- 450 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'ı'
...ıkınmaktan ibaret
Artık neyi, ne kadar doğru yaptığıma dair hiçbir açıklama yapacak halim kalmamıştı. Bir insan hırsız olabilirdi, elbette hırsızlığıma sebep olarak pek çok neden söyleyebilirdi. İhtiyacı vardı, kim bilir belki de ihtiyacı dahi olmadan, o garip zevki tatmak hoşuna gidiyordu.
Hırsızdım. İlla ki bir malı ya da başka bir insanın sahip olduğu bir şeyi çalmakla hırsız olmuyordu insan. Hırsızdım, çünkü bir başkasının hayatını irdeleyip, kendime yazınsal parçalar çıkarmakla uğraşıyordum. İşin en kötü tarafı da bir türlü itiraf edemeyişimdi. İtiraf etmek istiyordum, ama nasıl bir sahne olabilirdi ki bu? Sahne de nasıl bir yüz ile karşısına çıkabilirdim onun? Or.’un hayatına dair, onun yazdıklarını gördükten sonra onun eksikliğini tamamlamak istercesine ya da ondan daha iyi işler becerebileceğime dair düşüncelere dalıp, yine de bu sırrı onunla hiç paylaşmadan, gizliden gizliye yapmaktan rahatsızlık duyduğun bir şeyleri devam ettirmek ne kadar mantıklı olabilir ki?
İnsan anne rahminden çıkıp, dünya avlusuna çekildiği an, ciğerlerinin açılması, bir nevi ilk nefes alma deneyimini kazanmak için ağlamaya başlar. Sonra büyüdükçe ağlamanın ne işe yaradığını öğrenmeye ve çevresindeki insanlar üzerinde denemeye başlar. Kendi kendime çırpınışlarımda, bir nevi ağlama, yırtınma, kendimi aşabilme çabaları. Her şeyi matematik hesabına göre inceleyip, yaşayabilseydik eğer, sanırım üstel tüm ifadelerin türevi alındıktan sonra, geriye kalan yabancıların atılması için defalarca bu yabancıları tanıma çabası adına integraller ile uğraşıp, dururduk. İnsanın kendi hayatını tanımla çabası da varsayımlardan ibaret. Tecrübe elbette bu konuda çok yardımcı oluyor, ama insan tecrübeleriyle yaşamak konusunda pek de hevesli olmayan bir canlı. Yaşlı bir antilop, su içtiği nehir etrafında bilir ki kendisini yemek için pusuya yatmış onlarca yırtıcı hayvan var. Bu tecrübesinin ona verdiği zekasal yönergeler ile su içtiği gibi ya da ot yediği gibi aynı anda da etrafı gözlemek de usta olmuştur. Böylece genel ihtimaller ve de olasılıklar altında, yaşlı bir antilop, genç bir antiloba göre daha şanslıdır. Ama insan bu dengeyi tam olarak sağlayamıyor.
Neyse, uzun bir varsayım. O kadar çok varsayım içerisinde, pi sayısı kadar net bir kavram dahi oluşturmak da zorlanıyoruz ya, insan kendi evladına bile yeri geliyor yabancı kalıyor. Cami bahçesinde otururken, imamın okuduğu sürenin hangi süre olduğunu bulmaya çalışıyorum, ama süreden ziyade, ayetlerin manasını çözümlemek daha güzel geliyor. Kaderullaha inanmak ne de güzel bir şey ve şükredenlerden olmak! Din ve diyanet ile pek alakam olmasa da, haksızlığa uğramış kim olursa olsun, bu haksızlığın üstüne gidilmesi taraftarı olduğum için birden geçen gün bulunduğum bir sohbette adı geçen Şeyh Muharrem Hafız aklıma geldi. O da zamandaşları gibi Cumhuriyetin ilanı ile yaşanan istibdat dönemi mağdurlarından. Böyle anlarda ünlü fikir adamı Cemil Meriç’in Cumhuriyet dönemine ait fikirleriyle hafızam haşir neşir oluyor. Mutlu oluyorum, bir o kadar da ıstırap yüklü vagonlar ilerliyor gözlerimden. İslami tüm kurumların kaldırılması ve Fransız sanayisi baskısıyla medeniyet olarak gösterilip, kanun haline getirilen şapka giyme zorunluluğunun mantığını anlamak da gerçekten zorlanan bir insanım.
