- 1869 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
OKYANUSTA BİR DAMLA
...7 Kasım 1976 tarihinde hasta yatağında yatarken, elli yıl öncesine döndü ve anlatmaya başladı. Anlattıkça açıldı, açıldıkça anlattı yetmiş üç yaşındaki, milletin efendisi rençper Tahsin ÇERVATOĞLU: 1928 yılından sonra este-i memnudan tutuklanıp Hopa cezaevine düştüm. Viçe’den Hopa’ya yaya olarak gittik. Dağarcığımın içinde sadece peynir ve ekmek vardı. Cezaevi kapısına getirilip içeri alındım. İçeride kelli felli adamlar vardı. "Ben onlar gibi değilim, olamam da" diye düşünerek, bir köşeye çekildim. Etrafıma bakınırken, içeridekilerden biri kalkarak bana doğru geldi ve dağarcığımı elimden alarak sofraya davet etti. Sofrada sıcak yemek vardı; bana da ikram edilince bende dağarcığımı açtım ve içindekileri sofraya koydum. Beni sofraya davet eden adam: – "Ben bu peyniri çok severim. Alabilir miyim?" dedi. Alabileceğini söyledim ve hep beraber sofradakileri yemeye başladık. Yemek esnasında çok fazla konuşulmadı. Yemekten sonra beni sofraya davet eden adam dağarcığımı toparlayıp bir ranzanın üstüne koydu ve: – "Burası çok sevdiğim bir arkadaşımın yeri idi. Onun yerini size veriyorum" dedi. İlk defa gördüğüm bu adamın küçük de olsa ilgilenmesi merakımı artırdı ve yerine geldiğim adamın kim olduğunu sordum: – "Viçeli Tibukoğlu Osman" dedi. Bu sefer karşımdaki adamı merak ettim ve gardiyana sordum:
– "Kim bu karşımdaki ?" dedim. – "Nazım HİKMET" dedi. Ben, o ana kadar Nazım HİKMET’i tanımaz, şair olduğunu bilmezdim. Yanında bir de fikir arkadaşı vardı. Pazar’lı İsmail Bilen olduğunu öğrendiğim kişi, yüksek makine mühendisiydi. Bu iki kişiden başka koğuşta hatırladığım Kızkapanoğlu Hasan ile Çeboğlu Hasan adında iki kişi daha vardı. Nazım HİKMET ile bu şekilde karşılaşıp tanıştık. Ben onu sıradan bir kişi olarak bilirdim. Orada yaşadığım kısa süre içerisinde daha iyi tanıma şansım oldu. Benim cezam tam olarak hatırlayamamakla beraber iki buçuk üç ay kadardı. Onun cezası ise çoktu. O tarihten sonra 1950 yılına kadar onun cezaevinde kaldığını ve 1950 yılında Üsküdar’da aftan yararlanarak çıktığını okudum. Cezaevine düştüğüm yıllarda, askerden yeni gelmiş, alfabeyi yeni yeni sökmeye çalışan bir gençtim. Gerçi kanuni işlemler eski yazıyla oluyordu, fakat yeni yazının öğrenilmesi emri verilmişti. O zamanın Hopa kaymakamı Agâh Alp bile yeni yazıyı henüz bilmiyordu. Mahkûmiyetimin ilk gününden sonra dost olduk. İkinci gün bir sohbetin ortasında Nazım yerinden kalktı ve gardiyanı çağırdı: – "Hey gardiyan! Bize bir düzine kâğıt kalem temin et" dedi. Gardiyan itiraz etmeden gitti. Kalem kâğıdı ne yapacağını merak etmiştim. Merakımı fark etmiş olacak ki ben sormadan kendisi açıkladı: – "Çervatoğlu sana bu günden itibaren yeni yazıyı öğreteceğim" dedi. Önce şaşırdım, sonra cevap verdim: – "Ben bu işi beceremem, yeni yazıyı öğrenemem" dedim. – "Ben sana öğreteceğim, sen merak etme" dedi. Bir müddet sonra gardiyan, kâğıt – kalemle geldi. Elinde başka kâğıtlar da vardı. Nazım HİKMET gardiyanı görünce kapıya (parmaklığa) doğru gitti ve orada gardiyanla bir şeyler konuştu. Sonradan Nazım’dan öğrendim ki gardiyanın getirdiği diğer kâğıtlar Hopa kaymakamı Agâh Alp’in ders kâğıtlarıymış. Agâh Alp yeni yazıyı Nazım HİKMET’ten öğreniyordu. Nazım HİKMET alfabe halinde yazdığı dersleri kaymakama gönderiyor, kaymakam da makamında ders çalışıyordu. Nazım bu işi büyük bir alçak gönüllülükle yapıyordu. Yeni yazıyı Nazım HİKMET’ten dört gün içinde öğrendim. Daha doğrusu harf birleştirmesini(hecelemeyi) yaptım.
