- 1232 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HİÇ KAZIK YEMEDİM
HİÇ KAZIK YEMEDİM
Sabahtan beri durmadan avukat Avni, mahkemelerdeki ilginç olayları, kavgaları anlatıyordu. Hepimiz onu ilgiyle dinliyorduk. Bu sohbet meclisinde oturanların hepsi sırayla; bir başkasına nasıl kazık attıklarını veya atıldığını anlatmaya başladılar. Anlatılanların ekserisi aslında kendi başlarından geçen olaylar olabilirdi, fakat, kimse ben kazık yedim diye anlatmaya cesaret edemiyordu. Buğday tüccarı Hasan bey, köylülerin nasıl onun arkadaşını aldattıklarını allandıra ballandıra anlatmaya koyuldu.
“Efendim” diye açtı konuyu “Efendim, bundan iki sene önce komşu ilçenin Menderes vadisindeki ova köylerinden birisine, bizim aklı kıt parası çok tüccar arkadaşımız buğday almaya gitmiş. Dolaşmış bütün köyleri... Onlarda ambarlarındaki zahirelerini göstermişler. İncelemiş tüccar beyefendi. Beğenmiş. Anlaşmışlar ücret konusunda da. Kiralamış kazadan bir kamyon. Kamyonu kiralamadan önce kazanın bir kaç esnafına sorup, kamyon şoförü hakkında bilgi toplamış. Onların bir kısmı;
“Henüz yenidir kazamızda.”
“Tanımıyoruz.”
“Bıyıklarına bakarsan adam gibi görünüyor.”
“Bilmiyoruz” demişler.
Soracak başka kimse de tanımıyormuş. Bu kazada zaten kendisi de yabancıymış. Kaderine kırkdokuz deyip kıralamış kamyonu. Gelmişler buğday aldığı köye. Doldurmuşlar ağzına kadar kamyonu köylülerden aldığı buğdaylarla. Tutuşturmuş şoförün eline gideceği adresi. Kendi taşıtı ile başka köye hareket ederken kamyon şoförü ona;
“Benzim param dahi yok beyim!” deyince; Tüccar onun eline üç beş kuruş daha sıkıştırmış. Şoför de;
“Yetmez bu beyim!” der gibi bir tavırla bakmış.
Fakat, bizim tüccar yutar mı o numarayı. “Tamamdır!” diyerek savmış şoförü başından.
Başka ilin plakasını taşıyan kamyonu çalıştırmış şöför ve isteksizce koyulmuş yoluna. Tüccarda ödemiş köylülerin tüm paralarını, o da hareket etmiş diğer köylere. İkindi üzeri tüccarın ilk buğday aldığı köye haber gelmiş. Kamyon şoförü, Menderes nehri üzerindeki Söğütlü Köprü’de kaza yapmış. Bütün buğdaylar nehre dökülmüş. Meraklı köylüler atlamışlar atlarına ve koyulmuşlar Söğütlü Köprü’nün yoluna. Köye aşağı yukarı birbuçuk saat mesafedeymiş o köprü.
Akşam namazına bir saat kala buğday tüccarı da haber alıp yetişmiş kaza yerine. Kamyon, kaza geçirmesine rağmen hiç birşeyi yokmuş. Sadece tekerinin birisi çıkmış ve kasasıda havaya kalkmış. Meğer kamyonun kasası hidrolikliymiş. Köprünün üzerinden dökülmüş tüm buğdaylar nehire. Anlatmış kamyon şoförü böylece oradakilere. Bizim buğday tüccarı da yellenirmiş koca silindir şapkasıyla ve ara sırada;
“Yandım, yandım! Ben mahvoldum!” diye bağırırmış.
Kamyon şoförü tekerini yerine takma işi ile uğraşıyormuş. Karanlıkta ağır ağır bastırıyormuş. Tüccardan üç beş kuruş daha alıp veda etmiş ona. Başa gelen çekilir diye kendisini avutan tüccarda ah vah diyerek öbür köye gelmiş. Geceyi o köyde geçirmiş. Evinde misafir olduğu adam kimde buğday varsa, ona göstermiş. Kimini beğenmiş, kimini beğenmemiş. Tam köyü terkedeceği zaman o köyün en yoksulu yanlarına gelmiş.
