- 1849 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
ATA DEDEMİZ 1
DELİ BAHRİ
Ata dedemiz,13. yüzyıl başlarında Yalvaç bölgesinde, sonradan Hamit ovası ismini alan yerde kurulan Hamitoğulları Beyliği’nin kurucusu Hamit Bey’dir. Oğlu İlyas Bey ve torunu Dündar Bey, Eğridir, Gölhisar ve Antalya’yı zapt ederek Frenkler’den almış ve şehrin idaresine Hamit Bey’in kardeşi Yunus Bey getirilmiştir.
Isparta Hızır Bey Hamamı,Isparta Hızır Bey Camii,Uluborlu Muhittin Çeşmesi,Uluborlu Türbesi,Uluborlu Efendi Sultan Camii,Uluborlu Arapçık Çeşmesi,Eğirdir Dündar Bey Medresesi,Şarki Karaağaç Tahta Minare,Afyon Karahisar Şuhud Kubbeli Camii, Burdur Muzafferittin Medresesi onun eserlerindendir. Sonradan ele geçirilen Korkuteli ve İstanoz bölgesinin valiliğine Yunus Bey’in oğlu Sinanüddin Çalış Bey atanmıştır. 1333 yılında Antalya Beyi Hızır Bey’di. Kardeşi Muzafferiddün Mustafa Bey adına 1344 Yılında Muzafferiye Medresesi’ni yaptıran kişi ise,Necmettin İshak Bey’dir. Korkuteli ve Elmalı’da yaptırılan camii ve çeşmeler bu zamanın eserleridir. Hüsameddin İlyas Bey ve Kemalüddin Hüseyin Bey zamanında Osmanlılarla dost olan Hamitoğulları, I.Murad zamanında yapılan Kosova Meydan Muharebesinde Mustafa Çelebi Bey komutasındaki iki yüz okçusuyla zaferin kazanılmasında büyük paye edinmiştir. “Zafer bu okçularla kolay oldu. Teke Beyine teşekkür gerek’ diyen I.Murad, Osmanlıya katılan Hamitoğulları’na Isparta ve havalisinin Genel Valiliğini vermiştir. Atalarımız içerisinde ulemalar, bilim adamları, hattatlar, ve valiler öz be öz Selçuklu Türkleri’nden olan soyumuzda şerefle süregelmiştir.
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u almak üzere Edirne’den hareket ederken, Sadrazam Çandarlı Halil Paşa “Hamidoğulları,siz Haşmetlü’ yu ,Edirne Kapıda beklerler” dediğinde “Bilirim canı tezdir Teke Beyi’nin” diyerek memnuniyetini belirtir.
Mevlana Hazretlerinin kızlarından Zeliha Hatun, babaannelerimizdendir. Hasan Ağa oğlu Köse Müftü Abdullah Efendi, oğlu Müftü İsmail Efendi, Oğlu Mühtü Uykucu Mehmet Zühtü Efendi ve dedemiz Deli Bahri Baba lakaplı Bahri Hamit Ovalıoğlu, o zamandaki Mevlevi kanununa göre askerlikten muaf tutulmuştur.İhsan amcamın menenjitten ölen tek oğlu Mesut,halen Mevlana Türbesinde yatmaktadır.
Kara Müdür Bahri Baba
9 yaşında annesi Mevlevi Zeliha Hatun’u ,kaybeden Bahri Baba’nın hayatı tam bir roman gibidir. Hiperaktif, hırçın ve kavgacı kişiliğinin içinde büyük bir şefkat, dürüstlük ve hayatla dalga geçme duyguları yatan Bahri Baba, çevresinin korktuğu fakat çok saygı duyulan bileği güçlü, mert, nüktedan, hovarda ve son derece vatanperver bir insandır. Onun için en tepede olmakla, dibe vurmak aynıdır. Bir yetimi sevindirmek, bir öksüzü doyurmak, giydirmek, elinde avucunda olmasa bile Bahri Baba’nın hiç vazgeçmeyeceği özellikleridir. Ne de olsa ana kanında onu Hz. Mevlana’ya benzeten, onun gibi düşündürten birçok özellik mevcuttur.
14 yaşında babası Isparta Müftüsü Uykucu Zühtü Efendi’den müsaade alarak yüreğinden taşan duyguları tatmin etmek üzere tek başına İstanbul’a gelir. Fatih Medrese’si, o yıllarda en iyi eğitim müesseselerindendir. Burada iki yıl boyunca başarılı bir öğrenci hayatı olur. Öğrenciler arasından sivrilir, isim yapmaya başlar. Henüz 16 yaşında iken, iki öğrenci grubu arasında çıkan bir kavgada medrese yöneticilerinin taraf tuttuğunu iddia ederek okulunu terk eder. Kader onu bir kaçak olarak fikirlerini benimsediği ama o tarihte Midilli Adası’nda sürgünde bulunan Namık Kemal’in yanına gitmeye zorlar. Büyük zorluklarla Midilli’ye ulaşır. Namık Kemal, bu yiğitle oldukça ilgilenir. Ancak kendisi de bir sürgün olduğu için, birlikte görülmelerinin gencin geleceğini karartacağını bilir. Ve onu tekrar mektebe döndürmek için bütün gücünü kullanır.