Şeyh Muharrem Hafız Cumhuriyetin ilk yıllarında, şapka kanununa dair yapmış olduğu vaaz mücadeleleriyle tanınmış ve çevre muhitlerden de onu dinlemek üzere yüzlerce insan Giresun’a gelmişti. Giresun’un Şeyhli köyünde tekkesinden yine vaaz-u nasihat verirken, şikayet de bulunanların talepleri doğrultusunda askerler tarafından köy basılmış ve vaazı dinleyene cemaat ile başta Şeyh Muharrem Hafız da olmak üzere kollarından ve ayaklarından bağlanmak suretiyle, şehrin merkezindeki Tiyatro salonuna götürülmüş. 1925’in Aralığında, İstiklal Mahkemesi ünlü heyet başkanı Kılıç Ali’nin de olduğu bir mahkemede, İrticai faaliyetlerden dolayı Şeyh Muharrem Hafız boynuna urgan geçirip, şafak vakti olmadan idam ediliyor. Tabi idam meselesi de vakıa ile ünlenmiş bir zattı. Yağlı urgan iki kez boynundayken kopuyor. Üçüncü kez boynuna ip geçirdiklerinde, ‘Allah izin vermedikçe hiçbir kişi ölemez. Bu, belli bir vakte bağlanmış, takdir edilmiştir. Her kim dünya mükafatını isterse, kendisine dünyalık bir şeyler veririz. Kim ahret mükafatı isterse, ona da bundan veririz. Biz, şükredenleri elbette ödüllendireceğiz’ mealindeki Ali-İmran süresine ait bu ayeti kerimeyi okuyor ve ardından ‘kader, kaderullah’ diyerek son nefesini veriyor.
Dinlediğim ayetten etkilenip, yine çok uzaklara gittim. Artık bir masal gibi geldiği için, bu durumlarda insan daha mantıklı nasıl davranır, hâlâ bilmiyorum. Osmanlı örneği olarak en çok küçük dedemi kendime örnek edinmiştim ama onun da şahsına münhasır bazı sıfatlarından dolayı, o gerçek, süzülmüş Osmanlıyı bir türlü bulamıyordum. Zamanında bu hastalığım ile çok mücadele etmiştim. Şimdilerde kime anlatmak istesem, böyle bir şeyi neden geçerli kılmak istiyorsun, bırak, yaşamını yaşamaya bak gibi slogan olmuş laf ebelikleriyle karşımda insanlar buluyorum.
Cami bahçesinde oturmak bile, bir an için beni rejim karşıtı ve ruhumun en hassas yörelerine çeşitli enfeksiyonlar kaptırabilecek derecede bilumum marazlarla uğraştıracak bir duruma getirmişti. Or.’u örnek alalı, benim de küçük birkaç defterim olmuştu ve bunlara not almaya çalışıyordum. Özellikle Or.’un elinin altındaki ‘Bu Ülke’ kitabını defalarca okumuş olması ve bu defalarca okumuş olma hali sonrası bile önemli var saydığı yerleri kalemiyle çizmesi, hatta bunları not alma da neden güçlük çektiğini söylemesi, benim de kendime bu sebebi yalan olarak uydurup, kendime izah edebileceğim durumda bu sözü kullanma da hiçbir abes görmemem halim, tamamen egoist olmamdan kaynaklanıyordu. İnsan ne kadar tevazu örneği gösterirse, o ölçüde daha büyük ego kapanlarında tutsak kalacağını biliyordum. Cami’nin bahçesinden caddeye çıkan merdivenlerin her bir basamağında, cebimdeki küçük not defterinde almış olduğum notlara bakıyordum. Bir keresinde Cemil Meriç’in şu sözünü not almıştım: ‘Genç Batı’nın her nazına, her cilvesine katlanan, ihtiyar birer aşık olduk.’ Diğer basamak da ise ‘Bu ülkede düşünceyi kuduz köpek gibi kovalarlar’ sözüne gözüm takılmıştı. Pek çok önemli söz vardı ve bunların hepsini yazmak, bir kitabı baştan yazmak gibi bir şeydi.