“Buğday alıcısı siz misiniz? diye sormuş.
“Evet” diye karşılık vermiş o da.
“Bende de buğday var. Buyrun bir görün isterseniz.”
Evinde misafir olarak kaldığı adam, onun böyle demesine şaşırmış. Gözleri faltaşı gibi açılarak sormuş.
“Üle Garip Ali, sen ne zaman buğday ektin de, satıyorsun? Hangi tarlandan kalktı bu buğdaylar?”
“Bizim değil be Bey dayı. Biliyorsun kayınpeder hasta, Kaynananın bu zahire. “Satıver!” dedi bana. Ben rüyâmda dahi görmedim bu kadar tahılı.”
Gitmişler Garip Ali’nin eve. Bir de ne görsünler. Tam tüccarın istediği kalitede buğdaylar. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar. Tüccar bu iyi malı kaçırmak istememiş. Hemen başka bir kamyon yanaşmış Garip Ali’nin evinin önüne. Doldurmuşlar kaliteli buğdaylarla kamyonu. Parasını peşin ödeyen tüccar, bu sefer kamyonun ardından takip edip birlikte gitmiş. Nice seneler sonra evinde misa¬fir olarak kaldığı adam, tüccara duyduklarını anlatmış. Başka vilayetten gelen kamyon şoförü, verilen benzin parasını az bulunca, satmış o buğdayları başka birisine. O kişi de Garip Ali’nin vasıtasıyla esas sahibine ikinci defa satmış buğdayları. İşte efendiciğim böyle. Herkes tüccar olmak istiyor. Bir tüccar var, bir ¬de tüccarcık. Hele buğday tüccarı olmak bence işlerin en zoru. Böyle ne avanak ne aptal buğday tüccarları var şu dünyada. İşte böyle tüccarcıklar durmadan kazık yiyorlar. Ama ben hiç kazık yemedim hayatımda efendim” dedi buğday tüccarı Hasan.
Gülmekten kırıldık hepimiz. öyle tatlı anlatmıştı ki buğday tüccarı Hasan bey bu olayı. Adeta göbeklerimizi tuta tuta gülüyorduk. Gülme faslı kesilip yeni çaylar ısmarlanınca kasabanın her işe aklı yeten tahsildarı karıştı lafa.
“Ah aslanım! Geçenlerde kulak misafiri oldum. Bundan oniki yıl önce bizim ortaokul katibini İstan-bul’da nasıl tongaya düşürdüklerini bir duysanız, gülmekten kırılırsınız.”
Katip, arkadaşı Osman ile ilk defa İstanbul’a gitmiş. Osman ilkokulu dokuz senede hatırla gönülle çok zor bitirebilmiş. Hâlâ çat pat okuyup yazabiliyormuş. Sizin anlayacağınız kafası ince işlere fazla çalışmazmış. Ama katip efendi ise keskin zeka. Gökte uçan sineğin hangi maksatla uçtuğunu dahi biliyormuş.
Bizim iki kafadar inmişler Harem’de otobüsten. Yol yordam bilmiyorlarmış. İstanbul bu; dünyanın en görkemli şehirlerinden birisi. Yedi dağ üzerinde oturuyormuş bir zamanlar. Ama şimdi yetmiş tepe üzerine kurulmuş. Binmişler bir taksiye. O da bunların yeni olduğunu anlayınca dolaştırmış, dolaştırmış ve bırakmış Üsküdar vapur iskelesine. Oradan da karşıya geçeceklermiş. Her yer taşıt doluymuş. Yürümek meşakketliymiş. Binmişler Eminönü vapuruna ve oturmuşlar salondaki kanepenin üzerine. Tam boğazın ortasına geldiklerinde; adamın birisi elinde çanta gelmiş onların oturdukları yere. Açmış çantasını. Başlamış mallarını öğmeye;
“Hanım ablalar! Yüzümüz acıyor demiyeceksiniz artık. Kocalarınızın yüzleri bundan sonra kaymak gibi pırıl pırıl olacak!”
“Kaymakçı mı bu adam?” diye sormuş Osman. Her şeye aklı yeten sivri zeka Katip ona;
“Dur bakalım ne sattığını anlarız şimdi.”
