- 1305 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Rüyanın Tanımsız Mutluluğu ve GERÇEKLER!..
YAŞAM ile Ölümü ayıran tek doğru DÜN ile BUGÜN’dür. İNSAN kendi düşlerinden doğma bir yaratık, varlığını İNKÂR ettikçe yaptığı tek şey bilinmezliğe yolculuktur. Vasıfsız. Mesnetsiz, kimliksiz, yüreksiz, kişiliksiz yaşayan bu insan klonisinde haliyle ERDEM’li, ONUR’lu, KARAKTER’li, KİŞİLİK sahibi insan’LAR DA FAZLASIYLA VAR. Onları bir köşeye alırsanız artanlar da ben ve benim gibileri böyle şair yapar…
iNSAN en çok aşina olduğu ve sığınmaktan büyük keyif aldığı DÜŞLER havarisidir. Kılık değiştirip, farklı mekânlarda, farklı kimliklerle bile olsa, bazen çocukluğuna, kimi gençliğine, bazen yaşanmamışlıklarına döner, o kısacık karelerde büyük İSYAN kulaçları atar ve uyandığında kimi yüzünde beliren KORKU, kimi de o ihtişamlı MUTLULUK belirtileriyle o kareleri asar ömür kitaplığının en görkemli yerlerine…
Benim rüyalarım AŞK’tır çoğu zaman. SEVDA’dır ve SEVGİ’dir genellikle… O MUTLULUK karelerinden hiç eksik olmamışımdır özetle. Yüreğimin alyanslarında gizlenen SEVİNÇ’ler, HÜZÜN’ler ve YAŞANMIŞLIKLAR silsilesinde ne zaman içim daralsa onlara döner, ne zaman çıkmazlarda kalsam o ASİL değerlerle avunur, açlığımı, susuzluğumu, uykusuzluğumu ve çaresizliğimi unuturum.
Aylardır ruhumdaki daralmalara bir MEKAN arıyor olmalıyım ki dün gece bir güzel dolaştım geçmişimin benim için artık anlam arz etmeyen karelerini. NEDEN’leri hep içimde kalmak koşuluyla, sırtımdaki HANÇER acısıyla yıllarımı verdiğim o SALAŞ yerlerde gölgemi aradım, geçmişimi sorguladım ve YANGIN yüreğimin iç ağrılarına neden olanları payladım.
Bütün bunları bana kısacık bir rüya karesi mi yaptı! ‘Aynen öyle’… Bu söz dilime nerden dolandı ise ‘Aynen Rüya’ diyerek sizlere de anlatmak için sabahın köründe açtım pc’mi, atıldım tuşların o heybetli kollarına.
İNSAN olmaktan, KİŞİLİK kültürü taşımaktan, ŞAHSİYET urbasıyla dolaşmaktan, ŞEREF’i apoletini GURUR’la taşımaktan evla ne olabilir!..
Bütün bunlar yok ise OT gibi yaşarsınız ve bir HAYVAN misali ininizde vakti saatin kendinize gelmesini beklersiniz. Avlanamadığınız anlarda işiniz biter, mevsimlerin o hırçın dönencesinde KİŞİLİKSİZ/lik, KARAKTERSİZ/lik, ONUR/suzluk filmleri izleyerek kendinizden geçersiniz.
SAKAL’ım olmadığı için ne kendim, ne de yüreğim beni dinledi, işin doğrusu ben de onu dinlemedim. İyiki de bırakmamışım, iyiki de birbirimizi dinlememişiz. O mahrem düşlerin koynunda bir gün birileri de benim karşıma gelir, DÜŞ bile olsa, RÜYA bile olsa içindekileri bir çırpıda yüzüme boşaltır, sakallarıma rağmen yüzümü tükürüklere boğarak çekip giderdi kendi gerçeğine.
S/ÖZ’ü uzatmayalım efendim. Yüreğimle aynı kulvarda hareket eden kalemimi tıraşlayarak size o emsalsiz düşlerimi anlatmak istiyorum bir çırpıda. Ben ve yüreğim, ben ve gerçeğim, gönlümdeki uhdelerim, gün ışığına çıkmamış sevinçlerim, gelgitlerim ve adına ne derseniz deyin bu bir RÜYA ve ÖZÜN’de tanımı tamamen gerçeklere uzanan bir DÜNYA.
3-4 Aydır gitmemiştim oralara. Çok uzun olmadı olmasına ya, bana bir asır gibi geldi desem gülmeyin. Beni oraya ne çağırdı, kim gitmeme vesile oldu! Bilmiyorum. Sanırım tüm ayrıntılar bu rüyanın içinde ve ben yorumu her zamanki gibi yine sizlere bırakacağım rüyamın sonunda.
Farid Farjad’ın klip müziğiyle geçip bomboş sokakları, caddeleri, o insan kalabalığının içerisinden ne çabuk ulaşmıştım bir zamanlar yediğim içtiğim ayrı gitmeyen (insan) ların arasına, bilmiyorum. 4 katlı bir binanın yine 4’üncü katına çıktığımda sanki her şey hesaplaşmaya müsait bir şekilde beni bekliyordu. Ne kapıyı çaldım, ne kapının açılmasını bekledim, ne de derdimi anlatacak, ruhumdaki hesaplaşmaya muhatap olacak birini bekledim.
