Hüzünlü Bekleyiş
Annem, çömelerek boyuma erişmiş, hırkamı ilikliyor. Yüzünde bir neşe… Mutluluğunun kanıtı pespembe yanaklar… Dudağının ucunda kulaklarına kadar güleyazmış bir kıvrıklık ve gözleri ışıl ışıl. Yeleğimi ilikledikten sonra şapur şupur öpüyor yanaklarımı.
-Oh, bal yanak… Dön bakayım şöyle. Oo, ne yakışıklı olmuş benim oğlum.
Kalkıyor ve pencereyi açıp odayı havalandırırken bir yandan da yatağımı topluyor. Ben de anneme fark ettirmeden yanağımda bıraktığı ıslaklığı siliyorum. Annemin açtığı pencereye gidiyorum ve boyumun yetiştiği kadar dışarıya bakmaya çalışıyorum. Tertemiz bir dağ havası çarpıyor yüzüme. Çeşmenin yukarısından Fazıl iniyor. Yine elinde sopa var amca çocuğunun. Hati bibinin yalaktan su içen cılız ineğine sataşıyor elindeki sopayla. İlkin dürtüklüyor ineği. Sonra etrafında dönüyor ve arkasına sopayla sertçe vuruyor. Bir daha… Bir daha… İnek can havliyle kaçıyor. Fazıl da peşinden gidiyor. Ne ister ki şuncacık inekten? Zaten bir sıkımlık canı var. Ama yok, Fazıl anlamaz ineğin halinden. O sadece eğlenmesine bakar. İneğin canı acımış, acımamış ona ne? Hep babaannem şımarttı. Ne diye seviyor ki onu? Dördüncü sınıfa geçti hala okuması yok. Bense ilk sınıfta söktüm okumayı. Ama ben o kadar şımartılmıyorum. Çünkü babaannem annemi hiç sevmiyor. Sanki benim ne suçum var ki?
Kafamı pencereden çekiyorum. Annem odadan çıkmış. Bu gün annem ve benim için çok özel bir gün. Şehre inip postaneye gideceğiz ve babamla konuşacağız. Ancak annem, sanki babamla konuşacak gibi değil de onunla buluşacak gibi hazırladı beni. Geçen sene babamın hala kızı evlenirken giydiğim kıyafetleri giydirdi. Saçlarımı da her zamankinden daha özenle taradı. Ama göremez ki babam bunları. Hatta annemin sadece özel günlerde taktığı, babamın yurt dışından getirdiği kolyeyi de göremez babam. Keşke görse. Ben de onu görsem.
Ben görürsem arkadaşlarım da görür babamı ve dalga geçmezler “Baban seni bırakıp gitti, sevseydi burda olurdu” diye. Bir çıksa babam karşılarına. O uzun, koca gövdesiyle alsa karşılarına mahalledeki çocukları, bir bir kızsa hepsine. Sonra onlar da boyunlarını büküp, tek kelime edemezken ben kurumlu kurumlu babamın elini tutup onların yanından geçsem. Gerçi babamı hiç görmediler değil. Babam yurtdışından gelip de bana bir sürü hediye getirince ben havalı havalı sokağa çıkıyorum oyuncaklarımla. Onlar da uzaktan çekinerek yanıma geliyorlar ve kısık, ezik bir sesle “ Biz de oynayabilir miyiz?” dediklerinde benden keyiflisi olmuyor. Babamın umursamaz bakışını takınarak şöyle bir bakıyorum yüksekten. O zaman hepsi iki dudağımdan çıkacak sözcükleri ciğerci kedisi gibi bekliyorlar. Sonra başımla oynayabileceklerini onaylıyorum. Babam gidene kadar sesleri bile çıkmıyor. Tüm oyunlar benim istediğim gibi oynanıyor. Ancak babam gittikten ve arkadaşlarım da oyuncaklardan sıkıldıktan sonra tekrar benden uzaklaşmaya, beni oyuna almamaya ve hatta benimle dalga geçmeye başlıyorlar. Bunu en çok Fazıl yapıyor. Mahalledeki çocukların en büyüğü olduğundan çete reisi gibi o yönetiyor çocukları. Biliyorum hep beni kıskandığından yapıyor. Ben okumayı ondan önce söktüm ya, benim babam yurtdışında çalışıyor da onun babası tarlada eşekler gibi sürünüyor ya o yüzden kıskanıyor beni. Ama babam oyuncaklar getirdiği zaman dilenmesini biliyor. Sonra da babam gidince aynı terane. İşte o zaman yemin ediyorum, babam gelip de oyuncaklar getirdiği zaman onlarla oynamayacağıma. Ancak olmuyor işte. Babam gelince tüm üzünçler, kötülükler gidiyor üzerimden.
