- 613 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
'e'
Sonunda dün emelini gerçekleştirebildi. Telefon açtı büyük bir heyecanla. Telefondaki sesi duymak için, birkaç saat öncesine gittim bir an. Ona telefon açmak, aslında benim onun ne yapıp ettiğine dair merak hissimin beyninde oluşmasını istiyordum. Ama bunu yapmak için gerekli hevesten ve de enerjiden çok uzaktım. Günün sıradan ağırlığı karşısında ezildiğimi hissediyordum. Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Herhalde bir şeyler yapabilirdim. Böyle düşünmek bile insanın kulağına hoş geliyordu.
‘Yapabilirsin’ sözcüğü nasıl da insana güven veriyor. Bir şeyi yapmamanın en büyük sebebi, insanın içinde bulunduğu kafesin büyüklüğü ve sağlamlığı değil, sadece bir ışık görememesi. Işığı görse, tünel çoktan bitmiş olacaktı. Ama onun hiçbir ışığı yoktu. Yine de tünel kazmıştı. Dershanedeki bayan öğretmeninin doğum gününe özel olarak hediye almak istemişti. Bir kolye ya da çiçek… Bunların hepsi saçmaydı. Kadın yıllardır biriyle beraberdi ve arkadaşımın duygularına karşılık vermesi imkansızdı. Her yönden imkansız bir platonik aşk içerisinde, bayan öğretmenin tüm hareketlerini gizliden gizliye takip ediyordu. ‘Yapabilirsin’ sözcüğünün kısıtlandığı yerler, nefret ve öfke ile kaplıdır. O da öfkeliydi. İşsiz olması bir yana, kadın iki gün boyunca dershanede kaldığı süre zarfında bin liradan fazla para alıyordu. Avukat olduğu için, hafta içi de davalara giriyordu. Maaşı on bin lirayı geçerken, arkadaşın var olarak yaşadığı aylak portresi yüzünden kendine kızıyordu. Zaman zaman da isyanlar baş gösteriyordu. İnsan nasıl da küstah bir varlık!
Pantolon rahatsız ediyor. Gömlek de. Ütüsü bozulmasın diye gömleği çıkartabilirim, ama pantolonu asla. Sonra üşütüyorum ve birkaç gün boyunca karın ağrısı çekiyorum. Pantolon üzerimde iken, kaşınmak da zorlanıyorum. Her sorun pantolonu çıkarttığım zaman bitecek gibi görünüyor, ama asla öyle değil! Arkadaşın alacağı hediye de öyleydi. Hediyeyi aldığı zaman her şey bitecek sanıyordu. En azından hediyeyi vermiş olacak ve bir daha o kadını düşünmeyecekti. Ama dedim ya, pantolonu çıkarmak gibi, çıkardığın zaman da sorun tam anlamıyla çözülmüyor.
Telefondaki ses mutlu. Ama her mutluluk umut taşıyamayabiliyor. Ne diyor tam olarak anlamaya çalışıyorum. Hidroksizin hcl anlama kabiliyetimi mi kısıtlıyor diye de kendime kızmıyor değilim. Almayacağım olup bitecek şu haplardan. Ama o zaman da bazı mesafelerin uzaklığına dayanamıyorum. Her şey bir gün bitecek ve daha mutlu olacağım. Umut? Umutlu olmam için mutlu olmam gerekmiyor.
Dediklerini tekrar ediyorum beynimde. Hayır, hayır gerçekten düşündüklerimi söylüyor. Yoksa o söyledi de ben mi onun söylediklerini düşünüyorum? Sağ bacağımı kaldırıp hâlâ enseme yakın, omurilik soğanımın üzerine koyabiliyorum. Hayır, gerçekten de o söylüyor: ‘Bugün hayatımın en mutlu günü!’
