DÖNÜŞ
Yolcu otobüsleriyle çevrili terminalin, büyük yazıhanesinden insanda iyi intibalar uyandıran temiz çehreli bir muavin çıkıyor. Sıska bedeni sanki omuzlarının üstündeki başı zorlukla taşıyor. Karların arasında asil ve vakur duruşuyla sanki bir karlar kraliçesini andıran zarif kadının yanına gelince:
-Hanımefendi, burda üşümüş olmalısınız, isterseniz yazıhaneye geçin, diyor şefkatle ve duyarlılıkla. Kadın, kendini derin düşüncelerden çıkaran muavine anlamamış gibi bakıyor ilkin. Zihnini saran düşüncelerin etkisinden çıkınca gerçek hayata dönüyor ve muavinin ağzından çıkan cümleler mana buluyor. Gencin ilgisinden hoşlanan kadın gülümsüyor ve:
- Teşekkür ederim ama burda iyiyim, diyor.
-Peki. Dışarıya mantosuz çıkan genç, rüzgârın sıska bedenini savurmasından korkarak hızla yazıhaneye giriyor.
Soğuk gün sona ermekte. Hava, akşama hazırlanıyor. İnsanlar da öyle. İş çıkışı, sıcak evlerine varmak için hızlı adımlarla sokakta ilerliyorlar. Trafik var. İnsan seslerine kornalar karışmış; akordu bozuk müzik aletinin insanda uyandırdığı rahatsızlık var yüzlerde. Güneş, biraz daha eriyor beton yığınlarının ardından. Havada, karanlığa direnen turuncu ışık sönmekte.
Akşamın alacası içinde terminalin soğuk bankında otobüs saatini bekleyen Leyla, daldığı düşüncelerden akşam olduğunu fark edemediğini anlıyor. Etrafına bakıyor. Görüntüler karanlığın içinde kaybolmaya başlamış. Hemen karşısındaki otobüs, hareket ediyor. Arkasında bıraktığı duman, Leyla’nın boğazını yakıyor. Uzaktan, iki adamın tartışır gibi konuşmaları kulağını tırmalıyor. Artık diyor içinden, artık bu şehir tüm duyularımı rahatsız ediyor. Bu şehrin, akşamın kasvetinde, onu boğduğunu çok daha iyi anlıyor. Gidiyorum işte. Sahi neden gidiyorum, nereye gidiyorum, diye soruyor kendine. Ama cevabı bilmediğinden değil. Gidiyor çünkü kalbi kırıldı. Ancak asıl cevabın ne olduğunu merak ediyor.
Yazıhaneden çıkan tombul bir adam, Leyla’nın bineceği otobüsün şoför koltuğuna oturuyor. Anlaşılan kalkış saati geldi, diyor Leyla ve yanındaki bavulları deminki sıska çocuğa bagaja yerleştirmesi için verdikten sonra, otobüse biniyor. Az sonra uyku Leyla’ya dün geceden kalma bir borcu olduğunu hatırlatınca, rüya âlemine dalıyor.
Uzun ve karanlık koridorun sonunda biri var. Korkuyor. Etrafına bakınıyor ama kimse yok. Uzaktan, derinlerden boğuk sesler duyuluyor. Anlamsız seslerin belirsizliği korkutuyor ve sığınacak bir yer arıyor. Hızlı adımlarla bir yere giriyor. Havalandırma penceresinden süzülen titrek ay ışığı, karanlığı biraz olsun yarıyor. Karşısında ayna var. Bakıyor kendine. Çocukluktan henüz çıkmış genç bir kız yüzü yansıyor aynaya. Bu yüz, Leyla’nın 15’li yaşlarına ait. Sesler daha yakından gelmeye başlıyor. Leyla, kendini tekrar koridora atıp, güvenli bir yer arıyor koşarak. Bir sürü kapı açıyor, ancak içeride kimse yok. Bir süre sonra sesler şiddetini arttırıyor ve ayaklarının altında zemini hissetmiyor. Boşlukta olduğunu anlıyor. Korkusu, gelen seslerin şiddetini katlanarak geçiyor.
Leyla, uykusundan korkuyla titreyerek uyanıyor. Elini alnına götürdüğü zaman boncuk boncuk terlediğini anlıyor. Rüyasına bir anlam veremiyor. Bilinçaltının oyunları işte, diyor ve rüyanın etkisinden çıkmak için cam kenarına çeviriyor gözlerini. Güneş, kızılıyla boyuyor günü. Ay, bulutların arkasında, inzivaya çekiliyor. Gözlerini gökyüzünden, yeryüzüne indiriyor Leyla. Yol boyu uzanan çıplak arazinin üstünde tek tük biten otlar farklı bir hava katıyor gün doğumuna. Sanki güneş yüzünü iyice gösterince, kel arazi birden gürleşecekmiş gibi geliyor Leyla’ya. Belki de içimde sönen umutlar da yeşerir kim bilir, diyor. İçinde yavaş yavaş kabaran bir heyecan hissediyor. Yazarlık hakkında bir konuşma yapmaya gittiğinde, konuşma öncesi onu sunmalarını beklerkenki heyecanına benziyor bu heyecan. Böyle zamanlarda hiçbir heyecanı olmayan, günlük ritüellerinin dışına çıkmayan bir yaşamın içinde bulmak istiyordu kendini. Aslında şu an yaptığı da buna benziyordu. O seminerden kaçmış, ardındakileri umursamadan, imrendiği basit hayata dönüyordu. Aslında tam bir dönüş değildi; bunu da biliyordu. Gittiğinde tekrar o yıllara dönemeyecekti. Genç bir kız değil, yetişkin bir bayan olarak gidiyordu oraya. Orada onu karşılayan birileri de olmayacaktı.