Or. ile beraber çarşıda buluşacaktık. Gömlek almak istiyordum. Büyük giyim mağazalarında ikili yada üçlü alımlarda indirim oluyordu. Hem Or. da gömlek alırsa, daha az para harcarım düşüncesi beni mutlu etmişti.
Hovarda olmak istiyordum. Ancak hovarda olabilirsem, insanların arasında bir solucan gibi dolaşmaktan kurtulabileceğime inanıyordum. Evet, bir solucan olarak yaşıyordum. Genellikle yalnız dolaştığım için de, bu fikirle pek çok defa karşı karşıya kalıyordum. Ne kadar hızımı azaltmaya çalışsam da, her seferinde radara yakalanıyordum ve karşımda beni rahatsız etmekle mutluluk duyan mantığım vardı. Ama bir köşeye de çekilmiş değilim. Yığınlar içerisinde kaybolan bir bilye gibi… Ya da bu örnek olmadı, bir poşet, evet evet naylon bir poşet. Rüzgarda nasıl da güzel vals eder, ah o an tüm saliselerini fotoğraflamak isterim ki, kendimle ters düşeceğini bilirim. Toplum içerisinde yapabildiğim en rahat hareket, tükürmek. Bir keresinde yıllar önce bir arkadaş tarafından uyarılmıştım. ‘Tükürme’ diyordu. Tükürme demek kolay, ben çocukken hep dışarıdaydım. Akşam ezanı okunmadan eve girmek bir mucizeydi. Top oynardık, uçurtma uçururduk saatlerce. O ter, o yorgunluk içerisinde bir çocuğun tükürüğünü herhangi bir yere bırakması, fırlatması kadar normal bir şey var mıdır? Sanki ulu orta yere işiyorum hissini veren arkadaşın tavrından ne demek istediğini anlamıştım. Müslüman insan çevresine örnek olmalı, kirletmemeli çevresini, gürültüsüz parıltısız ve tükürüksüz yaşamalı. Sanırım günde beş vakit abdest alırken, toplam da en az on beş kere ağız ve burun temizliği tükürüğün farklı ortamlara bırakılmasını engelleyen bir durumdu. Yine de kendi yer altımdan kaçamayacağımı iyi biliyorum. Mide rahatsızlığım olduğu için, her defasında boğazımda bolca tükürük birikiyor ve bununla insanlar arasında gezinemem herhalde. Fil miyim? Boğazımda onca miligram tükürüğü nasıl barındırabilirim. Her an birisine fırlatma refleksiyle beraber yaşamak kolay olur muydu?
Bakıyorum da, çoğu eyleme açıklama yapamadığım gibi, hovardalık da hovarda bir sözcük olarak, gelip, sırça köşkümde oturuyor ve istediği gibi uzanıp, üstünü başını çıkartıp, o leş kokusunu koltuğuma geçirme vazifesini tamamladıktan sonra, yok olup gidiyor. Hovardalık nedense kulağıma zarar veriyor. Özellikle sol kulağıma. Fakat doğru olan bir şey var ki, hovardalık bile onun yanında uslu bir çocuk olarak kalıyor. Huriye Hanım’ın oğlu Murat ile olan alakası aklıma geliyor böyle anlarda. Çocuk otuzunu geçtikten sonra evlenmişti. O zamana kadar niye evlenmiyor diye şikayette bulunan Huriye Hanım, bu sefer de niye evlendi diye oğluna arkadan şikayette bulunuyordu. İnsan gerçekten garip bir varlık, çözmek de zor o garipliği..