“Ömer, hadi yavrum çıkıyoruz.” diye çağırıyor beni aşağıdan annem. Merdivenleri hızla inerek kapıya, annemin yanına gidiyorum. Elinde tuttuğu –yine düğünde giydiğim- ayakkabıları eğilerek giydiriyor bana. O giydirirken ben de ağaçların arasından babaannemlerin evine bakmaya çalışıyorum. Bir hareketlilik yok. Fazıl’ı da göremiyorum. O şimdi ineğin peşinde sinek gibi dolaşıyordur. Keşke görseydi annemle şehre gittiğimizi. Evdekilere hemen yetiştirirdi, onlar da kıskançlıklarından çatlarlardı. Annem kalkıyor ve yüzüme bakıyor:
-Nereye bakıyosun Ömer?
Bakışlarımı çekmeden:
-Hiç, diyorum ancak annem ikna olmuyor ve gözlerimi takip ederek babaannemlerin evine ulaşıyor gözleri. Sonra tekrar yüzüme bakıyor ancak bir şey demiyor. İkimiz de konuşmadan birbirimizi anlıyoruz. Annem gözlerini devirerek çekiyor bakışlarını evden. Ve yüzünde, deminki hareketine hafif alaycı bir gülümsemeyle başlıyor yürümeye.
İki tarafından dükkânlar akan yolda ilerliyoruz annemle. Dükkânların önünde sıcaktan kendini dışarı atmış esnaf var. Oturmuşlar tabureye kimisi sohbet ediyor, kimisi tavla oynuyor, gazete okuyor, dertli dertli düşünüyor. Kimileri de gözlerini açmış, yoldan gelip geçen kızlara bakıyor. Az hovarda bir kız görmesinler, hemen laf atıyorlar. Annem de yola serilmiş bu erkek selinden utanmış, elimi fazlaca sıkıyor. Hızlı adımlarına yetişmekte zorlanıyorum. Cebinden bir şey düşürmüş gibi sürekli yere bakarken postaneyi nasıl bulabileceğini düşünüyorum. Ancak postanenin nerde olduğu konusunda hiç ikileme düşmeden sokağı ikiye yaran caddenin karşısına geçiyor annem ve peşinden ben. Burada ne dükkânlar var ne de dükkânlardan taşmış adam kafaları. Arabalar tek tük geçtiği için hiç zorlanmadan üzerinden binalar yükselen kaldırıma geçiyoruz. Asfalta yapışmış egzoz kokularına binaların balkonlarını sarmış çiçek kokuları karılıyor. Biraz ilerleyince insanlar üzerimize geliyor, arkamızdan ilerliyor, kalabalıklaşıyor cadde. Boyalı saçlı, makyajlı, dertli tasalı, şuh bakışlı, sinirleri gerilmiş bir sürü değişik duyguyla kaplanmış yüzleri birkaç adımla arkamızda bıraktıktan ve bir sürü dolambaçlı yoldan döndükten sonra sağa sapıp posta binasına giriyoruz. Çok yorulan bacaklarım son bir gayretle haşmetli merdivenleri çıkıyor. Dizlerim titreyerek duvara dayandırılmış bir oturağa oturunca annem nihayet yorulmuş olduğumu anlıyor.
-Ömer sen burda otur annecim, ben gelicem.
Kafamı sallıyorum. Annem ilerdeki uzun kuyruğa giriyor. Solumdaki yarım açık pencereden süzülüp gelen ılık meltem uykumu okşuyor ve başımı arkaya yaslayarak bir süre öyle kalıyorum. Rüzgâr bazen yüzüme dokunup ve bazen de enseme üfürürken yorgunluğumu da alıp gidiyor. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, annem birden başımda bitiyor.
