- 1171 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Can Sen'in/DUA
/
Elim ayağıma dolaşık,
Havadaki sesleri ayırt edemeyecek kadar sağır sanki kulaklarım,
içimde bir gürültü ki, başka herşeye karşı duyarsız ve algısız,
Kırılması gecikmiş kabuklar ve yıkılması ertelenmiş duvarlar mı buna sebep bilmiyorum.
Geç kalmak, Ertelemek,
Bütün bunlar hep zamanla alakalı gibi görünse de
aslında hepside kişinin kimlik kargaşalarından,
Kime göre konumumuz,
Neye göre sıfatlarımız,
Kendimizde barındırdığımızı düşündüğümüz niteliklerimiz/nitelenememişliklerimiz
Hepsi de avlayamadığımız erdemli kul olma vasıflarının, bizde oluşturduğu eksiklik hallerimiz.
Eksiğiz, ve dolmamış boş taraflarımızın esiriyiz.
ve bize klavuzluk etmesi için önümüze serilen onca ve olanca kul olmak yollarını
iyi birer avcı olup avlayamamışlığımızın neticesi.
Dünyanın hangi fani nesnesi ile dolduracağımızı sanmaktaysak, o derece aldanmışız demektir.
“İçimde bir kandil yak,
Bir çivi çak meyhane duvarına,
İster eşiğe koy beni,
İster duvara as,
Bekletme...
Can senin!”
Dr.Mustafa Tatçı Hocamın bu sözleriydi bu seferde beni söyleten/söylendiren.
Çünkü ve sanki bir şey söylemiyorum da, söylenip duruyorum kendime,
ve kendi kendime.
Neyse,yine de devam edelim.
“İster eşiğe koy beni/ İster duvara as/ Bekletme/ CAN SENİN.”
Ne çok hoşuma gitti bu sözler.
Çünkü artık anlayabildiğimi sanıyorum.
Yıllar evvel duysam böyle bir sözü, dudak kıvırır geçerdim eminim.
Çünkü eşiklere hiç mi hiç layık görmezdim kendimi.
Duvara asılmaya bile bir diyeceğim olurdu muhakkak, illa da baş tacı olmaya taliptim çünkü.
Hele bendeki can nasıl “ senin” olabilirdiki.
Bende olan bana ait ise, benim demekti, hiç de kimseye vermeye gönlüm olamazdı.
Neden olsundu ki.
İşte böyle kendime söylendim durdum, ve devam da etmekteyim.
Sizler okuyorsunuz diye de hiç gocunmamaktayım üstelik.
Kınayın beni dilediğiniz kadar,
Eleştirip yerden yere bile çarpabilir dileyen,
Sözüm yine kendi HAM’lığıma çarpıp bana dönmekte.
Olsun varsın.
Birkaç gündür bahçe işlerine bizatihi katıldım.
Ömrümce hep uzaktan seyrettiğim, yapılmasını izlediğim,
Çok nadiren az bir meşguliyetimi sarf ettiğim bu işlere
Bunca yoğunlukla ilk defa dahil oldum bu yaşımda.
Böylesi büyük bir haz ve zevk vereceğini nedense hiç keşfedememişim.
Acıktığımı susadığımı unuttum,
Toprakta yalın ayak otları çıplak ellerimle yoldum.
Her tutam otun yaşam macerasını ve koparılması sırasında olanları izledim.
Ellerim acıdı, çok acıdı hem, su topladı parmaklarım,
Vücudumda varlığını daha önce hiç fark etmemiş olduğum ne çok kasım varmış meğer,
Hepside günlerdir sızım sızım ağrıyor ve geçmek bilmiyor,
Ayaklarımdan böcekler geçti, üzerlerine basmamak için iki büklüm eğildim,
Olabildiğince dikkat ettim,
Bazılarının yuvalarını gördüm,
Bazılarının canını kurtarmak için nasıl kaçtıklarını,
Kimisinin toprağa saklanmak için nasıl çırpındığına tanık oldum.
Ben toprağı sözle değil bütün kalbimle çok sevdim hayatımda ilk defa,
Topraksız yaşamak istemediğime kati emin oldum,
Onca canın arasında canım canlansın istediğimi fark ettim,
Bu izole ve suni,üstelik plastik kadar ruhsuz ve dağınık zalimlik hayatımı mahvetmiş,
Topraktan ayrı kalmışlık en büyük hasretliğimmiş meğer,
İşe yaramayacak tek bir ot yok tabiatta.
Annem dedi ki;
“Ayrık otlarını koparınca toprakta bırakma, taşın üzerinde 7 sene beklese,sonra bir gün ucu toprağa değse canlanır.”
Anneme göre arsız olduğu için böyleymiş.
Lakin işin içinde başka bir hikmet vardır muhakkak.
