- 550 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'i'
Kötüler diye bir sınıf var, uzun zamandır bu sınıf hakkında düşünüyorum ama bir türlü gerçek kötüyü bulamıyorum. İdelerin kesme şeker gibi erimek için beklediği belleğimdeki son işlem, korneji düşmüş perdenin darağacında sallanan bir garip durması. Perdenin orada olmaması gerekiyor. Dışarıdaki insanlar ben görmek mi istiyorlar? Üstümü dahi değiştirmiyorum. Üstümü değiştirmek dahi zor geliyor.
Telefon açtı bugün. Gelemeyeceğini bildirmesi güzel bir davranış oldu benim için, ama hepsinden öte itiraf etti. ‘Or., kusura bakmaz isen sana bir itiraf da bulunacağım.’ İnsan itiraf da bulunmak isterken nasıl da aşağılaşıyor. Aşağılara düşüyor. Bu başını dizlerine doğru alma durumuyla eş bir şey de değil! O durum da, beynin daha iyi çalışması için bir eylem yatıyor. Bilmediğin bir şehirde, adresini bilmediğin bir yakını bulmak gibi bir şey; itiraf etmek. İnsan nasıl iğrenç bir varlık, o anda, işte o anda insan tüm çıplaklığıyla karşısındaki insana anlatmaya başlıyor. Çıplaklığını saklayan kırmızılığı ve burnunun birkaç mikrometre uzaması bile önemsiz sayılabiliyor.
Bir erkeğin itiraf etmesi mi kolaydır, yoksa bir kadının itiraf etmesi? Cinsel hiçbir ayrımı olmayan aşağılık bir şey bu. Peki itirafın geçmiş ve gelecek ile alakası nedir? Yapılmaması gereken bir şeyi insan yapmışsa, hata olarak sayılıyor ve ömrü boyunca hatasının acısını itiraf etmekle geçiriyor. Unutmak? Unutma eylemi ile her şey çözüme kavuşabilir mi?
Kötüden bahsetmiştim, kötülük de unutma eylemi kadar asil olmayan bir davranış. Bir insan ne yaşamış olursa olsun, onu unutmamalı. İnsanı insan yapan eğer yaşadıklar ise, geçmişi unutmamalı.
Burnumu defalarca çekmekten usandım. Telefonda bana arkadaşını anlatmaya başladı yine. Dinlemek istemediği bir mevzuyu nasıl da büyük bir şevkle anlatıyor. Kelimeleri şapurdatıp, ağzından çıkartıyor. Pek imkan veremesem de, anlattıklarına bakılırsa, arkadaşı hayatının en mutlu gününün ardından, pot kırmadan mutluluğunu devam ettirme peşinde. Fakat bayan öğretmen nişanlı ve sanıyorum ki her erkeğin biraz biraz onda gözünün olduğunu biliyor.
İğrenç yaratık insan. Kussa, kusabilse, hayır kanı akıtılmalı; nasıl da aşağılık! Gözleriyle yiyor insanlar birbirlerini. Dışarı çıkamıyorum bu yüzden. Ben de aynı kabiledenim ve yalnızlığı seçişimin en büyük sebebi de bu: daha fazla aşağılık olmamak! Bana ne mi kazandıracak daha az aşağılık olmak? Hiçbir şey! Daha fazla üzülebilirim, mesela fırsat tepebilirim, ama varsa zaten fırsatın tepeceği, tepiyor. İnsanın düşünce dünyasının kirlenmesi, Fresh Kills’den daha büyük! Fresh Kills, insanoğlunun yaptığı en büyük yapıyken –piramitlerden, dubai gökdelenlerinden, çin seddinden daha büyük- birkaç ciddi ültimatomdan sonra kapatılabiliyor. Zihin öyle mi? Öz ve dünya ile alakadar olduğu müddetçe beyin enfeksiyonlarına tutulup, yaşama savaşını vermeye başlıyor.
Delice aşık olduğunu itiraf edememiş telefonda. Bana ne? Sen neyi ne kadar itiraf edebiliyorsun? Ya da ben? Bir kusmuk gibi yaşamanın ardınca, hangi kuş bizi yutacak ve gök de bir melek gibi yaşamaya başlayacağız? Sonra ıkınıyor ve itiraf ediyor:
‘Biliyorum... Or., bu sana yaptığım büyük bir saygısızlıktı. Ama sen de biliyordun ki, sana özeniyorum ve senin gibi yazmak istiyorum. Buna elbette karşı çıkmazsın, yardım istersem, edersin de, fakat kötü bir şey yaptım. Ben..ben senin serine devam ettim.’
