ACELE ŞEYTANDANDIR…
ACELE ŞEYTANDANDIR…
Tecrübelerim - 1
Azizim; celâlden yapılan efâller, edilen dualar çok çabuk tecelli ediyor…Burada bir küçük tecrübemizden bahsetsek yeridir..Hem tarihe bir küçük not düşmüş oluruz..Her fetihin bir batıni fatihi vardır,bir de zahiri fatihi vardır...Batıni fatih manada işi tamam eder,herkesçe bilinen fatih o işi çaresiz (kader mahkumu olarak )yapar...Yenilgilerde de hata batıni fatihlerdedir...yani göklerde kim kazanırsa yerde de onlar kazanır..
Yani ACELE ŞEYTANDANDIR…Şimdi gelelim hikayemize..
Yıl 1974, aylardan mayıs sonu, haziran başıydı… Rahmetli hocam “Biz köylülerle Aydın Söke’de Dalyan’da balık avlamaya gidiyoruz, okullar tatil olunca arkamızdan gelirsin.” diye emir buyurmuşlardı…
Meselenin balık avlamak olmadığını biliyordum. Hocam balık avlamaya gidecek kadar genç değildi, yetmişi çoktan aşmıştı. O sıralar Kıbrıs’ta Türklere karşı çok zulüm yapılıyordu ve mesele ne zaman gündeme gelse, hocam rahmetli meselenin kökten çözümünden bahsediyordu… O aralar Ilgın gölünün balıkçıları Aydın Dalyan’da balık avlamak üzere anlaşmış, gurup halinde Ege’ye gidiyorlardı. Balıkçıların başı hocamın akrabalarından bir gençti. Kendisi ve öğrencilerinden biri Ş. D. için de resmi izin alınmasını sağlamıştı… Balıkçıların aldığı her malzemeden almışlardı. Manevi göreve gittikleri belliydi ama gerçek niyeti herkesten gizlemek için gerekeni yapmışlardı. Öyle ki balıkçılar teker teker hacı Emmiyi sevdasından vazgeçirmek için ricaya geliyorlardı. “Hacı Emmi bu iş ağırdır, sen yapamazsın” diyorlardı. O ise; “Oraya varınca görürsünüz, ben sizden daha çok avlanacağım; hem benim balığım öyle büyük olacak ki balinalar bile yanında küçücük kalır.” diyerek kahkahayı basıyordu… Vazgeçiremedikleri ihtiyara, sevip saydıklarından mı yoksa başlarındaki çavuşa işin aslını anlattığından mıdır bilinmez, rıza vermek zorunda kalmışlardı.
Sonuç olarak kırk günlüğüne gidildiği halde, on dört gün sonunda iş tamam olmuştu. Ben geç gidebildim ne yazık… Bir gece yattım sadece... Herhangi bir manevi iş de yapmadım.
Hocam; “dönüyoruz çocuklar, iş tamam oldu… Öylesine zulüm yapılmış ki Allah Teâlâ duamızı on dört günde kabul buyurdu.” dedi.
Dalyan’dan altı kilometre kadar içerideki köye hocam ben ve Şaban ağabey yürüyerek döndük. Malzemeleri çavuşa emanet ettik. Hatta “Hamza evlat bunlar senin olsun” dedi hocam.
O yürüyüşte çok büyük sırlar anlattı, rahmetli. Yaptığı efâl nedeniyle deprem olabileceğini, karşılamak için neler yapılması gerektiğini vs. çok değerli bilgiler verdi. Amma en ilginç olanı köye ulaşıp kahve önüne oturduğumuz sırada gerçekleşen olaydı…
Selam verip köylülerden uzak bir masaya oturmuştuk. Derin konuları konuşuyorduk, çünkü. Yabancı gelirse muhabbet kesilirdi.
“Çayları izin verin ben söyleyeyim.” dedi bir vatandaş. “Sizler misafirim olun”…
“Sen bilirsin.” dedik. İkramı kabul etmemek hakikate, örfe aykırı düşerdi. İkramını kabul eder etmez adam kalktı yanımıza geldi. Korktuğumuz başımıza gelmişti ancak olan olmuştu. Derken efendim, “Nerelisiniz, nereden gelip nerelere gidersiniz?” diye söze giren vatandaş, “Konya Ilgın’lıyız” deyince, “Ilgın’ın Çavuşçuköy mü, Çavuşçugöl mü diye bir kasabası var mı?” diye sordu. “Arkadaşalar oralı.” dedim, “Ben de orada öğretmenim”… Birden bire… Hocam bana dönüp baktı, zoraki gülümsedi, “Söylemeseydin keşke” der gibiydi.
Adam heyecanlandı ve bir hikâye anlatmaya başladı…
“Arkadaşlar; benim hatun yıllardır hasta.” dedi. “Götürmediğim doktor kalmadı, bir çare bulamadık. Ayıptır söylemesi bu köyün en zengini benim. Arazim çok olmakla birlikte otobüsüm de var. Köyün ulaşımını yıllardır ben sağlarım. Bütün kazancımı eşimin tedavisine harcadım ama sonuç sıfır.
