- 801 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KÜÇÜK ADALETÇİ
O gün biraz kırgınlığım vardı. Annem dudaklarını alnıma koyarak ateşime baktı.
‘’ Hımmm Elif, gerçekten de ateşin var senin. Ben de okuldan kaçmak için numara yaptığını düşünmüştüm.’’ dedi.
Sevinçten kabıma sığamıyordum. En büyük hayallerimden birisiydi ateşimin çıkması. Tanıdığım bütün çocuklar sık sık hastalanırken, ben her daim bir canavar gibi ayakta ve sağlıklıydım. Bu durumda hem okuldan kurtulamıyordum hem de evde yatıp nazlanamıyordum. Bu büyük bir haksızlıktı . Neyse ki sonunda ateşim çıkmıştı. Yoksa bir gün tebeşir tozunu denemek zorunda kalacaktım. Sevincimi saklayamamıştım. Ağzım mağara kapısı gibi gerilmişti. Bunu fark eden annem:
‘’ Boşuna sevinme. ‘’ dedi. ‘’ Tamam ateşin var ama fazla değil. Bu durumda okula gitmemen en doğrusu. Aksi gibi ben de arkadaşıma haber vermiştim. Artık birlikte gideriz. Orada yatarsın. ‘’
‘’ Okula gitmeyeyim de, nereye götürürsen götür . ‘’ dedim içimden.
Kardeşim hazırlanıp giderken pek mutluydum. Gezme saatine kadar zaten az olan ateşim de düşmez mi? Bendeki de şans mı? Bütün çocuklar mis gibi hastalanıp günlerce yatarken, benim kırk yılda bir çıkan ateşimin saltanatı yarım gün bile sürmemişti. Üstelik terli terli su da içiyorum, dondurmayı da bütün bütün yutuyorum ve sokakta en çok haylazlık yapan da benim… Hastalanmak için gerekli olan her bir şeyi yapıyorum. Eeee niye bir türlü hastalanmıyorum? Geçenlerde komşunun oğlu Kayhan kızamık olduğunda annem kardeşimle ikimizi çocuğun yanına yatırdı. Küçükken bulaşırsa hafif atlatırmışız. Fakat ne oldu? Sadece kardeşim kızamığa yakalandı ve ben her gün okula gitmeye devam ederken o evde kaldı. Ne tür bir bağışıklığım vardı bilmiyorum ama o hastalık aynı evde bile bana bulaşmadı . İçimde bir ukde olarak kalan bu hastalığa bir türlü yakalanamadım gitti. Sabahın köründe ben Edirne’nin ayazında küçük bir kedi yavrusu gibi sokağa atılırken kardeşim çıtır çıtır yanan sobanın yanında uyudu.
Neyse konuya döneyim. Öğleden sonra ateşim normal haline dönmüştü. Daha iyiydim. Annemle misafirliğe gittik. Orada diğer çocuklarla haddinden fazla yaramazlık yaptım. Hatta kendimi aşıp kudurdum . Pasta-börek verdiklerinde de her zamanki gibi çayımı döktüm. Küçükken nereye gitsem çayı devirdiğimden dolayı bana sakari diye takma ad koymuşlardı. Fakat bu benim pek de umrumda değildi. Kulpsuz olan çay bardağını tutarken elim yanıyordu. Aslında çay sevdiğimden de değil ama dostlar alış-verişte görsün.Diğerleri içiyor ya…
Bu arada evsahibi hanım çok güzel bir çikolata ikram etmişti bize. Bu çikolatayı orada yemedim. Anneme bunu eve götüreceğimi ve kardeşim okuldan dönünce de yarısını Ona vereceğimi söyledim. Annem beni öperek:
‘’ Aferin benim firasetli çocuğuma! ‘’ dedi.
Eğer anneniz ya da babanız eski kelimeleri çok kullanan birisiyse, siz de bilmiş bir çocuk olarak büyüyorsunuz . Ve bana yakıştırdıkları tabirle ‘’ Küçük Avrat ‘’ gibi bir haliniz oluyor. Lügatım çevremdekileri şaşırtacak denli zengindi.
Çocukluk yıllarımızın bitmez tükenmez günleri vardı. Ne uzun günler , ne uzun yıllardı onlar… Uğraşlar, okul, oyun, yemek, uzun geceler falan zor doldururdu bir günü. Gene de bitmezdi de, zorla yatağa gönderilirken isyan duygularıyla yanıp kavrulur, içimden büyüklere söver, bir gün büyüyüp istediğim saatte yatacağım günlerin hayalini kurardım.