...
Bazen dağıtmak istiyor insan, dağıtmak ve dağılmak. Mümkün mü bu? Lanet bir tutkal gibi bağlıyken yaşamaya, elbette mümkün olmayacağını biliyorum. Ama dağıtmaktan ziyade, dağılmak istiyorum. Vücudum bazı isyanları artık kaldıramıyor ve ön saflara geleceği bırakıyorum. Gelecek istediği gibi yıpranabilir. Yaşanmamış bir şeyden dolayı, kim suçlayabilir ki beni? Kalem aşağılık itiraflar için, darbımeseller de aşağılık, her şey aşağılık!
Gören de kızdığımı zanneder, gören de aşağı durumuna kendimi, kendi ellerimle attığıma dair hikayer uydurur. Ama öyle değil. İnsan hasta olmalı ki, sağlığının şükrünü yerine getirebilsin. İnsan çalsın ki, çaldığının sözlerine tabi olup, daha iyi bir şeyler yapabilsin. İnsan itiraf edebilmeli. Lanet insanlık itiraf etmeli nasılda duygusuz, nasıl da gaddar olabildiklerini. İnsan denilen varlık, kendi varlığının özünü Havva ile İblis’in birleşmesinden olduğu yalananı atıp, sonra yine itiraf edebilmeli Adem’ini. Karınca olmalı, itiraf etmeli. Anne olmalı, itiraf etmeli. Baba olmalı, itiraf etmeli. Yalan da söyleyebilir bir an için, ama itiraf etmeli. Bir fakülte hocası uzaydan bahsetmeli, hidrojenli arabaların şemalarıyla slaytlar geçmeli perdelerle karartılmış odalarda, ama sonra itiraf edebilmeli hiçbir şey yapamayacaklarına dair. Genç kız, erkeğin gözlerine bakarken itiraf edebilmeli, erkek onunla yatmak isteğinin evlilikten bile daha üstün olduğunu itiraf etmeli.
Sabaha kadar düşündüm. Geceleyin gönderdiği e-maili görünce çok şaşırmıştım. Bilgisayarı yoktu ve böyle uzun bir yazıyı nasıl yazıp, bana göndermişti ki? Merakımı dindirmenin en kolay yanı, akşam üzeri birşeyler alıp, Or.’un yanına gitmek olacaktı.
Açıkça telefonda konuştuklarımı dahi yazmıştı. Or. bana neden bu kadar kızmıştı ki? Hiçbir şey uzaktan tam olarak kestirilemezdi. Belki insan hissedebilirdi, acı bile çekebilirdi uzakta olanlar için, ama tam olarak ne olduğunu görebilmek için, uzaktakinin gözlerini görmek gerekiyordu. Uzun zamandır uzaktakilerin gözlerini göremiyordum. Yeni bir uzaklık daha var etmenin hiçbir manası olmayacaktı.
İtiraftan bahsemişti Or.,hem de defalarca. İzlediğim bir filmi aklıma getirmişti onun sayıklamaları. Evet, Or.’un kızgınlığı benim için sayıklamalardan başka ne olabilirdi ki? İzlediğim o film de Fransız bir ailenin cinsel ilişkilerine dair saçmasapan kesitlerden oluşan, karma pornografik eğilimli, erotikliği duygusal bir yontulma ile bağdaştırdıkları, hiçbir şiirselliği olmayan hazımsızlık verici o film de, evin en küçüğü ve on sekizine yeni girmiş olan ergen arkadaşımızın, film boyunca ‘benim niye birisiyle sevişemiyorum’ tarzı masum tavırlarıyla etrafta gezindiği filmin sonlarına doğru, sınıfındaki en yakın arkadaşlarından kız ile yatma sahnesi vardı. Zaten film baştan aşağı yatma ile alakalı olduğu için, sonunda gencimizin biriyle yatacağını umarak izleme mecburiyetinde hissediyor insan kendini. Ne kadar devriğim değil mi? Or.’un bana yazdığı e-mail’de, o aşağılık itiraflardan birini, film de genc arkadaşımızla yatan kız söylüyor.
‘-Bir sır bilmek ister misin?
-Elbette!
