bitmeyen hasret
Selanik, Aralık 1924
Mehmet, karlı bir akşamda yaktı sigarasını. Bir kamyonun kasasında, yanında hamile karısı Gülsüm ve küçük oğlu Hamit vardı. Bir yıl önce mübadele haberi Kavala’ya ulaştığında fazla endişe duymamışlardı. Ancak bir sabah gelen haberde hazırlanmaları gerektiği, ertesi gün yola çıkacakları yazıyordu. Aynı gün akşamı bir toplanma telaşı başladı. Yükte ağır pahada hafif ne varsa geride bıraktılar. Öyle hızlı olmuştu ki kapı komşuları Refik’in karısı evden çıkarken ışığı açık unutmuştu. Mehmet ve Gülsüm, son kez evleriyle vedalaşmış, evin kapısını, duvarlarını öpmüşlerdi. Kavala’nın varlıklı ailesinden Mehmet Efendi, katip Mehmet Efendi, şimdi bir kamyon kasasında oturan sıradan vatandaş Mehmet’ti.
Mehmet, paltosu içinde kalp cebinde taşıdığı mektubu diğer eliyle okşuyordu. Okumaya fırsat bulamadığından değil, mektupta yazanları okuyacak cesareti bulamadığından. Kardeşi Rıfat’tan geliyordu mektup. Son bir aydır haber alamamıştı onlardan. Neredeydiler? Ailesiyle Selanik’ten uzak bir köşede çiftlik evinde sıkışıp kalmıştı. Mektupta fena bir haber varmış gibi hissediyor, açmak için cesaret bekliyordu. Bu düşüncelerle içti sigarasını. Kar taneleri müşfik şekilde düşerken içinde oldukları kamyon Selanik limanına girmişti.
Kamyon kasasından inen onbeş kişilik grup birbirine yardım ediyordu. Elbette edeceklerdi. Kavala’dan birlikte çıkmışlardı yola. Aynı mahalle insanlarıydı onlar, kapı komşuları. Mehmet, karısı Gülsüm’ün özenle yerleştirdiği eşyaları saklayan sedef kakmalı sandığı sırtladı ve soğuk kaldırıma bıraktı. Ardından oğlu Hamit’i kucağına alıp sandığın üzerine oturmasını sağladı. En son eşi Gülsüm indi kamyondan. Ağır hareketlerle, iki canlı bir kadın ne kadar dikkat ederse o kadar ve güven içinde ayakları Selanik taşlarına bastı. Kamyon gürültüyle hareket ederek önlerinden çekildiğinde karşılarında beyazlar içinde Selanik limanı görüldü. Hayır, kar değildi bu beyazın nedeni. Yüzlerce kızılay çadırıydı. Mübadele başlamıştı…
Söylediklerine göre gemi bir hafta sonra gelecekti. Şimdi bir de kalıcak yer telaşına düşmüşlerdi. Çadırlar doluydu, binlerce insan sefaletin ele geçirdiği şehirde bekliyordu. Bir zamanların güzel Selanik’i savaş yorgunu Selanik, farklı görünüyordu. Soğuk hava, hastalık, perişan halde kümelenmiş insanlar… Yaşlı ve çocukların durumu daha vahimdi. Mehmet, ailesini böyle perişan görmek istemediğinden komşusu Refik’le birlikte ucuz otel arayışına girdi. Selanik’te bazı evler kiralıktı ancak bir servet istiyordu ev sahipleri. Bütün oteller doluydu. Kamyonlar, trenler, kağnılar akın akın insan taşıyordu Selanik’e. Kara borsa şehri satıyordu. Güç bela eski bir hanın sahibi ile anlaştılar. Küçük oda için gece başına sarı mangır istiyordu hancı. Yani altın. Durumdan faydalanmasını iyi bilirdi insanlık. Çaresiz insanlar zor zamanlarda en büyük gelir kapısına dönüşüyordu.
Bir göz oda içinde yedi kişi kalıyorlardı. Refik’in eşi, küçük kızı ve yaşlı bir anası vardı. Yaşlı kadın yürümekte zorluk çekiyor, bu sebeple Refik, gidecekleri her yere annesini sırtında taşıyordu.
