- 395 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Karla Kaplı Yollar
Karla Kaplı Yollar
Günlerdir her şeyden soyut yaşıyorum. Evde tek başıma oturuyorum. Televizyonu açmadım, internete girmedim. Yalnızca telefonum açık. O da hiç çalmadı. Evde bütün gün camdan dışarıyı izledim. Dışarısı çok soğuk olmasına rağmen, insanlar soğuk, ayaz dinlemiyorlar. Cadde yaz aylarındaki gibi... Tek fark kar yağmış olmasıdır sanırım.
Uzaklarda tepeler bembeyaz duruyor. Bu manzarayı izlerken elimde kahvemin olmasına özellikle dikkat ediyorum. Bilmiyorum, bu soyutlanma beni kendime getirdi sanki. Ama bazen de düşünüyorum, insanlar arasında pek sevilmiyor muyum, diye. Aslında sezilerim güçlüdür. Sevilmediğimin farkındayım. Çünkü insanlar beni anlamıyor. “Senin yanında çok ilkel kalıyoruz.” dediklerini duymuştum bir kaç kez. Çok kırılgan bir yapım var, dolayısıyla belli etmesem de alındım açıkçası. Ben de bir süre böyle bir tatile karar verdim. Pişman da değilim hani. Sadece bu düşünceler aklımı işgal ediyor. Karşı tepeleri izlerken bu düşüncelerle meşgul oluyorum.
Biraz soğuk bir insanımdır ben. Öyle herkesle hemen can ciğer kuzu sarması olamam. İnce eleyip sık dokurum. Kanımca, bu tutumum insanlara olumsuz yansıyor. Herkese güvenemem de bana yakınlık duymalarını engelliyor belki de... Yani, en azından, ben böyle düşünüyorum. Gerçi halimden şikayetçi değilim. Zaten çalışma ortamımda insanların dertleriyle yeterince içli dışlıyım. Herkesle “gerçekten” ilgileniyorum. Bana karşı samimi olanlar gerçekten faydamı görmüştürler. Camda yansıyan silüetime baktığımda da kötü bir insan görmüyorum. Buna sevinmiyor değilim. Ama insanların iyi niyetimi “enayilik” diye görmeleri hakikatten sinirimi bozuyor. Bunları düşünürken elimin bir an yandığını fark ediyorum. Asabım bozulduğundan, elimdeki kahve fincanını sıkmışım. Bu beni düşüncelerimin derinliklerinden alıyor.
Caddedeki bir takım insanlar dikkatimi çekiyor. İkinci kattan bakınca tam olarak anlamıyorum ama zannedersem on beş, on altı yaşlarında birkaç genç “çift” takılıyor gözüme. Şimdi düşünüyorum onların yaşındayken ben bir kızı görsem başımı çevirirdim. Çünkü benim sevdiğim insan tekti. Başkasını kendime yasaklamıştım. Kimse beni ilgilendirmezdi. Şimdi bakıyorum da benim düşüncelerim sadece bana özgüymüş. Üzülmeli miyim acaba diye geçiyor aklımdan. Cevap arıyorum kendi kendime.
Tam o anda yine düşüncelerim bölünüyor, telefonumun sesiyle irkiliyorum. İki günden beri ilk defa telefonum çalıyor. Açıyorum. Yine aynı durum. İşi düşen arıyor. Şehir dışında olduğumu bahane ederek erteliyorum. Tekrar manzaraya dönüyorum. Kar yağmaya başlamış. Aşağıdaki insan seli her zamanki coşkusunda akmaya devam ediyor. Rüzgar da esiyor. Kar taneleri uçuşuyor, rüzgarın etkisiyle. Hakikatten bu manzarayı çok seviyorum. İçim ısınıyor.
Biraz soyutlanmak gerçekten iyi geldi diye geçiyor aklımdan... Her şeyi geride bırakmış sayılmam ama bir süre uzak kalmak bende harika bir iz bırakacağa benziyor. Özellikle bu kış günlerinde sıcacık evimden çıkmak zorunda kalmayışım, gerçekten, hazzımı arttırıyor. Kahvem soğumuş. Gidip bir bardak daha alıyorum. Tekrar cam kenarına gidip oturuyorum. Akşam üstü bu cadde deyim yerindeyse insanların akınına uğruyor. Adım atmaya yer yok. Gördüğüm manzara bana çok büyük bir mutluluk veriyor. Tarif edemiyorum. Çocukluğumdan beri böyle bir manzarayı izlemeyi hayal ederdim. Bir kış günü kalabalık bir caddenin önünde olan evimin penceresinden yolda yürüyen insanlara bakmak... Amacıma ulaşmış olmanın verdiği keyifle kahvemi yudumluyorum.