-Bunu daha önce kendimden büyük birisiyle yaptım ama şimdi sen benim için gerçek gibi ilk olacaksın. ‘
Sokakların boş olması da rahatsız verici bir durum. Yaz mevsimindeki çocuk sesleriyle, oyunlarıyla süslenen sokaklar, soğuk havalarda tam bir savaş sonrası fabrikalarının acı hatıraları gibi. A’dan z’ye herkesin akıl verdiği bir hayatta, o akıl denen muhayyileyi veren çok olmasına rağmen alan çok az. Demek ki verilip, alınabilecek bir şey değil bu. En azından aşk gibi. Aşk da verilip, alınabilecek bir şey değil. Vefasızlığın bağrını açıp, güldüğü bir ortamda, tarihin hangi cefası bu vefasızlığın üzerini örtebilir ki? Bunların elbette hiçbir hükmü yok. Montreal’i zarif kılan şeyin, Fresh Kills’in kapatılmasının, her boş görülen deliğin kapatılma hissinin gerçekten artık hiçbir hükmü yok. 2. Dünya savaşı bile yapılmışsa, hele ki 1. Dünya savaşının yaraları kapanmadan, doktor olmanın, hemşire olmanın, acı saran bir Cermen kadını ya da Slav kadını olmanın, küresel cihan içerisinde ışığı var olan Amerika’nın altına yatmanın... Bence de hiçbir hükmü yok. Şu an gözüme çarpan klasik 2001’den ve alacağım dürümlerden başkası yalan!
Hayatı önbelleğe alıp yaşamak... Eczaneye girdiğim an, kulağımda beni dinlemek için sırasını beklemekteydi. Nöbetçi eczanelerin içerisindeki telaş verici atmosferi oldum olası sevmişimdir. Nasılsa o kadar çalışan içerisinden, beyaz önlüklü biri bana gözleriyle yaklaşıp, ne almak için oraya geldiğimi soracaktı. Bu sefer daha şanslıydım. Karşımdaki güzel bayanın burada çalıştığına imkan dahi vermiyordum. Belki ekmek parası için, harçlık çıkarmak için eczanenin nöbetçi olduğu gün geip çalışmak...Bunlardan bana ne? Günümüzde babalar bile kendi kızları için artık böyle şeyler düşünmüyor. Kulağımda tabak çanak sesleri... ‘Ne yapıyorsun sen Allah aşkına?’ diye sorarken, ezcanede bana gözleriyle yaklaşıp, hangi ilaçları almak istediğimi soran bayan, raflarda ilaçları arıyordu. Yemek yapıyormuş kulağımdaki. O zaten hep yemek yapıyordu. Doğduğum günden beri her gün yemek yapıyordu. Yemek yapmak için doğmuştu. Bir de çamaşırları asarken, kimi zaman kendi baldırlarımın kalın olmasının sebebini genetik olarak ona bağlayıp, onu kalıtsal xx olarak suçladığım kadınsallığının yırtıcı yanıyla, atmosferle yüzyüze pencereleri siliyordu.
Evlilik üzerine bir konudan bahsediyorduk. Herkesin kendi çağında sorunları vardı ama kadınların bazı sorunları özellikle ikide bir ısıtıp, yanlarında taşıdıklarına inanıyorum. Sorun, eyvallah çeşidine göre insanın sırtılandığı bir kavram olmakla beraber, kadınlar bazen sıkıcı olaibliyorlar. Ama bir gerçek var. Kadınları genellerken, erkekleri de genellersek aynı hataya düşmez mi insan? Göğsümdeki kılları bir an için hissetmemeye başlamıştım. Kısaca bir evliliğin özetini yapıyordum. Ama ben kimseye nasihat veremezdim. İnsna birşeyi çok iyi bilebilir, ancak tecrübe etmedikten sonra kimseye o konu hakkında nasihat veremez. Zamane insanı her şeyi çok çabuk tüketebiliyordu. İnkar etmiyordum.
Or.’un yanına gittiğim her gün, bildiğim bütün felsefi akımlar iç içe giriyor ve yorgan altı scaklığında, üşüyen ayakların kokusuna karışabiliyordu. Bir fabrikada şube müdürlüğü vazifesi yapmakta olan Arap bir arkadaşın, demek istediğim şeyi özetleyen sözleri her zaman yardımıma geliyordu: ‘Ah anam, ah! Bu yaşıam geldim, hâlâ sabah namazına uyandırdığında bekliyorum ki sobayı yaksın. Yorgan altındasın, çevrende senin gibi yerde yatan kardeşlerin var ve o an uykudan uyanmak o kadar zor ki! Ama o kadını görüyorum, soğuk ev, buz kesiyor zemini de, duvarları da. Fakat o ayakta, sobayı yakmakla meşgul. Beyaz tülbendi kayıyor ara sıra başından ve saman sarısı saçlarını görüyorum. Tonlarca altına değişmem onun bir tutam saçını...’