Odanın ortasına bir ip germiş, araya perde çekmişlerdi. İki aile kendi bölümlerinde ayrı, aynı zamanda birlikte nefes alıp verme seslerini duyarak uyuyorlardı. Dışarıdakilere göre şanslıydılar. Soğuk kış havasından biraz olsun korunmuşlardı.
Mehmet, ertesi gün pasaportları çıkartmak için limana gittiğinde dönüş yolunda bir çadır önünden geçiyordu. Çadırın açık olan bölmesinden içeride çarşaftan gömlek diken kadınları gördü. Yoksulluk karşısında gözyaşlarını kar ile perdeledi, ve hızla uzaklaştı.
Kuytu bir köşede gördüğü sokak lambası altına sığındı. Zayıf ışığın altında cebinden çıkardığı mektubu açtı. Okumaya başladı. Kardeşi Rıfat, ailesiyle birlikte Selanik’ten uzak bir bölgede çiftlik evinde yaşıyordu. O bölgede yaşayanların taşınması sona bırakılmıştı. Anlattığına göre mübadele haberini alan çeteler rahat vermiyordu. Sağlık durumları iyiydi. Buna memnun gülümsedi Mehmet. Ancak birkaç satır sonra okudukları canını sıktı. Rıfat, ailesiyle geceyi çatı katında, karanlıkta geçirdiklerini yazıyordu. Çeteler çiftlikleri basıyordu. Yakınlarda bir çiftlik evini basmış ve aile reisi olan Hasan Efendi’yi başına sıktıkları tek kurşunla öldürmüşlerdi. Adamın karısı aklını yitirmiş dağlarda kaybolmuştu. Birkaç gece öncede Rıfat, at sesleriyle uyanmış, derin sessizlik içinde bekleyerek çetenin gitmesi için dua etmişti. Telgrafın sonunda vatanımızda görüşmek dileğiyle diyordu. Allah kısmet ederse… Kardeşin, Rıfat.
Mehmet, kırkbeş yaşında güçlü adam, çocuk gibi boynu bükük sokak lambasının demirine sarıldı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Geçenler onu kederiyle başbaşa bırakacak kadar düşünceliydiler. Biliyorlardı ki kendileri de böyle isterlerdi.
Bir saat sonra hana döndüğünde Refik’i merdivende otururken buldu. Yüzü asıktı. Zaten yüzü gülen kimse yoktu o sıralar.
“Ne oldu?” diye sordu.
“Annem. Durumu giderek ağırlaşıyor. Gemi yolculuğuna dayanır mı bilmiyorum?”
Elini arkadaşının omzuna koydu. Bir şey söylemedi. Söylenecek bütün sözler söylenmiş, mübadele başlamıştı…
On gün sonra beklenen vapur geldiğinde ceplerindeki paranın çoğunu hancıya kaptırmışlardı. Her gece için bir sarı lira alıyordu deyyus. Yapacak fazla bir şey yoktu. Dışarısı güvenli değildi, hava bile güvenli değildi. Bir gece önce kalabalık grup, yiyecek ve kömür dağıtan kızılay çadırlarına saldırmıştı. Görevliler zor kurtulmuş civardaki binalara sığınmıştı. Bunlar düşünüldüğünde sarı liraların önemi kalmıyordu.
Sonunda beklenen vapur geldi. Limanda gruplara ayrıldılar, ve kızılay tarafından kurulmuş sağlık çadırlarına alındılar. Muayene ve aşı için hazırlandılar. Çiçek, dizanteri, veba aşıları yapılıyordu. O sıralar limanda yük taşıyan hamallar arasında veba salgını baş gösterdiği için kısa süre gümrük giriş çıkışları kapanmış ancak sonra tekrar açılmıştı. Memlekete hastalık taşımaları istenmiyordu.
Bir de dedikodu başlamıştı. Bazı gemiler altıyüz kişi kapasitesindeydi. Ambarları insan dolu yola çıkıyorlardı. Altıyüz kişi alan gemiye nüfusu dörtyüz olan bir köyün insanları bindiğinde geriye kalan ikiyüz kişilik boş yer için diğer köyü ikiye bölüyorlardı. Böyle olunca bazen bir aile parçalanıyordu. Giden vapur başka limana çıkıyor ve aile fertleri birbirinden bir daha haber alamıyor, başka başka yerlere gönderiliyordu. Bunu duyan Mehmet ve Refik, ailelerini tek bir aile gibi hiç ayırmadan bir arada tutuyordu.