Bahri Baba, Namık Kemal’den aldığı feyz’le Manisa Medresesi’nin yüksek kısmına kaydını yaptırır.Üniversite karşılığı olan bu mektebi dört yılda bitirerek mezun olmakla kalmaz, on beş öğrenciden oluşan bir grubun da liderliğini üstlenir. Hafta sonları Manisa’nın bağ evlerinde sazlı sözlü alemlere katılır, iri yapısı ve yakışıklılığıyla kızların dikkatini çeker. Elbette böyle bir yiğidin düşmanı da çok olur.
Medrese’yi bitirip icazetini aldığı ilk gün, yanında sevgilisiyle birlikte yine bağlara doğru gezmeye gider. Niyeti, tayin olduğu yere gitmeden sevgilisiyle son bir veda görüşmesi yapmak, onu burada çok fazla yalnız bırakmayacağını anlatarak gözyaşlarını dindirmektir. Ne var ki, bağ yolunda ellerinde tabanca ve pala bulunan iki kişi yollarını keser, yanındaki kıza laf atar.Bahri Baba’nın en mutlu günü drama dönmek üzeredir. Kızı hemen arkasına alır, bedenini siper yaparak kendisine doğrultulan silaha aldırmaksızın karşısındakilere yaptıklarının erkekliğe sığmadığını anlatmak ister. Fakat, aldığı cevap “Kızı bırak, defol git!” olur. O, böyle bir durumdan kaçacak yapıda değildir. Kafasına doğrultulan tabancanın tetiği tam o sırada çekilir. Ama o da ne? Silah ateş almaz. Mütecaviz, silahını iki kez daha ateşlemek üzere çekecek, ancak üç el tetik düşürmesine rağmen, kısa gelen tetik iğnesi toplu tabancayı ateşlemeyecektir. Bahri Baba, o sırada belinden hiç eksik etmediği saldırmayı çekerek, adamın kafasına doğru sallar. Saldırganın başını sağ tarafa yatırmasıyla ağır ve keskin bıçak sol şah damarından girerek boynu tamamen kopartır.Kesik baş gövdeden birkaç metre uzağa düşer. Diğer saldırgan ölesiye korkmuş, elinde palasıyla Bahri Baba’ya yalvarmaya başlamıştır. Bahri Baba oğlanı serbest bırakır. Sevgilisine de korkmamasını telkin ederek kızı şehre yakın bir yere kadar götürüp bırakır. Kendisiyse, Manisa dağlarında bir kaçaktır artık.
Elinde kanlı saldırmayla iki gün dağlarda dolaşır. Oysa, durum onun düşündüğü kadar korkunç değildir. Aksine, sevgilinin dağa saldığı haberler çok olumludur. Üç el düşürülen tetik mermi kapsüllerine hafiften çarpmış ve fişekleri patlatmamıştır. Ayrıca, başsız cesedin bir elinde sımsıkı tuttuğu tabancası, diğer elindeyse, keskin geniş ağızlı palası vardır. Ve bunları o kadar sıkı kavramıştır ki, ancak gömülme işlemi sırasında parmaklarını kırarak alırlar elinden. Diğer saldırgan ise, suçunu kabul edip Bahri Baba lehine şahitlik yapmıştır. Sevgili de olup biteni anlatınca, yaşanılan olay meşru müdafaa sayılır. Teslim olan Bahri Baba’yı, Manisa halkı bir kahraman gibi karşılar. Çünkü o, farkında olmadan Manisa’yı bir beladan kurtarmış, herkesin korktuğu haraç kesen kabadayıyı yok etmiştir.
Yine de, silah taşımaktan ve hedef gözetmeksizin vurmaktan bir yıl Manisa cezaevinde yatar. Cezaevinden çıktıktan sonra onu eski dostlarından biri ile ortak meyankökü ticareti yaparken görürüz. O artık hem tüccar, hem de saygın bir kabadayı olarak nam salmıştır. Manisa’daki sevgilisinden 11 yıl ayrı kaldıktan sonra da Konya’daki teyze kızı Miyase Hanım’la evlenmek istemektedir.
Evlilik niyetiyle katlandığı o zor yolculuktan sonra, kız evinin önüne biriken rengarenk giysili kalabalıkla irkilir. Davullar,zurnalar,kahkahalar gırla…Sakın bu bir düğün olmasın?..
Bahri Baba olan biteni anlar anlamaz, bir an bile tereddüt etmeden bembeyaz gelinlikler içindeki Miyase Hanım’ı kucakladığı gibi gelin atının süslü eğerine yatırır ve atı mahmuzlar. Düğün evi neye uğradığını şaşırır. Herkes atın bir yerine yapışıp çekiştirmeye başlar. O keşmekeş içerisinde adım atmakta zorlanan zavallı at, elli adım sonra yere düşer. Kendini de davetlilerin hışmından kurtaramayan Bahri Baba’nın yediği dayaklarla kafası yarılır gözü morarır. Ahali bununla da yetinmez, gelini damadın evine götürmeden önce onu bir ağaca bağlar.
Kahramanımız tıpkı filmlerdeki gibi ellerini kollarını iplerden kurtarmaya çalışırken, gelin evinde de eğlence doruğa ermiş, gelinle damat zifaf odalarına çekilmek üzeredir. Gözüne kestirdiği eski bir sepet parçasına ayağı ile ulaşan Bahri Baba, ter kan içerisinde sepetin kamışıyla iplerini keserek kurtulur. Artık hava kararmıştır. Bahri Baba damat evine yeni bir saldırı düzenler. Bu kez belinden yakaladığı gelini ancak yirmi adım götürebilir. Teyzesi “Miyase senin sözlündür” diye konuştuğu zamana bin pişman, hem ablasının yetim oğluna acımakta, hem de kızının mutluluğu bozulacak diye korkmaktadır. Üzerine çullanan damat tarafının önüne geçerek yeğeninin daha fazla dayak yemesini önler. Yanındaki birkaç kişiyle Bahri Baba’nın ellerini bağlayarak dayısına teslim eder.