Okuduğu kitaptan başını kaldırıp cama bakınca gideceği yere varmak üzere olduğunu gören Leyla, kitabının arasına ayracını koyup, çantasına yerleştirdi. On dakika sonra muavin, “S…’de inecekler hazırlansın.” deyince Leyla, çocukluğunun ve ilk gençlik yıllarının geçtiği yerin adını duyunca paltosunu giyindi. Yere adımını atınca, karanlık ve yağmurlu geceleri anımsatan; içinde hayal kırıklıkları ve sıkıntılar dolu bir kapıyı kapatıp, güneşli havanın ısıttığı bir kapıdan geçtiğini hissetti. Genç muavin Leyla’nın bavullarını verdi ve temiz yürekli gence gülümseyerek veda etti Leyla. Yüreğine umutlar doldurarak yürümeye başladı. Leyla’nın eski bildiği tüm evler onu selamlarken, yenilerine yadırgayarak baktı. Karşısındaki park alanına çevirdi gözlerini. Ne de çok oynamışlığı vardı orada. Salıncağa oturur, mutlu bir bilinmezlikle, kalbine nice umutlar koyarak geleceğini kurardı zihninde. Ve salıncakta yükseklere çıkınca o dünyayı görecekmiş gibi yükseklere, daha yükseklere çıkmaya çalışırdı.
Anılarıyla dolu caddeden geçip taksi durağında bir taksi çevirdi ve bindi. Şoföre gideceği yerin ismini söyleyince taksi yol almaya başladı. Leyla, cam kenarından dışarıya bakarken, bu ismi ne zamandır ağzına almadığını fark etti. Aslında fark ettiği şey, bunca yıldır yaşadığı yere vefasızlık ettiğiydi. Öyle olmasaydı bu isim ağzında bu kadar yabancı durur muydu hiç? Bu düşünce vicdanını sızlattı. Ama gelmişti sonunda. Önemli olan da bu değil miydi?
Taksi, kırmızı ışıkta durunca eski evlerini gördü Leyla. Nasıl da yaşlanmış, sıvaları dökülmüş. Üzerinden başka bir boyayla geçilmiş olduğu halde, yeni boyası da solmuş. Nasıl da hatırına geldi yaşadığı günler aklına. Annesiyle komşu gezmeleri, misafir oturmaları… Yalnızlığıyla baş başayken gençliğin getirdiği iç sıkıntılarla nasıl cebelleştiği geldi aklına. Şimdi iyice eskimiş olan pencereden bakıp bakıp uzaklara dalışlarını hatırladı. Her ânını iliklerine kadar hissetti. Yeşil ışık yanıp taksi ayrılırken evden, Leyla’nın belleğinde bu evle ilgili tüm anılar canlanmış, her anıyı tekrar yaşamıştı kalbinde. Taksi, binalar arasından çıkınca, cam kenarından tek katlı evler baş göstermeye başladı. Yaşadığı şehrin daha mütevazı yerlerine gidiyordu. Hafta sonları ailecek buraya gelirler, hoş vakit geçirirlerdi. Bazen de arkadaşlarıyla kış bitip de baharın sıcak günleri başlayınca piknik yapmak üzere gelirlerdi. Gençliğinin en tatlı manzaralarını burada yaşadığı günler oluşturuyordu. Piknik alanından geçtikten sonra şoför taksiyi yavaşlatıp:
-Abla, bundan sonra nereye gitçeksin?
-Sağa sapalım, dedikten sonra taksi, sağa kıvrılan yoldan yukarı doğru çıkmaya başladı. Araba tekrar yavaşlayınca Leyla, hatırlayabildiği kadarıyla yolu tarif etti ve piknik alanını aşağıda bırakan yüksekçe bir yerde indi. Etrafında ağaçlarla dolu bu yer şehirden kopmuş, huzur dolu bir köşeydi. Bavullarıyla yavaşça ilerleyerek aradığı küçük pansiyonu bulmaya çalıştı. Aslında pansiyon da denemezdi. Çocukları evlenip gittikten sonra yalnız kalan yaşlı çift koca evde sıkılmış ve burayı pansiyona çevirmişlerdi. İçinden hala oranın pansiyon olmasını dileyerek yürümeye devam etti Leyla. Bu şirin yere ara sıra geliyorlardı o zamanlar. Bir iki gün kafa dinliyorlar, bazen de yaşlı çifte hâl hatır sormak için geçerken uğruyorlardı.
Bir iki adım attıktan sonra karla örtülü ağaç dalları arasından aradığı pansiyonu gördü. Eve düşen aklar onu yaşlı gösterse de, hala eski haşmetini koruyor, diye içinden geçirdi Leyla. Beyaza bürünmüş bahçenin içindeki karla karışık çiçek kokularından mest olarak koca ahşap kapıyı çaldı.
Kapıyı açan, yirmili yaşların başında güzel bir kız. Leyla, söze nasıl başlayacağını kestiremeden bir “Merhaba!” sözü çıkıyor ağzından. Kız da sıcak bir şekilde karşılık veriyor ve biran sessizlik oluyor.
-Şey… ben…, cümleyi kuramıyor Leyla ve kızın meraklı bakışları karşısında:
-Burası hala pansiyon mu, diye soruyor ve ardından bir açıklama yapma gereği hissediyor.
-Yani en son geldiğimde 17 yaşımdaydım da. O zamanlar yaşlı bir çift işletiyorlardı bu pansiyonu ama…
Kızın yüzündeki karışıklık kayboluyor ve tebessümle:
-Evet, hala pansiyon. Ben de onların torunuyum.
-Sahi mi? Demek torunusunuz.
-Evet, ah lütfen içeri geçin.