Kapının ziline kaç defa bastığımı hatırlamak güçtü. Bir türlü dış kapının açıldığını dile getiren o tık sesini duyamamıştım. Or. yoksa evde değil miydi? Yok, evde olmalıydı. Bir yere gideceğini zannetmiyordum. Sonunda o sesi duymuştum ve kapıyı itip, apartmanın içine girebilmiştim.
Üzerinde mont vardı. Gözlerimde beliren silueti sonrası, herhalde tam dışarı çıkacaktı ki ben geldim yanılgısına kapılmıştım. Evin içerisi buz gibiydi. Dışarı daha sıcaktı. Ancak evin içindeki buzdan ziyade, Or.’un suratındaki asıklık canımı sıkmıştı. Odanın kapısını açıp, ‘geç otur’ demişti. Selamımı almış mıydı, yoksa ben selam vermiş miydim? Zihnim bulanmıştı ve buna dimağım da kaırşıyordu. Ben sormazsam bir şey, o hiçbir şey cevaplamazdı. Sormalıydım.
‘İyi görünmüyorsun, hayırdır?’
‘İyiyim, çok şükür.’
‘Kızgın mısın bana?’
‘Değilim.’
‘Ama o gönderdiğin e-mail’de kızmıştın.’
‘Sana değil!’
‘Peki ya kime?’
‘Hayatın kendisine.’
‘İsyan mı?’
‘İsyan etmem. İnsanlara kızgınım.’
‘Neden?’
‘Hiç...’
‘Hiç mi?’
Cevap alamıyordum daha fazla. ‘Hiç’ sözcüğü kadar namuslu, edepli, erdemli ve olgun bir kelime olamazdı. Evet, hiçti her şey.
‘Hasta mısın?’
‘Yorgunum biraz sadece.’
‘Ev buz gibi, neden çalıştırmıyorsun kombiyi?’
‘Kesmişler dün.’
‘Ödemedin mi faturayı?’
‘Gelsinler evden alsınlar parayı. Ayaklarına kadar gidip, yatırmam.’
‘Uzan biraz, dinlenmen lazım.’
Ev gerçekten soğuktu. Karşısındaki kanepede oturmuş, battaniyeyi sırtıma geçirmiştim. O da daha kalın bir şeyler giymek için, montunu çıkartmıştı. Uzun kollu penyeyide çıkartınca, sol kolundaki morluğu fark ettim. Garibime gitmişti. Fark etmişti koluna baktığımı. Üzerine daha kalın bir şeyler giyinirken, merakımı dindirdi.
‘Kan verdim bugün. Kek ile meyve suyu veriyorlar beleşe. Kim kaçırmak ister ki?’
Güldüm. Asla böle bir şey için kan vermeyeceğini biliyordum. Birkaç senedir yılda iki üç defa verdiğini söylemişti bir keresinde. Vermek güzel bir olduğu için, gülmemi kestim.
‘Bugün nabzımı ve tansiyonumu ölçen hemşireyi anlamayadım.’
‘Niye ki?’
‘Bilmiyorum, kız heyecanlandı mı, ne oldu. Baktım kız ikide bir bileğime tutup baş parmağını, nabzımı öçlmeye çalışıyor. Ben de latife edeyim dedim kızla az, dedim ki ‘nabzım atmıyor sanırım.’ ‘Yok dedi, çok hızlı atıyor.’ Kız sayamadığı için defalarca nabzımı ölçüyormuş meğer ki! Güldüm o an. Oysa uyumak için kafamı koymam yeterliydi bir yere.’
‘Devam ediyor musun sakinleştiricilere?’
‘Ara ara alıyorum. Zannetmem nabzımı onlar arttırsın. İçimde volkan var zaten de, bakma göstermiyorum.’
Or. yaşlı kadınlar gibi konuşmaya bşalayınca, tekrar gülmüştüm. Sanırım bana attığı e-mail’i de yazarken, böyle garip bir haleti ruhiye içerisindeydi.
‘Telefonda anlattığın bir şeyler vardı.’
‘Arkadaş hakkında mı? Dershaneye giden?’
‘Evet, ne oldu ona?’
‘Boş ver, siktir et!’
‘Yakışmadı ağzına küfür. Dikkatle seç sözcüklerini. Bir de yazar olmak istiyorsun.’
