- 1217 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Ruh Fırtınası
Kimler yok ki bu akşam yemeğinde… Hemen her defasında kişiler değişse de amaçları da, yaptıkları da aynı şeylerdi. Dünyadaki tanımıyla beyin fırtınası burada ruh fırtınası diyorlardı toplantılarının adına.
Bu akşam tam Yirmi Yedi kişilerdi ve sadece bir bayan vardı aralarında.
Yaşarlarken farklı zamanlarda ve farklı dillerde, farklı ülkelerde yaşadılar. Fakat artık hepsi aynı yaştaydı ve aynı ortak dilden konuşuyorlardı. Kocaman ve bol ışık alan uzun bir penceresi olan salondaydılar. Pencerenin önünde yine uzunca bir masa tam ortada Homeros diğer on üç kişi sağında, on üç kişi de solunda oturuyordu. Her zamankinin aksine kimsenin elinde veya önünde ne bir kitap ne de not defteri vardı. Kalemleri bile yoktu. Bu akşam belki de sadece dünya deyimiyle; havadan sudan konuşacaklardı.
Söze Homeros başladı.
-Son yıllarda aramıza katılan arkadaşların sayısı oldukça kabarık. Tabi bu bizler için de kendileri için de sevindirici bir durum. Biliyorsunuz ki arkadaşlar; “Talihsiz ölümlerle Tanrı şu kaderi dokudu: Yaşayacak insanlar acı içinde.” Yani asıl acıyı çekenler yeryüzünde yaşamlarına devam edenlerdir. Elbette her birimiz oradaki görevimizi layıkıyla yaptık, insanların fazla acı çekmemeleri için mücadele ettik ki bunun için de böylesine huzurlu bir ortamla ödüllendirildik. Şimdi artık bayrağı bizden devralanlar verecek bu mücadeleyi. Neyse, bu gidişle yine derin konulara dalacağız, oysa biliyorsunuz ki, bu akşamki ruh fırtınası toplantımız için her hangi bir konu seçmedik. Bu yüzden daha basit, belki daha hoş konulardan söz edebiliriz. Kısacası isteyen istediği her konuda konuşabilir.
-Sevgili Homeros, dedi Victor Hugo, biliyorsun ki bugün burada bir ilki yaşadık. Sohbete başlamadan önce isterseniz bu konuyu bir açıklığa kavuşturalım.
-Doğru, çok haklısın Victor, aslında buna hepimiz çok şaşırdık. İlk kez bugün arkadaşlarımızdan birisi toplantımıza geç geldi ve hepimizi bekletti.
-Soralım öyleyse, dedi Puşkin, en azından bir açıklama getirsin bize.
-Evet, sevgili Gabriel Marquez, bir açıklaman vardır elbette, dedi Homeros.
-En az sizin kadar ben de şaşkınım nasıl böyle duygusal davranabildim diye. Ama bunu hâlâ yaşadığıma verin.Pablo ile karşılaştım gelirken, Pablo Neruda ile, aynı toprakların insanıydık. Şiirlerini dinledim kendi ağzından ve nasıl oldu bilmiyorum, duygulandım ve kaptırdım kendimi o melankolik sese. Bu yüzden geç kaldım.
-Duygusallık değil bu, dedi Anton Çheov. Sanırım sen henüz tam olarak kavrayamadın burayı. Bak sana bir iyi bir de kötü haberim var. İyi haber; henüz ölmedik, kötü haber; hâlâ yaşıyoruz.
Ve Gabriel Marquez aralarında hâlâ dünyada yaşayan tek insandı.
Marquez de dahil olma üzere herkes Çehov’un bu sözü üzerine kahkahalara boğuldu.
-Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Oysa bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor, dedi Sait Faik. Demek ki duygusallaşmakla yanlış bir şey yapmışsın Gabriel.
-İşte bu sözünü sevdim senin sevgili Sait Faik, dedi Dostoyevski, yalnızlığın dünyayı doldurduğunu en iyi bilen bendim. Hayat aslında bir sınavdı ama diğer sınavlara pek benzemezdi. Bazen yaptığın tek yanlış tüm doğrularını yok edebiliyordu. Ama şunu da eklemem izin verin; Aslında yaşarken insanı en çok acıtan şey; hayal kırıklıkları değil, yaşanması mümkünken yaşayamadığı mutluluklardır.
-Ben sadece güzel şeyler yaşamadım, dedi Nazım Hikmet, çoğunlukla da acı şeyler yaşadım, ama pişman değilim yaşadıklarımdan, öfkem yaşayamadıklarımdandır.
Nazım’ın sağında oturan Tolstoy, Nazım’a dönüp:
-Sevgili Nazım seni de tam anlayabilmiş değilim. Benim ülkemden biri mi yoksa Anadolulu biri miydin bilemedim.
-Haşa, dedi Nazım. Amele sınıfı için özlediğim yaşam senin ülkendeydi ve ben bu yönünü seviyordum senin ülkenin. Ben iliklerime kadar Anadoluluydum.