Dayı bey, faytonla Meram’a kadar eşlik ettiği genç adamı ikna etmeye çalışır. Saatler sonra vakit gece yarısını çoktan geçmiş, Meram’daki bir bağ evinde, elbiseleri ve ayakkabıları alınmış olarak yatmaktadır. Peki, böyle bir aslanı, elbiseleri yok, ayakları çıplak diye durdurmak mümkün olabilir mi? Gecenin bir yarısı dayı bey uyur uyumaz, elbiselerini de dayının yatağının altından alamadığı için üzerinde bir tek külotuyla yalınayak Meram’dan Konya’ya kadar koşarak gidecek ve yeni evlilerin kaldıkları ,zifaf evinin camlarını kırarak, erkek tarafının kovalaması sonucu yeniden Meram’a dönecektir. O uzun yolu bilenler neler başardığını tahmin edebilir. Ama o andan sonra Miyase Hanım da hayatında olmayacaktır.
O üzüntüyle hırslanan Bahri Baba, kendisinden beklenmeyen bir şey yapar. Konya Muallim Okulu’nun sınavlarına girerek, başarıyla kazanıp muallim olur. 2 yıl Konya’da muallimlik yaptıktan sonra da yüksek maaşla Reji memurluğuna geçer. Burada evlenir, beş çocuk babası olur. Mutlu geçen sekiz yılın sonundaysa, karısı tüberkülozdan ölür.
Cenaze işleri için iki günlüğüne reji memurluğunu bırakarak eşinin ölüm işleriyle uğraşır. Üçüncü gün iş başı yaptığındaysa kendisini yeni bir facia beklemektedir. O yokken memurluğun para kasası kırılarak soyulmuş ve üç yüz lira yok olmuştur. Bunu gurur meselesi yapan Bahri Baba, elindeki her şeyi satarak parayı yerine koyar. Yokluğunda olan bu olay onu çok incitir. Şüphelendiği birkaç kişiyi fena halde döver. Fakat artık yapılacak başka bir şey yoktur; buruk bir şekilde istifa eder.
Cenazeyi gömdüğünün elli ikinci günü babaannem İffet Hanım ile evlenir. Çok genç bir kızdır İffet. Babası İsmail Efendi, onun babası Abdullah Efendi (dedemin amcasıdır), babaannemin annesi Zahide Hanım, Zahide’nin annesi Azime Hanım, Azime Hanımın babası Bosna Valisi Nurettin Bey, Azime Hanımın eşi Hazinedar Ahmet Bey’dir. Babaannemin erkek kardeşiyse, Şehit Yüzbaşı Nail Bey’dir. Bu yüzden küçük amcamın ismi Nail konmuştur.
Bahri baba 1912 yılında müdür olarak Niğde Devlet Hastanesi’ne girer. Burada 6 yıl çalıştıktan sonra da 1918’de asıl mesleği olan idareciliğe geri döner. Okuduğu bölüm, kaymakam dengi olan nahiye müdürü yetiştiren bir branş iken, sırf otoriteye baş eğememesi yüzünden yılarca uzak durduğu nahiye müdürlüğü’ne Hoyran’da başlar. 1919’da Antalya Hapishanesi Müdürlüğü’ne atanır. 8 Mart 1919’da, İtalyan işgali başlar. Babama anlattığına göre, Antalyalılar, İtalyanları başlarında imamlar olduğu halde beyaz kıyafetli kızların ellerine çiçekler vererek, kayıklarla denizden karşılamış. Öyle ki, üzerine doğru yüzlerce kayığın geldiğini gören İtalyan işgal Komutanı, General Cano Aleksandra, kalabalıktan korkarak makineli tüfeklerini mevzilendirmiş, gemi toplarını tevcii ettirmiş…Gelenlerin imam ve genç kızlardan oluştuğunu, kendilerine çiçek uzattıklarını görünce de utanarak kızlara çikolata ve sakızlar ikram etmiş. Antalya’nın tarihi limanı bu karşılamadan muhakkak ki, çok utanmıştır. İlk defa düşman silah patlatmadan karşılanmaktadır. Kuşkusuz Hamitoğlu Dündar Bey’in kemiklerinin sızım sızım sızladığını, mezarında rahatsız olduğunu Bahri Baba iyi biliyor. Babama, hasta yatağında “Hayatımda Türk’ün düşmanını çiçekle karşılamasını görmek kadar beni hiç bir şey utandırmadı” demiş. Bahri Baba’nın ceddinin kanla aldığı bu topraklara düşman böylece dost maskesi ile ve vukuatsız ayak basmış oldu.
İşgalin ilk ayı içinde durumu kabullenemeyen Bahri Baba, kendisine bir lider olarak inanan Antalya Hapishanesi’nin mahkumlarından birlik oluşturmuş. Bu birliğin silahları ve cephanesi jandarmalardan temin edilerek, az sayıda Antalya’lı infaz memuru ve jandarma müfrezesinin de katılımıyla, ilk mukavemet örgütü kurulmuştur. Nisan 1919 sonlarına doğru, bu milis gücü iki yüz mevcudu bulmuştur.
