadece birkaç defa yanından geçtim. Siz hiç yanan bir kamyon yanından aracın içinde geçtiniz mi? Yangın ile aranızda birkaç metre ve cam olmasına rağmen aracın içi çok kısa süreliğine fırın gibi birden ısınır, sanki biri sizi fırına sokmuş ve kapağı kapatmış gibi hissedersiniz kendinizi, işte o yanımdan her geçtiğinde alıyordum aynı sıcaklığı.
Sokağa taşınması üzerinden bir ay geçmişti. Evet, evet. Tam bir ay önceydi ve dün gibi hatırlıyorum. Sıcak yaz güneşi cehennem azabı gibi abanıyordu üzerimize, ve bizim sokak öylesine ölüydü ki çöp çıkarmak dışında kimse sokağa çıkmıyordu son günlerde. Bir kamyon sesinde heyecan arıyan, yeteneksiz ve sıkıcı tipler, dünyanın en sıkıcı sokağını oluşturmak için farkında olmadan bir araya geliyordu.
Komşularımda uzun süre önce sevişmeyi bırakmıştı, çünkü zevk adına inleyen kimsecikler yoktu, ince giyinen duvarlarımıza rağmen inleyen insan sesine hasrettim. Yatağımda biri olmasından bahsetmiyorum, üst kat, yan daire hiç farketmez, yeter ki biri inlesin, yan apartımanda bile olabilir, ama inlesin…
Sadece kuru öksürük sesi duyabiliyordum. Bir sanatoryum gibiydi, biraz cesaretimiz olsa kendi krematoryumumuzu yaratıp kökümüzü ateşe verecektik. Ancak ölmeden yaşamak dışında yeteneğimiz yoktu, doğum zaten hiç olmuyordu bizim sokakta, uzun süre önce doğurulmuş, ve ailelerinin başlarından attığı bu güruh, ancak bir kattaki altı daire gibi yakın yaşıyordu birbirine.
İşte böyle bir ortamda çiçek açmıştı, uzun siyah saçları, ince bir yüz ve akdeniz kalçasıyla eşyalarından önce o indi araçtan. Meraklı gözleri örten perdeler sessiz salınıyordu, yaz sıcağında cennete şöyle bir göz atmak gibiydi. Öyle kısa sürdü ki daha önce hiçbir taşınma işi bu kadar çabuk bitmemiştir.
Diğerlerinden şanslıydım, ciğer kokusu alan karakedi ne kadar şanslıysa o kadar… Çünkü benimle aynı katta oturuyordu. Bir kapı sesine yataktan fırlıyor merakla delikten bakıyordum. Ne giydiğini merak ediyordum, yersizdi çünkü her şey ona yakışıyordu. Bir süre sonra onun rutinlerini öğrendim, evden çıkış ve dönüş saatlerini… Giyiniyor, kapı arkasında bekliyordum. O’nun ardından kapımı açıyor, tesadüf sonucuymuş gibi sahte bir gülümsemeyle ruhuma eşlik etmesi için ağzımı zorluyordum. Peşinden merdivenleri inerken kalçalarına bakıyordum. Gözlerim, ellerim onun peşinde yürürken bazen kontrolü kaybedeğimi, böylesi güzelliği dokunmadan anlayamıycağımı sanıyordum. Kısa sürede apartımanın erkekleri peşine düştü. Bizim kat hiç olmadığı kadar hareketlendi. Yersiz zil sesleri, yalan bahaneler…
Hepsi onun peşindeydi. Ancak bir sevgilisi vardı ve gece gündüz sevişiyorlardı. Sabahın sekizinde bir kez, öğleden sonra ikikez ve geceyarısı son kez…
Yatağımda, yan daireden gelen zevk çığlıklarını duymamak için yorganı başıma çekiyor, kendimi tatmin ediyordum.