Dışarıdaki rüzgar kuvvetini arttırmış şekilde esmeye devam ediyor. Caddede bulunanlar, yüzlerine çarpan soğuk rüzgarın etkisiyle daha da hızlanarak yürümeye başlıyorlar. İnsanların bu telaşı benim için çok anlamlı aslında. Bana çok şey anlatıyor. Rüzgar, kar, soğuk da öyle...
Hava karardığında cadde biraz rahatlamışa benziyor. Esen kuvvetli rüzgar kimseyi dışarıya çıkarmıyor gibi sanki. Rüzgarın uğultusu duyuluyor bazen... Evde tek başıma otururken, aklımın boş olması harika, gerçekten. Ne kadar vakit geçti bilmiyorum. Koskoca şehir bir anda karanlığa gömülüyor. Neyse ki evde buzdolabı ve bulaşık makinasından başka çalışan alet yok. Telefonumun ışığıyla evin her tarafına paylaştırdığım şamdanlardaki mumları yakıyorum. Loş ışık benim için doyumsuz bir ortam sunuyor. Bu manzarada kitap okumaktan daha güzel ne olabilir diye düşünürken, baş ucu kitabımı alıp okumaya başlıyorum. Tabi ki elektrik geldiğinde ampul bu ortamı bozmasın diye önlemimi de alıyorum. Kitap öyle sürükleyici ki, kendimi alamıyorum. Bayağı okuduktan sonra gözüm dışarıya takılıyor. Elektrik gelmiş, şehir tüm görkemiyle ışıldıyor. Kitabı bırakıp mumları söndürüyorum. Ampul tüm odayı aydınlatınca gözüm saate doğru kayıyor. Saat daha sekizi vuruyor. Üzerime bi’şeyler alıp dışarıya çıkmak geçiyor aklımdan. Sıkıca giyiniyorum. Apartmanda çıt çıkarmadan dışarı çıktıktan sonra kalabalığa karışıyor, yürüyorum. Soğuk kendini hissettiriyor. İnsanlar hızlı yürürken ben pek aldırmıyorum. Yavaş yavaş ilerliyorum. Gidip bir kafede oturuyorum. Oturduğum semtte olmasına rağmen pek gelmediğim bir yer burası. Etrafa baktığımda birçok arkadaş takılıyor gözüme. Birlikte çalıştığım, iş arkadaşlarım... Hepimiz aynı departmanda, aynı mekânda çalışıyoruz. Tesadüfe bak... Aralarında bir gece düzenlemişler. Gülüp eğleniyorlar. Sohbet pek koyu. Bütün kafe onları dinliyor. Onları izlerken garson yanıma gelip bir şey isteyip istemediğimi, soruyor. Bir Türk kahvesi istiyorum ve gidiyor. İş arkadaşlarımdan biri beni görüyor. Ama görmemiş gibi yapıp başını çeviriyor. Hayırdır inşallah... Buna bir anlam veremiyorum doğrusu. Çünkü, benimle bir sorunu yok. Bunu düşünürken garson siparişimi getiriyor. Tadına vararak kahvemi içiyorum. Bu arada gruba bakmamaya dikkat ediyorum. Dalgın gibi görünmeye çalışarak, hesabı ödeyip mekândan ayrılıyorum. Soğuk hava düşüncelerimi dağıtıyor. Geldiğim gibi yavaş yavaş yürüyerek, arka sokaklardan eve doğru yol alıyorum. Hafif hafif yağan kar da caddelerin ışıklarında daha da güzel görünerek yere süzülüyor. Caddelerde pek fazla da insan kalmamış, hani. Eve varıyorum. Kapıyı açtığımda telefonumun çaldığını duyuyorum. Fakat yetişemeden kesiliyor. Üstümdeki ağırlıkları çıkarıp odaya geçiyorum. Telefona bakıyorum. Arayan, şu bana ters bakan arkadaş. Geri dönmek istemiyorum ve telefonu bırakıyorum. Her nasılsa işi düşer diye düşünerek mutfağa geçiyor ve yıkamayı bitiren bulaşık makinasını boşaltıyorum. Gereçleri dizince uykumun geldiğini fark ediyorum. Saat de epeyce geç olmuş. Yatıyorum...