Bir an utanmıştım. Haklıydı, ‘boş ver, Allah akıl versin de’ diyebilirdim ama onun yerine ‘siktir’ kelimesi daha rahat teleffuzlu gibi gelmişti. Aslında öyle değildi, insanın edep gömleğini yırtması ve ondan sıyrılmaya çalışması elbette hoş değildi. Or.’un daha ziyade tonlayarak söylediği ‘bir de yazar olmak istiyorsun’ kısmı içimi ürpertmişti. Ondan biraz ders almalıydım. İnsanın bütün kavramları var ettiği bilinç hamuru içerisinde, çokça çıkmazları olabiliyordu. İşte bu yüzden insanlara ihtiyacımız oluyordu. Ama doğru insanlara. İnsanlar Or.’un da dediği gibi o kadar aşağılık olmuş ki, yardım ediyorum diyenin bile yardı etme isteiği altında binlerce zelil sebep var. Yatan, yatmaya devam istiyor yani.
‘Yazar olmak kolay mı?’
‘İnşallah!’
‘Nasıl inşallah? Kolay mı, zor mu?’
‘İnşallah...’
‘Anlamıyorum, ne yani?’
‘İnşallah diyorum, inşallah ne demek? Allah nasip ederse elbette... Kolay mı zor mu olur, o da inşallah...’
Lafı dolaştırıyordu Or. ve karşılığını tam olarak alamadığımı fark ettiğim cevaplarla tatminsiz bırakıyordu beni.
‘Soğuk değil mi ev? İki günde üşüttüm ben de ya.’
‘Hastasın değil mi?’
‘Şükür, hastalık da güzeldir. Ondan gelen her şey güzeldir.’
‘Dürüm aldım ikimize. Yiyelim mi?
‘Şimdi değil. Aç değilim pek.’
‘Sıcak bir şeyler yapayım mı?’
‘Sen otur, ben yapayım ikimize de.’
‘Kahve almışsın. Kahve mi içeceğiz?’
‘Yok, gariptir kalbim acıyor. O hemşire kızla aramızda geçen nabız hadisesinden sonra, kalbimde garip bir ağrı var. Kahve zarar verebilir, ben bitkisel çay yapayım ikimize.’
‘Olur, o da güzel.’
Mutfağa gitmişti. Doğalgaz olmadığı için su ısıtıcısı içinde suyu ısıtıp, tekrar içeri gelmişti. Büyük bir çantası vardı. Onu açıp, içinden ufak bir poşet çıkardı. Poşetin içinde uzun yeşil bir bitki ile, kabuğu soyulmuş başka bir bitki vardı. İkisinin de ismini bilmiyordum.
‘Bunlar ne Or.?’
‘Bu yeşil olan adaçayı. Gerçeği işte böyle uzun. Bu küçük şeylerde zencefil. Kabuğunu soymuştum önceden. Bununla istersen çay yapabilirsin, istersen de ezip zencefili, bal ile kaırştırıp yersin.’
‘Ne güzel doğal şeyler!’
‘Ya, öyle.’
Sıcak su içine atılan bitkileirn, birkaç dakika içerisinde dem tutması gerekiyordu. Or. mırıldandığı şarkıyı bırakıp, bir şeyler anlatmaya başladı.
‘Bu bitkilerden çay yapma meselesindne pek anlamazdım. Zamanında bir komşum vardı, nereli olduğunu unuttuğum bir kadın. Ufak tefek, şirin bir kadındı. Neyse, bu kocasıyla beraber o mutlu ki, anlatamam. O da zor anlatıyordu zaten. Ses tonu, çok eskiden sevdiğim bir kızın ses tonuna benzediği için, kendisini anlatmasına izin veriyordum. Anlattıkça ağlıyor, ağladıkça tekrar anlatmaya başlıyordu. Zamanında bu kadın, babasının zoruyla daha on altı yaşındayken, köyün zenginlerinden bir adamın oğlu ile evlendiriliyor. Bu kadın evlendiriliyor, ama zaman sırılsıklam başkasına aşık. O aşık olduğu genç, düğünde içiyor filan bolca, takı takma merasiminde kadına takı takarken şöyle demiş:’ Mutlu ol, ama mutluluğun bir günden fazla olmasın ve tekrar bana dön.’ Kadn bunları bana anlatırken zırlayarak ağlıyordu, bakma ben duygusuzca anlatıyorum sana. Sonra bunlar büyük bir şehre taşınıyorlar. Zengin adamın oğluyla yaşarken, adam içip içip bu kadını dövmeye başlıyor. Ne çare ki, defalarca babaevine dönüyor ve babasına ‘baba, ne olur benim onun yanına gitmeme izin verme. Beni dövüyor. Dövmesi bir yana, başka kadınlar getiriyor eve’ demesine rağmen, babası kızına, o kadına şöyle diyor:’ o erkektir, istediğini yapar. Sen gözünü kapatacaksın ve onun sözünü dinleyeceksin.’ Kocasıda bunları bildiği için, kadına şiddetini devam ettiriyor. Dokuz yıl evli kalıyor. Sonra bu kadın kanser oluyor. Dört yıl boyunca tedavi görüyor ve o adamdan da boşanıyor. Dört yıl sonra, yani toplam da on üç yıl oluyor sanırım, on üç yıl sonra, kendisine sevdiği kadının kanser olduğunu söyleyen arkadaşlarının tarif ettiği yer ile, o sırılsıklam aşık olduğu adam karşısına çıkıyor hastanede. Bunlar sarılıyor o an, hiçbir şey konuşmuyorlar. Sonra kadın kanseri yeniyor ve adamla işte benime komşu oldukları vakit, bir yıldır mıdır nedir beraberlerdi.’
