RÜTBESİZ İNSAN EVLADI
Küçük bir çocukken insanlar sizi dinlesin istersiniz, sizinle ilgilensin. Özellikle aileden beklenir tabi bu. Çok küçükken biri kolunu, bacağınızı koparır gibi hatta kalbinizi yerinden söker gibi ağlarsınız. İnsanlar neden ağladığınızı merak eder, sizinle ilgilenir. Güldürmek için istediğin şeyi yaparlar ya da belki de sadece susman için. Şeker, çikolata verirler. Bu sizi amacınıza ulaştırır. İnsanlar sizin farkınıza varmıştır. Belki de küçük şeylerle mutlu olmayı ilk kez o zaman öğreniriz. Tabi bunu yapabilmeniz için çevrenizde sizinle ilgilenebilecek insanlar olması gerekir. Aileniz çalışıyorsa, size iyi bakmak için sizi unutur. Belki aile büyükleriyle belki bakıcılarla büyürsünüz. Sonuçta tam bir aileniz olmaz. Çünkü onların ilgileri size yetmeyecektir. Annenizi, babanızı nadir gördüğünüz anlarda ilgi çekmek için ağlarsanız, bu sadece onlara sizinle geçirdiği vakti zehir eder ve beklediğiniz ilgiyi de bulamazsınız.
Bu kez ilgi çekmenin farklı yollarını bulursunuz, çocukluğun verdiği saflık ve büyüklerin küçümsediği aklınızla. Kimi çocuk kötü alışkanlıklar edinir bu şekilde ve aile onu sorgularken asla hatayı kendinde aramaz. Onu yargılar. Bu yüzden bu oyun devam eder ve bu bir kişilik haline gelir. Ya da ilgi çekme bahanesiyle yeteneklerinizi keşfedersiniz. Tıpkı benim gibi resim yapar, dans eder, şarkı söyler, taklit yapar, okuldaki tüm sosyal etkinliklere katılıp dikkat çekmeye çalışırsınız. Herkesin dikkatini çekersiniz ama yine de ailenizin ilgisi size yetmez. Sahne eviniz oluncaya dek didinirsiniz. Bu sayede sizinle daha çok ilgilenen insanlarla vakit geçirmek daha fazla hoşunuza gitmeye başlayacaktır. Her fırsatta evden uzaklaşma isteği de buradan doğar, bedeniniz daha küçükken.
Ben de anneannemle büyüdüm. Eve gitmeyi çok küçük yaşımdan beri istemem. Bu yüzden hem anneannemlerde hem de kendi evimizde bir odam vardı. Parfüm kokulu modern evimizdense, duvarların utancından kendini sarartıp, soldurduğu, sigara kokan, loş eski tarz evde vakit geçirmeyi severdim. Aynı apartmanda olmasına rağmen birbirinden çok farklıydı bu iki ev. Değil aynı apartman, aynı semtte olması bile şaşırtıcıydı. Mavi çocuk odası takımları içerisinde öğrendim arkadaşlığı, paylaşmayı… Anneannem benimle birlikte iki erkek çocuğuna da bakıyordu. Erkek gibi yetişmem de bundan kaynaklı.
Aşkı da sigara dumanı altında, camdan denize bakarken öğrendim. İlk aşkım dayımdı ve o bir denizciydi. Camdan baktığım her gemi aslında onun gemisiydi. Beklemeyi de böyle öğrendim. Limana yanaşan her gemiden o insin diye bekledim.
Geçirdiğimiz kısa vakitlerde babamı incelerdim. O bir askerdi. Sert adımlar, hep sinirliymiş gibi bakan yüz ifadesi, ellerini arkasında bağlayıp yürüyüşü… Kesin görüşleri ve yıkılmaz duvarları vardı. Her zaman beni dinlemesini, fikirlerimi önemsemesini istedim. Çoğu zaman dinlemedi. Büyüdükçe beni dinle çabalarımın sonuçları tartışmalarla sonuçlanmaya başladı. Fikirlerimiz hiçbir zaman aynı olmadı. Askerliğin verdiği otoriteyle bana kendi görüşlerini kabul ettirmeye çalışırdı ve bu da benim özgür ruhuma aykırıydı. Bu sayede bazen susmam gerektiğini öğrendim.
Babam bana saygı duysun istedim ve kendimce bir çözüm ürettim. İşte o gün koydum hedefimi. Daha rütbeli bir asker olup, günün birinde babama önümde selam durduracaktım. Bu bana saygı duymasının bir yoluydu.
Bu konuda bile anlaşamamıştık. Sürekli benden asker olmayacağını söyler dururdu. O bunu söyledikçe tüm gücümle haykırarak sordum beni ne kadar tanıdığını ama içimden.
Ortaokulda kamuflaj pantolonlar giydim. Askeri lise için başvuru formları geldiğinde beni bu hayali ertelemek zorunda bırakan tek bir şart vardı. ERKEK OLMAK. Erkek olsam belki de her şey farklı olacaktı zaten. Çünkü yaşadığımız sorunları erkek kardeşim hiç yaşamadı.
Lise hayatım boyunca boşluk doldurma oynadım. Çocukluğumun eksikliğini bana değer verebilecek insanları başıma taç yaparak ödüllendirip doldurmaya çalıştım. Lisede ayakta kalmama yardımcı oldu hayalim. Ama öyle şeyler yaşadım, gördüm ki dört duvar arasına sıkıştırılmış Brezilya dizisi kıvamlı hayatta, karşıma çıkabilecek her şeye hazır gibiydim.
Askeriye içindeki olayları dinledim. Adalet yok dendi. O yarı çıplak, elinde terazi tutan kadın askeriyede pek tutulmuyor olsa gerekti.
Son sene her şeye kulak tıkadım. Tek hedefim asker olmaktı. Tercih yaparken açıkta kalma riskini göze almak istemedik yine de mimarlık yazdık tercihlere. Bana en yakın meslek gibi gelmişti ama ben ihtimal bile vermiyorum askeriye olmayacağına. Ta ki mülakatlarda mide rahatsızlığım bahane edilip Kuleli’ye veda edene kadar. Mimarlık fakültesi düşününce ne kadar tuhaf geliyordu, askeriye isterken, mimarlık… O kadar zıt iki şeydi ki aslında, biri sert bakışlar ve emretme yeteneği istiyordu diğeriyse narinlik ve estetik.
Aşık olduğum, o yedi tepesinin her birinin bir kadını andırdığı şehirde dört sene boyunca mimarlık okudum ve hayatım boyunca bundan pişmanlık duymadım.
Bu sırada aşka olan inancımı da yeniden kazandım. Evet, o siyah beyaz filmlerdeki aşk gerçekten de vardı. Şaşılacak bir durum ki, aşık olduğum adam; sert bakışları, elleri arkasında bağlı yürüyüşünün verdiği izlenimin arkasında kocaman bir kalp saklayan bir askerdi.
Zaman epey çabuk ilerledi ki şu an o askerle aynı yastıkta kocuyoruz. Bir de gündoğumunu andıran saç rengi, kıvır kıvır saçları, kırmızı öpülesi yanaklarıyla bir kızımız oldu. Bizim kızımız benim yaşadıklarımı asla yaşamadı. Sebebi eşime kızımız doğduğu gün, seneler önce babama yazdığım bir yazıyı okutmam olsa da aralarında aşkı hep çok kıskanacağım.
Hayalimi gerçekleştirip, önümde babama selam durduramadım ama kızım babasının önünde selam durduğu rütbesiz insan evladı oldu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.