Kahvenin etkisiyle olsa gerek sabah erkenden kalkıyorum saat daha beşe vurmadan. Dışarısı zindan gibi... Uyku tutmayınca bilgisayarımı alıp banka hesaplarıma göz atıyorum. Biriken faturalarımı ödüyorum. Bu işin şimdi aklıma gelmesi biraz garip ama iyi oldu. Aslında otomatik ödeme talimatı vermek daha akıllıca lakin bu şekilde uğraşmak her nedense hoşuma gidiyor. Gidip pencereden bakıyorum. Hâlâ kar yağıyor. Rüzgâr dinmiş. Dışarıda kimseler yok. Nedense içim bir garip oluyor. Damar şarkı dinlemeyi hiç sevmem ama canım damar dinlemek istiyor birden. Bulup birkaç damar dinlemek iyi geliyor. İnsana gerçekleri hatırlatıyor sanki, bazıları. Şarkılardan sıkılınca, kapatıp kitabımı alıyorum. Bana gün doğana kadar yarenlik ediyor. Saat sabahın yedisi... Yine telefon çalmaya başlıyor. Yine akşamki arkadaş... Bu sefer açıyorum. Özür dileyerek başlıyor söze, sabah sabah rahatsız ettiği için. En soğuk tavrımı takınarak önemli olmadığını söylüyorum. Sorun nedir, diyerek lafı fazla uzatmadan konuya girmesini istiyorum. Akşamki tavrı için kısa ve isteksiz bir özür diledikten sonra asıl konuya geliyor. Şirkette işlediği yanlış bir dosyayı benim düzeltmemi istiyor. Biraz yumuşuyorum ama bir yanım akşamki tavrını affetme diyor. Ben de bu fikre uyarak kesin bir dille reddediyorum. Soğuk bir şekilde telefonu kapatıyorum. Sinirimden ne yapacağımı bilmiyorum. Ne yüzsüzlük! Sanki akşam “sen de nereden çıktın?” der gibi bakan ben değildim. Bunun üstüne bir de beni, kendi hatasına ortak etmeye çalışıyor. Bunun gibi insan artıkları beni gerçekten sinir etmeye yetiyor. Derken kuvvetli rüzgarın sesi beni bir anda yumuşatıyor. Düşüncelerimden arınıp hemen mutfağa gidiyorum. Kendime, özenle bir kahve yapıp, çok sevdiğim pencerenin önüne gidiyorum. Kahvemi yudumlarken caddede koşuşturan insanları izlemek bana her şeyi unutturuyor. Havadaki bu düzensiz değişime anlam vermek de zor oluyor. Daha yirmi, yirmi beş dakika önce yaprak kıpırdamıyordu. Şimdi ise rüzgârın sesi kuvvetli bir şekilde estiğini söylüyor.
Yaklaşık yarım saat kadar olsa gerek pencereden dışarıyı izledikten sonra karnımın açlığı aklıma geliyor. Mutfağa geçip, bir kahvaltı masası kuruyorum kendime. Kahvaltımı iştahla yaptıktan sonra masamı toplayıp, ortalığı temizliyorum. Dışarıda rüzgar tüm şiddetiyle devam ediyor. Bu ses, bilmiyorum ama, bende çok farklı duygular uyandırıyor.