İnsan bu cümleyi nasıl da kolay harcıyor: ‘Hayatımın en mutlu günü!’ Ben de sevgilimin dudaklarını ilk öptüğümde, o yumuşacık tenine dudaklarımın değmesi, onun dudaklarını emmesi sonucu hayatımın en mutlu günü olmamıştı. Tabi onunla yaşadığım mutluluklar bir yana, diğer mutluluklar bir yana. Ama ben o sözü söylediği an kafama takmıştım. Niye hayatının en mutlu günü olsun ki arkadaşım?
Kadın arkadaşımı yanaklarından öpmüş ve bu an, o anı yaşadığı günü hayatının en mutlu günü yapıyor. Neden? Boş bira şişesinden mi çok midem bulanıyor, dolu bira şişesinden mi? İkisinin de ortak bir değeri çişten daha ağır kokmaları. İnsan çişini içebilir, bu onun ihtiyaç halinde yapabileceği bir şeydir. Üre miktarına bağlı olarak tiksinme miktarı da artar. Ancak susuzluğunu almasa da, ter ihtiyacını kombine eder. Ama bira içmek? Yalancı mutluluğu yanaklarından öperek hissetmek? Dediğine bakılırsa yanakları yumuşacıkmış. Bir kadının, hele de biraz kilolu bir kadının yanakları daha yumuşak olur. Ancak her kadının teni yumuşak değil midir arkadaşım? Organik bir kadın olarak onun da yanaklarının yumuşak olması pek doğal. Ses tonum onu rahatsız ediyor. Ses tonumu vinçle kaldırmaya çalışan sadece sevgilim. O da tahammül etmeyebilir. Arkadaşım birkaç şey daha söylüyor, ama aklıma gelen başka bir şey. Hediye aldığı iki kitabı da benim önermem ile aldığı için aslında biraz şüpheli. Kadın otel odasına, kaldığı odaya gitmiş ve yatağa uzanıp mesaj çekmiş: ‘Çok teşekkür ediyorum, başladım okumaya kitabı.’ İşin garibi ikimizde aldığımız kitabın ne yazarını ne de kitabın ismi biliyoruz. Yalnızca kitabın özetini okuyup,’ işte bunu alabiliriz’ demiş olmamdan kaynaklanan bir tavsiye sonucu kitap alınmıştı.
Onu yanaklarından öpen kadın, bayan öğretmenin normalde mesleği avukat olduğu için, ara sıra aklına avukatlıkla alakalı meseleler geliyor ve dosyaları inceleme fırsatı bulup, mahkemelere, davasını incelediği mahkûmların yanına gidiyor. Güneşli bir Ankara günü, cezaevine girdiği sırada üzerindeki dizine kadar eteği ve gerdanını gösteren parlak renkli gömleğiyle etrafındaki insanlar tarafından gözleriyle rahatsız ediliyor. Mahkûmu görüyor ve görüşme yerine geçilmeden önceki, şimdi gidiş yeri, o yerde bekliyor. Gardiyanların nöbet değişim saati. Bir mahkûm yakını arkadan yaklaşıyor ve sağ elindeki bıçağı kadının boğazına yaslıyor. Kadının boğazındaki bıçak izinden kan süzülüyor. Kadının yumuşacık ve hafif tombul elini bileğinden tutup, büküyor. Arkadan da cinsel organını, kadının vücuduna yaslıyor. Kadın bağırıyor. Kadın defalarca ‘imdat’ diye bağırıyor. Gardiyanlar nihayet bu imdat seslerini duyup, artık geçmiş olan buluşma yeri aralığında adamı etkisiz hale getirip, kadını kurtarıyorlar. Kadın hem avukat, hem de öğretmen. Mahkûm yakını hem gasp hem de cinsel istismar suçuyla yargılanmak üzere mahkemeye veriliyor. Cinsel istismar için delil yok, ama gasp olduğu için yirmi yılın en üçte ikisini yatmak üzere hapishaneye gönderiliyor. Telefondaki ses bu kadının yumuşak yanaklarından bahsediyor hâlâ.
