- 605 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Bu Yazıya Devam Edeyim mi?
Merhaba,
Nasılsın Emine? İyi misin?
Uzun zamandır görüşemedik, ne var ne yok?
“Neler yok ki..!” diye fısıldadım.
Derinden bir iç çekmiştim:
“Her şey var hiçbir şey yok.”
Kendime mektup yazmak istedim, işte bugün.
Öyle ya, kimi sevdiğine, kimi ailesinden birine, kimileri de dostlarına mektup yazar. Neden insan kendisine yazmasın ki?
Bense bugün, nedense kendime kırgındım, kendime söz geçiremiyordum, kendime soru da soramıyordum.
Dinlemiyordum ki, iç sesimi..!
İnsan nasıl söz geçirirdi ki, dinlemesini bilmeyen birine?
Bu nedenle, belki işe yarar düşüncesiyle kalemi elime aldım.
“Merhaba” sözcüğünden sonra duraksadım.
Kendime nasıl hitap etseydim? Diye…
Omuz silktim: Ne önemi vardı ki?
Önemli değildi, nasıl başlayacağı… Yazmalıydım işte…
Önemli olan kendimin veya sizlerin bu mektubumu okuyup okumayacağı idi.
Aklıma ilk gelenleri yazmaya başladım:
Bir kaç gün önce sitenin e-postasını açmış, gelen postaları kontrol ediyordum, kimlerden gelmemişti ki?
Benim için edebi değerleri olanları, arşivliyordum, bir yandan da okurlardan gelen mektupları okuyor yanıt veriyordum. Hızlı hızlı okurken bir ileti dikkatimi çekti.
“…Sayın Yönetici, Uzun zamandır edebiyat sitenizin okuyucusuyum. Her sabah işe başlamadan önce ilk işim sitenize girmek ve o günkü tüm eserlerinizi okumak oluyordu. Ama bir türlü çıkmak bilmiyordum, öyle renkli ki siteniz. Hani, bir seraya girersiniz, her çeşit çiçek kokusu yükselir burnunuza ya… İşte bunun gibi bir şey vardı sitenizde. Oyalıyordu zamanı, nasıl geçtiğini de anlamıyordum. Sonra arşivinizde oyalanıyordum. Yazarlarınızın eserleri birbirinden güzel ve ilgi çekiciydi. Artık gazete okumuyor, edebi değerdeki eserlerin bulunduğu sitenizi takip etmekten zevk alıyordum. “
*
Yukarıdaki mektubu okur okumaz yüzüm mutlu bir ışımayla aydınlandı. Demek ki okura ulaşabilmiştik. İkinci sıradaki iletiyi açtım:
“…Sayın Site Yönetimi, ben 14 yaşında bir gencim. Edebiyatı çok seviyorum. Özellikle de öykü yazmaya çok merakım var. Ekte bir kaç öykümü gönderiyorum, okuyup, bana fikrinizi yazarsanız çok sevinirim.”
*
Evet, gencimiz ekte kocaman bir dosya göndermişti. Okunması saatler sürecek, -kabarık bir dosyayı- açıp açmamak arasında geçen zamanda, gözlerim diğer bir iletiye dokundu.
“…Sayın Yönetmenim, Ben Hatay’da okumaktayım. Sitenizdeki arşivden tez konumu destekleyecek bilgileri gördüm. Sanat Tarihi bölümünden bu yazınızı kaynak gösterebilir miyim. Bir de bu yazıyı yazan hocamızla nasıl bağlantı kurabilirim? Lütfen acil yanıt bekliyorum. Yardımlarınız için şimdiden teşekkür ederim.”
*
Hımm, bu gencin önce telefonunu almalıyım, sonra konuyu sitemizde paylaşan hocamızla iletişime geçmeliyim, diye düşünürken gözlerim ilgiyle başka yöne kaymıştı:
Konu başlığı çok ilginç gelince hiç düşünmeden açtım.
EVLENMEK İSTİYORUM!
Ala ala bu da kim böyle? Diye merakla iletiyi açtım.
“…Sayın Site Yöneticileri… Ben bekar bir öğretmenim. Doğuda görev yapıyorum. Bulunduğum köyde kütüphane yok. Öğrenciler, eğer aileleri izin verirse okula geliyorlardı. Şimdi bana alıştılar. Güvenlerini kazandıktan sonra sevmeye başladılar. Sevginin açmayacağı kapı yoktur. Onlar çocuklarım gibi oldular. Şimdi köyde bir söylenti aldı başını gidiyor. ‘Acaba öğretmende bir kusur mu var da evlenmiyor?’diye. Bu dedikodular benim çok canımı sıkıyor tabi… Düşünebiliyor musunuz, 8-9 aydır kar, çetin kış mevsimi olan bir doğu bölgesindeyim. Köydeki evlilik çağına gelmiş bayanların çoğu, okumamış ve cahildi. Köyün ileri gelenlerinin fırında bile pişmeyecek- mayasız ekmek- gibi beynimi mayalamaya çalıştıkları baskılarla karşılaşıyordum: ‘evlen bu kızın çeyizi çoktur, şu kızın nesini beğenmedin? Bu hanım kızımız iyi börek pişirir, ‘ vs… vs… baskılarından bıktım. Buradan size sesleniyorum. Beni anlayacak, duygusal, edebiyat aşığı 30-40 yaşlarında, kültürlü bir hanımla evlenmek istiyorum.”