Leyla, eşikten içeriye adımını atınca o eski ahşap kokusu onu sanki on yedi yaşına geri döndürüyor. İçinde o yaşlara özgü bir heyecan duyuyor. Etrafına bakıyor ve geniş holü örten işlemeli yuvarlak halı, duvar bordürleri ve kapının yanındaki ahşap askılık geçmişte donup kalmış sanki. Sadece zamanın azizliğine uğrayan duvara asılı tabloların içindeki fotoğraflar biraz daha solmuş. Leyla durup tüm bunlara bakarken genç kız:
-Hiçbir şey değişmemiş di mi?
-Evet.
-Buraya sık sık gelir miydiniz?
-Çok sık değil. Ama burayı ailece çok severdik.
Bundan memnun olan genç kız:
-Gerçekten mi? Sizi hatırlarlarsa çok mutlu olurlar.
Genç kız, koridorda ilerlemeye devam ederken konuşmasını da sürdürüyor:
-Anneannem pek çıkmıyor odasından. Merdivenler romatizmalarını azdırıyormuş, dedi ve koridorun solundaki oturma odasını göstererek:
-Böyle geçelim. Birlikte odaya geçtiler ve sedire oturdular.
-Dedemse pansiyonun işleriyle ilgilenmiyor artık. O da iyice yaşlandı tabi, bu gibi işler yoruyormuş onu. Biz de bu yüzden buraya geldik. İşleri annemler ve kardeşleri yürütüyorlar. Dedem sadece bahçe işleriyle uğraşıyor.
-Sen de burada mı çalışıyorsun?
-Yo, hayır. Ben okuyorum. Hafta sonları geldiğim zaman yardımcı oluyorum annemlere.
Anlaşılan genç kız konuşmayı seven biriydi. Bir çırpıda pansiyonun işleyişiyle ilgili bilgileri aktarmıştı. Genç kız Leyla’yı odasına bile yerleştirmeyi unuttuğunu hatırladı ve:
-Ay yol yorgunusunuz, ben de tutuyorum sizi. Siz burada bekleyin, ben hemen odanızı hazırlayayım, diyerek Leyla’ya konuşma fırsatı vermeden dış kapının önündeki bavulları almak üzere odadan çıktı. O, odadan çıkınca Leyla rahat bir nefes aldı. Gerçi kızı sevmişti. Sıcakkanlı biri olduğu belliydi. Bu özelliğini anneannesine benzetti. Tüm müşterilerle sıcak diyaloglar kurduğunu hatırladı.
Şöyle bir etrafına bakındı. Bu oda Yörük çadırlarının içi gibi döşenmişti. Sedirin üstündeki yastıklar, yerdeki kilimler, hemen karşısında dekoratif amaçlı duran yer sofrası ve üzerindeki örtü… Arkasını döndüğünde odaya bağlanmış mutfağı görüyor. Mutfak odadan daha büyük yer kaplıyor. Büfe ve birkaç masa yerleştirilerek kafe havası verilmiş. Leyla odaya bakarken, kapının önünde bavullarla genç kız görülüyor. Odaya girmeden:
-Özellikle istediğiniz bir oda var mı? Yani çoğu oda boş da.
-Hım, evin ön tarafına bakan bir oda vardı. Küçük bir balkonu da vardı hatta.
-Tamam. Orayı hazırlıyorum.
Leyla sedirden kalkarak kızın yanına gitti ve kızın reddetmesine rağmen ona yardım ederek bavullardan birini eline aldı. Bavulu merdivenlerden çıkarmak yorucu olmuştu. Kız arkasından yetişerek:
-Anlaşılan epey kalmayı düşünüyorsunuz, dedi. Leyla anlamamış gibi bakınca bavulu göstererek:
-Bavulunuz bayağı ağır da.
-Ha, aslında bilmiyorum ne kadar kalacağımı.
Daha sonra odaya girdiler. Kız, içeriden yatak için çarşaf, yorgan ve yastık getirdi. Birlikte yatağı hazırladıktan sonra, Leyla’nın dinlenmesi için odadan çıktı genç kız. Leyla, bavulunu açarak yatağın hemen yanındaki çekmeceli komodine yerleştirdi kıyafetlerini. Bir kısmını da eski çekmeceye koydu.
*
Leyla, odasında cama bakan tekli koltuğa oturmuş, kitabını okurken kapısı çalındı. Gidip kapıyı açınca karşısında yıllar önce gördüğü bir yüz belirdi. Yaşlı kadın Leyla’nın yüzüne bakınca gözleri ışıldadı ve yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi.
-Torunum geldiğini haber verince hemen görmek istedim.
-Ay canım. Keşke torununuz bana haber verseydi ben gelirdim yanınıza.
-Olsun kızım, olsun. Gel hele vefasız müşterim sarılayım şöyle.
Leyla, birden duygulandığını hissetti. Yaşlı kadın ona anne babasını hatırlattı. Ardından nasıl feci bir şekilde öldükleri geldi aklına. Gözlerinin önünden bu kötü kareleri def etmeye çalıştı.
Yaşlı kadını içeriye alarak bir saat kadar konuştular. Annesi ve babasının öldüğünü haber verince kadın derin bir keder yaşadı kalbinde. Daha sonra geçirdikleri kısıtlı zaman içinde yaşadıkları anılardan bahsedince kederli bulutlar dağıldı odadan. Bir saatin sonunda tekrar kapı çaldığında yaşlı kadının eşi, Hasan göründü kapıda. Onunla da sohbet ettikten sonra üçüncü kapı çalınışında içeriye yaşlı çiftin torunu girdi. Akşam yemeğinin hazır olduğunu söyleyip hep beraber yemek salonuna indiler.
Yemek salonu da Leyla’nın hatırında kaldığı gibiydi. Aşağıda onu yaşlı çiftin kırklı yaşlarındaki kızı ve onun eşi karşıladı. Hatice teyze:
-Bu benim kızım Aysel.
-Memnun oldum Leyla Hanım, diyerek elini Leyla’ya uzattı. Havalı saçları ve uzun boyuyla resmi dursa da altında samimi biri yatıyor diye düşünüyor Leyla.
