cennet
Birkaç hafta sonra Muzo, yeni evine taşındı. O sıralar Merve’yle tekrar deniyorduk. Ben olamıycağını biliyordum, ancak kadınsızdım. Merve’nin de farklı bir nedeni yoktu sanıyorum. Durumdan şikayetçi değildik.
Muzo, bizi yeni evine kahvaltıya davet etmişti. Ev hediyemizi aldık. Muzo’nun verdiği adrese doğru yola çıktık. Anadolu Üniversitesi arkasında tek katlı eski bir evin önünde bulduk kendimizi.
Gökyüzü açıktı, ancak soğuk şehrin kasıklarına işlemişti. Bir süre üşümeyi göze alarak evi uzaktan izledik. Pencerelerin çevresi maviye boyanmıştı Mavi ahşap kapıya ve kiremitleri çürük dişler gibi dökülmüş eksik çatıya baktık.
“Bak yavrucum. Fazla kalmıyalım, bu ev her an çökebilir.” Dedim.
“Çok ayıp.” Dedi Merve gülerken.
Ardından kapıyı vurdum.
Evin içi başka kıyametti. İki odası ve bir mutfağı vardı. Muzo, yaşam alanı olarak sobalı odayı seçmişti.
“Kış aylarında burası. Yazın iki odayı birden kullanıcam.” demişti evi gezdirirken.
Evin içinde dört mevsimi yaşıyorduk. Yaşam alanım dediği yer yazdan kalmaydı ve tişörtle oturuyorduk. Sobayı iyi besliyordu Muzo. Kömür torbalarını ikişer ikişer veriyordu. Mutfağa giderken sırtımıza palto giyiyorduk. Çünkü koridor hüzünlü sonbahar mevsimiydi. Kış mevsimi diğer oda ve tuvalet için geçerliydi.
Tuvaletin kapısını açtığımda bir sürprizle karşılaştım. Hayatımda ilk defa donmuş bir tuvalet görüyordum. Afalladım. Önce sifonu mu çekmeliydim? Yoksa hiç kullanmamalı mıydım? Mantıklı olan önce işimi görmekti. Ve çıkarıp başladım. Sıcaklığın buzları çözeceğini düşünüyordum. Öyle olmadı. Buzlar sıcak sıvıyı soğutmaya başladı. Buz üzerinde birikiyordu. Berbat bir görüntü oluştu. Buz ve ucuz viski doldurulmuş klozet gibi görünüyordu. Fazla seçenek yoktu. Muzo’yu çağırdım.
Ben seslenince anlamış olacak sobanın üstünde duran tencereyi beraberinde getirdi. Tenceredeki suyun ne işe yaradığını hemen anladım.
Muzo, sıcak suyu klozetin içine boşaltınca buzlar gürültüyle kırılmaya, kendi içine çökmeye başladı. Korkunç bir ses çıktı. Ardından berbat bir koku. Hemen koluna yapıştım: “Bak oğlum, bu evde kalamazsın. Gel yeni bir ev bulana kadar bende kal.”
Gülümsedi sadece.
“Bahar gelsin, sen o zaman gör burayı.”
Çok sürmedi. Martın sonunda güneş tenimizi ısırıyordu. İşler yolundaydı. Havalar yolundaydı. Merve, yanımdaydı. Daha iyisini bulamamıştı sanırım, henüz.
At yarışından kazanmaya devam ediyorduk. Haftada birkaç yüz lira ek gelir iyi oluyordu. Özellikle Merve’nin sanatsal merakları için. Her filme, her oyuna, her sergiye ucundan sanat damlayan her şeye gidiyorduk.
Muzo, haklıydı. Nisan ayının ilk pazar günü öğleden sonra bizi evine davet ettiğinde bunu anladık.
“Ayakkabılarınızı çıkarmayın.” Diyerek bizi eve girmeden önce uyardı.
Dediğini yaptık ve merakla koridorda peşinden yürüdük. Mutfağın yanından geçtik ve bir kapının önünde durduk. Yüzümüze baktı. Gülümsedi. Sonra kapıyı hızla sonuna kadar açtı. Parlak bir ışıkla aydınlanan gözlerime inanamadım. Evin arkasında bir bahçe vardı. Yeşil otların özgürce uzadığı bir bahçe. Yabani ot ayrımı olmaksızın bütün nebatın bir arada yaşadığı özgür cennet. Büyük bir erik ağacı bile vardı. Dallarında küçük beyaz tomurcuklar belirmişti. Ağacın hemen altında ahşap bir masa ve birkaç sandalye bizim için hazırlanmıştı. Masanın yanında mangalın içinde kırmızı kömürler iştahla et bekliyorlardı.
“Dostum, burası harika bir yer.” Dedim.
Önce birer bardak ıhlamur çayı ikram etti bize. Tertemiz nisan ayında bahçede ayaklarımı uzatmış güneşleniyordum. Muzo, mangal başındaydı. Çitleri bile vardı o bahçenin.
“Bence çitleri boyamalıyız.” Dedim sigaramı yakarken.
Gülümsedi: “Boyayı aldım bile.”
O gün, güneşin dibini sıyırdık o bahçede. Güzel olan her şey gibi unutulmazdı.