Şimdi sıra ilk kurşunun sıkılmasına ve direnişin başlatılmasına kalmıştır. İlk kurşunu atmayı kimseye bırakmayan Bahri Baba hapishaneyi boşaltınca, başlayan direniş üzerine gönderilen İtalyan Bölüğünü pusuya düşürmüş, ancak içindeki sonsuz merhamet ve yiğitlik duygularıyla Bölük Komutanı Yüzbaşı’yı öldürmek yerine, sadece bacağından vurmuştur.
“Neddin Müdür? Gebetivemedin gavırı” diyenlere de, “Civanı mert bi zabıt idi, gıyamadım gavıra” cevabını vermiştir. Kısa bir müsademeyle İtalyanlar püskürtülmüş olup, Kepez, Döşeme Mahallesi ve eski Isparta yolu kavşağı on gün kadar Bahri Baba müfrezesinin elinde kalmıştır. İtalyanlar, daha sonra bu mukavemetçileri savundukları yerden atamayınca bölgeye ağır top ve makineli tüfeklerle takviyeli birlikler getirmiş, buna rağmen uzun direnişi epey zayiat verdikten sonra, çok zor kırmışlardır. Bölgenin makilerle dolu ormanlık alan oluşu ve bombardımanda tutuşması, mukavemetin kırılmasıyla sonuçlanmıştır. Ancak bu direniş, ne yazık ki başka grupların katılımı olmadığı ve İtalyanların düşman gibi görünmemesi nedeniyle, sadece Kepez bölgesinde olmuştur. Bahri Baba’yı Kepez’den atan İtalyanlar, daha önce çikolata verdikleri gençleri yakaladıkları yerde döverek bu cesur direnişin intikamını alır. Direnişçilerse, ne şehit, ne yaralı, ne malzeme, ne de silah teslim etmemiş, Isparta’ya çekilirken sırtlarında yaralı arkadaşlarını da getirerek şehitlerini düşman ellerine bırakmadan defnetmişlerdir. Bahri baba bu çekilişten sonra Isparta Sütçüler’e, Nahiye Müdürü olarak atanır.
Sütçüler’de o yılların en büyük belalısı Eşkiya Kosat yaşamaktadır. Evinize kibar bir haberci gelir ve Kosat Efe’nin, selamlarını sunar: “Efem diyor ki ,yirmi lirayı köy çıkışındaki çeşmenin taşına bıraksın.” Sıkı mı bırakmamak, oğlunuzun cesedini yolda bulur getiriverirler maazallah. Elbette Sütçüler halkı, Bahri Baba’nın tayiniyle ümide kapılır. Jandarmalar aldıkları sert emirle, Kosat’ı boş bir tarlada sıkıştırır. Bahri Baba, Sütçüler dışındaki müsademeye atını dört nala sürerek gider. Ne yazık ki, bir jandarma eri şehit olmuş, diğerleri de korku ile yerlerinden kıpırdayamamaktadır. Büyük bir tarlada taş yığınlarına siper almış olan Kosat, durmaksızın ateş etmekte ve yeni gelen müdüre sövmektedir. Bahri Baba, önce nasihat eder. Aldığı yanıt küfür doludur. Kosat bir kümeden diğerine yer değiştirirken, Bahri Baba’nın filintası ile attığı tek mermi, Kosat’ın göğsünde paralanır. Kosat, yanına gelen müdürün yüzüne gözlerini son defa açarak, can havliyle bakar. “Bana sıkacak kadar cesurmuşsun” der ve son nefesini verir.
Kosat’ın cesedi, iki gün Sütlüce Meydanı’nda halka teşhir edilecek, burnunu ve kulaklarını gece köpekler yiyecektir. Çetesi ise, kendiliğinden dağlara kaçarak dağılacaktır. Kosat’ı gömmek için gelenler, burnu ve kulakları olmayan bu cesedi başlarını başka tarafa çevirerek taşır. Sıra Avşar’a gelmiştir.
O sıralar Avşar asker kaçaklarının çok olduğu, cepheden kaçma yolu üzerinde olan bir yerdir. Bir gün, müdürün odasını basan kaçaklar, Nahiye’ye yaklaşmakta olan bir kalabalığı Demirci Efe Kuvvetleri zannederek Bahri Baba’yı sıkıştırır. Başına silah dayayarak, “Demirciye mektup ney yazan haa” diye tehdit ederler. Çok korktukları Demirci Efe, girdiği yerde bu gibileri hemen asmaktadır. O sırada koşarak gelen bir çocuk, “Gelenler muhacirler” diye bağırır. Muhacir, soyulacak insan demektir. Müdürü bırakıp, gelenlere koşarlarken müdür, Nahiye’nin firar etmemiş son kalan iki jandarmasını alıp, gelenleri soyulmaktan kurtardığı gibi, kaçakları da yakalamaya muvaffak olur.
1918 yılında yine Hoyran’ı haraca bağlayan bir eşkıya çetesi, gece evleri dolaşıp para toplamakta, gündüz ise küçük bir göl kenarındaki sazlıklarda uyumaktadır. Sazlıklara giremeyen köylü, eşkıyanın yerini tahmin ettikleri halde, yakalanmasını sağlayamaz. Bahri Baba, tek başına filintasını kuşanır ve eşkıya köydeyken sazlığa giderek, beklemeye başlar. Sabah olduğunda yataklarında yatan Bahri Baba’yı görünce şaşıran eşkıya silahına davranır. Ama Bahri Baba çok daha hızlıdır. Tek mermiyle reisi sağ omzundan vurarak hepsini teslim alır. Hoyran yılgın ve ümitsiz günlerini, üzerinden atmış bayram etmekte, Bahri Baba’yı iltifatlara boğmaktadır.