Tiksinmek için illa ki sümük ya da bok görmek gerekmiyor. Hatta çoğu insan kendi sümüğünden ve bokundan değil tiksinmek, onlar eğer görürse, rahatlıyor. Çünkü pis denilen, toplumca dışlanan, dışa ait olması istenen şeylerden arınıyor. Kendimden tiksindiğim için mi yanaklarımı tokatlamak istiyorum acaba? Aynada yüzümü göreceğim ileri tarihte bir zaman, yüzüme tokat atmanın nasıl bir şey olacağını düşüneceğim. Herhalde kalas gibi ellerimle vuracağım yüzümün şeklini değiştirirdim ya da burnunu kırardım kendimin. Bir şeyler yapardım, en azından bunu maddi olarak hissetmek isterdim. Hissedilmesi gereken şeyin acı değil, daha çok zevk olduğunu da daha iyi biliyorum. Acı, bir nevi zekâ arttıran bir şey. İnsan bunun farkında olamadığı için mi gizleniyor? Kendine gizlenmek, acılardan kaçmak için mi, yoksa kendileri gibi olmayacak yeni zevkleri tatmak mı? Zevk denilen şey, zekânın aritmetik çıkarımından başka bir şey de değil. Sadece kısıtlamak ve gizlemek yetiyor.
Zambak kolonyası kadar içimi açan bir bileşim olmadı şimdiye kadar ya da ben böyle düşünüyorum. Olsun. Önemli olan düşünebilmem değil mi? Hayvanlardan bizi farklı kılan da bu zaten; düşünebiliyoruz! Telefonu kapattıktan sonra üzerimden öyle bir yük kalktı ki, anlatmak mümkün değil. İnsan tiyatro sahnesinden en meşhur oyunları seyircilere gösterebilmek için uzun haftalar boyunca ezber yapabilir. Mimiklerini kontrol edip, nasıl daha gerçekçi olabileceklerini düşünürler. Ama benim pek vaktim olmadığı için canım daha fazla sıkılıyordu. Sonunda bu saçmalık bitmişti. Arkadaş hediyesini vermişti kadına ve sonuç itibariyle ortaya serilecek tek duygu, özellikle bayan adına, insanlığın ölmemiş olduğu idesiydi. Buna inanmak elbette saçmalıktı. Ben denemeye çalışıyordum, yine de bir şeyler olabilir diye.
Hawai’yi görmek isterdim ölmeden. Bunu neden istediğimi dahi bilmiyorum, ama görmek isterdim gerçekten. En azından Meksikanlı olmak kadar ilginç geliyor. Kulaktan doğma ve televizyondan görme bir neslin evladı olarak, Hawai benim için sadece mavi deniz, olağanüstü tatil beldeleri ve de garip Amerikan insanları olarak mı kalacaktı? Bu bir çeşit genellemeden başka bir şey değildi. Ama yine de Brezilya’nın dünyaca ünlü Rio’sunun sokaklarında gezmektense, Hawai’nin çılgın dalgalarıyla ünlü sahillerinden birinde denize girmek için bekleyen kaplumbağa olabilirdim. Sahi kaplumbağa gibi hissetmem normal bir şey mi? İnsanın zevklerini barındıran en derin gizler, acılarının içinde yer alıyorsa, elbette kaplumbağa gibi olmak da bu acının devamına dair liyakat tasvirinden başka bir şey de olmamalıydı.
Or.’un yanına gidip, arkadaşın bana çektirdiği eziyetten bahsetmek istiyordum. Evde yine uyuyor muydu, bilemiyordum.