...Cezaevinin içinde benden başkaları da ders alıyordu. Cezaevinin dışında jandarma başçavuşu (Mahmut) yeni yazıyı öğreniyordu. Ancak Mahmut uzun zamandır bu işi beceremiyordu. Biraz zorlanıyordu. Cezaevi içinde yeni yazıyı öğrenmek isteyen bir Beğ de (bey, ağa) Mahmut çavuş gibi zorlanıyor, bir aydır hecelemeyi sökemiyordu. Ben dört gün içinde öğrenince bana iltifat etti ve:
... "Bir aydır birleştiremediğin bu harfleri senin beğenmediğin köylü dört günde birleştirdi" dedi Beğ’e. Beğ biraz içerledi ve Nazım’a cevap verdi: – "Madem bu kadar biliyordu, neden cezaevine düştü" diyerek onu iğneledi. Ben de bu lâfa çok içerledim. Nazım ise Beğ’e cevap vermedi. Sustu. Beğ’e cevabı ben verdim: – "Senin gibi bir Beğ’in çatışmada papağını(kalpak) uçurdum. Onun için buraya atıldım" dedim. Nazım verdiğim bu cevap üzerine benim hesabıma üzüldü ve: – "Böyle ağır sözler söyleme; aleyhine olur" dedi. Bu ufak olaydan sonra Nazım ile İsmail satranç oynamaya başladılar. Ben bir köşede oturuyordum. Oyun sürerken zaman zaman "yapma ağam", "olmaz paşam" sesleri geliyordu. Sonradan öğrendim ki aralarında kullandıkları en olumsuz ifadeler bunlarmış. Birbirlerine kızdıkları, öfkelendikleri zaman bu ifadeleri kullanırlarmış. Birden koğuşun penceresine komiser geldi, beni pencereye çağırdı ve sordu: – "Sen neden düştün buraya?" – "Este-i memnudan." – "Sanatın var mı? Elinden ne gelir?" – "Marangozluk." – "Çok iyi. Benim bir masam var tamir eder misin?" – "Hay hay! Olur. Fakat takım lâzım." – "Hacetleri(takım) kaymakam beyden alırım sen yapar mısın?" diye tekrar etti. – "Tabii. Evet, yaparım" dedim. Bu cevap üzerine komiser pencereden ayrılıp, koridora doğru yürürken Nazım oyunu bırakıp yerinden fırladı ve pencereye gelerek: – "Komiser! Komiser!" diye çağırdı; – "Sen Tahsin’e masayı yaptıracaksın, fakat pazarlık yapmadınız." – "Ne pazarlığı?!" – "Tamirin karşılığı. Bu adam o iş için emek, zaman ve gerekirse malzeme harcayacak." – "Belki hayrına yapacaktı?" dedi komiser. – "Hayrına niçin yapsın? O senden zengin değil ki!" dedi Nazım. Bunun üzerine komiser cevap vermedi, sessizce yürüdü gitti. Ertesi gün jandarma kumandanı pencereye geldi: – "İsmail Bilen" diye seslendi içeri. "Santral *4 bozuldu, onu tamir eder misin?" diye sordu. Yüksek Makine Mühendisi olan İsmail: – "10 lira verirseniz yaparım" dedi. Jandarma çavuşu da komiser gibi, bastı gitti. Ücret ödemek kimsenin işine gelmiyordu. Sabah saat ondan on ikiye kadar ve akşamları da iki saat olmak üzere, her gün avluya alınırdık. Avlu kafesliydi. Hava değişimi yapardık böylece. Bir hava değişimi dönüşünde Nazım’ın koğuşu süpürdüğünü gördüm ve süpürgeyi alıp ben süpürmek istedim. Ancak kesinlikle vermeyeceğini söyledi. Ve izah etti: – "İlk birkaç gün misafirdin. Şimdi ise sen de sıraya girdin. Burada her iş herkes tarafından sırayla yapılır. Cumartesileri temizlik sırası benim. Plânlamaya göre Salı günü de sana düştü." Diyerek süpürmeye devam etti. Nazım cezaevinde boş kaldığı zamanlar; şiir yazar, kitap