Adam ise durmadan konuşuyormuş.
“Harika jiletler bunlar! Nacak yerine oduna dokundursanız pat diye ikiye böler.”
“Bizim Köse Durmuş’un sakalını da keser mi acaba? diye tekrar sormuş Osman. Katip de;
“Kesmez,” demiş.
“Neden?”
“Adı üstüne köse. Sakalı mı var adamın!” diyerek Katip efendi gayet sert cevap vermiş. İşportacı adam daha da sesini yükselterek coşmuş.
“Alman mucizesi bu jiletler. Eğer bu mucize jiletler İkinci Dünya Savaşında keşfedilseydi; Hitler yaşlı dünyamızı başka türlü traş edecekti. Hitler’in tüm ümitlerini bağladığı o korkunç silah bu jiletlerdi!”
“Allah Allah Katip efendi! Atom bombası gibi bir şey. Kökünden kazıyor her halde.” Başını kaşıyarak ermeyen aklıyla tekrar sormuş Osman. Katip’te akıllı ve ince anlayışlı oluşunu ona göstermek istercesine;
“Dedem rahmetli anlatırdı. Seferberlikle Almanlarla beraberlermiş. Kılıçları çok keskinmiş ama askerleri çekingenmiş. Alaman kılıcı geçivermiş koca Osmanlı askerlerinin eline. Galiçya’da dayanamamış düşmanlar. Bu Alamanların jileti, kılıcı da pek keskin oluyormuş” diye tarihi bir cevap vermiş. Ortadaki satıcı adam ise döküyormuş incilerini durmadan.
“En güzel hanımların hayran kaldığı erkekler bu harika jiletlerle traş olan beylerdir. İngiltere prensi dahi bu jiletle traş oluyormuş. Amerika devlet başkanlığına ikinci defa seçilen, yetmişlik artise sormuşlar. "Başarınızı neye borçlusunuz? Halkımız sizi neden seçti?” diye. O da şöyle cevap vermiş. "Ben her toplantıya gitmeden önce bu. Alaman mucizesi jiletle traş olurum. Tertemiz, pırıl pırıl bir çehre meydana çıkıyor. Ve bütün güzel bayanlar bana hayran kaIıyorlar. Tabii ki bundan dolayı beni tekrar seçtiler. Tek kelime ile başarımı bu jilet borçluyum” demiş. Evet beyler. Başarılı mı olmak istiyorsunuz. Bu jiletle traş olunuz. Güzel bayanları eşinizin beğenilmesini mi istiyorsunuz. Beyinize bu jiletten hediye ediniz. Muhterem müşterilerim, abilerim, ablalarım, genç delikanIılar, güzel bayanlar lütfen şaşırmayın hediye fiatına bu jiletlerin ücretleri. Bir paketi ikiyüz lira! On paket alandan ise yalnız bin lira. Vallahi sudan ucuz!”
Adam konuşuyormuş durmadan. Ortaokul katibi hesap etmiş. Sonra da Osman’a dönerek fısıldamış.
“Kazaya götürür, iki kat fiatına satarız. Yol masraflarımızda çıkmış olur.”
“Valla ben anlamam hesap kitap işinden. Senin aklın benden çok çalışıyor. Sen bilirsin.” demiş Osman.
Katip efendi yağmurda kalmış eşek dışkısı gibi kabararak;
“Sen bana uy, Hiç yanılmazsın. Bak seni nasıl zengin edeceğim.”
“Ne bili gari!”
Beraberce işaret etmişler o bülbül gibi öten işportacıya. Gelmiş onların yanına. Üçyüz kutu jileti almışlar yirmibin liraya. Katip kıs kıs gülermiş. Osman’a dönüp kimsenin duyamayacağı biçimde “Nasıl kazıkladık herifi” diye fısıldamış. Üçyüz paket jilet pek de hafif değilmiş. Yüklenmiş Osman paketleri. İkindiye kadar dolanmışlar Kapalı çarşıda. İkindin ezanı okunurken çıkmışlar Beyazıt kapısından. Caminin arkasında, üniversitenin önünde ki meydanı merak etmişler. Yaklaşmışlar kalabalığa. Herkes halka olmuş. Konuşuyormuş ortada bir adam. Topluluk da dinliyormuş onu. Kalabalığın arasında bir yer bularak sığışmışlar onlarda. Konuşan adamın sırtı dönükmüş onlara. Başında beyaz silindir şapkası ve uzun beyazımsı ceketiyle bilim adamı görüntüsüne sahipmiş konuşan adam.