-Hadi gel, diyerek elini uzatıyor. Ben de elini tutarak kalkıyorum yerimden. Bir merdiven çıkıyoruz. Annem telefonun tuşlarını çeviriyor. Endişeli bir bekleyiş. İlkin bir kadın sesi duyuyorum ama ne söylediğini anlamıyorum. Annem bir iki tuş daha çeviriyor ve beklediğimiz ses:
-Alo.
Annem birden heyecanlanıyor.
-Alo. Tahsin, ben Tülay. Nasılsın?
-İyiyim. Sen nasılsın?
-Ben de iyiyim.
Bir süre daha hal hatır sorduktan sonra annem ahizeyi bana uzatıyor.
-Alo, Ömer. Nasılsın oğlum.
-İyiyim. Sen?
-Ben de.
-Ne zaman geliceksin?
Uzun bir bekleyiş. Nefesinin sesini duyuyorum sadece. Neden sonra:
-Gelicem, diyor.
Yalancı! Gelecekmiş, ne zaman? Belli değil. Babam konuyu değiştirmeye çalışıyor. Benimse sesim kırgın. Konuşmak istemiyorum. Sorularını geçiştiriyorum. Tam kapatırken telefonu:
-Ömer, üzülme oğlum. Yakında gelicem, çok yakında.
Birden içimde bir umut yeşeriyor. Seviniyorum ama babamla kırgın konuştuğum için kendime kızıyorum. Neden öyle kızdım ki sanki. Gelecekmiş işte yakında. Telefonu kapatıyorum içimde bin bir sevinçle.
Üç kat merdiven indikten sonra binadan çıkıyoruz ve yorgunluğum tekrar baş gösteriyor. Bacaklarımın bitaplığına bir de karnımın gurultusu ekleniyor. Şehrin çiçek, egzoz, parfüm kokularından sıyrılıp burnumu sarıyor bir koku. Etrafıma bakınca bu güzel kokunun muhallebiciden geldiğini görüyorum. Bakışlarım muhallebicide kitleniyor ancak annem benim oraya baktığımı fark etmeden elimi tutup yürümeye başlıyor. Kolumun çekildiğini fark edince ister istemez ben de adım atıyorum kaldırımdan yola. Ancak annemin durmayacağını anlayınca bu sefer ben annemin elini çekiştiriyorum.
-N’oldu Ömer?
Ben cevap vermeden elimi muhallebici dükkânına uzatıyorum. Annem de o tarafa bakıyor.
-Muhallebi mi istiyorsun?
-Evet... Sen istemiyor musun?
Annemin yüzü gülüyor ve muzip bir şekilde:
-Evet, ben de istiyorum, hadi gidelim dükkâna.
İçeri girince iyice hücum ediyor türlü malzemeyle pişmiş şeker kokuları. Cam kenarına oturuyoruz. Biraz sonra ikimizin de muhallebileri geliyor. Benim yanımda bir de gazozum var. Muhallebiyi hızla yerken annemin hüzünlü bir şekilde etrafa baktığını görüyorum. Baktığı yere bakıyorum. İki sevgili oturuyor bir köşede. Önlerinde muhallebi. Ancak yemiyorlar. Kızın tabağında sadece bir kaşıklık çukur var. Birbirlerine sevgiyle bakıyorlar. Tekrar anneme bakıyorum. Yüzünde bir hüzün, gözlerinde yaş… Yoksa geçmişin hatıraları mı belirivermişti gözlerinde?
*
Okuldan dönerken Mansur dayının bağından avuç dolusu kiraz koparıyorum. İki bahar öncesinde yine Mansur dayının bağından izinsiz kiraz topladığımda babamın kızdığını dün gibi hatırlıyorum. Elimden tutup Mansur dayıya götürmüş, özür diletmişti. O da önemli olmadığını, ne zaman istersem alabileceğimi söylemişti de olay tatlıya bağlanmıştı. Keşke babam burda olsaydı da izinsiz kiraz toladığım için kızsaydı. Yeter ki burda olsaydı.