-Bu da damadımız Cengiz.
-Memnun oldum Cengiz Bey.
-Ben de.
Adamın yüzündeki uysal ifade, kararların kadın tarafından verildiğini belli ediyor.
-Torunumla iyi anlaşmışsınız bugün ama kendini tanıtmayı unutmuş, diyor Hatice teyze. Genç kız biraz utanıyor ancak gülümseyerek:
-Adım Ümit.
-Ne kadar güzel bir isim.
Biraz daha ayaküstü konuştuktan sonra hep birlikte yemeğe geçiyorlar. Büyük camın ardında görünen ay ve şöminenin ateşinde yenen yemek romantik bir hava katıyor ortama. Sofra başında kurulan muhabbet ortamı Leyla’ya ailesiyle güzel bir akşam geçirirmiş gibi hissettiriyor. Yıllardır aç kaldığı aile ortamına doyduğunu hissediyor bu akşam. Yemekten sonra yan odaya geçiyor ve sedirin üstünde Türk kahvesini yudumlarken bir taraftan da sohbetlerine devam ediyorlar. Leyla’nın karşısında oturan Aysel Hanım:
-Ne işle meşgulsünüz?
-Roman yazarıyım.
-Gerçekten mi? Konuşmalarınızın akıcılığından anlamalıydım. Söze Ümit karışıyor ve gençliğinin heyecanıyla:
-Hiç basılmış kitabınız var mı, diye soruyor. Leyla mütevazı bir şekilde:
-Evet, var iki tane. Yanımdalar.
Bu arada lafa Aysel Hanım karışıyor. Biraz da çekinerek:
-Lütfen beni yanlış anlamayın, merakıma verin sorumu. Acaba neden geldiğinizi sorabilir miyim buraya? Ancak Leyla’nın cevap vermesini beklemeden devam ediyor:
-Bir yazarın röportajını okumuştum. Şimdi adı aklımda değil. Yeni bir kitaba başlarken yaşadığı yerden uzaklaşıp başka bir yerde yazıyormuş kitaplarını. Yoksa siz de bu yüzden mi geldiniz?
Leyla bir an düşündü. Son zamanlarda yeni bir kitaba başlama düşüncesi vardı. Ancak yolculuğunun tek sebebi bu değildi. Yine de kadına bunları izah etme gereği duymadı ve:
-Başka yerler insana hep ilham verir. Daha iyi yoğunlaşılır yazılacak şeye. Ben de bunu bilerek evden uzaklaşmayı istedim.
Kadın tahminin doğru çıkmasına keyiflenerek kahvesinden bir yudum daha aldı. Leyla kahvesini bitirdikten sonra müsaade isteyerek odasına çekildi.
Sabah hep birlikte kahvaltı yapıp erkenden dışarıya çıktı Leyla. Karlı tepenin üzerinde temkinli adımlarla yürüyerek, mezun olduğu lisesine gitmek üzere otobüs beklemeye başladı. İçi kıpır kıpırdı. Lisenin ilk günü gibi hissediyordu bugünü. Bir yeni yetme kadar heyecanlıydı. Üstü karla kaplı durağa yaklaştı. Soluğunu görecek kadar soğuktu dışarısı. Yeşil çimenlerin üstüne beyaz örtü serilmişti. Değme kartpostallara taş çıkarırdı bu güzel kar manzarası. Sessizlik içinde bir motor sesi duyuldu. Daha sonra iki tarafı ak saçlı ağaçlarla çevrili yolda otobüs göründü. Bindiği otobüsün, yolları çok aşındırdığı belliydi. Neredeyse küflenmiş koltuklardan birazdan paslı yayı fırlayacakmış gibi geliyordu insana. Motoru ise sürekli aksırıp öksürüyordu. Şoför yanlışlıkla gücünü vererek freni çekse elinde kalırdı. Leyla ihtiyatla cam kenarındaki koltuğa yerleşti. Yarım saatlik yolculuğu boyunca liseye ait olan ne kadar anısı varsa hatırlamaya zorladı kendini. Öğretmenlerini tek tek gözünün önüne getirmeye, isimlerini hatırlamaya çalıştı. Gittiğinde en azından bir tane öğretmenini bulmayı umdu. Çünkü mezun olmasının üzerinden on beş sene geçmişti. Kim bilir çoğu ya tayin oldu ya da emekliye ayrıldı. Yaşlı olanlarsa çoktan toprağa karışmıştır belki de, diye geçirdi aklından. Tüm bunları düşünürken okula vardı otobüs.