Benim ilk aklıma gelen,
“Onca bu ot ile beslenen hayvanlar var, onlar bunca iştahla yaşamaya ve çoğalmaya meraklı olan bu otların çokluğu ile rızıklarından endişe etmeden yaşamaktalar, ve bu sayede hayatları nesilleri korunmakta. Hemen biten, koparıldığı an ölen bir ot cinsi, verimsizliği ile kaliteli ve bereketli bir besin olamazdı. Otların arsızlığı demek, aslında bereket demekti “
Bu yepyeni öğrenmenin, bilginin sevinci içerisinde şükrettim Rabbime.
Hiç meyve vermemiş olsalarda bütün canı olan otlar,bitkiler muhakkak bir işe yaramaktalar.
Çalılar ,dikenli çırpılar bile böyle, hepsini çok sevdim, hepsini ellerimle sevdim,
Gönlümle sevdim.
Toprak konuşuyormuş insanla meğer,
Toprak bedenlerimizin ebedi ezeli hamuru,hammaddesi, ikametgahı,yari,yaranı,canı,yoldaşı,dostu toprak.
Ayaklarımızın altında olmaktan hiç yüksünmediği gibi, bu onun izzet ve şerefinin yegane kanıtı idi.
Bir pil gibi toprak bedenimin toprakla alış verişi hep lehime idi,
Uslandım, arındım,sevindim,yoruldum,
ama en çok da mana’ma dokundum gibi hissettim.
Kimbilir belki de bu bir başlangıçtır, ve bir serüvene ilk adımdır.
Taş binalar, kimyasal boyalı evler,ve sentetik ev eşyalarından artık bayılacak haldeydim çünkü.
Hemen herkesin de benzer hisleri yaşadığından nedense eminim.
Palmiyeler ayrı kokuda, portakal ağaçları apayrı,
Islak toprak,yeni koparılmış çim kokusu,
Böceklerin ayak sesleri,telaşları,
Herkesin çok işi var şu koca kainatta.
Aslında en tembeli insan desek beklide doğru demiş bile oluruz.
En çok uyuyan, tatiller yapan, dinlenme zamanları olan,
Kimseye sarf edemeyeceği kendisine ait özel zaman bölümleri olanlar hep insanlar.
Tabiatta başka hiçbir canlı nefsi için zamanı kullanmamakta.
Fıtratın da dışına hiç çıkmamakta.
Balkondaki kumrular bir çift yavruyu yumurtadan çıkardı, besledi,büyüttü, uçmak zamanı gelince de onları kendi hayatlarına teslim edip ayrıldı.
Şimdi yeni bir çift yumurtanın üzerinde oturmakta dişi olan,
Eski yavru yuvaya geliyor zaman zaman, onu hemen kovalıyor ve yanından uzaklaştırıyor.
Görevini tamamlamış olmanın iç huzuru ile şimdiki yeni görevine vermiş durumda bütün dikkatini çünkü.
Ne geçmişle oyalanmak, ne de gelecek için endişe etmek yok onlarda.
İnsanın en büyük zaaflarından birisi de işte bu.
Ve bu zaafından kaynaklanan zayıflığının, hayatının asli vazifelerini yerine getirmesine ve, kendi kişisel menkıbesine ulaşmasına engel teşkil etmemesi için çok önemli bir terbiye ve eğitimden geçmesi gerekmekte.
İnsan çok zor, doğar doğmaz yürüyen kuzuları düşündüm,
Sonra yürümesi için en az 1 sene gereken insan evladını.
İnsan olmak çok zor,
Beden’en de zor,
Nefs’en, Kalb’en Ruh’en de çok zor.
Ama zorluğu nisbetinde bir o kadar da hiç kaçar tarafı olmayan bir şey,
Eğer hakikatte insan olamayacaksak, hayvan da olamayacağımıza göre,
Hiç bile sayılmayan zalimler olacağız hiç şüphesiz.
Hani;
“Toprak olsaydım, taş olsaydım “ diyecekmiş hesab günü bazı insanlar
(Rabbim bizleri merhameti ile hıfz ve muhafaza buyursun inşallah da, selamet bulanlardan olalım cümle Ümmet-i Muhammed olarak inşallah Amin.)
İnsan olmamız lazım.
Toprağın tevazusuna bürünebilmemiz lazım
ve bunun için de toprağa karışmadan evvel toprak ile bir olmak suretiyle,
toprağın öğrettiklerinden payımızı alabilmemiz lazım.
En azından ben kendim için bunu çok arzu ediyorum, ve bütün kalbimle diliyorum Rabbimden.
Ve Bu akşam beni söyleten Mustafa Tatçı Hocamızın şiiriyle duamı tamamlamak istiyorum
“İçimde bir kandil yak,
Bir çivi çak meyhane duvarına,
İster eşiğe koy beni,
İster duvara as,
Bekletme...
Can senin!”
Rabbim CAN SEN’İN. Bu can SEN’in ve ben SEN’in için’im inşaallah.
Ne edeceksen et, Ne dilersen öyle et. ANCAK CAN SEN’İN, SENİNLE ET NE OLUR.
/
10 Mayıs 2012
(geçmiş zaman dosyaları arasından seçtiğim bir yazıydı)