İnsan doğurmayı öğrenebiliyor, ama yaşamayı ve yaşatmayı asla. Sürüklenmekten uzak değiliz. Ama bir son için değil çabalamalarız. Son asla güzele ulaştırmıyor. Hâb-ı Adem, bâb-ı muhal içinde. Hayatın hiçbir çelişki yok. Beynimi kemiren kurtların suçu ne o zaman? Bir son olsaydı, o zaman daha güzel olurdu. Bir son var, ama bir son olduğu için değil yaşadıklarımız. Neden bizi doğurabilme özelliği taşıyor ki hayat? Hayat bir enzim mi, bir sperm, bir kan ya da ufacık bir hücre… Mikroskopla mı görebilir insan gerçeği, yoksa teleskopla mı? Sanırım ikisi de birbirinden eksik, birbirinden yanlış…
Ağzındaki sigarayı yeni yakmış. Altgeçitten çıkarken yaktığını biliyorum. Altgeçitten çıktıktan sonra, kameralara bakıp, bir şeyleri yakıyorum edasıyla gösteri yaptığını ve sigarasından ilk nefesini yürüyen merdivenler üzerinde aldığını biliyorum. Or. biraz moralsiz görünüyor. Olsun. Onun için mutlu olmanın bile manası yok, yüz ifadesi bir anda değişebilir, gülebilir. Elini uzatırken, krem sürdüğünü hissediyorum. Eline krem sürmüş ve elimi burnuma götürdüğümde sürdüğü kremin ne özlü olduğunu anlamaya çalışıyorum. Sanırım benden habersiz kaldığına hiçbir duygu ile karşılık veremeyen arkadaşlarımın hıncı bu, o kokuyu tam olarak alamamak!
Alışveriş Merkezinin içerisine girişte aynı saçmalık, güvenlik görevlisi ayak da ve elindeki dedektör ile nasılda yorgun savaşçı rolünü oynuyor, hep göz göze geliyoruz ve onlar daha yorgun değiller benim gözlerimle gördüklerimden.
Or.’un elindeki kitap merak ediyorum. Onun her şeyini merak ediyorum aslında. Bir insanın her şeyini merak etmek doğal bir istek mi? Sanırım farklı bir şey, ürkütüyor işte. Bir kadının her şehrini görmek, bir erkeğin her katına çıkmak, dağın karı olmak, karın kocası, tepesi, kendini yasladığı ululuk olmak…
‘Açım, bir şeyler yiyelim.’
Or. açmış. Parası var sanırım, ama benim param yok. Söylemeye utanıyorum. Halbuki yiyeceğimiz şey en fazla yedi, sekiz lira bir şey.
‘Biliyor musun, bu yemeğe vereceğimiz parayla, sekiz kişilik bir aile doyuyor rahatça. Bazen anlam veremiyorum, kendime bile. Açsın değil mi? Sen de ye. Ben yerken öyle boş boş oturma.’
Boş oturmak mı, yoksa ayıp olmasın diye yemek mi? Aslında gömlek almak istediğimi biliyordu, geçen söylemiştim. Ama kabul eder mi? Gömlek almaya yetecek kadar param var.
‘Bi tuvalete gideyim, evden çıkarken yapmamıştım, rahatsız oldum şimdi.’
İşte benim için bulunmaz bir fırsat. Okuduğu kitabı yanındaki sandalyeye koymuştu. Hırsızlığıma devam ediyordum. Onun ünsüz harfler serisini biliyordum ve ondan özenip, ünlü harfler serisine dair bir seri de ben oluşturmak istemiştim. Kendisine bunu söylemeliyi miydim? Bilmiyorum. Bazı şeyleri söylemeden yapmak kadar insana hem zevk hem de rahatsızlık veren bir şey yoktur.