“Lokman hekimin bulup da yitirdiği ölümsüzlük iksirinin otunu... Toros dağlarında adım adım gezerek buldum. Ağrım var, sızım var, dişim ağrıyor demek yok artık bundan sonra! Bu deyimleri dünya sözlüklerinden çıkardım.”
“Başbakan mı bu adam Katip efendi?” diye Osman gayet safça sormuş.
“Neden sordun?” demiş Katip de.
“Baksana neler çıkarıyor. Büyük bir adam olmasa çıkarabilir mi bu deyimleri? Ancak başbakan çıkarabilir bu kadar büyük şeyleri. "Geçen seçimde ağrınızı acınızı kesip atacağım” demedi mi başbakan?”
“Canım o politikaydı! Bakalım bu adam neci? Hele bir sus da dinleyelim!” demiş Katip.
“Artık bundan sonra ağrısız, acısız bir hayat süreceğiz! Ölüme çare bulunmaz diyorlardı, ama biz bulduk! Dünyanın en büyük araştırma merkezi olan New York’taki Mavi Nokta Enstitüsü’nde incelettik bu ilacı! Bizi candan kutladılar. Ve hemen özel bir uçak gönderip Amerika’ya davet ettiler. Ayda da yüzbin Dolar maaş bağladılar. Ama ben halkımı ve vatanımı çok seviyorum! Ayda yüzbin Dolar maaşı kabul etmediğim gibi Amerika’nın başkenti New York’taki üç köşkü ve yeni ayak basılan ayda benim için ayrılan yüz dönüm arsayı da tepip attım. Zengin Amerikalıların efendisi değil, fakir vatandaşlarımın hizmetçisi olmak benim için şereflerin en büyüğüdür!”
“He! Maşallah ne büyük yurtsever bir adam” demiş Katip.
“Yoğurtsever bir adam mı?” diye sormuş Osman.
“Ne yoğurtseveri Osman canım! Yurtsever demek vatanperver, vatansever demektir. Şey gibi canım, İsmet Paşa gibi filan. Kendi rahatını hiç bir zaman düşünmez. Millet çarık mı giyiyor, o da çarık giyerdi. Beyaz trenmiş, pembe köşkmüş kabul etmezdi!”
“Politika yapmayalım! Büyüklerimize muhalif oluşunu burada da gösterme!. Bu adamda sizin partiden mi?”
“Nereden bileyim Osman be? Alnında mı yazıyor? “ sesini ağır ağır yükseltip tane tane;
“İşte efendiler! Muhterem bayanlar! Her derde deva bu harika ilaç, bizlere, Allah’ın bir lütfudur. Onun için fiyat koymadık, sadece hediye ediyoruz. Hediyesi şişe başına üçyüz lira. Ama on şişe alana yarı fiata veriyorum, şaşırmayın lütfen; rüyâda değilsiniz. On şişesi tam binbeşyüz lira. Yalnış duymadın sayın vatandaşlarım. Bedavaaaa!”
Hemen ortaokul katibi hesap yapmış. Sivri zeka ya, Osman’a dönmüş ve;
“Şişesini yüz liradan verirseniz, yüz şişe alalım” derniş. O da;
“Nitcez yüz şişeyi?” diye karşılık verince. Katip sinirlenerek;
“Ben de, seni akıllı biri zannederdim. Hiç kafan çalışmıyormuş senin ya! Kusura bakma amma çok salaksın! Her ağrıyı kesiyormuş bu ilaç. Kazada herkes Alaman aspirini alacağız diye birbirini çiğniyor. Bir duydumu bu ilacı bizim kazalı. Sat artık şişesini bin liraya. Şişe mi yok memlekette. Rengi zaten su gibi, kat sen de yarısına kadar su. Ne yapar senin yüz şişe yarısı su olunca; ikiyüz şişe eder. Tanesi bin liradan tam ikiyüz bin lira. Yeme de yanında yat.”