*
Mektubu okur okumaz kahkahayı basmıştım. Çöpçatanlık bürosu muyduk ki? Önce bu postayı silmeyi düşündüm, sonra vazgeçtim. İleride bir öykümün teması olabilirdi. Ben bu şekilde düşüncelerimi eşelerken, faremi sonraki ileti üzerine tıklattım.
“…Sayın Yönetmen, Ben Çorum’da askerlik yapmaktayım. Burada okumaya hasret kaldık. Koca alaya bir tek kitap düşmekte. Yarın sıra bana gelecek ve ben o kitabı dördüncü kez okuyacağım. Artık kitap elimizde ha dağıldı, ha dağılacak bir duruma geldi. Şimdi size neden yazdığıma gelince; efendim, ben yakında terhis olacağım, ama buradaki asker arkadaşlarım ve daha sonra askerlik yapacaklar için bizlere kütüphanenizden kitap göndermenizi rica ediyoruz.”
*
Başım ağrıyordu, gözlerim okumaktan yorulmuştu. Sitenin sayfasını açıp yazı gönderen arkadaşlarımızın yazılarını düzeltmem gerektiğini düşündüm. Öyle karışıktı ki site. Yazı yazan arkadaşlar metin kutusunu biraz inceleseler, ne kadar düzgün yazacaklardı. Sıkılmıştım. Tek başınaydım… Kim bana yardım edebilirdi, kim şu çaresiz kalışımda elimden tutabilirdi? Kaç kez siteden ayrılıp, kim ne yaparsa yapsın-artık çok yoruldum- dediğim anlarım oldu… Ama her seferinde bu düşüncemi eyleme geçiremedim. Canım çok sıkkındı. Karnım da acıkmıştı. Mutfağa geçtim.
Buzdolabını açıp, öylesine kolaçan ettiğimde rafların boşalmış olduğunu gördüm. En iyisi çay demleyip, kahvaltı hazırlamak, diye aklımdan geçirdiğimde, vazgeçtim bu düşüncemden. Eşim yürüyüşe çıkmadan önce, ” Sakın bu kez yazı yazmaya daldım, diye bahane etme, bugün bana güzel bir sofra hazırlarsın artık…”
Eşim bu uyarıyı neden yapmıştı ki? O anda kafamın içinde şimşekler çakmıştı. Aman Tanrım, bunu nasıl unuttum ben..! Bugün bizim 34. evlilik yıl-dönümüzdü..!
Salonda bir aşağı bir yukarı gidip geliyorken, ne hazırlayacağımı düşünüyordum. Üstelik Evde yemeklik malzeme de yoktu. Saatime baktığımda, telaşım daha da artmıştı;zira eşimin eve -ha geldi, ha gelecek- saatiydi.
Telefona koşturdum. Fırat Kebap-ın numarasını çevirip, iki İskender siparişimi verdikten sonra, montumu giyinip, aceleyle evden çıktım. Adımlarımı hızlandırdım. Sokağımızın çekik gözlü kırma pitbulu Tatar da benle birlikte koşturuyordu. Ona doğru işaret parmağımı salladım:
-”Sakın sakın ha..! Seninle şimdi hiç mi, hiç ilgilenmem Tatar, gelme benle,” dediğimde, sanki anlamıştı.
Durdu ve öylece kalakaldı zavallım, arkamda. Ona göz ucuyla baktığımda içimden başını okşayasım gelmişti. Ama vaktim yoktu, acele etmem gerekti.
Pastaneye geldiğimde, bir kaç gün öncesi vitrine konmuş yaş pastaları da görünce hey heylerim gelmeye başlamıştı. O anda içime afakanlar basmıştı. Ne yapmalıydım? Saatime ivecen bir bakış attığımda, “eyvahlar olsun Fırat Kebap’tan da gelmişlerse, geri gitmiştir,” diye yüksek sesle konuşunca. Satıcı kız,
-“Fırat abim bugün gelmeyecek,” demez mi?
O anki ruh halimle ne yapacağımı hiç düşünmeden hayatımın en anlamlı anlamsız kararını verdim. Soluğu, Serap Kuaförde aldığım zaman derin bir “oh” çekerek, -başımı- yıkayacakları koltuğa çökmüştüm. Ta ki, “nasıl olacaktı?” sorusunu duyana kadar. Verdiğim yanıtı, bugün bile anımsayınca hala gülümserim. “Sadece bir parmak kesilsin.”
Stres, panik, kararsızlık, şartların olumsuzluğu, zamansızlık, beni farklı boyuta taşımıştı sanki. Göz-kapaklarımın ağırlaşması genelde sorun yaşadığım zaman olurdu. Kuaför de ne güzel tarıyordu uzun kızıl saçlarımı… Uyku kaçınılmazdı.
“Nasıl olmuş?” sorusunu duyduğum zaman gözlerimi hayretler içinde açmıştım. Ve dudaklarımdan o esnada birkaç nida sözcüğü de fırlamıştı.
-“Aman Allah’ım, olamaz..! Bu ney..!”
Emine PİŞİREN
07.02.2013
Dip Not: Arkadaşlar, bu yazıya devam etmemi istiyor musunuz? Devam etmemi isteyen yazım dostlarım, bunu yorumlarında yazarlarsa sevinirim.