Yazdan sonra üç bahar geçti ve yine yaz geldi. Bir babam gelmedi. Gelecek elbet. Unutmaz bizi. Gelip oraları anlatacak bana. Annem her dönüşünde olduğu gibi bu dönüşünde de yaban ellerde ne yiyip- içtiğini soracak. “Yine mi zayıfladın sen?” diyecek endişeyle. “Zafiyet geçireceksin, yeter artık dön.” Diyerek de yine evirip çevirip burada kalmasına getirecek konuyu. Her şey yine aynı olacak. Belki bu sefer dönmez de.
Evin bahçe kapısını açıyorum. Annemin geçende dışarıya çıkardığı masada bir poşet ayıklanmamış fasulye var. Hemen yanında da sarı kap. İçine bakıyorum bir iki tane belinden kırılmış fasulye var. Annem nerde peki? Kapıyı açıyorum. Burnum annemin yaptığı nefis yemek kokularını bekliyor ancak ne koku, ne de annemin sesi var etrafta. Odaları dolaşırken sesime sabırla ses vermesini bekliyorum annemin. Sessizlik sinirimi bozuyor. Dışarı çıkıyorum ve etrafa bakınıyorum. Acaba Gülşen ablaya mı gitti? Öyleyse bu fasulyelerin ne işi var burada? Kulağıma uzaktan sesler çalınıyor. Karşı tarafa bakıyorum. Gözlerimle ağaçları yararak babaannemin evine ulaşmaya çalışıyorum. Sesler oradan geliyor. Ayrıca kıpırtılar da görüyorum. İçimde babamın gitmesiyle bastırdığım sevinç coşuyor. Okul ayakkabılarımı giymeye üşünerek alelacele bir terlik geçiriyorum ayaklarıma. Hızla koşuyorum ancak bir türlü ulaşamıyorum. Önceden bu kadar uzun değildi bu yol. Neden şimdi uzadı ki? Varmadan hayalim ulaşıyor eve ve sarılıyorum babamın boynuna. Nefes nefese açıyorum avlu kapısını. Dışarıda tanıdık tanımadık bir sürü yüz var. Terlikleri hızla fırlatıp içeriye giriyorum.
Ayağım tahtaları gıcırdatınca koridor boyunca dizilmiş kadınlar varlığımı fark ediyor. Arkalardan babaannemin ahretliği Zübeyde Kadın sesleniyor:
-Ömer, çık bak yukarı kim var!
Ben babamın geldiğinden emin olarak Zübeyde Kadın’a minnetle bakıyorum. Kalbim güm güm atarak bir hışımla merdivenleri çıkıyor ve babamın yurtdışından geldiği zaman köylü erkeklerle konuştuğu odaya dayanıyorum. Tam kapıyı açacakken hırıltılı, boru gibi bir ses duyuyorum arkamdan. Bu ses babaannemin sesi. Sesin kulaklarıma varmasıyla içim hopluyor. Arkamı dönüyorum. Aşağıdaki gibi burada da bir sürü kadın istifi. Divan ve koltuklardan taşmış yer minderlerine oturuyorlar. Babaannem de divan üzerinde tüm kudretiyle oturuyor.
-Ömer! Elimi öpmiycek misin?
Evet. Tam olarak dediği buydu. Kapıyı açıp babama sarılmama engel olan iğrenç sesten bu sözcükler oluşmuştu. Ben bir şey diyemezken o anlaşılmayan birkaç cümle daha sarf ediyor. İçinden terbiye ve göstermek cümlesini zar zor anlıyorum. Sanırım ‘kimse sana terbiye göstermiyor mu?’ gibi bir şey söyledi. Yani benim yüzümden anneme çemkiriyor. Annemi utandırdığım için kızıyorum kendime. Suçlu gözlerle ararken köşede yere oturur buluyorum annemi. Gözleriyle babaannemin elini öpmeme işaret ediyor. Hemen şaşkınlığımdan sıyrılıyor ve bir kene gibi yapışıyorum babaannemin yaşlılıktan lekelenmiş ancak şişmanlıktan buruşmamış eline.
-Ha şöyleee, aferin.