“Valla Katip efendi, ben yanında yatmadan hemen aklım karıştı.”
“Karışır karışır Osman! Sen bana bırak böyle şeyleri! Bana uy, yeter ki, ben, seni nasıl zengin edeceğim.”
“Ne bili gari! Eldekini boşa uçurmuyalım da” diye Osman tereddüt dolu bir cevap vermiş.
Ortada bar bar bağıran bu satıcı adam, Osman’a biraz tanıdık gelmiş... Katip onu, kafası fazla çalışmıyor diye azarlanmış ya, bundan dolayı sesini de çıkarmamış. Almışlar yüz şişe ölümsüzlük ilacından. Yerleşmişler Laleli’de bir otele. Ertesi gün tüm işlerini görmüşler. Akşam üzeri son paralarıyla bilet alarak; ilçelerinin yoluna revan olmuşlar. Osman, otobüste vurduğu gibi kafayı uyumaya başlamış. Katip ise durmadan değişik değişik hesaplar yapıyormuş; Alaman harikası jiletlerin kutusuna beş yüz lira fiyat biçmiş. Ölümsüzlük ilacını da ikiyüz şişeye çıkarıp; şişesini bin lira paha biçmiş. Tam tamına üçyüzelli bin lira yapıyordu hepsi. “Ellisi Osman’a üçyüzü cebe” diyerek sevincinden duramıyormuş yerinde.
Irlana ırlana giden otobüsle yirmi saat sonra varabilmişler Orta Anadolu’nun bu ücra ilçesine. Sarsmıştı onları uzun süren otobüs yolculuğu.
Alaman harikası jiletleri bir gün sonra bakkallara dağıtmış. Çok az bir şey kalmış evde. Dağıtıyormuş el altından ölümsüzlük ilacını da. Öğleden sonra Güllü Bakkal koşarak gelmiş yanına. Yakasından tutmuş onun;
“Katip bey! Ne zamandan beridir üçkağıtçılık yapıyorsunuz? Ne taraftan başladınız sahtekarlığa? O da;
“Ne sahtekarlığı bey arkadaşım? Kendinize geliniz lütfen. Bırakın yakamı! Yoksa... iş!” diye çıkışmış.
“Ne yani söyle... Yoksası da ne?”
“Mahkemeye giderim. Sen bana sahtekar diye hakaret ettin. Koskoca devletin bir memuru var karşında!”
“Mahkemeye asıl ben gideceğim! Görürsün sen o zaman dünyanın kaç bucak olduğunu! Kağıt dolu jilet kutularını satmanın cezası en az iki senedir” diye bakkal kükredi. Katip de durumu o zaman anlamış...
“Olamaz bey abi! Bir yanlışlık var bu söylediklerinde. Hele hele Alaman hiç hata yapmaz! Mümkün değil, inanamam senin söylediklerine. İstersen gidelim eve bakalım.” diye yakarmış ona. Bakkal da;
“Peki düş önüme de gidelim” demiş.
Onlar, eve doğru giderken; yolda, birer birer öbür bakkallar da katılmış bu Alaman mucizesi kervanına. Her paketi açtıklarında, kutuların içinden jilet değil, kart ve kağıt parçaları çıkıyormuş. Evdeki otuz paket jilet kutusundan; derde deva niyetine bir tanecik dahi çıkmamış. Ağlamaklı bir surat ile vermiş bakkalların parasını geriye, özür dilemiş bakkallardan da.
“Kusura bakmayın hemşerilerim, beni, o gemide ki adam kazıkladı!”
Bakkallar evden uzaklaşırken; bu sefer de eve ölümsüzlük ilacı alanlar gelmişler. Birisinin elinde kalın bir odun dayağı varmış. Tir tir titriyormuş Katip. Tam bu arada Osman’ın sesi bahçeden duyulmuş.
“Katip efendi nirdesin be yahu? Hani o ilaçlara su katacaktın ya. Hadi geç kalmadan yapalım.”