Bi’ an duraksıyorum. Aklıma, birden şehirden uzaklaşma fikri düşüyor. Nereye gitsem acaba, diye düşünerek yatak odama gidip bir valiz hazırlamaya başlıyorum. Sonunda Uludağ’a gitmek aklıma yatıyor. Bilgisayarımı alıp uçak bileti alıyorum. Bir otelde yer ayırtıyorum. Sonra evden ayrılmak için son hazırlıklarımı yapıyorum. Doğal gaz, su vanalarını kapatıp elektrik sigortasını indiriyorum. Artık çıkabilirdim. Telefonumu ve anahtarımı alıp çıkıyorum. Aparman çıkışında apartman görevlisine tatile gittiğimi haber verip, hava alanından uçakla Türkiye’ye, Bursa’ya indiğimde yer ayırttığım otele gidiyorum. Otel, güzel bir mevkîde ve temiz, güzel bir yer. Uludağ’da zirveye biraz yakın bir yere kurulduğundan, orman harika görünüyor. Gece saat sekiz sularında çok kuvvetli bir fırtına çıkıyor. Kaldığım otelin penceresinden fırtınayı izliyorum. Yalnız bir eksik var. Kahvem olmadan bu manzarada bir eksiklik var gibi geliyor.
Fırtına, kar ve bu soğuk hava bani alıp götürüyor. Yalnızlığımı düşünüyorum. Annemi, babamı, ailemi... Ben kalabalık bir ailenin çocuğuyum. Ama şu an kimesin arayıp sormaması, benim de onlara karşı uzak tavır almama neden oldu. Aslında ben de arayıp sorardım, amcalarımı, yengelerimi,halalarımı. Tüm sülale ile içli dışlıydım. Yedi kuşak uzak da olsa, akrabam derdim. Şimdi de ise bu hallerde olmak bazen dokunuyor bana... Düşünmüyor da değilim hani, acaba ben mi bir hata yaptım, diye. Hatayı, her zaman olmasa da, çoğu zaman kendimde arardım. Hatam olmuştur muhakkak ama; hiç kimseyi bilerek üzmemişimdir. Düşündükçe boğazım düğümleniyor sanki. Bendeki bu soğukluk da benim sınavım herhalde. Gerçi ben de böyle yaşamaya alıştım. Kimseye hesap vermiyorum. Lâkin bir karar alırken en ince ayrıntısına kadar düşünmek, kimseye danışamamak gerçekten biraz zor geliyor. Sadece bu değil, kimseyle bir şey paylaşmamak da cabası.
Bu düşünceler zihnimi işgal ederken oda servisi elemanı kapımı çalıyor. Bir ihtiyacım olduğunda haber vereceğimi söyleyip gönderiyorum. Bilgisayarımı alıp etrafta kiralık dağ evi olup olmadığına bir göz atıyorum. Tam aradığım gibi bir yer buluyorum en sonunda. Fakat bulduğum kulübe Uludağ’da değil Bolu’da, Abant Gölü yakınlarındaymış. Olsun. Yine de oraya gitmeye karar veriyorum. Otelden ayrılıp araçla, zorlu bir yolculuktan sonra, Bolu merkezde bir restorantta kiracımla oturup hesabı hallediyorum. Sonra beraber dağ evine gidiyoruz. Beni oraya bırakıp dikkatli olmamı bolca tembihledikten sonra gidiyor. Ben de evi geziyorum. Gerçekten güzel bir mekân. Sonra gidip biraz odun alıyorum. Şömineyi ve ortalığı aydınlatmak için orada bulunan mumları yakıyorum. Şömine yanarken ben de üstümdeki fazlalıklardan kurtuluyorum. İçerisi iyice ısınıyor. Dışarıda sakin sakin yağan kar da tatlı bir ortam sunuyor. Loş mum ışıkları altında yanımda taşıdığım kitabımı alıp okuyorum. Epey bi’ okuduktan sonra şiddetli rüzgârın uğultusuyla daldığım kitaptan başımı kaldırıyorum. Saat de bayağı geç olmuş. Şömine başına kıvrılıp yatıyorum.
Sabah, güneşin ilk ışıkları aralık olan perdenin ardından içeriye sızıyor. Akşamdan yanan şömine yavaş yavaş geçmeye başlamış ama; içerisi gene de sıcak. Dışarıda kar dize kadar erişiyor. Hafif bir rüzgar ağaçların dallarını yalayarak geçiyor. Ben rüzgarı dinleyerek şömine başında ayılmaya çalışıyorum. Akşam kaçta yattığımı bilmiyorum ama; sabahın ilk ışıklarında uyanmak iyi geldi. Şöminedeki ataşi harlandırıp dışarı çıkıyorum. Dışarısı epey bi’ soğuk. Sıkı giyinmek zorundayım. İyice sarınıp sarmalandıktan sonra kapıyı açıp dışarı çıkıyorum. Güneş’in ışıkları daha yeni ortaya çıkıyor. Hafif bir rüzgar esiyor sadece. Yeni uyanmış birine bu rüzgâr gerçekten iyi gelir. Tabii bana da öyle. Evin bahçesinde biraz dolaşıyorum. Manzara gerçekten harika. Göl ve kar manzarası insanın içini açıyor. Fazla uzaklaşmamak için dikkatli davranmak zorundayım. Ne de olsa burayı hiç tanımıyorum.