Tarih 15 ağustos 1922; Bahri Baba, Avşar Nahiye Müdürü’dür. Avşar’a kalabalık maiyetiyle iki komutan gelir. Bunlar, Garp Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) ile Süvari Grubu Komutanı Refet Bele’ dir. Bahri Baba hemen yakındaki evine haber salar, bulgurlar tencere tencere dökülür, gelen Mehmetçiklerin karnı doymalıdır. İsmet’in son tavukların kesilip kaynatılmasına içi tahammül etmez. “Yeter Müdür, çocukların rızkını kestirme” diyecek olur. “.Zaten çocuklarım için kestirdim Paşam” cevabını alır. O kadar askere yetecek ne tabak, ne de kaşık vardır. Çapraz olarak üst üste konan lavaş ekmeğinin içine pilav konup üzerine tavuklar yerleştirilerek servisler yapılır. Pilav da öyle güzel düşmüştür ki.15 Eylül 1922’ de İsmet Paşa teşekkür için yeniden uğradığında. “ Tadı damağımda kaldı Müdür” diyecek ve babaannem yeniden bulgur pilavı yaparak ikramda bulunacaktır. İsmet Paşa, Nahiye’nin derme çatma mobilyalı odasında, önünde oturmayı reddeden müdüre, “ Namını, yüreğini bilirim müdür, şimdi beni iyi dinle; Düşmandan kaçırılan ve yurtdışından yardım olarak verilen iki yüz ton cephane bu bölgededir. Bulabildiğin her kağnı ile cephaneyi Polatlı’ya taşımanı rica ediyorum. Bütün atların ve arabaların orduya teslim edildiğini de biliyorum. Acaba yirmi beş kağnı bulabilir misin? Aslında kağnı da kalmadı köylüde. Sana yardımcı olarak tek bir asker bile veremem. Üstelik taarruz zamanı, çok gizli tutulacağı için harekete geçmene ancak iki günlük bir zaman var. Daha önceki bir sevkiyat, harekâtı deşifre edebilir. Sana güvenebilir miyim?” diye sorar. Bahri Baba esas duruşa geçer. Saygıyla cevap verir: “Kimseyi istemem. Cephaneyi bana teslim edin ve cepheye varış zamanını bildirin yeter, Paşam”. Kasabada orduya verilen atlar ve katırlar askere teslim edilmekte ve yola çıkmaya hazır beklemektedir. Sadece Müdürün doru atı kalır.
Emri alır almaz kasabayı toplayıp tebliğ eden müdür Bahri’nin gözü uzakta beliren toz bulutunun içindeki iki deli süvariye takılır. Nahiye’de kala kala bir onbaşı ve bir erden oluşan iki jandarma kalmıştır. Bunca firarın içinde Bahri Baba’yı terk etmeyen, onun kadar kahraman iki nefer...
Ali onbaşı, “Müdürüm, bu atlar çatlamadan yanımıza ulaşırsa, yiğitlerine bir ayran yapacağım ellerimle” der. Gülüşürler.
Gelen toz bulutundan ilk kurtulan, tozdan rütbeleri bile fark edilmeyen Mülazım-ı Evvel Ömer Efendi’dir. Arkasından yetişip atın dizginlerini yakalayan ikinci kişi ise, Seyis Er Abdurrahman’dır. Ali Onbaşı ayran yapmak için yanlarından ayrılırken ,Ömer Efendi,üzerinde kırmızı mühürüyle ‘Bu zarfın gereğini bir dakika tehir etmenin cezası idamdır’ yazan zarfı müdüre takdim eder.
Tarih 23 ağustos 1922, saat:13:00’ dür. Emri okuyan Bahri Baba , ağlayarak Ömer Efendi’yi ve Abdurrahman’ı öper. Rabbine kısa bir şükür duası ederek, az ilerideki evde çamaşır asan babaannem İffet’e, “Hemen bana azık hazırlayın. Doru atı çekin. İhsan çabuk buraya gelsin. Ali Onbaşı, Koçum!.. ‘ diye bağırır. Ali Onbaşı elinde ayran maşrapalaryla şaşkın ve gülümseyerek gelir.
Artık, vakti gelmiştir. Avşar halkı zaten hazırdır. Haber hemen yayılır. Deli Bahri, kasabanın tek atı doru kısrağına atlamış, civar köylere doğru yola çıkmıştır bile. Yanında muhtarlar olduğu halde tepelerden köylerin boşalışını izler. Onlar Avşar’a doğru yol alırken, Avşarlılar da, cephaneyi kağnılara yüklemeye başlamıştır.
Büyük oğlu İhsan amcam, muallim okulu öğrencisi o zamanlar.17 yaşındaki iri kıyım bir delikanlı. Cephaneyi her kağnıya yüklenecek kadar gruplar halinde binalardan dışarı taşıtıyor, sırtının cephane sandıkları çizikleriyle parçalanmasına, ellerinin kanamasına aldırmadan kadınların ve yaşlıların önü sıra koşturuyor… Babası civar köylülerin kağnılarıyla dönmeden önce her şey hazır olmalı.
