- 1280 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Babama II
Bir çok yaşımdan sesleniyorum biraz soru biçiminde, biraz hüzünle biraz da hesap sorar gibi;
“Neden ellerimi bıraktın baba?”
Sanırım bu soruyu sormaya hakkım var. Seni uzun zamandır tanımıyorum, tanıyamıyorum. Bazen varsın, bazen yok gibisin. Seni bilmiyorum. Kendimi bile hatırlamadığım zamanlarda tutmuşsun elimi, hatırlıyorum elimi sıcacık ve yumuşak avuçlarının arasına alışını. Kendimi hatırlamıyorum ama ellerini hatırlıyorum. Birinci sınıfa başlamıştım, okulun nasıl bir şey olduğunu bile daha bilmiyordum. Eminim bir abim ya da ablam olsa onlara bırakırdın okula götürme görevini. Elimi tutman görev gibi olmasın isterdim oysa. Parmakların tutmakla yükümlü oluşunun altında eziliyordu biraz bu yüzden yumuşaktı biraz da baba şefkati vardı. Arada küçücük elimi parmaklarınla sıkmaya kıyamadığın da olurdu.
Büyüyünce hatırlamayayım diye mi bıraktın ellerimi? Keşke bırakmasaydın, şimdilerde alışkın ellerim iki kişilik yalnızlıklara ve başka bir ele dokunamayacak kadar yabani. Bunun için mi bıraktın ellerimi baba? Bir el sıcaklığına alışmasın diye mi? Ya da o kadar mı çok sevip kıskandın da başka erkek tutmasın diye bıraktın… Tutmazdım zaten sen hayatımdaki ilk erkektin, son da olurdun eğer bırakmasaydın beni. Alışmazdım ellerimdeki sıcaklığına boş kalacak gibi hazır ederdim, ezberletirdim ben ellerime yokluğunu. Hiç hatırlamıyormuş gibi de yapardım kendi içimdeki tek kişilik oyunlara bunu da eklerdim. Becerebilirdim!. O kadar becerim vardı benim, yaşamaya karşıydı beceriksizliğim ve yenilgim tek sanaydı. Sana da inandığım için yenilmiştim.
Sırtımı yaslayabileceğim bir şeyim yok benim, hiç olmadı, küçükken yürüme telaşında unuttum sırtımı yaslamam gerektiğini. Şimdilerde yorgunum ama bilmiyorum yaslanmayı. Sırtım ağrıdı, omuzlarım çöktü erkenden büyüdüm ilk sen büyüttün beni baba. Gittiğin gün inanmasam da büyümüştüm. Çünkü artık benden daha güçlü, daha büyük, daha güvenilir kimse yoktu etrafımda.
Senden bir şey kalmasın mı istedin bana?... Yalnızlığımız da benziyor artık birbirine, annemin güleç yüzü senin de yalnızlığın miras kalmış bana. İkisi anlaşamayan bir çift sanki sizin gibi, içimde bağdaşmayan ve anlaşamayan iki şey ama insanın içindeki bir şeylerle kavga etmesi bile yalnızlığına yenildiğinin işaretidir. Bu yüzden izin veriyorum içimdeki kavgalara ve yüzümdeki iğreti, anlamsız gülümsemeye. Daha fazla yalnız hissetmeyeyim diye.
Sadece öylesine gülümsediğim zamanlarım var, halbuki hiçbir hareketi ya da eylemi yapmak için yapmazdım ben. Senin gibi kuralcıyım belki ruhumda, gülümseme işaretini yerleştirdim dudaklarıma işte bunun için gülüyorum bu kadar. Herkes içimden habersiz, ama memnunum bu durumdan, habersiz oluşları bir şeyleri gizlememe yardım ediyor. Ben yalnızlığın yatılı misafiri, gülümsemelerime yataklık ederken yalnızlık giriyor her defasında araya.
