- 953 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
" BARİ SEN SIRTIMDAN VURMA DEDİ YAŞLI GÖZLERLE ".....NİZAMİ MERT......
" BARİ SEN SIRTIMDAN VURMA DEDİ YAŞLI GÖZLERLE "
Sabahın ilk ışıklarıyla uyanmıştı, gözleri yorgun ve bitkindi Hayat denizinin sahillerinde yürürken aklında hep vefa vardı. Çocuk yaşlarında annesi bir iyiliğin bir gülümsemenin ve bir selamın sonunda asla vefasız olma oğlum demişti. Bu yaşam dünyasını şekillendiren ilk ve unutulmaz dersiydi, bu dersten asla sınıfta kalmadı. Vefanın bazen bedeli o kadar ağır oluyordu ki isyanla vefa arasında medcezir yaşıyordu yüreği. O güzel anacığının oğlum asla vefasız olma " VEFASIZLIK İMANSIZLIKTIR " dediği kulaklarında çınlıyordu. Yıllar nede çabuk geçmişti. İşte dünya hayatı buydu bir göz açıp kapamak kadar bir şey. Yüce yaratıcıda zaten bu konuda uyarısını yapıyordu Kutsal kitabımız kuranı mubinde.
Yine böyle onları dirilttik ki, kendi aralarında (birbirlerine) sorsunlar: İçlerinden biri: "Ne kadar kaldınız?" dedi. "Bir gün, ya da günün bir parçası (kadar kaldık)." dediler. (Fakat işin içyüzünü iyice bilmediklerinden herşeyi en iyi bilenin Allâh olduğunu ifade ettiler): "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir, dediler, birinizi şu gümüş (para) ile şehre gönderin, baksın, hangi yiyecek daha temiz (ve nefis) ise ondan size bir azık getirsin; fakat çok dikkatli davransın, sakın sizi birisine sezdirmesin." Kehf/19....
Kehf suresinde geçen bu durum zulümden allaha firar eden gençlerin durumudur. Gençler uyanıyorlar, ama uykuya daldıklarından bu yana mağarada ne kadar kaldıklarını bilmiyorlar. Uyandıktan sonra gözlerini ovarlarken içlerinden biri diğerlerine dönüyor ve uzun bir uykudan sonra uyanan biri gibi "Burada ne kadar kaldınız?" diye soruyor. Bu soruyu sorarken uzun bir uykunun etkisini hissettiği kesindir. "Arkadaşları `Bir gün ya da daha az bir süre kaldık’ dediler." "Ne zamandan beri burada olduğumuzu Allah hepimizden iyi bilir.
Bir başka yerde anlatılan bu husustaki ibretlik hikayede şu şekilde ceryan ediyor. Tarihi kalıntıları gören bir insan burayı ve burda yaşayanları Allah nasıl diriltecek diye akından geçiriyor işte tam bu zamanda bu hadise ceryan ediyor...
Yahut şu kimse gibisini (görmedin mi) ki, duvarları, çatıları üstüne yığılmış (alt üst olmuş) ıssız bir kasabaya uğramıştı; "Allâh, bunu böyle öldükten sonra nasıl diriltecek?" demişti. Allâh da kendisini yüz sene öldürüp sonra diriltti. "Ne kadar kaldın?" dedi. "Bir gün, ya da bir günün birazı kadar kaldım" dedi. (Allâh) "Hayır, dedi, yüz yıl kaldın. Yiyecek ve içeceğine bak, bozulmamış. Eşeğine bak, seni insanlar için bir ibret kılalım diye (böyle yaptık). Kemiklere bak, nasıl onları birbiri üstüne koyuyor, sonra onlara et giydiriyoruz!" Bu işler ona açıkça belli olunca: "Allâh’ın herşeye kâdir olduğunu biliyorum." dedi. Bakara Suresi/ 259...
Bu sözleri sarfeden kişi aslında Allah’ın varlığına inanan biri. Fakat önünde duran çürümüşlük, yıkıntı tablosu, bu tablonun zihninde bıraktığı iz, kendisini şaşkınlığa sürüklüyor, bu duygunun etkisi ile gördüğü şu çürümüş ve enkazdan ibaret kalmış kalıntıların nasıl yeniden diriltileceğini soruyor. Ancak bir tablo, bu kadar sarsıcı ve derin boyutlu bir imaj verebilir. İşte Kur’an bu şekilde ifade ışınlarını ve imajlarını saçar ve bunlar aracılığı ile gözlerimizin önünde bir tablo canlandırır, bize anlattığı tarihi an, sanki gözlerimizin ve duygularımızın önüne dikilmiş gibi olur.
..Acaba Allah, burayı, ölümünden sonra nasıl diriltecek?"
Bu ölü kalıntıların kalıbına hayat nasıl yürüyecek?
"Bunun üzerine Allah onu öldürdü ve yüzyıl sonra tekrar diriltti."
Allah, sözkonusu kişiye bu yeniden diriltme olgusunun nasıl olduğunu sözle anlatmıyor, bunun yerine uygulamalı olarak gösteriyor ona bu işin nasıl olduğunu. Çünkü insanın duyguları ve etkilenimleri kimi zaman o kadar sarsıcı, o kadar derin boyutlu olur ki, bunları ne aklî delil ne vicdanın dolaysız mantığı olan sağduyu ve ne de herkesin gördüğü genel realite tatmin edemez. Tatmin olmaları için mutlaka aracısız, kişisel tecrübe gereklidir. Ancak, bu şahsi tecrübenin sonuçları idrak alanını doldurabilir ve söze hacet bırakmaksızın kalbi tatmin edebilir:
"Ne kadar süre ölü kaldın?’ dedi. Adam `Birgün, ya da daha az bir süre ölü kaldım’ dedi."
Bu kişi ne kadar ölü kaldığını nereden bilsin. Çünkü zaman algısı, ancak hayatın ve bilincin varlığı halinde oluşabilir. Üstelik insan algısı bu konuda duyarlı bir kriter değildir. Çünkü aldanabilir, yanılabilir. Bunun sonucunda belirli şartların etkisi altında çok uzun bir zaman parçasını kısa olarak görürken yine bazı özel şartların sonucu olarak kısacık bir anı bir yüz yıl kadar uzun sanabilir:
"Hayır, yüzyıl süresince ölü kaldın."
"Yiyeceğine ve suyuna bak, hiç bozulmamış.
"Eşeğine bak. İnsanlara ibret dersi olasın diye seni böyle yaptık. Şu kemiklere bak, onları nasıl birleştirip arkasından üzerlerine et giydiriyoruz.". Bu kanıt aynı zamanda o insana, yüce Allah’ın bu kasabanın ölmüş canlılarını nasıl yeniden dirilteceğini kavrama fırsatı vermiştir.
İnsan şahit olduklarına iman etmeliydi yukarıda anlattığımız gençerin ve kasabaya uğrayan bu insanın imanı gibi. Onlar Yaratıcılarına karşı ahde vefalı idiler. Annesinin " VEFASIZLIK İMANSIZLIKTIR " dediği bundandı. Rabbine karşı vefasızlık yapan insanoğlu kendi yazdığı kaderin elinde oyuncak olmuştu. Geçmiş yılları bir filim şeridi gibi sabahın ilk saatlerinde gözlerinin önünden geçirmişti. " Sevdiklerine şu tarihi sözünü yeniledi " BARİ SEN VURMA SIRTIMDAN DEDİ YAŞLI GÖZLERLE " dünya hayatının bu kadar kısa olduğu bir demde gönül kırmak neydi kucaklaşıp kardeş olmak varken......Nizami MERT/ ADANA....
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.