Avşar’ın kağnıları yola dizilir. Babaannem genç bir gelin. Bahri Baba’nın ikinci eşi olarak ona ilk erkek evladı 17 Ocak 1922’de doğurmuş. İşte o bebek benim babam Ali Hayrullah Hamit Ovalıoğlu olur.
Babaannem, kendi kağnısını konvoyun en önüne çekmişti. Yüklenen cephanenin gölgesinde babamı emzirmeye çalışırken doru kısrağın nal sesiyle irkildi. Gelen Bahri Baba’ydı. Hiç yavaş süremez miydi, şu kısrağı? Doru koşarken atlamak, Deli Bahri’nin huylarından biriydi. Koşarak gelip, kağnının gölgesinde duran testiyi kafasına dikti. Kana kana içtikten sonra meme emen bebeğin çenesine dokunarak, ‘Çok şükür İffet. İsmet Paşa’ya mahçup olmayacağız’ diyerek gülümsedi. Görevini yerine getirebilmenin mutluluğu yüzünden okunuyordu.
Yer Kocatepe’deki, İstiklal Savaşı Orduları Başkomutanlık Karargahı. 26 Ağustos
1922 sabahı, saat 02:30. Mustafa Kemal, karargahın içinde ileri geri dolaşıp, elindeki gümüş saplı kırbacı sinirli hareketlerle potur pantolonunun yanlarına, çizmelerine vurarak sabırsızca, “Nerede kaldılar İsmet? Taarruzu, hangi cephaneyle başlatacağız? Hazırlık ateşi olmazsa, piyade çok zayiat verir. İnebolu’dan gelen top cephanesinin çapı birkaç milim büyük çıkmasaydı, bunu yaşamayacaktık.”diye hayıflanır. Topçu Batarya Komutanlarının elinde yoğun hazırlık atışı yapabilecek cephane yoktur. Ankara’dan gelen yanlış çaptaki Sovyet Rusya yardımı mermileri küçültmeye çalışan topçular, atölyelerden aldıkları az miktardaki mermilerin kovanlarını, top namlu yatağına sokup çıkararak kontrol etmekte,hepsi de cephane yetişmezse diye endişe içinde…
İsmet Paşa da kendi kendine. “Neden müdüre hiç asker bırakmadım? Keşke, bir miktar at ve araba bıraksaydım. Hareket emrini de çok geç yolladık. Onca cephane nasıl gelir, bir askeri kol olmadan. Yol zaten kaçaklarla dolu. Ya, bunları muhacir zannedip saldırırlarsa? Müdüre çok mu güvendim acaba...’diye söylenip duruyor.
Tam o sırada yağız atını dörtnala koşturarak gelen genç bir Süvari Mülazımı’nın sesi duyuldu, gökyüzünde yıldızların dolandığı o bozkır gecesinde. “Geldiler, geldiler!.. Cephane geldi. Kağnılar yarım saat mesafede. Çok cephane var. Ama pek çok.”
Kurtuluş Savaşı’na simge olan, gelinlerin üzerini bebek kundaklarıyla örttüğü, ihtiyarların tekerlerlerine omuz vererek ittiği, çocukların öküzlerini çektiği, üvendire dürttüğü garip bir konvoydur gelen. Bu konvoy Türk’ün son gücünü denediği, umudun son dakikalarına ancak yeten, kurtuluşumuzun desteği, inancın, Hürriyet ve Kurtuluş sevdalısı insanların son gayretidir. Bu konvoyda büyük amcam İhsan, halalarım, babaannem ve babam vardır. Dedem ise, konvoyun beyni ve lokomotifidir.
Deli Bahri Baba, doru kısrağını konvoyun bir başına, bir sonuna koşturmakta, ağzı köpükle kaplı genç hayvanı gümüş saplı ecdat yadigârı kırbaçla son bir gayret sürüklemektedir. “Ha de yavrim ha de doru gızım. Geldik gari. Bunla bizim yiyitlerimiz. Kemal Paşa’nın yiyitleri. Kemal Paşa’nın memileli bunla. Yettik gızım. Yettik işte. AtıkınYunanın gaçma zamanıdır. De gidinin gahpe Yunan’ı de!’
Kemal Paşa, yanında İsmet Paşa’yla birlikte Kocatepe güneyinden yaklaşan bu konvoya bakmak istedi. Çıktığı tepeciğin üzerinden karanlıkta sadece bir toz bulutu görünüyordu. Topçu bataryalarının mühimmat arabaları konvoyu karşılamak üzere yola koyulmuştu. Mustafa Kemal, gelen konvoyun çokluğunu o askeri dehası ile bir bakışta anladı.
“Sen yirmi beş kağnı ile gelecek demiştin cephane…”
“Öyle demiştim, Paşam” diye başını salladı, İsmet Paşa.
“Ne yaman müdürmüş bu Bahri Baba. Tam beş yüz elli kağnıyla çocuk, ihtiyar, gelin, kız demeden Anadolu’nun tüm özünü, Türk’ün gücünü, son gücünü toplayıp yetti. Var ol Kara Müdür, var ol!.’diye düşünüyordu, Yüce Komutan.
Sabah 03;15’de cephanenin ilk kullanılacak bölümü dağıtılmış, bataryalar mermileri atışa hazır hale getirmişti. Gün ışırken saat tam 05;30’ da topçu ateşe başlayacaktı. Türk’ün özgürlüğü, güveni ve dünyada yepyeni bir milletin doğuşu, belki de, o ilk topun tetiğine bağlı ipi çekerek ateşleyen genç bir batarya zabitinin bir parmak hareketi ile başladı.