Gittiğinde akşamüstüydü, akşam üzerime gelmişti. Ben inanma duygumu o anda yitirmek istedim. Uzun süre geciktirdim inanmayı, inanmadım. Bu yıllarca devam etti. İnanmama oyununu artık hayatımın her alanına taşımaya başlamıştım. İnançsızdım artık her şeye karşı ve herkese. İnanmak güvenmekten gelirdi ben bir defa inanmıştım ilk hayal kırıklığım sendin belki de, ilk yanılgım, güvenimdeki ilk yanlış. İlk sen büyütmüştün beni giderek. Bu devam etti herkes gitti bazen koskoca kalabalık dünyada yalnızlığımı hissediyorum. Yalnızlığım o kadar yalnız ki, bazen ona bile erişemiyorum. Kendi kendime iki kişilik hayaller kuruyorum, bir çoğunda sen oluyorsun ama sen hiç olmadın. Hiç olmak için gelmedin ve hiçbir hayalim eyleme dönüşmedi.
Şaka gibi gelmişti ilk zamanlarda bu, sonra başa çıkılamayacak bir vahşet gibi görünmüştü yüzüme ve devamında alışıyor insan. Buna katlanabilmek için kendi içinde yalancılık oyunları oynuyor, inanmıyor… Kendimi çok cesur hissettiğim zamanlarda inanıyorum gittiğine o da kısa süreli bir cesaret oluyor.
Her gün biraz daha büyüyorum artık, bazen bir saatte kocaman oluyorum. Çift şeritli caddeden arabaları beklemeden, kaçamak adımlarla geçmeyi öğrenebilecek kadar büyüdüm. Kendi ayaklarımın üstünde karşı yola bedenimi götürecek kadar ve kimsenin elini tutmayacak kadar büyüdüm. Denk gelirde bir gün hesaplayamazsam araba ile hizamı gördüğüm matematik dersleri yetmezse buna bir kazaya sebebiyet vermekten korkuyorum.
Korkum ölmek de değil aslında; gitmek!.
Bir çok yaşımın sadece bir kısmını doldurmak ve tutamamak ellerini bir daha, hayalde ya da gerçekte. Şimdi nefes almak zor olsa da bu karanlıkta, ki alacak nefesi bulamıyorum bazen, bulduklarım da yetmiyor. Bu nefes darlığı da senden miras bana. Bu sisli havalarda nefesi güç bela alsam da bir ümit kırıntısı var içimde hala. Çocukluğumdan kalma biraz çocuksu, biraz ihtiyaç belki. Geleceğinin ümidi…
***
Bu mektubu da bitirdim baba. Bir çok yaşımdan seslendim sana, bir çok yasımla birlikte. Siyahı sevme nedenim bu belki de, ömrüm bir yas haliyle geçecek. Sana yine de ümitli şeylerden bahsediyorum, kendimin bile inanmadıklarından. Akşam oluyor, sabah oluyor yüzümü yıkıyorum, dokunduğun ellerimi yıkıyorum, saçlarımı yıkıyorum dertleri atar gibi üzerimden, kurtulur gibi. Sırtımı ve omuzlarımı ağrıtan o yükten kurtulmak istiyorum artık. Sıcak suyun buharlaştırdığı aynaya bakıyorum. Gözlerimin ta içinde bir şey arar gibi. Sesleniyorum kendime gözlerimi gözbebeklerimden ayırmadan;
“Sen hep terk edildin” diyorum. Tüm kelimeleri vurgulayarak, harflerin üzerine basarak, alfabenin tüm harfleri beynimde yankılanıyor, birbirlerine karışıyorlar. Bir kaza gibi her şey karman çorman. Mektup duruyor oturma odasındaki sehpanın üzerinde, aynadan görüyorum. Beynim kimsesizler mezarlığı ve her ölü harf hortlamış gibi.
Halime şöyle bir bakıyorum buğulu gözlerle, bunun neresinde mutluluk?
Siyah giyerken mutlu olur mu insan?
Yas havasında geçen zamanlar
Ya olmadığın yaşı yaşamak, yaşamak zorunda kalmak…
Bir çok yaşımdan seslendim yine sana, yanağımdaki bir çok yaş ile.
On Dört Mart İki Bin On Üç 18 50
Nevin Akbulut