Görevimi tamamlamış olmamın rahatlığıyla dönüp ulaşacakken babama tekrar o ses engelliyor beni:
-Otur hele yanıma.
Sevimlilik katılmış bir emir var ses tonunda. Direnmek mümkün mü? Geçiyorum yanına.
-Öyle pat diye girilmez odaya. Belki önemli bi şeyler konuşuyolardır, di mi oğlum?... Gelin, okuldan geldi çocuk, açtır hadi yemek hazırlayıver.
Bunu anneme söylüyor. Hayret ediyorum çünkü anneme ‘gelin’ dediğini duymadım Hiç. Öteden beri annemi gelini olarak kabul etmediğini biliyorum. Ama şimdi neden öyle dediğini biliyorum. Her zaman başkalarının yanında tatlı, merhametli olmaya çalışır. Gerçi yine de sevimli olmayı başaramıyor.
Yemek değil de babamı görmek istediğimi anlamayarak zorla yemek yedirtiyor babaannem. Gözümü babamın oturduğu odaya çivilediğim kapı nihayet açılıyor. Kadınlar hemen yazmalarının ucunu yüzlerine çekiyorlar. Odadan ilk çıkan babam oluyor. Etrafa bakıyor. Gözleri bizi arıyor, biliyorum. Sonunda görüyor bunca kalabalığın içinden beni. Yüzü gülüyor. Biliyorum daha çok gülmek istediğini ama gülmüyor. Çünkü bir gün babaannem, çocuklara çok yüz vermemek gerektiğini, sonra şımaracaklarını söylemişti babamın yüzüne bakarak. O günden beri yarı saklıyor bana olan sevgisini. Ama saklasa da ben biliyorum beni sevdiğini. Koşarak yanına gidiyor ve daha önce yüzlerce kez hayal ettiğim gibi sarılıyorum babamın boynuna.
Yanından ayrılmıyorum o gün. Onca zamanı bir günle telafi etmeye çalışıyorum. O günü babaannemlerde geçiriyoruz. Babama hoşgeldine gelenler bitmiyor. Evde herkesin yüzü gülüyor. Babaannemin bile yüzü gülüyor. Anlaşılan babam gidene kadar da bu böyle sürecekti.
*
Gözümü açıyorum, kapıyorum ancak bir türlü sabah olmuyor. Karanlığın içinden süzülen ay ışığı, annemin odaya koyduğu ıvır zıvırlar üstünde parıldıyor. Biraz gözlerimi diksem oraya, şekilsiz görüntüler oynamaya başlıyor ve sanki üzerime üzerime geliyor. Kapı ardından gelen anlamsız sesler de bu görüntüyü canlandırarak bir canavarı bağırtıyor. Korkuyorum. Birden gözlerimi sımsıkı kapatıyorum. Karanlık… Ve beraberinde getirdiği huzur. Bir süre sonra da gözümün içinde, hayır zihnimde canlanıyor türlü yaratıklar. Gaipten sesler duyuyorum. Uyku bir türlü uğramıyor göz kapaklarıma. Kalkıyor ve odanın kapısını yarı açıyorum. Demin beni korkutan canavarın sesleri anlamsızlığını kaybediyor. Bu sesler babamın çalışma odasından ve mutfaktaki kadınlardan geliyor. Babamın odasından gelen sesler boğuk. Mutfaktakiler telaşlı anlaşılan.
-Tülay Hanım çay demlendi mi, çay?
-Birazdan. Siz kurabiyeleri götürdünüz mü içeri?
-Evet.
-Hanımlarr! Biraz acele edin, kurabiyeler kuru kuru gitmez.
-Gülşen, hadi çayları koy!
-Lütfen hanımlar siz de bir şeyler yiyin, ben hallediyorum.
Böyle hanım’lı konuşulduğuna göre misafirler şehirden. Bizim köy ne bilsin hanımı-beyi.
Birden boş koridoru annemin silueti dolduruyor. Hızla geçerek seslerin geldiği odaya giriyor elinde çay tepsisiyle. Alnı da hafiften nemlenmiş koşturmaktan. Biraz sonra tekrar kapı açılıp annem çıkıyor odadan. Yüzü, onca erkeğin içine girmekten utanmış, hafif pembe.