Gözüne çarpan ilk şey, okula basket sahası yapılmış olmasıydı. Onların zamanında bir basket sahasını ne de istiyordu sınıftaki erkekler. Müdüre o kadar dil dökmüşlerdi ancak müdür kabul etmemişti bir türlü. Sonra okul binasına çevirdi gözlerini. Hoş bir maviye boyanmış bina. Leyla, onun zamanında pembe olduğunu hatırladı. Yoksa o yıllarda taktığı pembe gözlük mü böyle görmesine neden oluyordu, bilemedi. Okul bahçesine girerken lise yıllarına dönmek istedi bir an. Etrafta hiç öğrencinin olmayışı derste olduklarını gösteriyordu. Okulun içine girdiğinde ilk önce gözüne yabancı geldi. Soğuyan hatıralar çözülmeye başlayınca tanıdık bir görüntü olduğunu hatırladı gözleri. Merdivenlerden yukarıya çıktı. Öğretmenler odasının nerede olduğunu hatırlamaya çalıştı ancak okuldaki birtakım değişiklikler hatırlamasına mani oluyordu. Arkasını döndüğünde koridorun sonunda camlı bir kapı gördü. Kapıdan girdiğinde solundaki kapıda müdürün odası olduğu yazan bir yazı, çaprazındaysa tekrar bir koridor gördü. Pencere yanındaki sağ köşeye ince bir zevkle döşenmiş bej rengi koltuklar konmuş. Gelen kişilerin beklemesi için yapılmış anlaşılan. Leyla da oraya oturup zilin çalmasını beklemeye başladı. Oturduğu yerden okulun bahçesi gözüküyordu. Dersi boş birkaç öğrenci kartopu savaşı yapıyorlar. Okulu dışarıdan ayıran duvardan iki öğrenci atlıyor ve arkalarına bakmadan koşmaya başlıyorlar. Bir zafer kazanmış edasıyla ellerini yukarıya kaldırıp yumruk yapıyorlar. Bu iki haylaz öğrenci Leyla’nın yüzünde tebessüme neden oluyor. Gözlerini pencereden çekip etrafa bakıyor. Karşısında bir tablo gözüne ilişiyor. Kalkıp yanına gittiğinde öğretmenlerin isimleri ve fotoğrafları yer alan bir tablo olduğunu görüyor. Belki öğretmenlerimi görürüm diye dikkatle incelemeye başlıyor. Tam o sırada teneffüs zili çalıyor. Zilin çalmasıyla öğrencilerin seslerinin duyulması bir oluyor. Saniyeler içinde bulunduğu yer öğretmen ve öğrencilerle kaynıyor. Ne olduğunu şaşıran Leyla arkasını döndüğünde camlı kapıdan girmek üzere olan eski edebiyat öğretmeniyle göz göze geliyor. Bu hengame içinde gözünü Leyla’dan ayırmadan ağır adımlarla ilerliyor hocası. Bu ağır adımların nedeni karşısındaki kişinin Leyla olup olmadığını çıkaramaması. Öğretmeninin kararsızlığını hisseden Leyla, onu beklemeden yanına gidiyor ve:
-Beni tanımadınız mı Elif hocam? Ben Leyla. Birden yüzündeki kararsızlık siliniyor ve eski bir öğrencisini görmüş olma sevinciyle:
- Ah nereden çıktın sen böyle, diyerek özlemle birbirlerine sarılıyorlar. Ayaküstü biraz sohbet ettikten sonra hocası onu öğretmenler odasına davet ediyor. Sohbetin yanında içilen çay, muhabbeti koyulaştırıyor.
-Yazar olduğunu duyunca çok gururlandım. İki kitabın da muhteşem. Tüm öğrencilerime tavsiye ettim.
-Sağ olun hocam.
-Daha bu sıralarda okurken başarılı bir yazar olacağını biliyordum. Hatırlıyor musun? Hani S…’deki tüm okullar bir edebiyat haftası düzenlemişti. Hikâye, şiir, deneme gibi şeyler yazan öğrencilerin eserleri sergilenmişti. Sen de bir hikâye yazmıştın. Tüm hikâyelerin içinde en çok seninkini beğenmiştim. Peki, bu aralar bir şeyler yazıyor musun?
-Daha başlamadım ama düşünüyorum.
Geçmişte Leyla için önemli bir yeri olan hocasıyla konuşmak bu soğuk günde içini ısıtmıştı. Anıların tatlılığında sürüp giden konuşmada geçmişe ait bir sürü hatıralar canlandı zihninde.
Okuldan çıkarken Leyla, her öğrencide geçmişindeki arkadaşlarının yüzü canlanıyordu. Hocasıyla konuşurken öğretmenler kapısının önünde bir kız öğrenci görmüştü. Açık olan kapıya saygısından iki kere tıklatmış, gözünde öğretmenler odasının gizemiyle uzaktan hocasını bir şey söylemek için çağırmıştı. Bu kızın çekingenliliği ona arkadaşı Suzan’ı hatırlatmıştı. Koridordan geçerken pencere kenarında hocasıyla bir soru çözen çalışkan tipli çocuksa sınıfındaki “inek” Necati’yi çağrıştırmıştı. Alt kata indiğinde, arkadaşlarıyla sınıf kapısı önünde konuşan yakışıklı genç ise Sinan’ı hatırlattı ona.
Sinan… Gençlik hatıralarını aziz kılan, anılarına mana katan o genç geldi hatırına. Belleğindeki bir yığın hatırayla dolu kutudan özel bir fotoğraf çıkarıyormuş gibi hissetti. İçinde zayıf titrek ateşin kıvılcımlarını duyumsadı bir an. Ne kadar temiz, masum ve saf duygulardı onlar… Genç, Leyla’nın bakışlarını hissedince göz göze geldi Leyla’yla. Adımlarını hızlandırarak çıktı okul binasından.
*
Karlar eriyip suları toprağa karışınca toprağı besleyen kar suları toprağı yeşertti. Soğuk rüzgârlar başka diyarlara göçüp, yerine dingin ve ılık esen meltem geldi. Topraktan fışkıran filizler çiçek açarak doğaya gül verdi, sümbül verdi ve insanın içinde kelebekler uçuşturan bahar geldi. Bayramlarda insanların sokak ve caddeleri süslediği gibi karın esaretinden kurtulan yeşillikler S… şehrinin her yerini süsledi.
Leyla, bu zaman zarfında hala pansiyonda kalıyordu. Sabahları ailesiyle kahvaltı edermiş gibi Hatice teyzelerle kahvaltı ediyor, öğlen olunca bahçede Ümitle geziniyordu. Odasına çekildiği zamanlarda ya kitap okuyor ya da yazı yazıyordu. Bir romana başlamıştı. Akşamları da pencere kenarından tatlı bir hüzne kapılarak ay ve yıldızlara bakıyor, derin düşüncelere dalıyordu. Bu düşünceler, yaşadığı yere dönüşüyle ilgiliydi. İçinde bazı hesaplaşmalar yaşıyor, anılara kapılıyor, ailesiyle geçirdiği mutlu günleri hatırlıyordu. Aslında şimdi de mutluydu. İmrendiği basit hayatı yaşıyordu son birkaç ay içinde. Ancak gençliğin mutluluğu katıksız, saf bir duyguydu. Yetişkinlerin mutluluğundaysa tarih edilemez garip bir hüzün vardı. Bunun ayrımına varan Leyla, iç karışıklıklarıyla dolu günler geçiriyordu bazen.