Bindikleri geminin adı Dumlupınar’dı. Kadın ve çocuklar için bir kamara bulmuşlar, ancak Mehmet ve Refik güvertede kalmıştı. Elinden bir şey gelmeyen her insan gibi buna da şükür dediler.
Mehmet, bir sigara yaktı. Geminin kıçında duruyor, Selanik limanına bakıyordu. Hava kararmak üzereydi ve limandaki beyaz kule fener misali oradaydı. Selanik, ufukta gözden kaybolurken aklında sadece o beyaz kule kalmıştı, ve yüzünde birkaç damla yaş…
Gemi her an batacak gibi hırçın dalgalar arasında savruluyor, yan yatıyor sonra toparlanıyordu. Vapurun durumu taşıdığı insanlara çok uygundu. Etrafta kümeler halinde insanlar, kimisi hayvanları ambara sokmuştu. Onların inlemeleri duyuluyordu. Üst üste yatmış, ısınmaya çalışa insanlar arasında, güverteye tahta kabinler, tuvalet ihtiyacı için kurulmuştu. Tuvalet denilen şey denize açılan bir delikten ibaretti.
Hasta insanlar, inleyen yaşlı kadınlar, dua sesleri, ağlayan çocuklar hepsi acının resmedilmiycek şekline bürünmüştü. Ara sıra kamaraya gidip ailenin durumunu kontrol ediyorlardı. Refik’in annesi giderek kötüleşiyordu. Yaşlı kadın nefes almakta zorlanıyordu. Yüzlerce insan, kimisi limana gelirken yolda, dağlık bölgelerde çocuğunu dereye düşürmüş, bazıları hastalanmış ölmüş, yol kenarında bırakılmıştı. Bir çoğu çetelerce soyulmuş, beş parasız kalmıştı.
Mehmet, ambardan gelen acı feryatları çocuklar duymasın diyerek yüksek sesle konuşuyor, bazen türkü söyleme oyunu oynatıyordu. Ancak o yıllarda ve o gemideki her oyun hüzünlüydü.
Gece yarısı kopan acı feryat vapurun çelik gövdesini yırtıyor, gemiyi batıracak gibi sallıyordu. İşte o zaman birinin öldüğünü anlıyorlardı. Ölüleri sal benzeri bir şeye koyuyor, denize bırakıyorlardı. Refik, annesinin düşünüyordu. Onun dayanabilmesi için dua ediyordu. “Bunu asla yapamam, annemi denizin ortasına terk edemem.” Diyordu. Ancak kurallar böyleydi. Gemide ölülere yer yoktu.
Geceyarısı bir kadının çığlığı duyuldu. Mehmet, koşarak güverteye çıktığında çılgınlık sınırında, kendinden geçmiş kadını saçını başını yolarken buldu. Mehmet’in kollarına tırnaklarını geçiren kadın: “Oğlum, oğlum… Oğlum düştü…” diyerek sayıklıyordu.
Kısa süre sonra gerçek anlaşıldı. Kadın çocuğunu tuvalete götürmüş ancak küçük çocuk tuvalet deliğinden denize düşmüştü.
Fırtına ve yağmurla geçen acı günler, sığınılan limanlarda beklerken ölüm ve sefalet bir arada. Saatler, bir saat değil, bir gün çekiyordu. Bir akşamüstü Refik’in korktuğu şey oldu. Tanıdık bir kadın sesi güvertede yankılandı. Refik, karısının sesini tanımıştı. Mehmet’le birlikte kamaraya koşarken acı haberi alacaklarını biliyorlardı.
Refik, annesi suya bırakılırken kendini kaybetmiş, suya atlamak istemiş, çırpınarak oracıkta bayılmıştı. O günden sonra sadece oturuyor, mavi ufka bakıyordu. Konuşmuyor, yemiyor ve içmiyordu. Teselli edecek tüm kelimeler anlam kaybındaydı. Ağızlar acıdan uyuşmuş, savaşta kaybedilmiş organ misali sessizdi. Gözleri ağlamaktan şiş kalabalığın sessiz feryadını taşıyordu Dumlupınar vapuru.