Kağnıları getiren kadınlar, hemen askerin ardındaki yaralı toplama, erzak dağıtma ve sargı noktalarında görev almaya koşuyordu. Bir subay, ilk yaralılara yardım etmeye çalışan Babaannemi İffet’i ,
“Kızım,sırtında bebekle senin burada ne işin var, sen geriye git’ diyerek yaralılardan uzaklaştırmaya çalışacak, ama o, babam Zifir Hayri’nin silah seslerinden korkarak ağlamasına aldırmayıp, geriye gitmeyecekti. Bebekken silah sesleri duyan ve korkarak ağlayan babam, yıllar sonra Kore’den bir kahramanlık madalyasıyla dönecek, Kıbrıs Barış Kuvvetlerinde Lojistik Komutanı olarak görev yapacak, Hocam Albay İbrahim Karaoğlanoğlu’nu on metre arkasında şehit verecekti.
Üsteğmen Yavuz Sokullu da, babamdan aldığı bir emri yerine getirirken dengesini kaybedip düşecek, elindeki el bombasının patlamasıyla birlikte babamın kollarında gözlerini yumacak, babam da Kıbrıs’tan gazilik payesi alarak dönecekti.
Atatürk. kafileye sıcak erat çorbası içirilmesini emredip, hala atından inmemiş olan Deli Bahri’yi yanına çağırtır:
“Sen yetişmeseydin müdür, nasıl başlatacaktı topçu bu taarruzu? Topçu atmasa, piyade çok çabuk kırılırdı.Berhüdar ol. Allah, seni millete bağışlasın.” diyecek ve yanındaki İsmet Paşa’ya, “Bu ismi bana hatırlat” emrini verecekti.
Kemal Paşa’nın yanından ayrılan Bahri Baba’nın henüz minik bir tayken aldığı ve eğitip bütünleştiği doru kısrak görevini tamamlamış, sıra şimdi de at ihtiyacı olan süvari gurubuna verilmek üzere götürülmesine gelmişti. Ona koşmayı, komutları öğreten, kendi eliyle tımar edip, sağrısına samanlıkta yatarak uyuyan, eliyle şeker yedirip, yelesini, kuyruğunu ören Bahri Baba için doru’yu eliyle teslim etmek ne zordu… Kemal Paşa’nın yanından ayrıldıktan sonra atının kantarmasından tutmuş, ihtiyatta bekleyen Süvari Komutanlığına doğru yürürken bu kutsal görevi başarmanın sevincini ve ayrılığın acısını birlikte yaşıyordu.
“Gıpraşma be gızım. Bak, deyola ki zaferden kelli yine has sahabına döneceğmiş bütün atla. Hem askeriyenin otu, yemi boldur. Sen sadece dikkatli ol. Gavırın gurşununa neyin gelme sakın. Dikgat ol gızım.”
Bahri Baba, gözündeki yaşları önce ceketinin sol yenine sildi ,sonra aynı koluyla kısrağın ağzında biriken köpükleri temizledi. Doru da sanki olayı anlamış gibi burnu ile Bahri Baba’nın kolunun altını dürtüyor, kafasını onun şefkatli kollarının arasına sokmaya çalışıyordu.
İhtiyatta bekleyen süvariler, kendilerine gelen bu atı ve sahibini izlerken onların manevi bağını anlamış, içlerini bir hüzün kaplamıştı. Süvari Binbaşısı’nın karşısında saygıyla duran Bahri Baba, tüm gücünü toplayıp ,göz yaşlarını silerek, “Doru gızım size emanet gumandanım.” diyebildi.Birden, dört nala yaklaşan atlıya çevrildi gözler. Atlının sarı kordonları onun bir emir subayı olduğunu gösteriyordu. Yoksa, ihtiyat muharebeye mi sokuluyordu? Atından koşarken inen sırım gibi Yüzbaşı, sert bir selam verdi Süvari Binbaşısı’na.
“Komutanım, İsmet Paşa’nın emriyle başka at alımına gerek kalmadığını arz ederim.”
O sırada gelen seyis Er’e atının dizginlerini teslim edip, son bir veda için doru’nun gözlerini, yanaklarını öpen Bahri Baba, duyduklarının sadece kendisini kapsadığını, İsmet Paşa’nın gizli bir teşekkür yolladığının farkındaydı. Başı yine dikti ama gözlerinden akan yaşlar artık onun kontrolünde değildi. Binbaşı: “Emri duydun müdür. Atını alıp gidebilirsin.” Diyordu ama koca adam donup kalmıştı. Seyis’in, uzattığı dizginleri aldı, geldiği yöne doğru atının yanında yürümeye başladı.
15 Eylül 1922’ de İsmet İnönü, bu sefer otomobiliyle Avşar’a uğrayacak ve Bahri Baba onu Nahiye dışında doru kısrağa binmiş olarak karşılayacaktı.
“Ne günlerdi be Müdür. Nasıl yettin onca mühimmatla. Biliyorum, kırık kağnıları onartıp yola koydurmuşsun.’ Diyecekti İsmet Paşa nahiye binasının önünde, Ali onbaşının demlediği çayı içerken.
“Yahu Müdür, ne heyecan çektim o gece bir bilsen.Doğrusu, bütün cephaneyi getireceğini düşünemezdim. Dünyalar benim oldu, görünce konvoyu. Sonra arkandan baktım, kısrakla konuşuyordun adeta. Yüzümü kara çıkarmadın Kemal Paşa’ya. Teşekkür ederim Müdür’ diyecekti.