Kitabın içinde, ortasından katlanmış bir halde saman kağıdın üzerine Or.’un aldığı notlar vardı. O notların en sonuncusu ve en uzununu okurken, garip olmuştum iyicene. Or.’un aradığı şeyi bulmaya çok yakın olduğunu hissetmiştim, ama ben Or.’un aradığı şeyi nasıl arayacağımı dahi bilmiyordum.
‘Hayatın var, neden olmasın, o da bir şey, eğer olması gerekiyorsa, eğer olmak zorundaysa, hayır demiyorum bu akşam. Bir şey olmak zorunda, öyle görünüyor, konuşma olduğuna göre öyküye gerek yok, öykü şart değil, sadece hayat, hatam buydu benim, hatalarımdan bir ikendim için bir öykü istemekti, hayatın kendisi yeterli iken.’
Çarpılmıştım. Atom bombası atılmıştı dehlizlerime. Gölgelerin içinde laf ebeliği yapan bir varlıktı lüzumsuz duruşum. Or. gelip, sandalyesine oturduğunda, tuvaletten şikayetçiydi.
‘Koskoca alışveriş merkezinin tuvaletinde bir tane alaturka tuvalet neden koymaz insan ya? Bunlar gavur çocukları gibi yaşıyorlar. Tek tek tuvalet kağıdını klozetin üstüne koyup, sonrada onun üzerine oturup, insan rahatça boşalabilir mi ya?’
‘Haklısın, olmalıydı bir tane.’
‘Hayırdır, hasta mısın?’
‘Yok, nereden çıktı hastalık?’
‘Sararmışsın, böyle değildin içeriye girdiğimizde.’
‘Atmosferdendir, rahat olamıyorum işte buralarda.’
‘Gelmeseydik keşke…’
‘Ya Or., senden bir istirhamım olacaktı. Gömlek alacağım da, sen de alırsan kendine ucuz olur biraz daha. Bir gömlek parası kadar param var, yardımcı olur musun bana?’
‘Tabi, neden olmasın. Sen ne yapıyorsun bu aralar? En son hangi kitabı okudun?’
En son hangi kitabı okudum? Bir kitabı adamakıllı bitirdiğimi bile düşünemiyordum. İzlediğim filmler şerit olup gözümün altında birikiyorlardı.
Dünyadaki en güzel şey şaşırmaktı. Şaşırmak dünyadaki milyarca nesneyi ilk defa görmek gibi bir şeydi. Tüm girintiler ve çıkıntılar yeniydi. İnsan şaşırdıkça daha fazla yaşıyordu. Şaşırmak iyi bir şeydi. Ben öyle sanıyordum.
‘Sessiz harfler bitti, a’dan itibaren sesli harflere başladım.’
‘Neee?’
‘Hatırlıyor musun, ilginç bir sonu olmuştu. Zırdeli bir kalemin döküntüleri işte!’
‘Sesli harfleri de mi yazıyorsun baştan?’
‘Evet…’
‘Neden?’
‘Bilmiyorum, bir zaman koymamıştım tekrar yazmak için.’
‘Hangi harfe geldin peki?’
‘Şeydeyim, ı’da. I harfinden sonra devam edeceğim işte.’
‘Öykü mü yazıyorsun, ne yapıyorsun orada?’
‘Aslında öyküden daha fazlası, öykü yarışması heyecanını tatmasını istediğim genç birinin, usta bir yayınevi çalışanıyla konuşmaları var…’
‘Yazdın mı?’
‘Evet, yazdım. Bilgisayar olsaydı kağıda yazmazdım ama dur bir kağıt olacaktı. Oraya yazmıştım’
Kağıt dediği, o tuvalette iken baktığım saman kağıdından başkası değildi. İçini açmamıştım, iç tarafında ise yazdığı öykü vardı. Canımı fena halde sıkan, onun olan serisine yeniden devam etmesi mi, yoksa benim suçluluk duyup, onun olan bir şeye başlamam mıydı?