-Duyardım da adını, nerededir, nasıldır bilemezdim Anadolu’yu. Nedir bu Anadolulu olmak, diye sordu Franz Kafka.
Nazım Hikmet, sol kolunun dirseğini tahta masaya dayayıp Franz Kafka’dan yana döndü ve:
-Anadolulu demek, Topraktan öğrenip kitapsız bilendir, demek. Hoca Nasreddin gibi ağlayan, Bayburtlu Zihni gibi gülendir. Farhat’tır, Kerem’dir, Keloğlan’dır, dedi.
-Ama Anadolu sana sahip çıkmadı bildiğim kadarıyla, dedi yeniden Franz Kafka. Gerçi, dalgaların bir su damlasını kaldırıp kıyıya atması, denizdeki ezeli dalgalanma olayını engellemez; hatta denizdeki dalgalanma, kıyıya atılan damlaya borçludur varlığını… Sanırım Anadolu halkı geç de olsa, senden sonra da olsa bunu anlamıştır.
-Nazım’ın Anadolu sevdasını en yakından bilenlerdenim, dedi Aziz Nesin. Ölmeye yakın şöyle yazmıştı. Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, öylece gibi de görünüyor, Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni ve de uyarına gelirse, tepemde bir de çınar olursa, taş maş da istemez hani…
-Güzel de, mezarın bile bizim ülkede kaldı, dedi, Tolstoy.
-İyi ki de kalmış, diyerek söze girdi Can Yücel. Benim mezarım Anadolu’da oldu da ne oldu? Kerelerce yerle bir ettiler mezar taşımı.
-Her yer aynı, dedi Tolstoy yeniden. Severek kaldığı benim ülkemdekiler de Nazımı da hepimizi de hayal kırıklığına uğrattılar işte. Kendilerini bir şey sandılar. Yaratıcı, başlatıcı sandılar. Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için, güneşin doğduğunu sanırlar. Herkes dünyayı değiştirmeyi düşünüyordu da kimse kendini değiştirmeyi düşünmüyordu.
Mark Twain, söze girdi.
-Aslında düşünceler, yapılmak istenenler doğru şeylerdi, ama doğru daha pabucunu giymeden, yalan tüm dünyayı dolaşıyordu. Yine de insan her zaman doğruyu söylemeli ki ne dediğini hatırlamak zorunda kalmasın.
-O yalanı anında tüm dünyaya yayma işini de senin ülken yapıyordu işte, dedi Nazım Hikmet. Baştan sona yalandı senin ülkenin davranışları. Bu yüzden hiçbir zaman devrim olmadı senin ülkende.
John Steinbeck, heyecanla söze karıştı.
-Sosyalizim köklerini benim ülkemde bulamazdı. Neden biliyor musun? Çünkü benim ülkemdeki fakirler, işçiler kendilerini sömürülen bir sınıf olarak değil, geçici olarak sıkıntı yaşayan milyonerler olarak görüyordu… Hem senin o övdüğün Anadolu halkı ne yapabildi? Hani, diyorsun ya Topraktan öğrenip kitapsız bilendir. Hani çok zekalı falan diyorsun ya. Onlar ne yaptı?
-Ne zekası yahu! Diye gürledi Aziz Nesin. Cüssesinden umulmayan bir ses tonuyla yüksek sele bağırdı. Bu Anadolu halkının yüzde doksan biri Kenan Evren denen diktatörün anayasasına evet demiştir. Geriye kalan sadece yüzde dokuz. Hadi biraz iyimser olalım, ama yüzde altmışı aptal bir milletiz, dedi. Hem sevgili Nazım, sevgili Can, bırakın olmasın bir mezar taşımız, bir okul bahçesine gömselerdi bizi, çocuklar koşsaydı üzerimizde.
-Hayat böyleydi işte, dedi Anton Çheov. Hep o kıyamadıklarınız kıyar size.
-Bizde de diktatörler oldu yaşam boyunca, dedi Gabriel Marquez.Ama biliyor musunuz, aslında kötü insan yoktur hayatın hiçbir evresinde, her insan huzur verir, sadece; kimi geldiğinde, kimi gittiğinde.
Doğru, deyip hep birlikte Marquez’in söylediğine güldüler.
-Yahu, dedi Cervantes, biz bu ruh fırtınası toplantılarına yazarlar ve şairler olarak katılırken, sevgili Konfüçyüs ne arıyor aramızda?
Cervantes’in sorusuna Konfüçyüs yanıt vermeden, Jean Paul Sartre araya girip yanıt verdi.
-Çin’de şair veya yazar mı vardı sanki. Konfüçyüs bilge kişiliği ile hepimize bir şeyler öğreten biriydi. Aramızda olmasının hiçbir sakıncası yok.
-Oyun bitince, şah da piyon da aynı kutuya konur, dedi Puşkin.