‘Or., af edersin ama bitkilerin o kadınla ne alakası var ben çözemedim.’
‘Ya şey, kanserken bol bol içiyormuş. Oradan işte.’
Bir şeyler anlatmıştı, ama benim istediğim şeyden bahsetmemişti. Daha iyi nasıl yazarım diye ben merak ederken, bir şeyler öğrenmeye çalışırken, o beni tiye alır gibiydi.
‘Peki ya daha iyi yazmak sence mümkün müdür?’
‘Müdür mü?’
‘Ya ne müdürü Or., şey diyorum, yarışmalara katılsam hani, kendimi kanıtlasam, nasıl olur?’
‘Zurnanın deliği olur. Delik dedim de aklıma ne geldi bak, yazdığın şeyleri iyi ayarlaman lazım. İki delik arası mükemmelliği gibi.’
‘İki delik arası mükemmelliği mi?’
Anlayamamıştım. Neden bahsediyordu ki?’
‘Rolünü iyi bilecek bir insan. Mesela ben hastayım mı? Sağlıklı rolü oynayamam. Hasta isem, gücümün eriştiği hastalık kadar hasta olurum. Erdem nedir bilir misin? Ayırt edebilmektir. Yoksa geri zırvalık!’
‘Peki ya iki delik arası mükemmelliği nedir Or. ?’
‘Onu yaşarak tadarsın ve görürsün. Ben senin ne istediğini iyi biliyorum. Aynı şeyi görmek istiyorsn. Aynı şeyle sevişmek ve defalarca aynı şeyin hayaliyle vuslata ermek istiyorsun. Sen gelmedne birkaç saat önce ben ne hayal ediyordum biliyor musun? Burada, şu kanepede yatarken, lanet vücudumun üşümesi karşısında herhangi bir ısıtıcıdan ziyade, bir kadın bedeni düşündüm. Hem de çırılçıplak. Ama aklıma ne geldi biliyor musun? O kadının ben yatarken herhangi bir işi olmayacak ve ben uyanana kadar benimle yatacaktı. Sonuç? Görmek istediğin bir şeyin, gözle değil düşünceyle alakası vardır. Düşündüğün şeyi görürsün, gördüğün ise sadece olmayandır. Görmek istediğini, görmeden binlerce defa düşünmüşsündür zaten.’
‘Bu mu yani açıklaması?’
‘Benden öğretici olmamı bekleme. Ben en fazla ayna olabilirim sana, o da kirli ve pasaklı. Neyse, aç bir müzik de içimiz ısınsın az. Yanık olsun böyle...’
Resmen kafamı mahvetmişti. Or., dayanılmaz bir hafifliğin altında yatan nasırı kökünden çekmemi bekliyordu, ama ben ondan daha kötüydüm. En azından o hastayım deyip, belirtilerine dair sesler çıkartabiliyordu. Ben inanılmaz bir sessizliğin içinde ‘inşallah’ denilen taşı dişlerimin arasında gezdirip, yalancı bir inleyiş doğuruyordum.
Olmadığını biliyordum. Damarlı bir kist, gözlerimi kapatmakla uğraşıyordu. O soğuk içinde, Or. ile aynı odada kalmak güzeldi, ama bu durum, traversleri soğutmaktan başka hiçbir işe yaramıyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.