Dış kapının zilini çalmama gerek kalmamıştı. Merdivenleri çıktıktan sonra, sıra ayakkabımın bağcıklarını çözmeye gelmişti. Sinir olmaya başlamıştım. Bağcığa yine düğüm atmıştım ve o düğümü çözmem gerekiyordu. Düğümü parmak uçlarımdaki nöronlar ile his yardımıyla çözmeye uğraşıyordum. Ancak netice alamamıştım. Apartman ışıklarının fotoselli olması işin daha çetrefilli olmasına sebepti. Son çare olarak yine işe tükürük girmişti. Evet, kendi tükürüğüm kadar yardımcı bir sıvı yoktu hayatımda. Tüm hesapları yaptıktan sonra, işaret parmağım ve başparmağım arasında düğüm halinde çözülmeyi bekleyen bağcık ipine tükürüğümü yollarken, yüz ifademi hayal etmeye çalıştım. Gerçekten iğrençti. İnsan bir şeyler üretirken, bir şeyleri var olduğu varlık içerisinden dış dediği dünyaya yollarken ne kadar da iğrenç ve öteki durumuna düşüyordu. Fincandaki soğumuş çayı bir dikişte mideme yollamak kadar iğrençti. Bir şeyler üretmenin mantığı yoktu aslında. Tüketmek, var olmanın doğasında vardı ve üretim dediğimiz olgu sadece ihtiyaçları görebilmemiz adına daha rahat, konforlu bir platform oluşturma çabasından başka bir şey değildi.
Kapıyı açan eli tanıyordum. Kapıyı açan elin sağ el olduğunu ve o sağ elin devamından omzuna doğru giderken, kolunda yanık izlerinin olduğunu da biliyordum. Evet, Or.’dan başkası değildi o. Kendisine çay demlemiş ve tam yumurta kıracakken, kapısını çalmıştım. Çapaklı gözleriyle kuru bir hoş geldin lafını etmesi dahi, başarıydı. Mutfağın fayanslarla kaplı duvarının olduğu, halının pek de kıçımın altında yumuşaklık hissi vermediği bölümde oturup, arabesk bir şarkı söylerken, Or.’un geniş pijamasına gözüm takılmış ve kırk yaşıma geldiğim zaman nasıl biri olacağıma dair düşüncelere dalmıştım.
‘Ha siktir, vakit kaçacak’ deyişi karşısında irkilmiştim bir an. ‘Ne vakti’ demeye kalmadan, ‘lan öğlen yine sarktı ikindiye’ diyerek banyoya koşmuştu. Geniş pijaması bir atın yelin gibi baldırları arasında rüzgarla geriye doğru süzülüyor gibiydi. Hayal meyal halının üzerindeki tozların kalktığını fark ettim. Ev gerçekten kirliydi.
Çay demini almıştı. Namuslu bir çay ile insan istediği tüm muhabbetlere dalabilirdi. Or., böyle söylüyordu ve ben de insanlara böyle aktarıyordum. Hâlâ bilgisayarı yoktu. Alnının burnuna doğru yönelen toprağın üzerinde içten içe derin çizgiler vardı, ama görünmeleri için zaman erkendi.
Or.’un büyük bir tutkuyla yazdığı defterler etraf da görünmüyordu. Yine vazgeçmişti. Sanırım dönüşüm, dönüşmemekten ibaretti onun için. Dönüşmüyordu ve ‘bir bukalemun olmaktansa, kurbağa gibi ölmeye razıyım’ diyen kalemlerini dahi kaldırmıştı. Kendi omuzları üzerinde taşıdığı kafasında ne kadar görünmeyen sayfa yazabilirdi ki? İnsan beyninin gerçekten yüzde kaçını kullanıyordu? Beyni kullanmak için illa ki atomu parçalamak ya da tanrı parçacığını bulmak mı gerekiyordu?
Bardağı avuçlarında kırmak istercesine sıkarken, bir yandan da geniş pijamasıyla kurduğu bağdaştan vazgeçip, ayaklarını sırtını yasladığı kanepenin karşısındaki kanepe doğru uzatıyordu. Gergindi. Bir şeylerden bahsetmem gerekiyordu.