-Yazarlık, şairlik, diyerek söze başladı Montaigne, bizim işimiz kitaplar doldurmak değildi, ahlakımızı yapmaktı. Savaşmak ülkeler kazanmak değildi, yaşamımıza dirlik düzenlik getirmekti. Konfüçyüs de bunları yaptı.
-Biliyor musunuz, dedi Moliere. Yazarlık fahişelik gibidir, önce sevdiğinden yaparsın, sonra birkaç yakın arkadaş için ve sonra da para için. Sonra, masanın ucunda oturan Wirginia Wollf’a bakıp, özür dilerim sevgili Wirginia, aramızda tek kadın yazar sensin. Böyle bir benzerlik kurdum ama….
-Özür dilemene gerek yok sevgili Moliere, dedi Sartre. Asla pişmanlık duyma, dediysen dedin. En büyük günah pişmanlıktır.
-Demek ki söylenenlerin etkisinde kalmış kardeşimiz Moliere, dedi Ernst Hemingvay. Bir zamanlar sanırım birileri Wirginia için kadından da yazar mı olunurmuş, demişti.
-Neden? Diye sordu Can Yücel. Erkekler şiiri romanı, öyküyü şeyleriyle mi yazıyorlardı?
-Doğru, sevgili Can, dedi Wirginie Wollf. Kadınlar, sosyal, bedensel ve zihinsel özgürlüklerini tam anlamıyla gerçekleştirdiklerinde, erkeğe ve kimseye kendilerini kanıtlama gereği duymadıklarında, komplekslerinden tümüyle arınıklarında, onlar da muhteşem şeyler yarattılar, yazdılar, diyerek devam ettirdi sözünü. Hem, kadınlar erkekler gibi yazıp yada erkeklere benzemeye çalışsalardı çok yazık olurdu. Çünkü dünyanın büyüklüğü ve çeşitliliği göz önüne alındığında, iki cins bile yetersiz kalırken, yalnızca bir cinsle nasıl idare ederdik? Dedi.
Konfüçyüs, Wirginie Wollf’u alkışladı. Sonra da:
-İşte denge bu. Ve ben burada aranızda bulunmaktan çok mutluyum. Çünkü, kelimelerin gücünü bilmeyen insanlarla esaslı bir konuyu konuşmak mümkün değildir, dedi. Gerçek bu, diyerek sözünü bitirdi.
-Buranın gerçeği, evet, dedi Maupassant. Buranın gerçeği tektir. Ama yeryüzünde insanların sayısı kadar gerçek vardı.
-O kadar çok gerçeğin olduğu doğrudur, dedi Goethe. Bizler oradayken dünya güzeldi ama biz şairlerin gözüyle daha da güzelleşiyordu.
-Güzeldi güzel olmasına da, cehalet de diz boyuydu, dedi Shakespeare. Cehalet de tanrının laneti olduğuna göre, bilgilerimizdi bizi göklere uçuran kanatlarımız.
-Az savaşmadık cehaletle, dedi Schiller. Ama çok fazla başarılı olamadık. Zaten, aptallıkla tanrılar da çaresizce savaşırlar.
Diğer yirmi altı kişinin ortasında oturan ve ilk söz alan Homeros, boğazını temizler gibi yaptı ve konuşmaya başladı.
-Arkadaşlar, her zamanki gibi yine hoş bir sohbet gerçekleştirdik, dedi. Bir gündem maddemizin olmamasına karşın, ruhlarımızda yine fırtınalar estirdik. Hepinize ayrı ayrı teşekkür etmeden önce, şu ana kadar hiç söz almamış olan Dante ve Maksim Gorki arkadaşlarımıza da söz hakkı vermek istiyorum. Daha sonra da sonlandıralım toplantımızı, diyerek Maksim Gorki’ye döndü. Evet sevgili Gorki, sen neler söyleyeceksin, ya da istersen neden hep sustuğunu anlat bize, dedi.
Bunun üzerine Maksim Gorki:
-Yoruldum, dedi. Yoruldum; ayağımın değil, yüreğimin götürdüğü yerlere gitmekten. Sustum, dilimdekileri değil, yüreğimdekileri söyleyememekten.
-Nasıl yani? Bu ortam için mi söylüyorsun bumları? Dedi Homeros.
-Hayır, hayır, dedi Gorki. Dünya ile ilgiliydi. Burada gayet mutluyum. Yine çok şeyler öğrendim. Kısa şeylerdi, ama güçlü şeylerdi öğrendiklerim.
-Güçlü bir ateş, küçük bir kıvılcımdan doğar, dedi Dante.
Homeros:
-Peki arkadaşlar, dedi. Bugünkü ruh fırtınası toplantımızı ne güzel tesadüftür ki, en son söylenen sözle sonlandıralım isterseniz. Evet, sevgili Dante’nin dediği gibi; güçlü bir ateş, küçük bir kıvılcımdan doğar.
Umarım bu her birimizin katkıda bulunduğu küçük kıvılcımlar, birer güçlü ateşe dönüşür ruhlarımızda…