O gün nihayet akşam oldu. Ben ve annem eve döndük. Süslü ambalajıyla çikolata da kadife pantolonumun sağ cebinde kardeşime sunulacağı anı bekliyordu. Sevinç içindeydim. Oysa öyle şeker, pasta görmemiş çocuklar değildik. Babam arada Bulgaristan’a gider, dönüşte o zamanlar ülkede olmayan çikolatalar getirirdi bize. Sık sık pastaneye gider pasta yerdik ya da eve yaş pasta, baklava alırlardı. Harçlıklarımızı da çikolataya, sakıza yatırırdık. Bir de ben en çok külahların içine doldurdukları leblebi tozundan alır, buna bayılırdım. Günde hiç yemezsem mutlaka iki külahını mideye indirirdim. Yine de bir çocuğun pastaya, çikolataya hasreti son bulmaz sanıyorum. İşte ben de böyle bir ruh haliyle kardeşimi mutlu edecek olmanın heyecanı içindeydim.
Ve beklenen an geldi. Kardeşim çalışkan çocuklara has dopdolu çantası sırtını çökertecek bir şekilde minicik vücuduyla eve geldi. Benden iki buçuk yaş küçüktü ki, ben kendimi Onun vasisi gibi görüyor, koruma içgüdüleriyle doluyordum.
‘’ Çantanı bırakıp hemen oturma odasına gel.’’ dedim. Sana bir sürprizim var. ‘’
‘’Olur. Öğretmenin seni sordu, hasta dedim. Ödevini de arkadaşından aldım. ‘’ dedi kardeşim.
‘’ Niye aldın ki? Hasta hasta ödev mi yapacağım? ‘’
‘’Yapmazsan geri kalırsın ama. ‘’
‘’ Bir şey olmaz. Derste dinliyorum ben. Evde çalışmama gerek yok. ‘’
Kardeşim bir yandan önlüğünü çıkartırken, bana ters ters bakıyordu. Ödevlerine çok önem verir, tören halinde intizamla ders çalışırdı. Ben ise derste öğrenmeye çalışır, akşam ev ödevlerini baştan savma yapar ya da okulda yetiştirirdim. Ben sabahın köründe yatakta mızıldanırken O çoktan kalkmış giyinmiş tepemde dikiliyor olurdu.
Oturma odasına giderken:
‘’ Çabuk gel, sürprizim var. ‘’ dedim yine.
On dakika sonra odaya geldiğinde ben yerde oturmuş küçük bir kaplanı andıran kedimiz Tekir’in yalanmasını izliyordum.
‘’ Hani sürpriz ? ‘’ dedi merakla.
‘’ İşte burada. ‘’ dedim sükseli bir şekilde cebimden çikolatayı çıkartarak.
Kardeşim klasik çikolatalardan farklı ambalaja bakarken:
‘’ Nereden buldun bunu? ‘’ diye sordu..
‘’ Gezmede verdiler. Yarısını sana vermek için yemedim. ‘’
Bir yandan da kağıdı çıkartıp çikolatayı avucumun içinde tuttum.
‘’ Büyük de hem. Yarısı senin, yarısı benim. ‘’
Gözlerimi kardeşime dikmiş; bana teşekkür etmesini, mutluluğunu göstermesini bekliyordum. Zannımca çok iyi bir şey yapmıştım. Onun da en azından sevinmesi gerekirdi.
Oysa O beklediğim tepkilerin hiç birisini vermedi. Birden elini uzattı, avucumdaki çikolatayı alıp ağzına attı . Ben şaşkın, şoka girmiş bir vaziyette bakarken bir de gülmez mi? Kendimi masaldaki ; ağzındaki peyniri tilkiye kaptıran karga gibi hissediyordum. Bu düpedüz hainlikti. O kadar çok üzülmüş ve o kadar çok kırılmıştım ki ağlayarak anneme koştum. Olanı biteni anlattım. Sağolsun, annem kardeşime haddini bildirmediği gibi bir güzel de azarladı beni.
‘’ Kocaman çocuksun. Utanmıyor musun? Alt tarafı bir çikolata… Ne olmuş yemişse ? ’’ diyerek iyice de sinirlerimi bozdu. Belki bu garip bir şeydir bilmiyorum ama kendimi bildim bileli adalet benim için önemli bir kavram olmuştur. Küçük bir çocukken de böyleydi, büyüdükçe de güçlendi. Bana haksızlık yapıldığında hakkımı aradım her zaman. Ve benim önümde başkalarına yapıldığında da onları savundum hiç düşünmeden… İşte bu yüzden annemin adaletsizliğine çok sinirlendim. Sesim titreyerek:
‘’ Ben arsız değilim. İyilik yapmak istemiştim. Ama O çikolatayı elimden alıp yedi. Bu kötü bir davranış. Onu uyarman gerekiyor. Benden özür dilemeli ‘’dedim.