Her gün birkaç cenazeyi suya bırakarak vatanlarına yaklaşıyorlardı. Ve böyle geçen bir hafta sonunda İstanbul’a vardılar. Tuzla’da limana flikalarla çıktılar. Hemen sağlık çadırlarına alınıp baştan aşağı soyundular. Bütün elbiseleri gibi kendileri de yıkandı.
Mehmet ve ailesi sağlıklı şekilde kendilerine verilen çadıra yerleştirildi. Yerli halkın çocukları: “Patriyotlar geldi! Patriyotlar geldi!” diyerek korku dolu gözlerle etrafta koşuşuyordu.
Refik’in bir süre kontrol altında kalmasına karar verdi doktorlar. Refik’in ailesiyle Mehmet ilgileniyordu. Bazı kişiler, özellikle yaşlılar banyodan sonra yıkanmış nemli elbiseleri giymekten dolayı üşütmüş hasta olmuştu. Mehmet, bu nedenle ölen birkaç kişinin cenazenin kaldırılmasına yardım etti. Bazı hırsızlık olayları oluyordu. Gümrük çalışanı bir memuru hırsızlık suçundan götürdüler. Yerli halk: “Muhacirlerin eşyaları çalınır mı?” diyerek onu ayıplamıştı. Mehmet, bir an önce bu sefilliğin bitmesi için koşturuyor, tanıdık birilerini bulmak ve işleri hızlandırmak istiyordu.
Sonunda o gün geldiğinde hava güneşliydi. Ocak ayında serin rüzgar esiyordu. Küçük bir vapurla, kendilerine verilen hüviyet ve belgeler eşliğinde yeni evlerine doğru yola çıktılar.
Tekirdağ’da gemiden indiler. Refik ve ailesi orada kaldı. Mehmet, Tekirdağ’ın Çorlu ilçesine doğru yola çıktı. Verilen belgedeki eski evi ve bostanı buldu. Kavala’dan gelmeden önce varlıklı sayılırdı. Mal varlığını resmi makamlara onaylatmıştı, ancak burada payına düşen eski bir ev ve birkaç dönüm bostandı sadece. Hayatında hiç çiftlik işi yapmamıştı. Her zaman memur olmuştu. Kırkbeş yaşından sonra çiftlik işini öğrenmesi gerekiyordu, çünkü bakması gereken ailesi vardı. Eşi Gülsüm, yakında doğuracaktı, ve küçük oğlu savaşlara, açlığa ve acılara rağmen hızla büyüyordu.
Yeni topraklarına alışıyorlardı. İnsanlara alışıyorlardı. Bir ay geçmişti ancak halk arasında bazı tuhaf konuşmalar olmuyor değildi hani. Köylü kadınlardan biri Gülsüm’e “Siz ölülerinizi şarapla mı yıkıyorsunuz?” gibi garip sorular soruyordu. Kimileri onlara “yaban” “bitli macır, muhacir,” “yarım gavur” gibi sıfatlar yakıştırıyordu. Mehmet ve ailesi onları duymazdan geliyordu. Böylece zaman içinde et ve tırnak misali, başlangıçtan bu yana bir arada olduklarını hissederek yaşamaya alıştılar.
Bir gece çiftlik evinin kapısı çalındığında Mehmet, şüphe ve endişeyle kapıya yürüdü. Sanki bir haber gelecek ve buradan gitmeleri istenecekmiş gibi yersiz korkuları vardı.
Mehmet, avluya çıktığında kapı daha sert vurulmaya başlandı. Gülsüm, evin içinde, perde ardında endişeyle kocasını izliyordu. Küçük oğlu annesinin eteğine sımsıkı yapışmış bırakmıyordu.
Mehmet, mavi kapıyı hızla açtığında kapının üzerindeki çan sesi duyuldu. Bağırışmaları ve anlamadıkları bir dildeki çığlıkları duyan civar evlerdeki insanlar endişeyle sokağa döküldü. Evlerde ışıklar yanmaya başladı. Köpekler havlıyor, bu yabancı gürültüye anlam veremediklerini haykırıyorlardı.
Aylardır birbirinden haber alamayan iki kardeşin gözyaşları aynı toprağa düşerken bu kavuşmayı derin ve müşfik bir sessizlik içinde izliyordu mahalle halkı…
-Son-
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.