Leyla, sıkıntıyla pencerenin yanına giderek perdeyi araladı. Karanlık odaya, doğmak üzere olan günün ilk ışıkları sızdı. Saat ikiden beri ayakta olmasına rağmen daha tek bir satır bile yazamamıştı. Elini perdeden çekip, huzursuzca sandalyesinin arkasına yaslandı. Oda tekrar karanlığıyla baş başaydı. Gecelere özgü bu sessizlik içinde, pansiyonda el ayak çekildikten sonra beliren anlatılması güç birtakım sesler, nereden geldiğini bilmediği baykuş sesi, yaprakların hışırtısı duyuluyordu. Defterini açtı ve önceden yazmış olduğu hikâyelere, denemelere bakarken gözlerinin yavaş yavaş uykuya teslim olduğunu fark etmedi bile.
Derinden bir ses geliyor Leyla’nın kulağına. Sonra omzunda bir el hissediyor. Yavaşça sarsıyor onu. Gözlerini aralayınca karşısında Ümit’i görüyor ve başını, koyduğu yazı masasından çekiyor. Ümit utanmanın verdiği sıkıntıyla:”Özür dilerim, böyle rahatsız ettim… Kapıyı tıklattım ama seslenmeyince merak ettim. Yani bu saate kalkmış oluyorsun da normalde…“ diyor. Leyla uykunun sersemliğinden çıkmaya çalışırken: ”Önemli değil canım.” diyerek kızın anlamsız sıkıntısını ortadan kaldırıyor. Sonra Ümit’in “bu saate kadar kalkmış oluyorsun da normalde” dediğini duyunca:
-Saat kaç ki, diyor.
-Bire geliyor... Aslında daha erken gelecektim ama anneannem rahatsız etme dedi… Neyse aşağıya inmem gerekiyor. Bugün çok iş var.
-Hayrola?
-Yarın bayram ya. Ananemlerin tüm çocukları gelecek. Tabi onların eşleri, çocukları da var... Neyse aşağıda görüşürüz.
Ümit çıkınca Leyla burnunun sızladığını hissetti.Ardından gözleri nemlendi. Annesi ve babası öldükten sonra her bayram, küçük bir depresyon geçirirdi. Tamamiyle aklından çıkmıştı yarın bayram olduğu.Aklına hemen bayram temizliği geldi. Annesi bayramdan önce evdeki eksik temizlik malzemelerini almak için alışverişe çıkar, yanına da mutlaka Leyla’yı alırdı. Leyla gelmek istemez, annesi de dayatır “Yarın bir gün evleneceksin. Öğrenmen lazım bunları”diyerek kızını kendince evliliğe, ev hanımlığına hazırlardı. Sonra dip köşe, canları çıkana kadar temizlik yaparlardı evde. Sonra bayram günü geldi aklına. Şekerliğin içinde çeşit çeşit şekerler, misafirlere tutulan kolonyalar, ziyaretler, sohbetler…
Tüm bunları hatırlamak Leyla’ya ağır geldi. Yazı masasından kalktı ve boynunun ağrısını hissedince yüzünü ekşiterek yatağına girdi. Akşama kadar yatağında kaldı. Arada sırada uyanıyor ve ona üzüntü veren hatıralar gözüne gelince tekrar uyuyana kadar ağlıyordu.
Ertesi güne kadar bu böyle gitti. Bayram sabahı zorlukla kalktı Leyla. Hayat boyunca yaşadığı üzüntüler, kaybedişler ve hayal kırıklıkları üzerinde toplanmıştı. Tüm bu yüklerin ağırlığıyla yavaşça banyoya girdi. Duş başlığından çıkan sıcak su, geçmişte yaşadığı olayların görülmeyen izlerini biraz olsun silmişti üstünden. Gözyaşları da ruhundaki acının somutlaşmış hali olarak yanaklarından süzülüyor, suya karışıp küvet deliğinden akıp gidiyordu.
Banyodan çıkınca üstünü giydi. Saat henüz çok erkendi. Etrafta bir kuşun garip ötüşü duyuluyordu. Eski kapıyı gıcırdatmamaya çalışarak araladı. Sessizlikten herkesin uyuduğu anlaşılıyordu. Yavaşça merdivenlerden indi ve dışarıya çıktı.
Büyük tren istasyonunda tek tük çalışanlardan başka kimsecikler yoktu etrafta. İstasyon binasından çıkıp, trenlerin bulunduğu yere geldi Leyla. Rayların üstünde sadece bir tren vardı. O da çalışmaya hiç niyeti yokmuş gibi duruyordu bir köşede. Sanki birini beklermiş gibi banka oturdu. Ama hiç kimseyi beklemiyordu. O feci olaydan sonra hayatı boyunca kimseyi beklememişti umutla. Etrafına baktı başka bank var mı diye. Acaba annemle babam treni beklerken hangi bankta oturmuşlardı, dedi içinden. Belki de oturmamışlardı. Olmayan bir tren geldi gözlerinin önüne. Sonra genç bir çift. Yanlarında da küçük bir kız çocuğu... Çift, kızlarını yanlarında duran ve kızın teyzesi olan kadına teslim edip biniyorlar trene. Küçük kız el sallıyor anne babasına bunun bir veda olduğu bilinmeden. Gün akşama varmadan tez ulaşıyor kötü haber küçük kıza. Tren kaza yapmış. Anne ve babası hayatını kaybetmiş. Küçük kız yüreğinde tarif edilemez bir acı yaşıyor. Leyla kafasını sallıyor. Çıkmak istiyor geçmişinde yaşadığı kötü an’dan. Ancak o da biliyor hiç kurtulamadığını bu an’dan. Sanki hayatı, kötü haberi alınca yaşadığı acıda kapana kısılmış. Gözlerinden iki damla yaş süzülüyor. Neden geldim ki buraya, diyor. Geçmişe dönüp, küçük Leyla’nın anne babasını uyardığını görüyor zihninde. Böylelikle hiçbir acının yaşanmamış olmasını istiyor. Ancak o da biliyor gerçeklerin böyle olmadığını.