Oradakilerin hepsi duymuş Osman’ın bağırışını. Daha sonra gelmiş Osman’da oraya. Daha o adamlar bir şey demeden Katip paralarını dağıtmış. Herkes gidince; Zavallı Katip, Osman’ın yanına çökerek ağlamaya başlamış. Osman’ın acaibine gitmiş onun ağlaması. Ona;
“Ni anırıyon yahu, anasını yitirmiş eşek sıpası gibi? Erkek ağlar mı be? Ni oldu?” demiş.
“Daha ne olsun be, Osman kardaş. O jilet kutuları kağıt doluymuş. İlaç şişelerine de su katmamıza lüzum kalmadı, şişeler zaten su doluymuş. Biz İstan¬bul’da kazık yemişiz Osman kardaş kazık!...”
Kırıldık gülmekten. Üç kişi daha anlattı; arkadaşlarının veya tanıdıklarının nasıl kazık yediklerini. Onların bu şekilde anlatışlarından; cesaret kazanarak başımdan geçen bir olayı anlatmaya başladım. Uzun yıllardır yurtdışında bulunduğum için benim de hoşuma gitmişti bu anlatılanlar.
Bir meseleden dolayı bu malum adam ile tanıştık. Kibar giyinen, fazla eğitimli olmasına rağmen küçük sözlüğü ile büyük laflar edebilen bu adam, bir Almanın damadıymış. İyi bir avcı olduğunu söyleyen yakışıklı adam, uçanı, kaçanı vurduğunu söylemesinden iyi bir atıcı olduğunu o zaman anlayamamıştım. Elindeki malını o kadar güzel anlatıyordu ki, ağzım açık onu dinliyordum. Hayretimi belirterek;
“Mükemmel bir buluş herhalde?” diye sordum.
“Ne demek kardaş. Bence asrın mucizesi gibi ...”
“Kaç paraya mal olur, böyle bir araç?”
“Azizim, orada alış fiyatı ayrı. Gümrükte yakalanmamak için gümrük memurlarını yemlemek gerekiyor; ben deonları yemliyorum. Bu alış verişten dolayı üç beş kuruş da bana kalıyor. Allah seni inandırsın beyefendi; buna rağmen yine Almanya’dakilerden çok ucuz. Aşağı yukarı yarı fiyatına geliyor. Siz el değilsiniz, arkadaşımın köylüsüsünüz. Sizin köylü Çavuş’u çok severim. Onun hatırına kendi payımı almam. Size daha ucuza gelir. Anlaşırız herhalde.”
“Aslında böyle bir müzik dolabını almak istiyorum. Sana kaça mal olur?”
“Japon malı olduğu için güzel mal. Size aşağı yukarı binbeşyüz Alman Markına mal olur.”
“Anlattığınız tüm özellikleri içeriyor mu?”
“Ne demek beyefendi, hem de alası... Koyuyorsunuz on tane plağı üst üste, sıradan çalıyor bu makine. Hem de arkalı önlü hiç aksatmadan çalıyor. Aynı kasetin seslerini ayırdığı gibi burada da ayırabiliyor.”
“Mükemmel! Bana bir tane getirebilir misiniz? Lakin, bu Japon harikası aletten istiyorum. Benim için parası önemli değil. Önemli olan söylediğiniz özelliklere sahip olması.”
“Hiç şüpheniz olmasın. Sözümüz senettir bizim.”
“Ne zaman getirebilirsiniz?” diye tekrar sordum. O da;
“Vallahi pek yakında gidecek değiliz. İlk gidişimde getireceğim sizin için.” dedi.
“Ben de o zamana kadar parasını biriktiririm.”
“Daha iyi olur.” diye kısa bir karşılık verdi.
Ziyaretten döneli daha bir hafta olmamıştı. Cumartesi sabahı telefon acı acı çaldı. Telefonda ki ses, o adamın sesiydi. Hafta içinde sırf bizim için İsviçre’ye gitmiş ve bir tane Japon harikasi getirmiş. Bu gün öğleden sonra da bize uğrayacakmış. Cumartesi olduğu için hemen fırladım dışarıya. Alış veriş yaptım. Ne de olsa üç dört saatlik yoldan geliyorlardı.