‘Or. , sana geçen bahsettiğim bir olay vardı, hatırlıyor musun? Hani arkadaş öğretmenine aşık olmuştu, hediye alacaktı da, ben de sana sormuştum hangi kitabı alayım diye…’
‘Evet, hatırladım. Ne oldu o iş? Kadın nişanlısından ayrılmadıysa, değişen bir şey yok demek ki!’
‘Yok, ayrılmadı tabi. Nasıl ayrılabilir ki?’
‘O zaman çaresiz, olmayacağını bile bile niye insan uğraşır ki?’
Neden? Gerçekten neden insan uğraşır ki? Özellikle olmayacağını bildiği bir şey için, neden uğraşır ki?
Or. , soruma cevap verir gibiydi.
‘Uğraşır, çünkü kolay olan şey kolonya gibi uçucudur, etkisi az olur. Ama zor olan, olmayacak olan yolunda uğraşmaktır.’
‘Sen ne yapıyorsun peki?’
‘Ben ne mi yapıyorum? Kolay ya da zor olan bir şey yok ki benim için. Kolay veya zor seçenektir. Seçenekleri sevmiyorum. Varsa bir şey, vardır. Yoksa, zaten yok olmak için yokluğuyla bizdedir.’
Gülmek istiyordum, hiçbir şey anlamamıştım. Dedemin sözü aklıma gelmişi o an: ‘ Uhrevi hayat için, malayani dünya hayatını boş geçirmemek lazım.’ Ama bunun yoklukla varlık arasında ne alakası vardı ki? Başlamışken arkadaşın bayan öğretmenle alakasını, Or., fena halde sinirlenmişti. İstemiyordu bu konu hakkında konuşmak.
‘Sana bir hikâye anlatayım mı?’
Bir hikâye derken, hoşuma gitmişti bu sorusu. Aslında soru değil, istiyordu anlatmasını. Canım sıkılmıyor değildi. Sıkılıyordu canım.
‘Kıbrıslı bir arkadaşım vardı. Anlattığı bir masal vardı. Sana ondan bahsedeyim. Kıbrıslı bir Maruni adamın anlattığı eski bir İran hikayesi. Duymuşsundur, bin bir gece masallarını… En azından Ali baba ve kırk haramileri duymuşsundur?’
‘Duydum tabi ya, bilmeyen mi vardır Ali babayı ve haramilerini. Hatta çizgi filmi, hatta normal filminde Sadri Alışık oynamıştı. Kardeşinin başını kesiyorlar filan. Altınla terziye diktiriyor…’
‘Neyse, sana güzel bir aşk hikâyesi anlatayım da, modern saçmasapan hikâyelerin ne kadar sıkıcı olduğunu fark et!’
Sigarasını yakarken, parmağının ucuyla sigaranın yanan ucuna dokunuyordu. Masalı anlatmak için epey iştahlı görmüştüm Or.’u. Onu her zaman böyle görmek imkânsızdı.
‘Bu Şehrazad’ın Şah Şehriyar’a anlattığı hikâyelerden biri. Duymuşsundur belki, zamanında bu Şah Şehriyar büyük bir coğrafyada hüküm sürmektedir. Bir gün karısının kendisini aldattığını öğrenir. Buna Şah çok içerlenmiştir. Aldatılmak, hiç kaldıramayacağı bir şey olduğu için, tüm kadınların nankör olduğuna inanmaya başlar. Karısını çok geçmeden öldürür. Sonra bu Şah her gece bir hanımla beraber olur ve sabah vakti bu kadınları öldürmeye devam eder. Bu kötü gidişe saray içerisinde çok kişi tanık olmaktadır ve artık bu kötü kâbusun sona ermesini isterler. Vezirin kızı Şehrazad bir plan kurar ve kardeşi Dünyazad’ın da yardımıyla, Şah’a hikâyeler anlatmaya başlar. Çok zaman geçmeden, hikâyeler o kadar tatlı gelmeye başlamıştır ki, tam şafak vakti Şehrazad hikayeyi yarım bırakıp, bir sonraki gün anlatmak için Şehriyar’ı ikna eder. Böylece hikâyelerin devamını merak etmekle günler geçiren Şah’ın kadınları öldürme, bir nevi hıncını alma içgüdüsü son bulmuştur. Zamanla Şehrazad’ın anlattığı aşk hikâyeleri kendileri için de geçerli olmuştur. Sonradan üç çocukları olmuştur. Şehrazad, akıllı kadın büyük bir kötülüğü hem önlemiş hem de Şah’ı da gerçekten sevip, ondan üç çocuğu olmuştur. Bir gece yine Şehrazad, Şah Şehriyar’a hikâyelerden birini anlatırken…’
Or., büyük bir kitabın kaçıncı sayfasından başlamıştı ki anlatmaya. Uzun zamandır bir şeyi bu kadar dikkatle dinleyemiyordum.