Birden tiz bir düdük sesi yırtıyor havayı. Ardından trenin raylarda çıkardığı ses duyuluyor. Leyla kızıyor anne babasının canını alan trene. Ne hüküm giydi, ne de vicdan azabı çekiyor. Hiçbir şey olmamış gibi işine devam ediyor, diyor. Tren yavaşlıyor. Bir bir yolcu iniyor trenden. Çoğu ya genç ya da yetişkin. Yaşlı yok. Yaşlılar çocuklarını, torunlarını evde bekliyorlar ümitle. Hepsi de hızlı adımlarla trenden çıkmaya bakıyorlar. Bir an önce ailelerine kavuşmak, hasret ve mutlulukla bayramlaşmak istiyorlar anlaşılan. Zaman geçtikçe trenden inen kişi sayısı da azalıyor. Tam herkes bitti derken, biri iniyor trenden. Leyla, okulda gördüğü genci anımsıyor. Ve o gencin Leyla’ya hatırlattığı kişi geliyor gözlerinin önüne: Sinan. Yoksa karşısında gördüğü kişi o olabilir mi? Dikkatle bakıyor yüzüne. Bakışların varlığını hissediyor karşısındaki kişi ve göz göze geliyorlar. Leyla gözlerini çekemiyor karşıdaki kişinin gözlerinden. Bir ateş düşüyor sanki kalbine. Evet, karşısındaki kişi Sinan. Öyle olmasaydı, kalbi genç bir kız gibi çarpar mıydı hiç? Aman Allah’ım bu ne garip bir tesadüf, diyor Leyla. Kader denilen şey böyle olmalı. Anne babamı benden alıp ebediyete yolcu eden tren, şimdi geçmişteki Sinan’ı bana geri getiriyor. Bu bir takas mı, yoksa özür dileyiş mi? Leyla kafasını karıştıran düşüncelerinden çıkmaya çalışırken Sinan yavaş adımlarla ilerliyor. O da şaşkın. Gözlerini Leyla’nın gözlerinden alamıyor. Beni mi bekliyor burada, diyor ancak bunun saçma bir düşünce olduğunu anlıyor. Ancak belki de saçma değildir. Belki de bunun için gelmiştir buraya, haberi olmasa da. Leyla düşünüyor: Neden geldim ki buraya? Yoksa kader mi getirdi beni? Hayır, ben geldim. Ancak neden geldiğini bilmiyordu. Belki anne babasıyla bayramlaşmak için gelmişti buraya, ancak öyle olsaydı mezarlığa giderdi. Öyle çıkmıştı dışarıya ve kendi ayaklarıyla gelmişti kaderin oyununa.
Leyla bakmak istemiyordu bu gözlere. Baktıkça ruhu Sinan’a onu hala unutamadığını söyleyecekti. Baktıkça on beş yıl önce sönen duygular, küllerinden doğup her yerini saracaktı. Sinan daha çok yaklaştı. Etraflarındaki her şey yok olmuş, sanki sadece ikisi vardı. Leyla gözlerini ayırmaya çalıştı acıyla. Ancak gözleri hasret duyduğu gözlere kavuşmuş, bırakmak istemiyordu. İki damla yaş düştü Leyla’nın Sinan’a kilitlenen gözlerinden. Sinan bir adım daha yaklaştı. Yaşadığı duygu yoğunluğu onun da gözlerini doldurdu. İkisi de şaşkındı. Ne diyebilirlerdi ki birbirlerine? Normal bir karşılaşma değildi bu. Bakışları ruhlarına işleyip birbirlerini eritirken, sözlerle basitleştiremezlerdi bu anı. Leyla daha fazla dayanamadı. Acıyla çekti bakışlarını Sinan’ın üzerinden. Ve arkasına bakmadan ilerlemeye başladı. Sinan ne yapacağını bilemeden gidişini izledi Leyla’nın. Arkasından “Gitme” dediyse de duyulmayacak, cılız bir yakarıştı bu.
Leyla tren istasyonundan çıktı. Ayakları bilinçsizce yürüyordu yolda. Aklı nereye gideceğini düşünmesini engelleyecek kadar karışmıştı. Öyle gidiyordu işte. İçinde bulunduğu ruh halinden çıkınca etrafına baktı. Ağaçlarla çevrili bir parktı. Banka oturdu ve kendine gelmesi için ciğerlerine temiz bir hava çekti. Burnuna gelen yosun kokuları, denizden çok uzak olmadığını gösteriyordu. Bir anda yağmur başladı. Leyla bahar gününde yağmurun neden yağdığına bir anlam veremedi. Bu hayatta neye anlam verebiliyorum ki zaten? Yoksa gökyüzü halime acıyıp gözyaşı mı döküyor, diye geçirdi içinden. Sonra bu saçma düşünceler onu yüzünde hafif alaycılıkla karışık bir acıma duygusuyla gülümsemeye itti. Yağmur hızlanmaya başladı. Ancak Leyla kalkacak gücü bulamıyordu kendinde. Yağmurla birlikte akıp, toprağa karışmak istiyordu şu anda. Bir sarhoş gibi hissediyordu kendini. Kafası bulanıktı. Ne yaptığını idrak edemiyordu.