Yalnız gezmeyi severim. Kimseyi benle gezmesi için zorlamam. Çünkü, ben gezmeyi çok severim. Her yere gitmek isterim. Ayrıca bu eylemi yürüyerek yaparım. Şehri bir uçtan bir uca yürürüm. Hala bana ayak uydurabilen bir arkadaşım yok. Bundan şikayetçi de değilim. Ben alıştım artık böyle yaşamaya. Ağır gelmiyor. Aslında ben bu yüzden kışı seviyorum. Bana bu yalnızlığımı unutturuyor.
Bu düşüncelerle evin etrafını bir kez turladıktan sonra, tekrar eve giriyorum. Şömine iyiden iyiye geçmeye başlamış. Temizleyip tekrar yakıyorum. Şöminede alevler kuvvetlenirken ben de mutfakta küçük bir kahvaltı tepsisi hazırlayarak şöminenin karşısında oturuyorum. Şömine alevlerini izlerken kahvaltımı yapıyorum. Sonra da kendime bir kahve yapıyorum. Evimdeki gibi pencerenin önünden dışarıyı izlemeye koyuluyorum. Manzara harika. Göl çok güzel görünüyor. Ama orman daha çok ilgimi çekiyor. Karla kaplı çam ağaçları mükemmel. Kahvemi bitirip biraz gezmek istiyorum. İyice giyinip dışarı çıkıyorum. Telefonumu da yanıma alıyorum. Çünkü dışarıda ne olacağını bilmiyorum. Hem birkaç fotoğraf çekerim belki.
Evden çıkıyorum. Yürümek de biraz zor oluyor gerçekten. Evden uzaklaştıkça, ev de bir başka görünüyor gözüme. Yine de evi gözden kaybetmemem gerek. Yoksa neler olabileceğini tahmin etmek gerçekten çok zor. Bu düşüncelerle yürümeye devam ediyorum. Birkaç fotoğraf da çekiyorum. Güzel bir anı olacak benim için. Yürümeye devam ederken bir defa arkama bakıyorum ev gözden kaybolmak üzere. Hemen geri dönüyorum. Dönüşte de birkaç kare yakalıyorum. Geldiğim yoldan geri dönerken izlerim bile kaybolmaya başlamış. Neyse ki eve sağ salim ulaşıyorum. İçerisi sıcacık. Bu sırada telefonum çalıyor. Patronum arıyor. Açıyorum. İşte bir sorun çıktığını ve üç gün içinde işe gelmem gerektiğini söylüyor. E n’apalım. Boyun eğmek zorundayım. En kısa zamanda geleceğimi söyleyip, telefonu kapatıyorum. Hemen bilgisayardan bir uçak bileti alıyorum. Kiracımı arayıp beni evden alıp şehre bırakmasını istiyorum. Sonra evi topluyorum. Eşyalarımı iyi ki dağıtmamışım.
Çok geçmeden kiracım geliyor. Yola çıkıyoruz. Kısa bir Abant tatili... İnşallah yine yolum düşer diye dua ediyorum. Kiracım beni Bolu merkeze bırakıyor. Oradan Bursa’ya geçiyorum. Gece saat 23.50 seferine biniyorum. Uçak şehrime inene kadar uyumuşum. Gözlerimi açtığımda uçak inmiş, kapıya yanaşıyordu. Toparlanmaya başlıyorum. Uçaktan inip ve çıkışta bir taksiye atlayıp doğruca oturduğum semte gidiyorum. Evimin bulunduğu apartmanın hemen girişinde iniyorum. Genelde birkaç sokak geride iner ve yürürüm ama gecenin bu vakti yürümek pek tekin gelmiyor gözüme. Apartmana giriyorum. Eve girdiğimde her yer buz gibi. Hemen doğal gaz anahtarını açıyorum. Ev ısınırken beni de uyku basıyor. Hemen yatıyorum.