‘Şehrazad’ın ay gibi parlak beyaz göbeği üzerinde fındıklar, fıstıklar, lokumlar… Şah parmaklarıyla Şehrazad’ın kalçalarına doğru inen kıvrımları okşuyor hem de Şehrazad’ı dinliyor. Şehrazad hem kendisini hem de başka kadınları ölümden kurtaran hikâyelerden birini daha anlatıyor.
Zamanın birinde, zengin bir tüccar olan Halid diye bir adamın Elyesah adında bir oğlu varmış. Elyesah kız ile evlenip, mutlu bir yuva kurmak istiyormuş. Ancak bu mümkün değilmiş. Elyesah’ın babası Halid oğlunun asil bir kızla izdivaç kurmasını istiyormuş. Elyesah ise babasına karşı çıkmış. Babasının adamları zorla Elyesah’ı yakalayıp, getirmişler ve evlerinin alt tarafında bir odaya babasının emriyle zincirleyip, hapis etmişler. Babası gelmiş, oğluna demiş ki, eğer o kızdan vazgeçersen sana dünyada cenneti yaşattırırım. Ama o kızdan vazgeç.
Hayır demiş Elyesah. Birkaç gece geçmiş. Kız, Elifhan adında, güzel mi güzel, ay parçası, dal gibi, saçları topuklarına kadar uzanan dünyalar güzeli bir kızmış. Kız Elyesah’tan ayrı olduğu sürece ağlamış. Öyle ağlamış ki, gözlerinden birkaç gün sonra kan gelmeye başlamış. Elyesah’ın babasının hizmetçilerinden biri, Elyesah’a bunu haber etmiş. Tabi haliyle Elyesah o kadar üzülmüş ki, sinirine hâkim olamayıp, zincirleri kırmaya çabalamış. Nafile tabi ki, zincirleri koparmaya çalıştıkça, bileklerindeki damarlar morarmaya, başını vurduğu duvarlarda ise alnından akan kanlar yapışmaya başlamış.
Elyesah’ın babası Halid bunu duymuş. Baba yüreği acımış evladına, ama gelip yine sormuş oğluna. Vazgeçtin mi o kızdan diye. Elyesah kıza o kadar bağlıymış ki, ölse dahi, Elifhan’dan vazgeçmek istemiyormuş.
Elifhan’da kan ağlaya ağlaya, artık gözleri görmeyecek seviyeye gelmiştir. Elyesah babasının hizmetçisinden gün be gün Elifhan hakkında bilgileri almaktadır ve her gün daha fazla kahrolmaktadır.