Daha sonraları Bahri Baba Isparta Cezaevi Müdürü olacak, çok sevdiği bir mahkumun idamının ardından da emekliliğini isteyerek ayrılacaktı. Ekim 1934’te de babaannemin memleketi olan Konya’ya taşınacak, küçük bir emekli maaşıyla geçim sıkıntısı yaşamaya başlayacaktı.
Deli Bahri Baba, şerefli, onurlu, gururlu, ama evsiz ve yoksuldu artık. Hizmet süresi hesabından Reji İdaresi’nde geçen hizmet sayılmadığı için düşme olmuş, o da emekli dilekçesini geri almayı onuruna yedirememişti.
1935 yılında, İsmet İnönü’nün TBMM’de Kurtuluş Savaşı sırasında yapılan fedakarlıkları anlattığı konuşmanın ardından Bahri Baba’ya oy birliğiyle 250 TL gönderilmesine karar alındı. Meclis kararıyla gelen bu para babaannemin istediği evi almaya yetiyor, hatta evin nişanlı kızının düğün ve çeyiz masraflarını da karşılıyordu. Paranın geleceği bütün Ilgın’a yayıldı.
O gün, aile sevinçle Bahri Baba’nın yolunu bekliyordu. Ve o nihayet mahallenin başında görüldüğünde, babam ve amcalarım koşarak sol kolunda koca bir paketle gelen babalarını karşılamaya gitti. Acaba 250 lira, bu kadar büyük bir paketin içinde miydi? Çocuklar sevinçle, halam biraz mahcup fakat çeyizini tamamlayacağı için mutlu yüzüyle bakıyor, babaannem nihayet bir evleri olacağına şükrederek Bahri Baba’yı bekliyordu.
Bahri Baba’nın, masanın üzerine bıraktığı paketi açmaya kimse cesaret edemedi. Sessizliği, onun gür sesi bozdu:
“Ne durusuz leen. Aham eti gavırın. Iragıyı,gavını getrin. Davranın gari.” Sormaya cesareti yoktu kimsenin. Ev halkı şaşkın, anlamsız gözlerle paketten çıkan yarım gövde kuzu etine bakakaldı. Sessizliği bozan yine kendisi oldu. “Bu para bizim olamazdı yavrılarım. Möhimmatı, memiyi ,hepten biz mi alıvedik sıtımıza? Bak Hayrim goca deliganlı oluvedi. Hemi zabit olucek benim aslanım. İhsan’ımı muallim edivedik. Hey gidi günle hey. Galan para, bu guzu eti yavrılarım. Gerisini bilel ikişel dağıtıvedim dullala yetimlele. Hadi gari, döküve ırakıyı gözel gızım. De geliven yancağzıma çocuklalım, gadınım. Çapar, gel olum sende yanıbaşımıza. Guzunun kemiklerini sen yi, he mi yavrım!”
Yıllar sonra Hayri’nin subay çıktığını, annemle nişanlandığını görecek, hayır dualarını edip, yine o sağlam karakteri, onuruyla hiç eğilmeden ona uymayan bu dünyadan çekip gidecekti.
Yıllarca belinde onurla taşıdığı Lagant tabancasını önce babama, sonra da bana ve benden sonra gelecek Hamit Ovalıooğulları’na bıraktı miras olarak. İki kama, bir altın madalya ve bolca şerefle birlikte. Zaten onun maddiyatla, parayla ne işi olabilirdi ki?
Ehh, işte böyle bir deliydi benim dedem, kendini akıllı sananlara inat.
Bu toprakların, sana ve senin gibi yiğitlere, temiz ve şefkatli aydın yüreklere çok ihtiyacı var. Seni görmeyi, senin yüreğinde az da olsa yaşamayı isterdim. Ruhun şad olsun dede’ciğim.
YORUMLAR
öncelikle verilen emeği kutlarım
sanırım devam edecek, takip etmeye çalışacağım
paylaşıma teşekkürler
saygılar
kukurikuu
Bu ismi ilk defa duyuyorum. Kulağıma hoş geldi diyebilirim.
İsimler yaşantı içinde çok önemlidir, kişiliği tamamlar.
Yazıma yaptığınız yoruma ve güzel dileklerinize çok teşekkür eder saygılar sunarım
Muhteşem bir tarih dersi.
Bir yaşam ne kadar dolu ise o kadar yaşanmıştır.
Ve insan demek aslında "hatıralar" demektir.
Yazıdaki yöresel konuşmaların mükemmelliğine hayran oldum.Güçlü kaleminizden daha çok öyküler anılar okuruz insallah.
İlk bölüm başka bir zamanda yazılsaydı daha iyi olurdu bence..Direk Dedemiz yazısı daha ön plana çıkardı.
Fakat mükemmel yazıyorsunuz ve bayıldım şiveye.
Selam ve muhabbetle...
kukurikuu
Sayfamda olmanızdan onur duyuyorum.
Şu yurdumun insanlarının neler çekerek
bizlere bu toprakları armağan ettiler.
Geleceği hiç düşünmeden bu günü yaşayanlara
hatırlatmak için yazdım.
Manevi değerleri unutan milletler ne hallere düşer ,
kimlerin çıkarlarının kölesi olur iyi bilmek gerek.
Hassasiyetinize teşekkür eder ,saygılar sunarım.