Gitmek istiyorum babamın yanına. Ama gidemem. Şimdi önemli misafirler var. Oturamam yanına. Diyemem ki ‘Benimle oynar mısın’ diye. İşi var onun. Tekrar dönüyorum yatağıma.
Gece beni korkutan ay ışığı yerini güneşe bırakıyor. Güneş, aralık duran perdeden sızarak gözüme giriyor. İstemeye istemeye kalkıyorum yatağımdan. Aşağıya indiğimde mutfaktan babamla annemin sesleri geliyor. Tam yanlarına gidecekken annemin konuşmasıyla onları dinlemeye karar veriyorum.
Annem kurulu duran masaya elini koymuş, yüzü gergin ve sesi üzgün:
-Yine gideceksin? Bu sefer babamın yüzünü sarmalıyor aynı gerginlik ve üzünç duygusu:
-Evet.
-Neden?
-Sizin için. Sizin iyiliğiniz için.
Annem birden hiddetleniyor ve ilk önce yavaş sonra giderek yükselen, tiz bir sesle yakarıyor babama onu anlaması için:
-İstemiyorum ben böyle iyiliği. Oğlun sensiz büyüyor görmüyor musun? Sen onun için, ne bileyim bir görünüp bir kaybolan hayaletten farksızsın. Sizin için diyorsun ama bize kötülük yapıyosun. Bizden kaçıyosun, bizimle geçirebileceğin zamanı kaçırıyosun. Oğlunun çocukluğunu kaçırıyosun. Görüyo musun gözaltlarımda çıkıveren kırışıklıkları. Üç sene önce yoktu. Sen üç senedir yoksun. Sensiz yaşlanıyorum görmüyor musun? Ben birlikte yaşlanmak istiyorum, böyle çıktık biz bu yola. Sen orda biz burda bir aile olur mu hiç? Bu nasıl yuva? Bırak, dön artık. İşse iş. Burda yok mu bize ekmek?
-Anlamıyosun.
-Sen anlamıyosun! Neyi anlamamı bekliyosun. Sensiz geçirdiğimiz günleri nasıl anlatabilirsin bana, bunun izahı yok! İstemiyorum, istemiyoruz gitmeni!
-Siz de gelin. Birlikte gidelim. Hem seni buraya bağlayan bir şey yok. Annemden yakınan sen değil misin? Hem bu cahiller arasında büyümesini istemiyorum Ömer’in.
-Annem babam yok evet. Ama bir zamanlar burdaydılar. Buralarda ektiler, biçtiler; yediler, içtiler; güldüler ağladılar; yaşadılar ve burda öldüler. Bizi de burdaki toprak altında bekliyorlar. Köklerim burda benim. Senin cahil dediğin köylüler de senin bir parçan. En azından onlar aileyi aile yapan şeyi; birlikteliği biliyolar. Baksana annenin evinde kaç kişi yaşıyor. Hatırlıyo musun kardeşin Osman balkondan düşmüştü de hepiniz hastaneye koşmuştunuz. Ama biz öyle miyiz? Ömer hastalansa gecenin bi vakti, nasıl götürürüm doktora?
-O yüzden gelin diyorum ya.
-Neden biz geliyoruz. Onlara ait hiçbir şey yok. Dil yok, kültür yok. Nasıl alışırız. Gelenekleriyle, adetleriyle, konuşmasıyla, her şeyiyle farklıyız biz onlardan.
Bu sefer babam hiddetleniyor. Aniden ayağa kalkıyor:
-Farkmış! Senin farktan anladığın ne? Bir elin beş parmağı bile bir değil. Her yerde her şeyde fark var! Her insan farklı. Herkes mi dışlanıyor birbirinden? Bu farklılıklar aynı yerde teneffüs etmemizi engelliyor mu?
-Aynı şey değil!
-Aynı!
Daha fazla tartışmalarına dayanamadım ve birden içeri attım kendimi. Annem ve babam beni görünce tartışmalarına son verdiler. Babam bir hışımla odadan çıktı. Annem babamın arkasından bakakaldı. Bir süre ayakta hiçbir şey yapmadan durduk. Sonra annem sofraya oturdu. Benim de oturmamı işaret etti. Kendi yemeden bana yedirmeye çalıştı ancak canım bir şey istemiyordu. Kafam babamın gitmesiyle meşguldü.