Fakat annem için bu önemsiz bir şeydi. Ve buna ağlamama da kızmıştı. Ama ben de vazgeçecek değildim. Akşam babam gelince gene aynı konuyu açtım. O sırada evde bulunan dayım:
‘’ Ne olmuş yediyse lan? Hiç mi çikolata yemedin? Senin yediğin çikolatayı, baklavayı kim yedi ömründe ? ‘’ demez mi?
Bazen büyükler ne kadar da anlayışsız ve hödük oluyorlar. İsterse dünyanın bütün baklavalarını ben yemiş olayım, yine de böyle bir şey yapması doğru olur mu? Fakat ne yazık ki çift taraflı bir mekanizma yoktu ki ben de Onları cezalandırayım, yanlışlarını düzeltmeye çalışayım.
Uğradığım haksızlığın büyüklüğünden ve üstüne üstlük de arsızlıkla suçlanmış olmaktan o kadar üzülmüş ve bunu hazmedememiştim ki; ağlamaktan boğazım şişmişti. Neyse ki babam duruma el koydu ve kardeşime yaptığının ayıp olduğunu söyleyip benden özür dilettirdi. İşte ondan sonra rahatladım. Fakat bir daha da ona ne çikolata sakladım ne de bir şey yerken O yemiyor diye üzüldüm. İçimden kinlendiğimi itiraf etmeliyim.
Hayatın acımasızlığıyla çok çabuk, henüz dokuz yaşımdayken hem de kendi evimin içinde karşılaşmıştım. Çok düşündüm. Yaptığı yanlıştı. Ama bunu anlamıyordu. Küçük olduğu için değil, onun tabiatı böyleydi. Ona bakarsanız ben de küçüktüm. Yaptığını kurnazlık, akıllılık gibi görüyordu. Ben de böyle düşünen insanlara ince davranmamaya karar verdim. İnsanlar bana nasıl davranırlarsa öyle karşılık verecektim.
Aradan bir yıl geçmemişti. Babam hem çalışıyor hem de ekstern olarak Hukuk Fakültesinde okuyordu. İstanbul’a sık sık sınavlara ya da özel derslere girmek için gidiyordu.
Dönüşte de bize sevdiğimiz yiyecekleri, Edirne’de bulamadığımız bazı ihtiyaçlarımızı ya da türlü hediyeler getiriyordu. Son gidişinde bayram yakındı. Babam bize bayramda giymek üzere kıyafet almıştı. Gümüş rengi yaldızlı hediye paketinden bana şık bir kırmızı kadife pantolon ve kazak, kardeşime de pembe kadife etek ve kazak çıkmıştı. O gün hiç aklımdan çıkmaz. Elini yukardan aşağıya göğsüne sürterek:
‘’ Özeeencikkk! ‘’ demişti.
Edirne’de çocuklar birbirlerini kıskandırmak için yaparlardı bunu. ( Tabi ben değil… )
‘’ Oh canıma değsin! Baaaaak…Babam bana etek almış, sana pantolon.’’ demişti.
Pantolon küçük yaşlarımızda çok da sevmediğimiz bir giysiydi. Soğuk ve karlı Edirne kışında da etek pek makbul değildi. O yüzden devamlı pantolonla gezerdik. Yazında rahat olduğu için daha çok şortla… Demek ki çocuk kafasıyla etek güzel görünüyormuş o zamanlar gözümüze. Ama ben babamın bana aldığı pantolon ve bluzu çok beğenmiştim. Kardeşimin hediyesinde de hiç gözüm kalmamıştı. Kıskanacağım bir durum yoktu. Kaldı ki, kardeşimi kıskandığımı hiçbir zaman hatırlamıyordum.
‘’ Eğer babam bana etek alsaydı, sana pantolon, ben sen üzülürsün diye böyle bir şeyi asla söylemezdim ama sen beni kıskandırmaya çalışıyorsun. Yaptığın çok ayıp! ‘’ dedim.
‘’Çatla da patla. ‘’ dedi kardeşim verdiğim erdem dersini hiç umursamayarak.
