Altın Labris
İstanbul, sıcak yaz gününde kavrulurken Ekrem Tunç, bir üniversitenin klimayla serinleyen konferans salonunda konuşma yapıyordu.
“Son olarak akademik ve diyonisyak akımlar hakkında birkaç söz söylemek gerekir. Bilinen yol ve yöntemlere tapan kişiler akademiktir arkadaşlar. Bunun tam tersi özgünlük olarak kabul edilir. İşte bu Diyonisyak akımdır. Nieztche, bu iki akımı şöyle tanımlar; Birinci akım Apollonien, yani kaynağı düş görmeye dayalıdır. Çünkü Apollon kahinleri düş görerek geleceği bildirirlerdi. Bu akım akademiktir. Edebiyatta pürüzsüz ve aksaksız yazarlar, ancak bir atılımları ve hızları yoktur. Pürüzsüz bir dille laf kalabalığı yaparak hiçbir şey anlatmama konusunda başarı gösterirler.
Nieztche, ikinci akıma Diyonisyak, yani şarap tanrısı Diyonisozvari adını verir. Bunun kaynağını sarhoşluktur. Bu akımda müzik, resim ve şiir en yüksek lirizme ulaşılır. Nieztche, bu düşünceleri yüzünden akademiden yaka paça çıkarılmıştır… Dinlediğiniz için teşekkürler arkadaşlar.”
Konferans salonunda sıkıntıyla oturan onbeş kadar dinleyicinin zayıf alkışı duyuldu.
On dakika sonra Profesör Ekrem Tunç, deri çantasını açmış kitaplarını yerleştiriyordu. Genç akademisyen kadının yanına geldiğinden habersizdi.
“Profesör, harikaydınız.” Dedi kadın.
“Teşekkür ederim.” Diyerek sarışın güzel kadının uzattığı eli gülümseyerek sıktı.
Kadın gittiğinde Ekrem, avucu içinde kalan küçük kağıdı açtı. Bir telefon numarası. Gömlek cebine koyarken tanıdık bir ses duydu.
“Profesör Ekrem Tunç. Böyle sıkıcı ortamda bile hala kadınların ilgisini çekebiliyorsun.”
Ekrem, başını çevirmeden cevap verdi: “Ayhan Aytunç, senin Phuket adasında bir fahişenin kollarında öldüğünü sanıyordum.”
“Gördüğün gibi, buradayım.” Dedi ellerini açarak Ayhan Aytunç ardından ağır adımlarla merdivenleri inerek kürsüye yaklaştı. Ekrem, başını çevirdiğinde eski dostu Ayhan’ı gördü. Elli yaşların sonunda pembe bir yüz, gözlerin feri sönmüş, balon göbeğini saran beyaz keten takım içinde on yıl önceki Ayhan karşısındaydı.
İki eski dost kucaklaşarak hasret giderdi.
Haziran güneşinde üniversitenin otoparkında yürüyorlardı.
Ayhan, elini Ekrem’in sırtına yerleştirdi.
“Konuşmalıyız.” Dedi ciddi ses tonuyla.
“Bak Ayhan, sana saygı duyarım. Abim kadar severim seni. Ancak eski defterleri kapattım. Özellikle Mısır’daki olaydan sonra…”
“Ekrem, orada benim hatam yok. Ben de oyuna getirildim. Bütün geceyi çölde bir çadırın içinde saklanarak geçirdim.”
“Ben de Mısır hapishanelerinde altı ay geçirdim! Beni orada terk ettiniz!”
“Adamlar, piramitlerin içinde kazı yapıldığını öğrenince çıldırdılar. Ayrıca tamamen politik nedenler yüzünden o kadar uzun sürdü. İki ülke arasındaki ilişkiler hiç bu kadar kötü dönemden geçmemişti. Ben elimden geleni yaptım. Biliyorsun. Seni oradan ben çıkardım.”
“Biliyorum, ama o işi veren yine sendin. Bizi kim sattı Ayhan?”
“Bilmiyorum.”
“Ben söyliyim. James Town. Ve giderken yanında Seda’yı da götürdü.” Dedi Ekrem. Öfkesi gözlerinden taşıyordu.
“Ekrem, bu on yıl önceydi. Akşam bana gel. Bir yemek yer konuşuruz. Sana bir hediye vermek istiyorum.”
“Kimseye hediye vermediğini bilecek kadar iyi tanıyorum seni. Sana boşuna yahudi demiyorlar.”
“Bana hala güveniyor musun?” diye sordu Ayhan Aytunç.
Kısa süre sessiz kaldı Ekrem. Karşısında çaresiz gözleri taşıyan yüze baktı.
“Hoşçakal, Ayhan.” Dedi ve arabasına bindi.