Saat onaltıya doğru telefon tekrar çaldı. Bi¬zim şehrin içindeymişler. Tarif ettim, bizim eve nasıl gelineceğini... Bir süre sonra buldular evi. Yanında bir tanıdığımı da getirmişti. Beraber onlar taşıyorlardı büyük bir paketi. Ben de heyecan çok büyüktü. Merak ediyordum şu Japon harikasını. Ne akıllı adam şu Japonlar diye imreniyordum. Koyduk paketi evin bir kenarına. Yedik önce yemekleri, çay sohbetinden sonra açtık paketi. Bir de ne göreyim; makinanın üzerinde Almanca bir isim. Güzelce kurdular onu evin bir köşesine. Daha çalmadan sordum ona tekrar;
“Japon malı mı bu?” O da;
“Evet” dedi.
“Ama "Schneider" ismi Almanca değil mi?”
“Ha onu anlatayım. Japonlar belli olmasın di¬ye Alman ismi yazıyorlarmış” diye gülerek cevapladı.
“Vay sahtekarlar vay! Ben Japonlan hile yapmaz zannederdim.”
“Japonlar, diğerleri gibi fazla sahtekarlık yapmıyorlar” diye filozofça bir eda ile karşılık verdi.
“Bir kaset koyup deneyelim bakalım” dedim.
Getirilen bu müzik dolabı bize anlatılan gibi değil tabii. Ne kadın sanatkarın bülbül sesini ayırıyor, ne de yalnız müzik çalıyordu. Misafir oldukları içinde kibar davranmak zorundaydım. Binbeşyüz Markın binini verdim. Gerisini de on gün sonra göndereceğimi söyledim. Binliği alırken gözlerinin içi gülüyordu.
Pazartesi öğleden sonra vaktim vardı. İndim Düsseldorf’un o muhteşem magazalarına. Yeni aldığım Japon harikasının adını, numarasını yazıp birlikte magazaya götürdüm. Kime sordumsa verdikleri cevap aynıydı. En adi, en basit bir müzik dolabı olduğunu, Japon harikası olmayıp; hakiki Alman malı olup, fiyatının da dörtyüzdoksandokuz Mark olduğunu söylediler. Kelimenin tam manasıyla hayal kırıklığına uğradım.
Köşe başındaki telefon kulübesine girip sarıldım telefona. Bir süre geçtikten sonra aldı telefonu birisi. Küçük çocuktu. Babasını istediğimi söyledim. Çocuk evin içinde "Vati, vati" diye onu çağırdı. Kimden olduğunu babası ona sordu. O da benim ismimi söyledi. Babası da hanımına “Evde yok de!" dedi. Bunların hepsini ahizeden duyuyordum. Kadın gelerek telefona emredilen şeyi söyledi. Anlaşılmıştı mesele. Adam düpedüz kazıklamıştı bizi.
Her iki günde bir telefon ediyordum. Bulamıyordum evde. Derken bir defasında telefonu o açtı. Konuştuk. Söz müzik dolabına geldi, dayandı. O hala direniyordu.
“Olamaz abi! O mal Japon malıdır.”
“Değil beyefendi! Halis Alman malıymış. Fiyatı da senin dediğin gibi değil. Ya müzik dolabını geri al, ya da ödediğim paranın yarısını hemen geri gönder!”
Bu sözlerimden sonra "telefon bozuldu, sesinizi duyamıyorum" diye bağırıyordu. O bağırdıkça, ben de ona; "Senin sesin geliyor!" diye karşılık veriyordum. Aslında bal gibi duyuyordu. İşine öyle geldiği için o şekilde davranıyordu.
Üç ay içinde zorla alabildik bizim beşyüz Markı geriye. Ben olsam alamıyacaktım. Bir yolunu yordamını bulduk da, onun vasıtası ile alabildik. İşte dostlar, ben böyle kazıklandım. Kim aldattı biliyor musunuz? Dağın bir çobanı, ilkokul mezunu olmayan cahil ama attığını vuran bir avcı tarafından. Sizler aldatılmadınız hep arkadaşlarınız kazıklandı. Ama ben sizler gibi değil, o kazıklanan arkadaşlarınızdan birisiyim.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 1983
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.