Kahvaltıdan sonra annem odasına çekildi. Biliyorum ağlayacaktı. Babamın gideceği günler hep ağlar çünkü. Ben de babamın yanına, çalışma odasına girdim. Babam beni fark etmeden masadaki kâğıtlarla uğraşıyordu. Kimisine bir şeyler yazıyor, kimisini de hemen masanın ayağına dayanmış çantasına koyuyordu. Çok azını da buruşturup küçük çöp kutusuna atıyordu. Anlaşılan gitmeye hazırlanıyordu. Takım elbisesi vardı üzerinde. Yüzü de henüz tıraşlıydı. En az on dakikadır odadaydım ancak beni görmemişti bile. Ayağımı yere sürttüm beni fark etsin diye. Babam yüzüme bakmadan:
-Otursana oğlum. Neden ayakta duruyosun?
Demek burada olduğumu biliyordu. Öyleyse neden yüzüme bile bakmadı, neden konuşmadı benimle. Çünkü işi var. İş! Her zaman işi olur onun. Ve işi varken hiçbirimizle konuşmaz, görmez bizi. Şimdi de öyle. O yüzden gidiyor. Onu orda bekleyen bir işi var. Gitsin, onu burada bekleyenleri umursamadan.
-Baba.
-Efendim.
-Hazırlanıyo musun?
-Evet.
-Gidiceksin yani?
Babam mahcup ve hafif ezik:
-Evet.
Biliyorum gideceğini. Ama yine de soruyorum içimdeki küçülmüş ümide haksızlık yapmamak için. Ondan duyunca gideceğini, içimdeki ümit sönüyor. Gözlerime gelip dökülüyor ümitlerim damla damla.
-Gitme. Sesim ezik. Gitme deyişimse gereksiz. Babam küçülüyor karşımda. Yanıma geliyor ve eğilerek kuru dudaklarını alnıma götürüyor.
-Yine gelicem.
Ben bir şey söyleyemiyorum. Biliyorum yine geleceğini. Ama istemiyorum bekleyişleri. Ağır adımlarla kalkıyor yerinden. O da biliyor başka bir şey söylenemeyeceğini. Kapının arkasındaki tahta bavulu elleriyle kavrıyor. Elimi tutuyor ve birlikte merdivenlerden iniyoruz. Annem de yanımızda beliriveriyor. Babam elimi bırakıyor. Vedanın ağırlğını, zorluğunu bize hissettirmemek için arkasına bakmadan ilerliyor toprak yolda. Toz bulutunda kaybolurken elimde onun bıraktığı boşluk kalıyor. Babam gidene kadar bakıyoruz arkasından. Gidiyor, gidiyor ve nokta olup gözümüzden yitiyor. Yine rüyalarda kalıyor babam. Yine bize hüzünlü bekleyişler düşüyor…
YORUMLAR
Sevgili Arkadaşım
Çok çok güzel bir anlatımın var.Oldukça sade, b,izden, akıcı ve anlaşılır bir üslup kullanıyorsun. Bie ebvladın babaya, daha doğrusu bir aileye olan özlemini nefis bir anlatımla dile getirmişsin. Çok çok beğendim.
Yalnız bu tür hikayelerde biraz daha dikkatli olmak gerekir. Olayın geçtiği yer bir köy ama babanın bir çalışma odası var evde...Köy evleri için pek alışıldık bir şey değil. Ayrıca baba ile oğlu arasında geçen konuşma köylü insanların konuşması gibi değil.
-Baba.
-Efendim.
-Hazırlanıyo musun?
-Evet.
-Gidiceksin yani?
Babam mahcup ve hafif ezik:
-Evet.
Biliyorum gideceğini.
''Gidiceksin yani.'' Köylüler böyle konuşmaz....
Bunlara da dikkat edersen edebi şaheserler ortsaya koyabilirsin diye düşünüyorum..Sen çok ümit vaadeden bir yazarsın..Şimdiden yolun açık olsun.
Selam ve sevgilerimle.