Böylece iki saat geçirdi yağmurun altında. Kendine geldiğinde her yeri ıslanmış, ince kıyafetleri üstüne yapışmıştı. Sahilden kopup gelen rüzgâr üşütüyordu onu. Ayağa kalktı ve yürümeye başladı. Pansiyona giden yolu kestiremiyordu. Nereye gideceğini bilmeyenler gibi yavaş adımlarla ilerliyordu sokaklarda. Akşamın karanlığında zar zor piknik alanına vardığını gördü. Kaç saattir yürüdüğünü bilmiyordu. Başı zonkluyor, ıslak kıyafetlerin içinde tir tir titriyordu ve ateşi vardı. Son bir kuvvetle pansiyonun bulunduğu tepeye düşe kalka çıktı. Kapıyı titreyen eliyle çaldı ancak açmalarını bekleyemeden yere yığılıp kaldı.
Gerisi Leyla için tam bir muammaydı. Önce kuru bir çığlık duydu ve arkasından koşuşturmalar geldi kulağına. Güçlü bir kolun onu yerden aldığını hissetti. Sonrası ise zifiri karanlık… Arada bir iniltisini duyuyor, hemen ardından kapının gıcırtısıyla içeri biri geliyordu. Alnında sürekli bir ıslaklık vardı. Arada geçiyor gibi olunca daha ıslak bir bez sarılığını hissediyordu. Bazen de kulağına birinin konuşması geliyordu. Biraz kendini zorlayıp dinlemeye çalışınca gücü çok daha zayıflıyor ve karanlık çöküyor. Bir ara acısının şiddetlendiğini hissetti. Sanki ölüm boğazını sıkıyordu. Nefes almaya çalıştı ancak boşuna bir çabaydı. Farkında olmadan ağzından kesik kesik sözcükler çıktı. Ne olduğunu anlamlandıramıyordu. Belleğinde kalmış birkaç isim ve sözcük. Vücudundaki her yerin yandığını hissetti ve yine karanlık… Ancak fazla uzun sürmüyor bu sefer. Soğuk bir şey vücudunun her yerine iğne gibi batıyor. Üşüyor. Kurtulmaya çalışıyor ancak kollarında ağır bir yük varmış gibi kaldıramıyor… Kaç gün geçtiğini bilmiyor. Uyuyor, uyanıyor, tekrar uyuyor. Ancak uyandığı zamanlarda gözlerini açamıyor. Ateşin etkisiyle hayaller görüyor. Geçmişinden kesitler; arkadaşlarıyla sohbet ederken, babası ona araba sürmeyi öğretirken… Sonra bir yüz görüyor, sisli. Sis dağılıp netleşince Sinan’ın yüzü olduğunu anlıyor. Bu sefer zihnini örtüyor sis ve hiçbir şey duyumsayamıyor. Bazen de biri yatağında doğrultup, ağzına kaşık değdirdiğini hissediyor. Ancak hiçbir şey istemiyor canı. Kendini zorlayıp alsa ağzına bir şeyler, midesi kabul etmiyor ve hemen çıkarıyor. Ancak çok acıktığı zamanlar yiyebiliyor.
Bir ayak sesi duyuyor odasında, sonra perdenin açılma sesi. Perde açılınca içeriye ışık dolduğunu fark edebiliyor kapalı gözleri. Biraz sonra taze çimen ve çiçek kokuları sarıyor burnunu. Ayak sesleri yaklaşıyor yanına. Leyla gözlerini açmak için kendini zorluyor. Yavaşça aralıyor göz kapaklarını. İlkin görüntüler bulanık geliyor gözüne. Karşısındaki kişi Leyla’nın gözlerini araladığını görünce:“Anne, anane uyandı!” diye bağırıyor. Leyla karşısındaki kişinin Ümit olduğunu anlıyor. Onlardan ses gelmeyince aşağıya iniyor Ümit. Biraz sonra kalabalık bir grubun odasına doğru geldiğini duyuyor. Ümit’in ananesini, dedesini, anne babasını ve tanımadığı birkaç kişiyi daha görüyor belirsizce. Hatice teyze Leyla’nın başından çekiliyor ve biri geliyor Leyla’nın yanına. Leyla’nın gözlerindeki bulanıklık kayboluyor ve karşısındaki kişinin Sinan olduğunu görüyor. Odadan bir bir çıkıyorlar. Yalnız Sinan kalıyor. Leyla bir anlam veremiyor buna. Leyla’nın yüzündeki karışıklığı anlayan Sinan açıklamaya başlıyor: Pansiyonun sahibi olan yaşlı çiftin onun ananesi dedesi olduğunu, buraya onlarla bayramlaşmaya geldiğini söylüyor.
Leyla neden buralara döndüğünü tekrar soruyor kendine ancak bu sefer biliyor cevabı: Kader bir anahtar uzatmıştı geçmişin gizemli kutusunu açması ve onu orada bekleyene kavuşturması için…
YORUMLAR
Usta bir kalemden çıktığı besbelli olan çoık güzel bir yazı...Çok uzun olması bencileyin bir ihtiyarı yorsa da zevkle okudum. Özellikle tasvirlere bayıldım.
Selam ve sevgiler.
Not: Yoruma cevabınızı benim yorumun altındaki ''cevap yaz'' ı tıklayarak açılan pencereye yazarsanız memnun olurum..Öyle olunca sizin bana cevap yazdığınızın bildirimini alabiliyorum çünkü...Şimdiden teşekkürler.
Kitap olmuş :)) çok da güzel olmuş.Bende Karadeniz e gidince eski eve komşulara okula giderim hep ,değişen yerler çok kalbimi kırar,beni öylece beklediklerini zannederim.Leyla yinede şanslıymış ,benim öyle bir şansım olmadı bak şimdi kıskandım Leylayı:))Çok güzeldi değerli yazar elleriniz yüreğiniz dert görmesin ,kaleminiz hiç durmasın .Selam ve sevgilerimle