3-5 kişi bir odadaydı yine. SEVİNÇ’ler, MUTLULUK’lar, HÜZÜN’ler paylaştığımız o küçücük odada İNSAN’lar işlerine eğmişlerdi başını. Biri en çok haz aldığı, ‘olmazsa olmaz’ım dediği mail pencerelerine tıklayarak kendine FETTE bakıyordu. Mail pencerelerinden daha önemli hiçbir şey yoktu onun için. Kurumunun davet edildiği ve kendisinin yine kendi isteğiyle teşrif ettiği o toplantılarda o gitmese kim yalayacaktı ki ÇANAKLARI yine ondan başka!.
Kendi sahte gülücüğüne yönelttiği eğreti deklanşörlerden çıkan resimleri seçmekti işi!. Kendi dizayn ettiği karelerde kendini gururla yayınlamak için. Kuyruk altlarında yaşayan at sinekleri gibiydi yaşamı, iki kelimeyi bir araya getiremeyen SIFAT’sızlardandı yani. Defalarca sıkılan kemerinden taşan eğreti pantolonuna doldurduğu programlarla ertesi günkü FETTE’yi düşünüyordu kara kara. Her işini başkası görüyordu. İç Güveyi’nden Hallice oluşu bundandı ve o her devrin parazitiydi.
Bir diğer köşede ‘PANİK Ostrava-NANİK Vole’ maçını bekliyordu bir diğeri. ‘Bitse de Gitsek’ der gibi bir edayla ‘Öfleme, Püfleme’ seanslarındaydı. Kendi yazdığına herkeslerden çok gülen, kendi yazgısına gözyaşı döken’lerdendi. DOSTLUK’un zerresini yüreğinde bulundurmayan, UTANÇ kelimesini lügatinde taşımayan o karenin yüzüne bile bakmadım ve kimse bana otur demeden köşedeki kanepeye kendimi bırakıverdim.
İşte tam karşımdaydı. İlk bakışta görmüştüm rüyama neden olan ‘O… Çocuğu’. Sakallarını kısaltmış, tütün torbasını tıka basa yalanlarla ve fesatlarla doldurmuş, aç karnını da doyurmuştu bir şekilde. Ona vakti zamanında kapımızı açmış, ekmeğimizi yemeğimizi paylaşmış ve cebine de tütün parasını koymuştuk da hiç alınmamıştı. Neden alınsındı ki, o bu dişlilerin arasında kendini eğitmiş DEVASA bir örnekti. Hiçbir cinsine benzemezdi ve onun nesli sanırım ASIRLAR önce tükenmişti. Tek seveninin kendisi olduğu bu devranda AT SİNEĞİ misali yaşayıp gidişi de bundandı.
Yanında taşıdığı ekip arkadaşının yanına kurularak başladım sayıp sövmeye. Yüreğim yetse sövmeyip d/överdim, ancak rüya olsa gerek, sözcükler ne kolay dökülüyordu dilimden. Gelmişine, geçmişine, soyuna, sopuna aldırmadan başladım kalaya. Her bişeyi sıraya geçirdim ve neredeyse deyim lügatlerini hatim ettim.
‘He gardaş’ diyordu. ‘Ağzına sağlık. Ohhhh Ne iyi ettin de geldin’ diyerek beni tahrik ediyordu. Tahriklere kapılmamalıydım ve onun istediklerini değil, kendi dilediklerimi söylemeliydim. Bir İNSAN’ın bir HAYVAN’a söyleyeceği çok şeyler vardır diyordum bir yandan da. Ekip arkadaşı da söylediklerimi onaylıyordu emme basma tulumba misali. Kapalı kapılar ardında fiskos muhabbetler yapan insanların onay hareketleriydi bunlar ve ben bu kafa sallamalara aldırmıyordum.
İçimden geçtiğimce, yüreğim elverdiğince saydım, sövdüm. Bana yakışmasa da, beni aşsa da tüm bunları yaptım. Pişkin bir edayla sırıtamıyordu bile. ‘Haklısın, az bile diyorsun’ diyordu ve kalkıp bana ne sarılıyor, ne de saldırabiliyordu. Bekledim bir şeyler olmasını, diledim rüyanın gerçek olmasını. Kareler azaldıkça, mesafeler kısaldıkça bu DÜŞ de bitiyordu ve ben inanılmaz bir HUZUR içerisinde o DÜŞ SALINCAĞINDAN inerek kendime döndüm.
Noktasına virgülüne dokunmadan bir RÜYA böyle başladı, işte böyle bitti. Karelerin en can alıcı yerlerine o mekâna gelen dostlarımı da iliştirecektim, ama onlar bu karelere değil YÜREK KARELERİME layık diyerek vaz geçtim. Onları ne çok özledim bilemezsiniz. Rahmetli ADISON ve TANER ailelerinin yaktığı o meşalenin altında ne İNANILMAZ güzellikler ve anlar yaşadık onları inanın hiçbir kalem yazamaz, hiçbir İNSAN da o DEĞERLERİ inkar edemez!...
Siz de bir gün rüyalarda bir dostunuza, ya da bir düşmanınıza sarılmak veya saldırmak istediğinizde kaleminizi ve kağıdınızı yanıbaşınızda bulundurun. Yaşadıklarınızı ve hissettiklerinizi bir çırpıda kaleme alamazsanız çok şey kaybedeceğinizden emin olabilirsiniz ve o sözünü ettiğim DÜŞ ile GERÇEK arasındaki DERİN çizgiden inanın ASLA ve ASLA geçemezsiniz!..
Yürek sevgilerimle… Düşleriniz hep yüreğinizde yerini alsın dilerim…
SelahattinYetgin
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.