Doktorlardan faydalanamayınca, onun bunun önerisiyle, hocalara gitmeye başladık. Uzun zaman da hocaların dediğini yaptık amma nafile... Bir vakit geldi ‘Tekirdağ’da bir bakıcı (falcı)Nazmiye varmış, kimin doktorluk hasta, kimin hocalık hasta olduğunu söylüyormuş’ dediler. ‘Üstelik doktorluksa nerede, hangi doktor olduğunu, hocalıksa hocanın adresini ve adını veriyormuş; Tekirdağ’a gitmeye de gerek yokmuş. Hastanın adını ve anne adını yazıp bir mektuba geri dönüş pulunu da koyarak gönderirsen cevap veriyormuş’ dediler. Velhasıl hocam, ben bu mektubu yolladım ben.
İlginç olanı hiç ummadığım halde cevapta geldi. Ama kadıncağız yazmış ki, “Konya ili Ilgın ilçesinin, Çavuşçuköy kasabasında, sarı çoraplı İsmail hocadan derman bulur, bu kadın.” yazıyor. Allah Allah; “sarı çizmeli Mehmedağa der gibi, sarı çoraplı İsmail hoca” dedim ve mektubu bir yere attım, gitmedim. Ora bura gide gide bıkmıştık hocam ve Allah’tan umut kesilmez derler ama doğrusunu söylemek lazımsa ben ümidi kesmiştim. Demek Çavuşçuköy diye bir yer varmış. Pekiyi; İsmail hoca diye de biri de var mı?” diye sordu.
Hayatımda pek yaşamadığım kadar heyecanlandım. Hem Tekirdağ’da bir kadın, hocamı nasıl bilir diye kendimi zorluyordum hem de hali hazırdaki halin yıllar önce nasıl bilindiğini sorguluyordum. Çünkü o anda hocamın ayağında cırtlak sarı çoraplar vardı.
Var tabii, “İşte” dedim; “Sarı çoraplı İsmail hoca karşında. Üstelik ayaklarında sarı çorapları da var…”
Bana da o vatandaşa da hatta Ş. D. arkadaşıma da hayret hâkim oldu. Yıllar önce yazılan bir bakıcı (falcı) kadın mektubundaki ‘’Sarı Çoraplı İsmail Hoca’’ hastanın ayağına gelmişti.
Adamcağız heyecanla kalkıp hocam rahmetlinin elini öptü;
-“Aman hocam, elini ayağını öpeyim, evim hemen şuracıkta, hastayı bir görün lütfen” dedi.
Hocam; “Gördün mü Ali Bayram yaptığını, biz yolcuyuz ve bu köyün neredeyse yarısı hasta. Buradan nasıl çıkacağız şimdi?” dedi…
Vatandaş; “ben sizi ne zaman olsa otobüsümle götürürüm efendim, zaten bugün buradan Sökey’e vesait bulamazsınız, işiniz tesadüfe bağlıydı. Ben sizi Sökey’e ulaştırırım bilakis” dedi.
Çaresiz gidip hastayı gördük. Hocam onu bir manevi daireye aldı, okudu ve bir ayet yazarak, “bunu da bir müddet üzerinde taşısın” dedi.
Kadın daha dairede iken bağırmaya başladı; “Aman efendim, gözümün önü aydınlandı, yıllardır ilk defa kendime geldim, Allah’ım şükürler olsun” falan diyerek hocamın eline ayağına sarıldı. Derken efendime söyleyeyim, Hocam; “önümüzdeki günlerde kendine gelirsin inşaAllah Teâlâ” dedi… Hadi bizi götür deyip geriye döndük ki ne görelim dersiniz, evin içi ve önü ahaliyle dolmasın mı?
Kim söyledi, ne çabuk toplandılar anlamadık. “Aman hocam” diyen diyene... “Benim anam hasta, benim babam yıllardır yatalak” falan. Birkaç ev dolaştık mecburen. Vakit ilerledi tabii. Neredeyse akşam olacak… Hocam şoförü bir kenara çekerek, “uygun bir evin önüne otobüsü çek bizi bu cendereden kurtar, biz daha İzmir’e gideceğiz, misafir olacağımız eve geç kalmamalıyız’’ dedi.
Macera,başıyle ve sonuyla çok uzun bir hikayedir; en iyisi mi şimdilik bu kadarla yetinelim…
Hocamın Dalyan’da okuduğu dualar seri halde tecelli etti, 24 Temmuz 1974 Kıbrıs harekâtı başladı. Sonu herkesçe malumdur… Tarihler yazdı, neredeyse unutuldu… Hâlbuki ne acılar çekmiştik o yıllarda... Yazsak kitaplara sığmaz, sığdırsak okuyan olmaz…
Hikayeye giriş nedenimiz, bedduanın sakıncalarını anlatmaktı...
Konuya dönersek; Beddua çok seri halde tecelli ediyor, Azizim…
Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste…diye boşuna söylememiş atalarımız..