Sabah çok geç uyanıyorum. Saat on buçuk olmuş. Gerçi bu normal. Akşam çok geç yattım. Neyse ki daha iki günüm var. Tatilimi sonuna kadar kullanacağım. Dışarıda çok kuvvetli bir rüzgar esiyor. Kalkıp pencereme gidiyorum. İnsan seli akmaya davam ediyor. Bu gün ilk defa bir değişiklik yapıyorum. Kahve içmeden önce kahvaltı yapacağım. Kendimi bildim bileli kalkınca ilk olarak kahve içerim. Ama bu gün canım kahvaltı yapmak istiyor. Mutfağa gidip kendime güzel bir kahvaltı hazırlıyorum. Kahvaltı tepsimi alıp pencereme geri dönüyorum. Özlediğim manzara eşliğinde kahvaltımı yaparken yine telefonum çalıyor. Patronum arıyor. Açıyorum. Şehre gelip gelmediğimi merak etmiş. Merakını giderek telefonu kapatıyorum.
Saat on ikiye doğru canım evden dışarı çıkmak istiyor. Amacım vakit geçirmek olduğundan acele etmeden hazırlanıyorum. Dışarıda hava kapalı ve kuvvetli rüzgar esmeye devam ediyor. Bu duruma aldırmadan, adeta tadını çıkararak sokaklarda yürümeye başlıyorum. Sakin bir şekilde yürürken biri yanıma yaklaşıyor. Omzuma dokunuyor. Cadde kalabalık olduğundan birinin çarptığını düşünerek bakmıyorum. Fakat tekrar dokununca arkama bakıyorum. Çok uzun süredir görüşmediğim eski bir arkadaşım. Arya. Onunla çok eskiden tanışıyoruz. İlkokula beraber giderdik. Lise de beraber okumuştuk. Ama sonra bir daha hiç görmemiştim onu. Hoş, görsem de dikkatli bakmayacağım için yine tanımazdım.
Ayaküstü biraz sohbet ettikten sonra onu bana kahve içmeye davet ediyorum. İşlerinin yoğun olduğunu ama yine de biraz ara vermenin zararı olmayacağını söyleyerek davetimi kabul ediyor. Yürüyerek eve dönüyoruz. Onu içeriye buyur ederken evime yaklaşık iyi yıldır benden başka kimsenin girmediğini fark ediyorum. Benim dalgın halim onun da dikkatini çekmiş olacak ki dalgınlığımın sebebini soruyor. Düşüncemden ona bahsetmek istemiyorum ve bir şey yok, diyerek geçiştiriyorum. Arya’yı salonda bırakıp mutfakta iki Türk kahvesi yapıyorum. Kahvelerimizi içerken biraz laflıyoruz. Ancak fazla kalamayacağını söylüyor. Kahvelerimizi bitirip beraber evden çıkıyoruz. O işe dönerken ben de yarım kalan yürüyüşüme devam ediyorum. Aslında ben bir kafede oturmayı planlıyordum. Arya gelince evime davet etmenin uygun olabileceğini düşündüm. Bana da iyi geldi.
Şehrin işlek yerlerinde bayağı bir dolaştıktan sonra eve dönüyorum. Güneş batalı bir saatten fazla olmalı. Eve geldiğimde içim bi’ garip oluyor. Ama sonra geçiyor. Biraz oturup, dinleniyorum. Daha sonra oturup bir akşam yemeği yiyorum. Aklıma aile albümü geliyor. Yatak odamda olması gerek. Gidip buluyorum. Uzun süre albümdeki fotoğraflara bakıyorum. Ne kadar sürdü bilmiyorum. Bir süre sonra gözüm pencereye kayıyor. Kar yağmaya başlamış. Albümü kaldırıp dışarıdaki kar yağışını izlemeye koyuluyorum. Saat gece yarısına ilerliyor. beni de uyku bastırıyor. Birden yarın işe gitme fikri düşüyor aklıma. Zaten yarın yapacak bir şeyim de yok.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.