İyice sinirlenmiştim. Hemen anneme anlattığımda yine sağlam bir azar işittim. Annem Onu haklı bulduğu için değil ama sanırım üstünde durduğum için kızıyordu. Konuyu büyüttüğümü düşünüyordu. Bütün büyüklerde bu yok mu? O daha çocuk deyip, birçok yanlışın alışkanlık haline gelmesini sağlamak?Ama ben de haksızlığa müsamaha gösteremezdim. Adaletsizliğin büyüğü-küçüğü olmazdı. Bir kez göz yumarsam, o şekilde devam ederdi. Evet duruma gene babam el koyarak kardeşime yaptığının ayıp olduğunu söyledi ama sonra kulağıma:
‘’ Üzülme, sana da etek alırız. ‘’ demesi işi bozdu. Çünkü benim kızdığım konu bu değildi. Nihayetinde ben hakettiğim desteği almıştım.
Çok fazla okuyan bir çocuktum. Buradan da bir çok şeyi öğreniyordum. Ve işin güzel yanı; bunları uyguluyordum da. Bana alınan kitaplar hiçbir zaman yetmiyordu.
O zamanlar bu kadar çok kitap mı yoktu bilmiyorum ama hatırladığım; kendi kitaplarım bitince annemin aşk romanlarına dadandığımdı. Hatta cep fotoromanları alırken seçmesinde yardımcı oluyordum. Zavallı annem benimle başa çıkamadığından artık uğraşmayı bırakmıştı. Çünkü ikinci sınıfa giden bir çocuğun elinde Barbara Cartland romanları olması elbette normal değildi ama ne yaparsa yapsın bir yolunu bulup okuyordum.
Bir gün annem, arkadaşı Müjgan ve ben birlikte kitapçıya gittik. Onlar gene Barbara Cartland’ın kitaplarından alacaklardı. Kitapçı yeni bir yazardan bahsedip:
‘’ Bu adamın kitaplarını bir okuyun, vazgeçemeyeceksiniz. ‘’ dedi.
Tabi bunu söyleyerek benim de ilgimi çekmişti. Mutlaka bunları okumalıydım. Allahtan Annem ve Müjgan Teyze birer kitap aldılar. Bana da Kaşağı ve Cingöz Recai adında iki kitap alındı. Eve döndük. Ben kendi kitaplarımı okuyacağım ama aklım da annemin aldığı kitaptaydı.
‘’Anne bu kitabı bitirince Müjgan Teyze ile değiştirirsiniz değil mi? ‘’ dedim.
‘’ Sana ne ? Sen neden ilgileniyorsun? ‘’ dedi olacakları tahmin eden annem sert sert.
‘’ Anne, ben kendiminkileri hemen bitiririm. Sen de çabuk oku. Bitirdiğimde sen de bitirmiş ol. Ben okuyunca da Müjgan Teyzedekiyle değiştiririz ‘’ dedim.
Tabi ki annem bana çok kızdı ve asla okuyamayacağımı söyledi. Çünkü yeni kitaplar çok açıkmış ve yaşıma uygun değillermiş. Tabi ben bunu duyarım da rahat durur muyum? Bana yasak konulur mu? Aklım hep o kitaplarda. Evde bir kitap olacak da ben okumayacağım. Olacak iş mi? Boş kalınca babamın hukuk kitaplarını okumuyor muyum? Bunları niye okumayayım?
Neyse, o günlük yapacak bir şey yok. Elimde de iki kitap var zaten. Bu konuyu sonra hallederim diye düşünerek Kaşağı’yı okumaya başladım. Tabi çabucak bitirdim. Ağlamaktan ve üzüntüden harabolmuştum. Annem kitabın hayal ürünü olduğunu söyleyip beni teselli etmeye çalıştıkça ben sinirleniyor, daha beter ağlıyor, kuşpalazından ölen zavallı Hasan‘ın abisine atıp tutuyor, bu yalan, dahası iftira ortaya çıkmadığı için öfkeleniyordum. Kendimi Hasan ile özdeşleştirmiştim. Kitabı kardeşime de okudum. Çünkü üzülüp bana yaptıklarından pişman olmasını arzu ediyordum. Heyhat, o böyle bir şey düşünmediği gibi, üstüne bile alınmadı.