Böylesi acıya ve onu kıskançlıkla severek geçen haftalardan sonra bir gün peşine düştüm. Bu kez konuşacaktım, aynı katta yan dairelerde oturuyorduk. Beni geri çeviremezdi ya. En azından kısa bir sohbeti borçluydu bana. Kutsal afroditimizin yaydığı güzel ışığı izliyordum, O’na bakan erkek gözlerinin farkındalığıyla peşinden bindim tramvaya. Oysa tramvaya binmeye ihtiyacım yoktu. Hiç ihtiyacınız olmayan bir şey yaptınız mı? Yaptığınız her şeye ihtiyaç duyar mısınız? İhtiyaçlar mı sizi harekete geçirir? Bir kaplumbağa mısınız? Kaplumbağa yürüyüşe çıkar mı?
Tramvaya bindiğimde gidecek bir yerim yoktu. O’nun gittiği yer olmalıydım, giden O değildi, sanki bizdik onunla hareket eden… Sıkı bir temenni değil mi?
Hemen önümde oradaydı. Mavi kısa bir etek içinde harikulade bacakları yeryüzüne doğru uzuyordu. Eteğin sımsıkı kucakladığı iki mükemmel küre şeklinde akdeniz kalçası, ince bel, ve bu şahane iskeleti bir arada tutan dümdüz sırt omurgası üzerinde harika parfüm kokusu. O’nun kemiklerini istediğimi düşündüm birden. Evde, halı üzerine kemiklerini dizip incelemeliydim yakından. Bu güzelliğin bir açıklaması olmalıydı. Ama O’na zarar vermeden yapmalıydım. Ölmesini beklemem gerekiyordu bunun için. Peki ya ben daha önce ölürsem? İşte bu düşünce beni terletmeye başladı. Tramvay köşeyi hızla dönmüştü. Tramvayın gürültülü zil sesi kulaklarımı doldururken bir sonraki durak anonsunu duydum, ve mavi eteğin içinde kalçaları tramvayın etkisiyle titremeye devam ediyordu. Gözlerim çok ağır bir şekilde kapanırken, yaz sıcağında uykuya teslim oluyordum. Evet, kendimi kontrol edemediğim şeyleri yapmaktan hep korktum. İlişkiler konusunda böyle yetiştirilmiştim. Ve elim, sanki düş görüyordu, ya da ben düşteydim ve düşümde elimi hareket ettiriyordum. Çok yavaş bir şekilde, tramvayın zil sesi kulağımda çınlarken, titremeye devam kalçalara yaklaşıyordu elim. Rüyanın kontrol edilemez olduğunu bilirdim ancak bunu her zaman uyandığım zaman farkına varıyordum. Yine farkında değildim, rüyadaydım. Buna memnundum çünkü elim söz dinlemiyordu. Baş ve diğer dört parmak, yo artık onlara parmak diyemem çünkü kutsandılar kanımca, başka bir şeye dönüştüler. Bir kaplan pençesine. Kutsal pençe arasına alıp, tüm gücümle sıktım kalçasını. Eteğinin üzerinden, mengene kadar güçlü bir nefret duygusuna kapılmış gibi çiğnedim parmaklarımla o sıkı kalçayı, çiğ çiğ yedi tırnaklarım taze etini...
Güzelliğe öfke duyan çirkin kadının intikamı.
Bana bakıp gülümsediğini hatırlıyorum, ve çok hoşuna gittiğini söylediğini.
Sonra, sonra beyaz ışık ile aydınlandı güneş…
İşte, şimdi burada bir odaya hapsedilmiş bekliyorum. Kendimi rüyada sandığımı söylemek kanunları ikna edemiyor, yoksa bir cinnet anımıydı? Her kadın cinnet geçirir. Geçirmez mi? Sonuç hep cinayet mi olmalı?
Az sonra bir psikolog beni ziyarete gelecekmiş. Hıh! Akıl sağlığım ile ilgili şüpheleri varmış, ne yani benimde onlar hakkında var.
Yirmialtı yaşında çirkin bir kızın güzel hemcinsini biraz olsun hırpalamaya hakkı yok mu?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.