okur, bazen da bize kendi şiirlerini okurdu. En çok "O DUVAR" adlı şiirini okurdu. Onun için aklımda kalmış. Bir gün Nazım koğuşun penceresinden nöbetçiye: "Sen burada ne bekliyorsun oğlum?" diye sordu. Nöbetçi: – "Seni bekliyorum, kaçmayasın diye... "– "Kaçarsam ne yapacaksın?" – "Süngülerim." – "Öyle bir gün gelecek ki, seni orada durduranı süngüleyip, bana kapıyı açacaksın." Jandarma sustu. Her gün Hopa’nın ileri gelenleriyle rejim münakaşası yapıp, onları sustururdu. Hiç yenilmezdi. Dışarıdan hediyelik olarak Milli Müdafaa sigaraları gelirdi. İçerdik. Kimden geldiği belli değildi. Sonradan öğrendiğime göre Abulu *5 Hacıosmanoğlu Lütfü diye biri gönderiyordu Nazım’a sigaraları. Nazım’ın cezaevi masraflarını İstanbul’da bulunan babası Hikmet karşılıyordu. "Süreyya Sineması" diye bir sinemanın müdürüydü babası. Topluca 300 lira göndermişti Nazım’a. Benim cezam yaklaşık üç ay kadardı. Nazım’ın hazırladığı bir dilekçe ile cezam yarıya indirilmişti. Cezaevinden çıkmama üç-dört gün kala Nazım’ı Rize cezaevine aldılar. Tamamen yalnız kaldım. Benden sonra da Hopa cezaevi tamamen boş kaldı. Viçe’ye dönerken, Nazım’ın ders notlarını da yanımda götürmüştüm. Yeni yazının öğrenilmesi mecburiyeti olduğundan, birçok kişi sıkıntılar yaşamaktaydı. Bunlardan birinin de Viçe müftüsü olduğunu öğrenmiştim. Nazım’ın ders notlarından yararlanarak Viçe müftüsüne de yeni yazıyı (hecelemeyi) ben öğrettim.
... Cezaevinde kıdemli mahkûmlardan biriyle sohbet ederken, geçmişle ilgili bir anısını anlattı. Bu anı da Nazım HİKMET’le ilgiliydi. Kıdemli mahkûmun ağzından: Bir gün koğuşta otururken bir haber geldi. "Nazım HİKMET Hopa cezaevine geliyor." Bu haber üzerine koğuşta bir hareketlilik meydana geldi. Bazı mahkûmlar kendi aralarında konuşuyorlardı. Sonradan öğrendiğime göre birkaç mahkûm kendi arasında karar almış, bu komünist, dinsiz, vatan haini adam koğuşa girer girmez öldürülecekmiş. Yoksa kendileri de dinsiz, komünist, vatan haini olurlarmış. Bu fikirlerini koğuştakilere de aktardılar; gelecek olanın bir insan olmadığını; onun yok edilmesi gerektiğini söylediler ve tüm koğuşu ikna ettiler. Böylece gelecek olan bu kötü yaratığı yok etmek için biz bütün koğuş hazırlıklarımızı yaptık ve beklemeye başladık. Bir akşamüstüydü "Nazım HİKMET geldi" haberi üzerine koğuş girişinde tertibatımızı aldık ve beklemeye başladık. Koğuş kapısı açıldı alacakaranlıkta, kapıda iri cüssesiyle bir adam duruyordu, içeriye girmeden gür bir sesle "Selâmünaleyküm efendiler!" dedi. Bunun üzerine koğuşta derin bir sessizlik ve şaşkınlık meydana geldi. Bu hiç de bize anlatıldığı gibi bir canlı değildi. Basbayağı bir adamdı ve selam vermişti. Bütün hazırlıklar ortadan kaldırıldı ve cevap verildi: "Aleykümselâm!". Nazım HİKMET bundan sonra koğuşa girdi ve biz, onu şimdi çok daha iyi tanıyoruz...Ben, Tahsin ÇERVATOĞLU. Nazım HİKMET’i tanımış olmak benim için mutluluk verici bir olay. Onun gibi düşünmesem de müthiş bir adamdı. Çok uzatmaya da gerek yok, kısaca ADAM GİBİ ADAMDI.