Akşam saatlerinde Üsküdar sırtlarında bir evdeydi Ekrem. Büyük bahçeden geçerken on yıl öncesine gitti. Hiçbir şey değişmemişti. Her şey aynı yerdeydi. Bahçeyi süsleyen heykeller yerindeydi, çiçekler, ağaçlar, mermer taşlar üzerindeki lekeler, işte tam karşısında bir Knidos Afrodit kopyası duruyordu.
Kapının önüne geldiğinde zili çalmak için biraz bekledi. Bir an geri dönüp gitmeyi düşündü. Tam gidecekti ki kapı birden açıldı.
Ayhan, yüzünde memnun bir gülümsemeyle karşısındaydı.
“Hoş geldin. İçeri gel.” Diyerek buyur etti arkadaşını.
Ekren, eve girince gözlerine inanamadı. Evdeki eşyalar azalmıştı. Neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Neredeydi onca tarihi eser? Onlarca koleksiyon parçası nereye gitmişti?
Her zamanki çalışma odasına girdiler. Büyük kütüphane yerindeydi. Yüzlerce kitap, geçen on yıl boyunca sanki hiç raftan alınmamış gibi duruyorlardı. Aynı küf kokusu. Şarap mı? Yo şarabın üstünde bir koku. Daha çok oryantalist birinin kullandığı parfüm. O mu? Olabilir miydi? Burada mıydı?
İşte bunları düşünüyordu Ekrem, açılan kapıdan içeriye giren adamı gördüğünde. Gözlerine inanamadı. Karşısındaydı. James Town, ingiliz arkeolog James Town, Mısır’da başına gelen her şeyin sorumlusu adam, James Town. Sevdiği kadını alıp götüren adam, James Town. Karşısındaydı işte. James Town. Soluk benziyle gülümseyen James Town, bir Türk kadar iyi türkçe konuşuyordu.
“Ekrem, eski dost. Nasılsın?”
Ayhan, Ekrem’in ne tepki vereceğini bilmediği için merakla izliyordu.
Ekrem, gülümsedi. Ağır adımlarla yaklaştı James’e. James’in uzattığı zayıf eli kavradı ve sıktı. İşte o an şimşek gibi bir yumruk patladı James’in çenesinde. Yere granit taşların üzerine düştü James Town.
Ayhan, yaşından beklenmiycek çeviklikle yerdeki adamın kalkmasına yardım ediyordu. Ekrem, on yıl boyunca biriktirdiği yumrukları tek seferde salmıştı. Bu kolunu zorlamıştı. Bileği uyuşmuştu.
Yerdeki adama baktı. James, çenesini kontrol ediyordu. Yerinde olup olmadığına emin değildi. Belki çenesi yerindeydi ancak bunun dışında hiçbir şey yerinde değildi. Tam bir karışıklık hali yaşıyordu James Town.
“İşte, şimdi ödeştik.” Dedi Ekrem.
Yarım saat sonra kütüphanedeki masanın etrafında oturan üç adam viskilerini yudumluyorlardı. James, çenesini sağa sola oynatarak kütletiyordu.
“Söyledikleri kadar elin ağırmış.” Dedi, Ekrem’e bakarak.
Ayhan, girdi araya: “Ekrem, üniversite yıllarında boks yaptı. Arkeolog olmasaydı porfesyonel bir boksör olucaktı. Aranızdaki sorunu çözdüğünüze göre artık konumuza gelebiliriz…” dediği an Ekrem sözünü kesti:
“Ben buraya yemek davetin için geldim. Başka bir konu beni ilgilendirmiyor. Ama hediyeni aldım. İyi akşamlar.” Dedi Ekrem Tunç ve sandalyesinden ayağa kalktı. İçki kadehini masaya bıraktıktan sonra kapıya doğru yürümeye başladı. James, bir şeyler yapması için Ayhan’a bakıyordu.
“Ekrem. Altın Labris bile olsa ilgilenmiyor musun?”
Ekrem, birden durdu. Ayaklarına söz geçiremiyordu. Ya da ayakları aklına. Arkasındaki oturan iki adam Ekrem’in ne yapacağını merakla bekliyorlardı. Ayhan’ın sesini tekrar duydu:
“Doğru. Altın Labris, onu bulmak istemez misin? Varlığı sadece kitaplarda geçen o kutsal nesneyi? Zeus’un altın baltasını bulmaya ne dersin Ekrem?”
Ekrem, gözlerini kapattı. Sadece antik kaynaklarda geçen, birçok gezginin asırlardır aradığı altın baltayı düşündü. Güneş gibi gözlerinin önündeydi. Gözlerini kapattığında aklını kamaştıran düşünce sembolü bir altın labrisi gördü karanlıkta.
Dudaklarını ısırdı ve odaya geri döndü…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.