Zaten yalan söylemeyen, hele de asla iftira atmayan bir çocuktum ama okuduğum bu kitap benim gözümü iyice korkutmuştu. Birisinin hakkını yemek, Onun başını belaya sokup sonra ondan özür bile dileyememek çok kötü bir çaresizlikti. Okuduğum kitaplardaki kahramanların yerine koyuyordum kendimi. Empati kuruyor, hem suçlunun yerinde hem de hakkı yenenin peşinde oluyordum ayrı ayrı. Ölenin yerinde olmak daha tercih edilebilir geliyordu bana. Suçluluk duygusu ne berbat şeydi! Bunu bizzat yaşamadıysam bile bu kitaptan öğrenmiştim. Fakat aklım diğer kitaplardaydı. Bir çırpıda Cingöz Recai’yi de okuyup serinin devamını almak üzere kitaplığıma kaldırdım. Sıra annemin yeni aldığı Harold Robbins romanındaydı. Açık olduğu için okumamam gerekiyordu. Ama açıklık neydi onu tam bilmiyordum ki. Sanırım öpüşmekten falan bahsediliyordu . Bu benim anlayabileceğim bir şeydi. Karı-kocalar öpüşürdü. Bunda bir şey yoktu. Zaten bildiğim bir şeyi neden benden saklıyorlardı ki? Kitabı merak ediyordum. Üstelik benimkiler bitmişti. Ne yapsaydım yani? Boş mu otursaydım? Fakat ev işlerinden fırsat buldukça okuyabilen annem kitabı hala bitirmemişti. Birkaç kez gizlice okurken elimde görünce beni çok kötü azarlamıştı. Anlaşılan bu konuda, cep fotoromanları ya da Barbara Cartland gibi müsamaha göstermeyecekti. Ne yapalım; artık gizli gizli okuyacaktım. Ne zaman annem kitabı bırakıp odadan çıksa ben elime alıyordum. Tabi bir yandan da kardeşimi kollamam gerekiyordu. Çünkü kurallara bağlı, söz dinleyen kardeşimin gördüğü an beni ispiyonlayacağı kesindi. Bu şekilde okumak pek zevkli olmasa da hiç okumamaktan iyiydi. Bir defasında kitaptaki bir şeyi anlamayarak anneme sordum. Sanırım kitabın en açık yeriymiş . Annem bana bağırıp bunu nereden öğrendiğimi sordu. Mecburen kitaptan okuduğumu itiraf ettim. Niye okuduğumu sorup kızınca da:
‘’ Ne yapayım hiç kitabım kalmadı. Boş mu oturayım? ‘’ diye sordum.
Zavallı annem hemen bana komşulardan kitap toparladı ve o gün dört yeni kitap aldı. Fakat gene de benim o kitabı okumama engel olamadı.
Birkaç gün sonra Müjgan Teyze ve annem aldıkları bu yeni yazar Harold Robbins kitaplarını değiş-tokuş ettiler. Kıkırdayarak bundan sonra bu adamın kitaplarını takip etmeye başlayacaklarını söylediler. Anlaşılan pek beğenmişlerdi. Hem açık diye bana okutmuyorlar hem de kendileri bayılıyorlar. Ne sanıyorlardı? Okuyunca benim de okuldan birisiyle öpüşeceğimi mi? Bu arada ben de sabırsızlıkla Müjgan Teyzenin kitabını okumayı bekliyordum. Tabi ki gizli gizli…
Bundan sonra bu adamın diğer kitaplarını da almaya başladılar. Bir seferinde bir kitap üzerinde konuşuyorlardı. Ben de her zamanki gibi onları takip ediyordum. Romandaki adamın iki kızdan hangisini sevdiğinden bahsediyorlardı.
Ben birden kendime hakim olamayarak:
‘’ Hayır, hayır! ‘’ diye bağırdım. ‘’Adam sarışını sevmiyor. Kızıl saçlıyı kıskandırmak için seviyormuş gibi davranıyor. Yakında itiraf eder. ‘’
O gün annemden sağlam bir zılgıt yedim. Kitapları gizli gizli okuduğum anlaşıldı ama sonunda affedildim. Açıkçası zaten açık sahnelerden de pek bir şey anlamamıştım.
Okuma aşkım öyle büyüktü ki, ne bulursam okuyordum. Okuyacaktım da. Buna kimse engel olamayacaktı. Olmaya da hakları yoktu. Okumak en doğal hakkımızdı çünkü. Yemek yemek gibi… Su içmek gibi… Nefes almak gibi…
‘’Bunlar olmadan yaşayabilir miydi küçük Elif ?
‘’ Yaşayamaz mı? ‘’ dedi annem gülerek, sanki başka birisinden bahsediyormuşum gibi sorduğum soruya.
‘’Yaşayamaz anne! ‘’ dedim. ‘’Elif okumadan yaşayamaz . ‘’
Ve o günden sonra bana kitap konusunda kimse karışmadı. Belki bazı şeyleri zamanından önce okudum. Zamanından önce vakıf oldum . Ama hiçbir zaman zıvanadan çıkmama sebep olmadı okuduklarım. Sanırım merak ettiğim bir şey yoktu. Kontrol benim elimdeydi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.