Yazdığı öyküden bir bok anlamadım deseydim, bana kızar mıydı?
‘Yıldırım yayınevi çıkışında Cemil’in peşinden koşup, kolundan yakalamıştı Cemil’i. ‘Bu akşam bana yardım etmeyecek miydin abi? Hani yarışmaya girecektim, bana yardım edecektin, unuttun mu sözünü?’ derken gözlerindeki yalvarış buğusunu parmağının ucuyla siliyordu. Cemil pek keyifsizdi. Yetişmesi gereken iki çeviride, tam vaktinde çevrilmemişti. Zaten basılan kitapları satabilmek için canları çıkana kadar gece gündüz çalışıyorlardı, ancak böyle gereksiz uzamalar bütün planlarını altüst ediyordu.
Yıldırım’a bakındı. Tekme yemiş gibiydi gençliği. Oturup şarabına ekmek bandıran Tevfik ustasını anımsıyordu o an. Büyük bir inat, gözünde tüten büyüklük angaryası… Neye yarardı ki? Yıldırım da, onun bir ara yapmaya çalıştıklarını yapmaya çalışan çömezlerden biriydi. Üzüldüğü nokta, kendisi Yıldırım için Tevfik abi olamazdı. Hayatının kırk iki senesini hayalleri uğrunda tüketen, iaşesini kazanmak için çabalayan yayınevi işçilerinden biriydi sadece. Tevfik abisi vefat edeli altı sene olmuştu ve o öleli daha çok boşlamıştı yaşamayı.
Çay demlemişti Yıldırım. İnanmıştı Cemil ile görüşebileceğine ve Cemil, Yıldırım mutlu olsun diye kalmıştı yayınevinde. İnce belli çay bardağına tavşankanı misali dökülen çayın içinde eriyordu bakışları. Yıldırım gülüyordu: ‘Abi, namuslu çay demledim, yanında da kuru üzüm var, Allah razı olsun senden, yardım edecek hiç kimse yok çevremde, sen de olmasan…’ diye sitem ederken hayatına, Cemil gözünü çaydan alamıyordu. Küp şekerin etrafında uçan sivrisineğe takılmıştı gözleri. Sonra da tekrar çaya… Sonra çaya… Bakışlarının arasında Yıldırımın sesini duyabiliyordu. Yıldırım uzun uzun anlatmaya başlamıştı:
‘Abi, Cemil abi, ünlü bir âlimin de dediği gibi ‘ümidinden haybet olana hayat ne yapsın’ değil mi? Her insan kendi bahtının tahtında ikamet ederken, farklı ruhların mecmuasından yararlanan insanlığın nihayeti bir değil midir? Çok kötü hissediyorum be abi. Dört yıldır burada çalışıyorum ve insanlara zarar vermemek için hep susuyorum, farkındasındır sen de. Aslında toparlamak istiyorum demek istediklerimi, ama olmuyor abi. Susmakla sanki sızlıyor içim. Konuşacak kimse yok etrafımda. Belki de sen de şimdi düşünüyorsundur, ne diyor bu diye. Bilmiyorum abi, hakkını helal et, çok doldum. ‘
Cemil olayın Yıldırım’ın gençlik hezeyanlarından kaynaklandığını düşünüyordu. Yıldırım çok gençti ve onun gideceği yolları, aştığı engelleri kendisini bizzat yaşamıştı. Yıldırımın çayını tazeledikten sonra, konuşmasına devam etmişti:
‘Sıkıştım abi, gerçekten sıkıştım. Önümü göremiyorum, hani ileride ne olacağım hiç bilmiyorum. Yazıyor muyum bir şeyler? Evet, ama sadece kendi çapımda. Kimseye bir şey kanıtlamak peşinde de değilim. Belki beklemem, belki sabretmem gerekiyor. Diyebilirsin şimdi ‘Ah be Yıldırım bu ne hız kardeşim, az sakin ol, bekle, zamana bırak bazı şeyleri.’ Fakat adım üzere yıldırım gibiyim abi, beklemek benim işim değil. Yıldırım gibi çarpmak istiyorum çevremi.’