Bir gün yemek getirmek için gelen hizmetçi, cebinin içinden ufak bir şişe çıkarıp, Elyesah’a vermiş. O şişenin içinde, Elifhan’ın kanlı gözyaşlarıyla karışmış, zambak kolonyası varmış. Elyesah ufak şişeyi görünce, hem çok üzülmüş hem de bunun ne işe yaradığını bilmediği için merak etmiş. Babasının hizmetçisi, Elyesah’a o şişeyi zincirlerin üzerine dökmesini söylemiş. Elyesah pek mana veremese de, gece olunca hizmetçinin dediğini yapmış ve zincire ufak şişedeki Elifhan’ın gözyaşlarıyla karışmış kanı ve zambak kolonyasının yarısını dökmüş. Çok geçmeden zincirin eridiğini görünce, ayağa kalkıp, kaldığı küçük odanın kapısının kilidine, şişenin geri kalanını dökmüş. Gece nöbetçilerde uyuduğu için, rahatça babasının hapsettiği yerden kaçıp, Elifhan’ın evine gitmiş.
Elyesah Elifhan ile görüşmek istediği zaman, odasının penceresi altında durup, güzel şiirler okurmuş. Elyesah yine aynı şeyi yapmak istemiş, ancak sesi o kadar çok kısılmış ki, okuduğu şiirin hiçbir işe yaramadığını fark etmiş. Sonra etrafta küçük taş aramaya başlamış. Gecenin karanlığında elleriyle dokunduğu toprak üzerinde, avucuna aldığı, taş zannettiği şeyleri Elifhan’ın penceresine doğru fırlatmış. Taş zannettiği şeyler, ateş böceğiymiş. Böcekleri fırlattıkça, pencerenin camı etrafında kırmızı ışıklar belirmeye başlamış. Cama çarpan böcekler hiç ses çıkarmadan, cama yapışıyorlarmış. Sonra da camın üzerinde gecenin karanlığı içerisinde kırmızı ışıklar belirlemeye başlamış. Elifhan ağlamaktan kör olduğu için, bu ışıkları göremediği gibi, üzüntüsünden yatağı içerisinde uzanıp, sevdiği Elyesah’ı düşünüyormuş.
Elyesah, Elifhan’ın pencereye gelmesinden ümit kestikten sonra, şehrin yakınındaki büyük tepeye doğru yürümeye başlamış.’
Or., ikinci sigarasını da bitirmişti. Yeraltımdan çıkmak istiyordum. Bir masal dinliyordum. Var olmuş muydu bu? Kendi korkularımın üzerine gitmem gerekiyordu. Bir Elyesah olmak nasıl olurdu acaba? Bir kere zengin değildim ve Elyesah gibi bir kızı sevip de, bir yere kıstırılmamıştım. Or., büyük bir zevk alıyordu masaldan. Ancak nedense devam etmiyordu.
‘Devamı?’
‘Devamı yoktu benim bildiğim. Şehrazad bu hikâyeyi anlatırken, Şah, Şehrazad’ın göğüsleri üzerindeki tülü çözüp, dudaklarıyla, üzüm şerbeti döktüğü Şehrazad’ın göğüsleri arasından şerbeti içmeye başlamış. O döktüğü şerbeti Şehrazad’ın dudaklarına da döküp, boynundan başlayıp, dudaklarına kadar öpmeye devam etmiş. Hikâyenin devamı da yarına kalmış.’
‘Sen de mi yarına bırakıyorsun yani. Devamı yok mu?’
‘Sonunda ne olacak diye merak ediyordun değil mi? Ama sana ne demiştim? Sonlar değil önemli olan, önemli olan var olan süreçte neler yaşanıldığı.’
‘Ama bir sonu olmalı değil mi? Kavuşuyorlar mı? Ne oluyor?’
‘Elifhan o gece yattığı yatağından bir daha kalkamıyor. Ölüyor yani üzüntüsünden. Çünkü ona yalan atıyorlar ve Elyesah’ın zindanda öldüğünü söylüyorlar. Elyesah da çıktığı tepeden bir daha o şehre geri dönmüyor.’
‘Ne oluyor Elyesah’a?’
‘Of, ne bileyim ne oluyor. Senin arkadaş, sakallarına öğretmeninin yanakları değdiği için havalara uçmuyor muydu?’