Yıldırım sıcak çayı iki dikişte yine bitirmişti. Cemil ise avuçlarına aldığı bardağın içindeki kırmızılığa dalmıştı. Yıldırım çocuk muydu? Oysa biliyordu ki tüm insanlık çocuktu. Büyük büyük devletlerin komutanları, yöneticileri de zevkleri için yaşamıyor muydu? Bir çocuktan ne farkı vardı onların? İnsanın ihtiyacı birken, onla uğraşıyordu, onlarca gereksiz şeyi hayatına sorgusuz, sualsiz alabiliyordu. Acaba Yıldırım içinde geçerli olan sıkıntı nedeni bu muydu?’
Kendini bilmek acı verici bir şeydir, ama kendisi olduğu bir şeyden vazgeçmek, ondan uzaklaşmak daha fenadır. Bu fenalığı kitaplarına arasında iken daha iyi anlıyorum. Geçenlerde uğradığım sahafçı içerisinde kitaplara bakarken, aslında hiçbirini tanımadığımı fark etmiştim. Bir an için yabancıydım ve telefondaki kadının sesine, hiç olmadığım kadar uzak bir yerden cevap veriyordum. Bu bir sır mıydı? Nasıl bir döngü olabilirdi ki bu?
Yazdığı öyküden çıkartabileceğim tek mana ‘ıkınmaktı.’ Ikınmak… İnsan ıkınarak, zorlanarak, zorla tabi ettirilerek bir şeyler başarmıyor muydu?
Afrikalı arkadaşa şöyle sormuştum bir keresinde. ‘Benim hardware zekam ile senin software zekan birleşti mi, Bill Gates olur muyuz?’ Beklemediğim bir cevap vermişti: ‘O kim ki? Onun şartlarında yaşasaydık, biz de onun gibi bir şeyler yapabilirdik. Daha üç dört yaşındayken bilgisayar parçaları arasına atılan bir çocuktan bahsediyoruz. Biz lisede iken bilgisayarı gördük.’
Bir kadının aynada kendisini görüp, mutlu olmasının sebebi neydi? Ya da tam tersi aynada kendini görüp, mutsuz olmasının sebebi? Or.’a sorsam iki türlü de bir şey hissetmiyordu kadın, ama bir kadın bakıyorsa, hele ki kendisine bakmak için bakıyorsa, o kadına yaklaşırken korkmalısın.
Korkacağım bir kadın yok. Ben large ebadında gömlek aldım, Or.’a da mağaza çalışanı large gömlek verdi. Or. güldü ilk başta ve hemen oracık da, kabine gitmeden üzerine gömleği giyindi. Gömleği yırtacak gibiydi göğüs kafesi.
Sylvia bence de haksızdı. İyi olmadan da sorabilirdim bir başkasına ‘nasılsın’ diye. Ama Or. bunu bana sormamalıydı.
‘Nasıl, ‘ı’ iyi mi?’
Berbat demek için o an yeni aldığım gömleği yırtabilirdim. Bağırmak, çığlık atmak istiyordum. Her şey daha griydi. Benim ıkınmam için bir sebep kalmamıştı. Belki kendi adıma ‘inşallah’ diyebilirdim. Bir inşallah da herhalde çok görülmezdi.
Or. ‘nasıl, ‘ı’ iyi mi?’ diye hiç sormadı oysa. Nefret etmeye başlamıştım. Zihnimin artık her şeyi kurgulayabileceğini ve uydurabileceğini iyi biliyordum.
'ı' Yazısına Yorum Yap
"'ı' " başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.