‘O saçmalıkla bu hikâyenin ne alakası var?’
‘Alakası yok işte. Burada ikisi de birbirini seviyor. Ve insan anlatınca, o büyük acının içerisinde aşkın zevkini alabiliyorlar. Bir kez olsun Elyesah Elifhan’ı öpemiyor. O kadar zengin olmasına rağmen, Elifhan’a hediye de vermiyor. Aralarındaki o büyük aşkı var eden, birkaç mısralık şiirler, birbirlerinin yüzüne bakarken içlerindeki bir yerlerinin erimesi, en çok da samimiyet…’
Or., samimiyetten bahsediyordu. Bir sözü aklıma gelmişti o an:
‘Biliyor musun, insanların çoğu edebiyat piçi oldu son zamanlarda. Öykü yazmak kolay bir şeydir, dikkatimi çekiyor. Nasıl kolay bir şey? Hâlâ anlamış değilim. Ben yıllardır yazıyorum ama mutlak bir doğru bulmuş değilim. İnsanlar nasıl da kolaycılığa kaçıyor. Kızgınlığım aslında edebiyat değil, dünya ile alakalı bir şey. Ama edebiyattan bahsediyoruz şu anda. Her yer de piç, pezevenk dolaşıyor. ‘Edebiyat piçi’, gariban olmakla beraber, edebiyatın e’sinden anlamıyor. ‘Edebiyat pezevenkleri’ ise, eline aldıkları kitabı okumadan, sırf heyecan ve tutkuyla ilgi çekmeye çalışıyor. Ne garip, ne ahmakça bir şey ya!’
Sevgi de, hayatı yaşamanın önemli sacayaklarına ait bir duygu çeşidi değil miydi? Elbette samimiyet gerekiyordu bu yüzden. Or., bu samimiyeti yaşayan bir insan mıydı gerçekten de?
Sokakta yürürken, yeniden çıkmaya başlayan sakallarımı düşündüm. Sahi o yumuşaklığı hissetmeyeli ne kadar da uzun olmuştu. Elzemin ara sokaklarında neyin var olduğunu anlamaya çalışıyordum.
Gece geç saatlerde başımı yastığa koyduğumda, enine boyuna düşünmek nasıl oluyor, hiç denemedim. Gerçekten zor bir şey olmalı ki, hiç denemedim.
Vesaireler gözümü kapatırken, aynı şeyleri görmek mümkün dahi olmuyor. Kırıntıların arasında ölü bir yazar şahit olarak karşımda. Ölü yazarı oysa kimse sevmiyor, sadece dinliyor. Gerçek olan şu ki, insanların sırtını döndüğü bir âlemde, insanları yaratan kucak açıp, çağırıyor yarattıklarını. Masaldaki ateş böcekleri gibi hissetmeye başlayınca, insan manasız kalışına anlam verebiliyor. Bazıları bildiklerini sadece kendine saklamaya devam ediyor. Bildiklerini bilmenin ağırlığı altında övünmek bir yana, ezilmekten dolayı ruhu inliyor…
Eski ve travma geçirmiş bir zarafeti çiğnemenin sevinci de çok kısa. Ölü bir yazar gibi Or.’un bakışları. Ölü yazarların leş kokusu üzerine çokça hayal tükettiğim için yorgunum.
Hiç’i bir türlü bilemedim.
YORUMLAR
Sizi takip ederken yorum yapmak zor oldugunu farkediyorum.zaten dogru düzgün yorum yapan biri degilim. Aynızamanda o kadar dolu dolu yazıyorsunuz ki "cok güzel,vs." deyip gecmekte haksızlık olur belki. Ama etkileyici ve gerçek yazıyorsunuz. Buda sizi okumak , yazdıklarınızı merakla beklemek icin kafi bir sebep. Yolunuz açık olsun. Sevgi ve saygılarımla şair